11 Ekim 2007

Geçmiş Zaman Olur ki…

2007-03-12/18:31:00

Yetmişli yıllarda Mevlâna Caddesi’nden, eski Sümerbank binasının soluna döndüğünüzde Fenni Fırın’a giden cadde üzerinde inşaat malzemeleri satan oldukça uzun cepheli bir dükkânımız vardı. Şimdi çift yönlü olan cadde, o zamanlar dar bir sokaktan ibaretti. Mahallenin eski evleri, geniş ahşap kapılardan girilen evlerin küçük bahçelerinde mundar ağaçları, Şair Hasan Rüştü Sokağında birkaç matbaa dükkânı, Demirci Hasan Çalıkoparan Amca’nın atölyesi, Rahmetli Hasan Amca’nın mis gibi kokan leblebici dükkânı, halıcılar, antikacılar ve muhakkak ikindi vakitlerinde bu dükkânlardan günlük kısmetlerini almaya gelen delileri vardı.

Kâğıt beş liraların iş gördüğü, çeklerin senetlerin, düzenbazlıkların nadirattan sayıldığı, “pırpır”ların; Nalçacı, Otogar ve Öğretmenevleri istikametine dolmuş yaptığı, Mahkeme Hamamı’nın rağbet gördüğü 30 yıl öncesi… Hayatımız ne kadar sade ve basitti. Halıcılara alışverişe gelen hippi kılıklı kızlı erkekli turistlerin karşısına geçer, dakikalarca onları rahatsız ettiğimizin farkında olmadan bakar dururduk. Pek de müsamahalı olurlardı. Mahallemize, turist rehberliği yapan komşumuzun oğluna misafir gelen genç adamın isminin Erik olduğunu öğrendiğimizde şaşırıp kalmıştık. Erik diye bir isim olduğuna göre, bunların armut yahut elma şeklinde de isimleri de var mıydı acaba? İngiliz olduğunu öğrendiğimiz Erik, bir sene sonra tekrar geldi. Bizden yaşça büyük olanlarımız, bu Erik’in ikinci defa gelmesinin hayırlı olmadığına, bir ajan olabileceğine kanaat getirerek, gece yarısı arabasının tekerlerini bıçaklayacaklarını, bunu söylemesi muhtemel çocukları da cezalandıracaklarını söyleyiverdiler. Sabah olup da, Erik komşu evinden dışarıya çıktığında, arabasının lastiklerini gördü ilkin. Sağa sola bakındı. Bakkalın önündeki Ankara gazozu kasalarının üstünde birkaç kafadar erkenden yerimizi almışız. Hemen koşup vaziyeti anlatacağım ama serde dışlanmak ve belki zarar görmek riski var. Bağırıp çağırmadı. Ev sahibiyle birlikte başının çaresine baktı. Sonraki günlerde araba için de bir komşu evinin bahçesini gidene kadar garaj olarak kullandı. Okul çıkışı “üç korner bir penaltı”ya sahne olan maçımızın ardından, yapılan işin “eşşeklik” olduğu kararına varıldı. Adam ajan olsaydı mahalleye mutlaka “birileri” gelirdi.

Okul çağını çoktan geçmiş mahalle delikanlıları, pek de iri madeni ikibuçuk ve beş liraları toprak zemine çizdikleri T şeklindeki düzeneğe uzaktan atar, parayı çizgiye en yakın atanı diğerini “ütmüş” olurdu. Bu oyunun adını hala hatırlamam. Cebinde parası bulunmayanlarımız, özene bezene tükürükleyip taşlara sürttüğü aşıkları, okul çantası dahil her yerde bulundururdu. Zor bulunan iri keçi eneğini sürtmek, boyamak ve ışıl ışıl yapmak aşık oynamak kadar zevkli olurdu. Aşık kemiği, elin baş, işaret ve orta parmaklarıyla tutulur belirli bir yükseklikten yere atılır ve aşığın yerdeki duruşu tok, aç, bey veya dalak şeklinde isimlendirilirdi. Aşık atılırken mutlaka yere çömelip, “haydi enek” denilir ve yere düşüşü merak içinde beklenirdi. Ütmekten kasıt, diğerine üstün gelmek ve bahse göre elindekini almak demekti. Ütmeye konu olan malzemeyi şimdikilerin tahayyül etmesi ne zor: Rakibin aşığı, gazoz kapağı yahut da zeytin çekirdeği…

Geçmiş zamana dair bir hikayeyi bugüne taşımak, kimi zaman bir seneler mukayesesi, kimi zaman da, çocuk olmanın bugün ne kadar zor olduğunu bilmek bakımından bir ruh gevşemesine yol açıyor.





0 yorum: