Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

22 Eylül 2020

Theodor Herzl ve Sultan Abdülhamit Han

 

Gelen tebrik kartları arasında bir tanesi oldukça ilginçti ve okurlar ile paylaşmayı uygun buldum.

Tebrik kartınıın  yayınlanma tarihi 1901 yılı ve yayınlanma yeri Polonya.

Kart aynen aşağıdaki gibidir.


Sol tarafta Siyonizmin Babası Theodor Herzl Sağında ise Sultan Abdülhamit Han resimleri yayınlanmış.

Resimlerin üzerinde, Yad meleh Beyad hashem (Kralın eli ile ve allahın izni ile) Ve Yevareheha Adonay Mitsiyon (Allah seni Siyon'da kutsasın).

İlginç olan basında anlatıldığı gibi Herzl ile Abdülhamit Han arasında sıkıntılı bir husumet mevcut değildi. Toprak satışı kabul edilmemişti ancak Yahudi nüüfusunun İsrail topraklarına göçüne izin verilmişti ve Herzl ile Sultan Abdülhamit Han arasında kabadayıca bir üslup mevcut değildi ve bu tebrik kartı da aralarındaki medeni ilişkinin bir kanıtıdır bence...

Bu kartı bana ileten sevgili dostum Metin Delevi 'ye teşekkür eder kartın orijinalinin İsrail Milli Kütüphanesinde bulunduğunu da belirtmekte yarar vardır.

18.09.2020 

Rafael Sadi

Odatv.com

kaynak: https://odatv4.com/sultan-abdulhamit-ile-siyonizmin-kurucusunu-birlikte-gorurseniz-sasirmayin-18092023.html

09 Eylül 2020

Diyarbakırlı Bir Türkmen'in İsyanı


 

Son yıllarda Diyarbakır bize çok farklı tanıtıldı...
Diyarbakır'ı inen kepenklerle,
Polise taş atan çocuklarla tanıdık...
AB'nin yolu Diyarbakır'dan geçer dendi. Amed dendi...
Diyarbakır'ı, Diyarbakır'ın Tarihini, kültürünü,Diyarbakırlı bir Türkmen'in, KORAY ELBEYLİ'nin kaleminden öğrenmek istermisiniz...
DİYARBAKIRLI TÜRKMENİN İSYANI..

Yıkın On Gözlü Köprüyü, Ben-u Sen'i, Diyarbakır'da, nefret ettiğiniz Türk(men)ler'e ait bir şey kalmasın !

Akkoyunlu Hükümdarı öz be öz Diyarbakırlı Uzun Hasan'ı, yine Diyarbakırlı Karayülük Osman'ı zaten bilmiyorsunuz ama biliyorsanız da; kahramanlıklarını, Osmanlı'ya nasıl kök söktürdüklerini anlatmayın.

300 yıl Orta Doğu'ya hükmettiklerini resmi tarih bize anlatmadı.

Aksine Diyarbakır merkezli öz be öz Türkmen devleti olan Akkoyunlular resmi tarihe göre Osmanlı'yı arkadan vuran hain barbarlardı.

Her gün kadim şehirde onlarcasını gördüğümüz eserleri bırakan ve Diyarbakır'ı başkent yapan Artuklular'ı hiç yaşamamış sayın.

Diyarbakır ile ilgili en kapsamlı tarihi araştırma olan, 15. Yüzyılda yaşamış İranlı tarihçi Ebubekir Tıhrani'ye ait Kitab'-ı Diyarbekiriye'yi bulduğunuz yerde yakın çünkü o kitapta, Diyarbakır'ın dağını taşını yurt edinen Bayındır Türkmenlerinden dolayı yüzyıllarca Bayındıriye diye bilindiğini anlatır.

Bu bilgi sizin için sakıncalıdır.

Yakın! Osmanlı kayıt defterlerini çünkü aşiret aşiret, isim isim kayıtları vardır Diyarbakırlılar'ın. Sizi şaşırtacaktır oradaki bilgiler, belki de kızdıracaktır.

Ulu Camii'nin, Anadolu coğrafyasının Orta Asya Türk mimarisine göre Kilise'den Camii'ye çevrilen ilk eseri olduğunu ancak sanat tarihçileri bilir o nedenle tehlikeli bilgi değildir. Ama yine de sizin için tehlikeli ise orayı da yıkın.

Yedi Kardeş burcunu mutlaka yıkın çünkü orada öz Türkçe isimleri ile esere konu olan Diyarbakırlı yedi kardeşin ismi var, hem de taşa kazılı.

Kendini öz Türk zanneden bazı Batılı cahillerin dalga geçtiği, karaladığı Diyarbakır ağzını yasaklayın kimse konuşmasın.

Çünkü; tekmeye tepik, alkışa çepik, beze çapıt, merdivene gezemek, teyzeye dayze, amcaya ami, yiğit'e iğit, düğüne toy, tencereye kuşkana gibi Diyarbakır'a özgü en az beş bin yıllık binlerce bozulmamış kelime aslında Türkçe'nin bozulmuş hali olan İstanbul ağzına göre milyon kat daha öz Türkçedir.

Diyarbakır ağzının en güzel örneklerini veren Diyarbakırlı büyüklerimizi taşlayın gördüğünüz yerde.

Mektup yazdım yaz idi,
Kalemim kiryaz idi,
Da çok yazacaktım,
Mürekkebim az idi...

gibi binlerce Diyarbakır manisini yasaklayın, unutturun öğretmeyin çocuklarınıza çünkü Dede Korkut Türk(men) çesi ile söylenir.

Hep şikayet ettiğiniz sistem, Kürtçe isimleri yasaklattı siz de en az bin yıllık Türkçe isimleri yasaklayın Diyarbakır'da.

Mesela değiştirin Karacadağ ismini Türkçedir tehlikelidir. Değiştirin Bismil'in adını, çünkü akrabaları hala Orta Asya Harzem'de yaşayan Basmıl Türkmenleri'nden alır ismini.

Her gün küfredin Çermikli Ziya Gökalp'e, Süleyman Nazif'e çünkü onlar sürgün pahasına emperyalizme karşı Diyarbakır duruşu sergilemişlerdi.

Yok sayın Seyyid Nuh'u klasik Türk musikisine yüzlerce eser vermiş Diyarbakırlıdır. Yok olmaya yüz tutmuş Türkçe'nin asli kaynaklarını tekrar kazandıran Diyarbakırlı Ali Emiri'yi de küfürle hatırlayın. İhanet ile suçlayın Celal Güzelses'i, Cahit Sıtkı'yı, Orhan Asena'yı, Adnan Binyazar'ı, Özer Ozankaya'yı siz den farklı düşündükleri için.

Külliyen reddedin Diyarbakır'ın en azından bin yıllık tarihini, dost edinin elinden kan damlayan İngiliz'in, Fransız'ın sözüm o'na size dost görünenlerini.

Sisteme haklı öfkenizi, tarihinize ihanet ile gösterin. Unutturun Diyarbakır'ı, Diyarbakır yapan renklerinden dikkat buyurun Türk değil TÜRKMEN'e (*)ait ne varsa külliyen yok sayın.

Size göre Diyarbakır'da Kürtler, Zazalar, Suryaniler, Keldaniler, Ermeniler herkes yaşadı.

BİR TEK TÜRK (MEN) LER UĞRAMADI BU KADİM ŞEHRE BURAYI BAŞKENT YAPARAK DÖRT DEVLET KURMALARINA RAĞMEN.

Bu devletleri kuran (Artukoğulları, İnaloğulları, Nisanoğulları, Akkoyunlular) on binlerce çadırlık Türkmen aşiretleri buhar oldu uçtu.

O zaman soralım 18. 19. yüzyılda yaşayan Ermeni ozanlar neden Diyarbakır ağzı ile Türkçe yazdı, Türkçe söyledi. Diyarbakır ağzı dediğimiz o muhteşem dilde mesela İstanbul Türkçesinde olmayan ama Oğuz diline ait binlerce kelime ve deyim var.

Çocuğu olmayan ailelere neden bir Diyarbakırlı 'kör ocak' der tıpkı Divan-i Lugat'i Türk'de olduğu gibi.

Neden bir Diyarbakırlı kelime başına gelen -Y- sesini okumaz. Mesela yılan değil ilan, yüksek değil üskek, yıldız değil ulduz der tıpkı Kaşgarlı Mahmut gibi.

Hatta mutlaka aranızda yapanlar olacaktır bu satırların yazarı hemşerinize küfredin, önemli değil o sizi önce tarihe ardından Allah'a havale edecektir.

Her nefesinde büyülü kent Diyarbakır'ı soluyan, başta Kürtler ve Zazalar olmak üzere bu kentin her rengini seven

(*) Diyarbakır'da yaşayan Türklere teknik anlamda Türkmenler demek daha doğru olur. Çünkü Diyarbakır Türk(men) leri dil, kültür ve fiziki yapı olarak Batı Anadolu, Kafkas, Balkanlar'da yaşayan Türkler'den ziyade Azerbaycan, Türkmenistan, Afganistan, Tacikistan, İran, Irak, Filistin, Mısır ve Suriye'de yaşayan Türkmenler ile aynı özellikleri taşırlar.


 

Seydibeşir Usare Kampı

 BU UNUTULUR MU ? (Ama malesef unuttuk...)

Birinci Dünya Savaşı'nda Ingilizlere, 150 bin askerimiz esir düştü. Bu askerlerden bir kismi da Mısır'ın Iskenderiye şehri yakınlarında bulunan Seydibeşir Usare Kampı'na hapsedildi.

Kampın tam adı, 'Seydibesir Kuveysna Osmanli Useray-i Harbiye Kampı' idi. Bu kampta, 1918'de Filistin cephesinde esir düşen 16. Tumen'in 48. Alayı'na baglı Osmanlı askerleri tutuluyordu.

12Haziran 1920'ye kadar iki yıl boyunca her türlü işkence, eziyet, agır hakaret ve aşagılamaya maruz kaldılar.

Bu insanlık dışı muamelenin nedeni ise Ermeniler idi...

Kamptaki, Türkçe bilen Ermeni tercümanların yalan, yanlış çevirileri ve kışkırtmaları nedeniyle, kamplarin Ingiliz komutanları, azılı Türk düşmanı kesilmişlerdi. Savas bitmişti. Ancak, kamptaki ağır koşullar nedeniyle ölenler dışındaki askerleri teslim etmek, Ingilizler'in işine gelmiyordu. Cünkü, olasi yeni bir savasta, bu askerlerin yeniden karşılarına cıkabilecekleri, Ermeniler tarafından, Ingilizlerin beyinlerine işlenmişti.

Çözüm toplu katliamdı... Askerlerimiz, mikrop kırma bahanesiyle, süngü zoruyla dezenfekte havuzlarına sokuldu. Ancak suya normalin cok uzerinde krizol maddesi katılmıştı. Mehmetçik, daha ayağını soktuğunda, aşırı krizol maddesi nedeniyle haşlanıyorlardı. Ancak Ingiliz askerleri dipçik darbeleri ile askerlerimizin havuzdan çıkmalarina izin vermiyorlardi. Mehmetçikler, bele kadar gelen suya başlarını sokmak istemedi. Ancak bu kez Ingilizler havaya ateş etmeye başladı. Askerlerimiz, ölmemek için çömelerek başlarını suya soktular. Ancak başını sudan kaldıran artık göremiyordu. Cünkü gözler yanmıştı...

Dışarı çıkanların halini gören sıradaki askerlerimizin direnişleri de fayda etmedi ve 15 bin askerimiz kör oldu. Bu vahset, 25 Mayis 1921 tarihinde TBMM'de görüşüldü. Milletvekilleri Faik ve Şeref beyler bir önerge vererek, Mısır'da esirlerin krizol banyosuna sokularak 15 bin vatan evladının gözlerinin kör edildiğini, bunun faili olan Ingiliz tabip, garnizon komutanı ve askerlerinin cezalandırılması icin TBMM'nin teşebbüse geçmesini istediler.

Tabiiki yeni kurulan devletin bin türlü sorunu vardı. Bu hesap sorma işide unutuldu gitti.

Ama onlar unutmuyorlar...

Kendi ihanetlerini bile soykırım ambalajına sarıp, dünya kamuoyuna sunuyorlar. En üzücü olanı da malum birilerinin, bu karalama kampanyalarına çanak tutması...

ERMENİLER SOYKIRIM YAPILDI DIYE DÜNYAYI AYAĞA KALDIRIYOR BİZİM TARİHİMİZDEN HABERİMİZ YOK. Bu nasıl bir vahşet..15.000 askerimizi kör ettiler..Yazıklar olsun yapana yazıklar olsun bu olayın peşine düşmeyenlere…

Karamanoğlu Mehmet Bey'in ünlü Türkçe Fermanı Kimin?

 17 Mayıs 2009

Konya Aydınlar Ocağı'nın Salı Sohbeti'nde, Karamanoğulları Tarihini anlatan Selçuklu Tarihi uzmanı Prof. Dr. Mikail Bayram,
Karamanoğlu Mehmet Bey'in ünlü Türkçe Fermanı hakkında çarpıcı iddialara yer verdi. Prof. Bayram,tarihçi İbn-i Bibî'yi kaynak göstererek
fermanın Mehmet Bey'e ait olmadığını öne sürdü.

“Türkçe ferman Mehmet Bey’e ait değil”

 


Selçuklu tarihi uzmanı Prof. Dr. Mikail Bayram, Karamanoğlu Mehmet Bey’in 13 Mayıs 1277 tarihinde yayınladığı “Bugünden sonra divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmaya” şeklindeki fermanın, Mehmet Bey’e ait olmadığını iddia etti.

Prof. Dr. Mikail Bayram, Karamanoğlu Mehmet Bey’in “Bundan böyle dergâhta, bergâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmaya” şeklindeki fermanının kendisine ait olmadığını iddia etti.

Konya Aydınlar Ocağı tarafından Sille Kültür Evi’nde, her hafta mutad olarak düzenlenen Salı Sohbeti’nde “Kuruluşundan Yıkılışına Kadar Karamanoğulları”nı anlatan emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Mikail Bayram, Karamanoğlu Devleti’nin 1261 senesinde kurulduğunu, bu devirde Anadolu’nun Moğol istilası altında olduğunu ve Selçuklu Devleti’nde de; II. İzzeddin Keykavus ile IV. Rukneddin Kılıçarslan arasında taht mücadelesinin bulunduğunu kaydetti.


Selçuklu Sultanı Rukneddin Kılıçarslan döneminde, Anadolu’da bazı bölgelerde isyanlar çıktığını ve sadece Karaman’da çıkan isyanın bastırılamadığını ifade eden Prof. Dr. Bayram, bundan dolayı Karaman ve Toroslar bölgesinin Kerimuddin Karaman’a tahsis edilerek Karamanoğulları Devleti’nin de böylece kuruluşunun başladığını söyledi. Kerimuddin Karaman’ın 1263’de şehit olmasıyla yerine Karamanoğlu Mehmet Bey’in geçtiğini belirten Prof. Dr. Bayram, Hatıroğlu Şerafeddin’in önderliğinde Orta Anadolu’da Moğollara karşı büyük bir isyan başladığını ve Memlük Hükümdarı Baybars’ın, büyük bir orduyla Anadolu’ya gelerek Elbistan Ovası’nda Moğollar’la karşılaştığını, Türkmen askerlerinin Baybars’ın safına geçmesiyle birlikte Moğollar’ın ilk mağlubiyetlerini burada aldıklarını ve 6 bin Moğol askerinin öldürüldüğünü söyledi. Böylesine karışık bir dönemde Karamanoğlu Mehmet Bey’in, II. İzzettin Keykavus’un oğlu Alâeddin Siyavuş’u da yanına alarak Konya’yı zapettiğini ve Gıyaseddin Siyavuş’u Selçuklu tahtına oturttuğunu anlatan Prof. Bayram, topraklarını genişletmek için Türkmenler’le anlaşan Mehmet Bey ve Selçuklu Sultanı Alâeddin Siyavuş’un, Konya önlerine kadar gelen Moğol Ordusuna yenildiklerini ve kaçarlarken Moğol Müfrezeleri tarafından yakalanarak öldürüldüklerini kaydetti. Prof. Bayram, Mehmet Bey’in kardeşi Güneri Bey’in Karamanoğulları’nı tekrar topladığını ve Gıyaseddin Mes’ud’un, Moğol Hükümdarı Tekidor’un inisiyatifiyle Konya’da iktidarı ele alarak Anadolu Selçuklu Devleti’nin başına geçtiğini belirtti.

 

TÜRKÇE FERMAN MEHMET BEY’E AİT DEĞİL

Selçuklu tarihi uzmanı Prof. Dr. Mikail Bayram, Karamanoğlu Mehmet Bey’in Konya’yı fethettiği dönemde ve 13 Mayıs 1277 tarihinde kendisine atfedilen “Bugünden sonra divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmaya ” şeklindeki fermanın da Mehmet Bey’e ait olmadığını iddia etti.


Bu iddiasını Tarihçi İbn-i Bibî Evamirü’l-Alaiyye adlı Farsça eserine dayandıran Prof. Dr. Bayram, “İbnî Bibî, bu sözleri kendisi, Karamanoğlu Mehmet Bey’le alay etmek için söylüyor” diyerek şu açıklamayı yaptı: “Bir kere böyle bir ferman Türk Devlet geleneğine muhaliftir. Türk tarihinde böyle bir uygulama yok. Sadece Cumhuriyet döneminde var.

İkincisi, böyle bir emirnamenin ve böyle bir fermanın uygulanabilirlik imkânı yoktur. O dönemde Anadolu’da Rumlar var, Ermeniler var, Araplar var ve Farslar var. Kaldıki şehir halkı evde, pazarda, çarşıda Farsça konuşuyor. Medreselerin eğitim dili ise Arapça ve Farsçadır. Yani o dönemin Konya’sında konuşma ve ilim dili Farsça’dır.

Üçüncüsü, Karamanoğlu Mehmet Bey’in vakfiyesi Arapçadır. Herşeyden önce buna terstir. Bu fermanı yayınlayan birisinin kendisiyle ters düşmesi için deli olması gerekir.”

Haber: Mustafa Balkan
Konya Aydınlar Ocağı Basın Danışmanı

 

 

 

 

Ömrümün Acı Sayfaları - Kırım Sürgünü Hatıraları


Ömrümün Acı Sayfaları - Sürgün Hatıraları 

Henüz köylerimize elektriğin gelmediği,dış dünyanın kirliliğinin akmadığı zamanlarda akşam olunca büyükler kendi elişleri ile meşguldurlar, çocuklar da gaz lambasının ışığında duvarda gölge oyunları oynardı. Naif kendi dünyalarında varlıklar yaratırlar, kendi uslarındaki masalları canlandırırlardı. Oyunu bozan ayağa kalkan bir büyüğün lamba önünden geçmesi olurdu. Biraz mırın gırından sonra oyun tekrar kurulur, uyku vakti gelene dek masallara devam edilirdi. Sonra büyüdük şehirler gördük, masalların yerini romanlar, gerçek hayat hikayeleri olmaya başladı, ideallerimiz oldu kendimize dair, yurdumuza dair, Dünya'ya dair aydınlık düşüncelerimizin arasında gölgelere yer yoktu. Bize göre herşey gerçekti ve aydınlıktı sonra bunların arasında gölgeleri, gölge oyunlarını görmeye başladık, buda ne derken bazen kendi gölgemizin duvara yansıdığını gördük, ışığı kim tutuyor diye baktığımızda ışığı gördük ama ışığı tutanı göremedik.

http://www.kirimtarihi.com/anasayfa.php


Tatlıkuyu köyünden kırk iki yaşındaki Ayten Paçala, bırakıp geldikleri toprakları, oralarda birlikte yaşadıkları kardeşlerini unutamadıklarını, vatandan çıkış sebeplerini, kendilerini Vatan’dan koparanları ve onlara karşı besledikleri hisleri yanık sesiyle okuduğu göç yırında âdeta haykırarak şöyle anlatmaktadır:

“Keteceksiñ can dosum, ey can dosum.
Keteceksiñ, keteceksiñ!
Bizni kimge emanet eteceksiñ?
Ketkenge Alla col bersin ey, col bersin.
Bar savluqman, bar savlukman!
* * *
Avdarıl qayam bas meni,
Körmesin közüm ah, ah.
Ölsem özüm öleyim,
Ölmesin sözüm ah, ah.
* * *
Candım dostlar men candım, ey men candım.
Ot berdiler, ot berdiler.
Öz yurtumdan qısmetim,
Köterdiler, köterdiler.
* * *
Bizge sebep bolğanıñ, ey bolğanıñ,
Üyü çette, üyü çette.
Arqası cerge tiymesin, tiymesin,
Ahırette, ahırette.” 


Ömrümün Acı Sayfaları

Sürgün Hatıraları
Mayıs 9, 2009

Anlatan : Umuş REŞİTOVA - Hazırlayanlar: İsmet YÜKSEL, Safiye BELÂLOVA

1923 yılında Sudak’a bağlı Souksu köyünde doğdum. 1931 yılında okula başladım. 1935 senesinde ise Sudak ortaokuluna girdim. Biz o vakitler Souksu köyünde oturuyorduk. Sonra Taraktaş’a taşındık. Taraktaş’da öğrenci yurtları vardı. İlk zamanlar yatak, yemek ve okul ücretsiz idi. Sonradan yatak için de, yemek için de ve hatta okul için bile para almaya başladılar. Rahmetli babam kolhozda çalışıyordu. Kolhozlara aylık yerine az az yemek için erzak veriyorlardı.

Bizler evden okula para olmadığı için yayan gitmek durumundaydık (Taraktaş-Sudak arası yaklaşık 14 kilometredir). Ben daha sonra maddî sıkıntılar yüzünden okuldan ayrılıp, Küçük Taraktaş kolhozunda sekreter olarak çalışmaya başladım. Ama bir müddet sonra ortaokulu bitirip Yalta’daki öğretmen okuluna girdim. 1941 senesi savaş başladığında ben Yalta’da idim. Savaş olduğundan dolayı, okulu bitirmeme rağmen diploma alamadım. Benimle beraber Otuz köyünden Sultaniye Veliyeva ve S. Seytmemetov da vardı. İşte savaş hayatına böyle başladım.

Büyük ağabeyim Celâl Ablâlimov savaşa gitti. Diğer kardeşim Ablâmit de savaş başladığında askerdeydi. Ondan mektup aldık, Gomel şehrinde imiş. O orada ebediyete kadar kaldı. Kırım ise Alman ordusunun işgali altındaydı. 14 Nisan 1944 senesi Sovyet Ordusu Kırım’a girdi. Her bir köyden bilgili kızları topladılar. Beni de o kızların arasına aldılar. Sonra hepimizi değişik yerlere dağıtarak halkın listesini yaptırdılar. Halka sorulan sorular şunlardı: Adın, soyadın, yaşın ve milletin. Biz nereden bilebilirdik bu hazırlanan listelerin bizim Kırım Tatar halkının kara yazılı günü için olduğunu?

18 Mayıs 1944′de sabah saat 4′de kapılar çalındı. İki er ve bir subay bizleri uykudan uyandırıp, üstümüze ne giyebildiysek öylece bizi tekme-tokat silâh zoruyla evimizden dışarıya çıkardılar. Kamyonlara doldurup Kefe şehrine götürdüler. Bindiğimiz kamyonları geri geri sürerek istasyonda duran hayvan vagonlarının kapısına yanaştırıp, aşağıya inmemize müsaade edilmeden kamyondan doğruca trene bindirildik. Onların gözünde bizler insan değil, hayvan gibiydik. Vagonun içi hayvan pisliğinden cıvık cıvıktı. Vagon ağzına kadar silme dolduktan sonra kapılar kapatıldı ve on iki gün sonra Rusya’nın Gorkiy (Nijniy Novgorod) bölgesinde açıldı.

İki vagon Kırım Çingenelerini orada şehrin ortasına bıraktılar. Çünkü onlar çalışmazlardı. Bizi de Gorkiy bölgesi Pravdinsk kâğıt kombinesine bıraktılar. Balıkino denilen yere de iki vagon adam götürdüler. Savaştan sağ kalan Seferov ve bazı Kırım idarecilerini Volga tarafına derin dağlar içine götürdüler. Bir daha onlardan haber alamadık. Kâğıt kombinasının adamları yaşımızı, mesleğimizi sorup sabaha kadar bizi bilgimize göre işlere dağıttılar. Açıkta hiç kimse kalmadı. Yaşlı, genç, çocuk hepimize bir iş buldular.

Ben öğretmen olduğumdan bana masa başında iş yazmışlar. Aylığımı sordum, “600 ruble ve 450 gram ekmek” dediler. O zaman ailemiz babam, annem, ben, Ayşe kardeşim (Şimdi Taraktaş köyünde oturuyor) ve Settar kardeşimden (rahmetli oldu) oluştuğu, yani kalabalık olduğu için aylığı çok olan ağır bir iş istedim. B.eni selüloz atölyesine aldılar. Orada cepheye kâğıt hazırlıyorlardı. Fakat orası sağlığa çok zararlıydı. Oraya ilk girdiğim günlerde devamlı hap-şınyor, gözlerimden yaş geliyordu.

Asan kardeşimi de Almanlar işgal sırasında orduya hizmet için götürmüşlerdi. Aradan yedi yıl geçtikten sonra gelip bizi buldu (1989′da Asan kardaşım Vatan Kırım’da vefat etti). Sudak şehrinde yaşayan bir insanperver Rus arkadaşım bana mektup ve iki küçük paket yolladı. Bu da hatıralarımın bir köşesinde daima duruyor.

Bir müddet sonra insanlar, yapılan eziyetlere dayanamayıp kaçmaya başladılar. Ondan sonra fabrikanın idarecileri biz Kırım Tatarlarına kumandanlık rejimi koydular. Ayda iki defa işlerimizi bırakıp kumandan gözetimi altında gidip imza atıyorduk.

1956 senesi biraz gevşeme oldu. Beni imza atmaya götürmemeye başladılar. Bilâhare Özbekistan’a gittim. Rahmetli eşim savaştan sonra Taşkent’de okumuş. Savaş başladığında orduda yemin merasiminden sonra cepheye götürmeyip İran’dan gelen çekirge sürüsünü kovmaya göndermişler. Sonra cepheye gitmiş, oradan da sağ-salim dönmüş. Savaşta General Berzarin’in alayındaymış. İlk onlar Berlin’e girip bayrak çekmişler. General Berlin’e girdiğinde sevinip motosikletten düşüp ölmüş.

Bizler acı ve uzun sürgünlük yıllarından sonra Vatan’a dönmeye muvaffak olabildik. Pek çoklarımız bu günleri göremeden sürgünde son nefeslerini verdiler. Neyse bu günümüze de şükür, daha beterinden Allah saklasın. Allah evlâtlarımıza Vatan Kırım’da ilelebet yaşamayı nasip etsin. Biz göremeyiz belki ama, inşaallah evlâtlarımız Tarak Tamgalı Gökbayrağımızı göklerde görürler. Amin.

Emel Dergisi , Sayı:211 Kasım - Aralık 1995 , Sf. 23

 

 **

Sürgün Üstüne Sürgün
Sürgün Hatıraları

Nisan 21, 2009

Anlatan : Fatime KÜÇÜK Hazırlayan: Yrd. Doç Dr. Zuhal YÜKSEL

Ben 1931 yılında Kırım’da doğdum. Benim atalarım Kırım’a Türkiye’den geldikleri için, pasaportumuzda Türk yazıyor. Dedem Sarı Mecit Türk, İstanbul’a gitmiş, yollar kapanınca da Kırım’a dönmemiş ve Türkiye’de kalmış. Kırım’dan ayrı kalmaya dayanamadığı için de çok yaşamamış ölmüş. Herhalde orada çoluk çocuğu da olmuştur.

Biz, sürgünün yapıldığı 18 Mayıs 1944 gecesi Kökköz’de yaşıyorduk. Ben henüz çok küçüktüm. Takur-tukur kapılara pencerelere vurmaya başladılar, insanlar bağrışıyor, köpekler havlıyordu. Askerlerin “Çok çabuk, 15 dakika içinde çıkın, kamyonlara binin” talimatı ile Kırım’daki bütün Kırım Tatarları toplandı ve götürüldüler. Bizim pasaportumuzda Türk yazdığı için, bizi Kırım Tatarlarıyla birlikte sürmediler. Başımıza ne geleceğini bilmeden 15 gün daha şaşkınlık ve korku içinde Kırım’da yaşadık. Bizi Kırım Tatarlarının sürgününden 15 gün sonra Özbekistan’a sürdüler. Türk olduğumuz için bize çok eziyet ettiler. Hayvanlar gibi çekiştire çekiştire vagonlara doldurup götürdüler. Tıpkı hayvanlar gibi… Vagonlarda yaşlılarımız vardı. Zavallılar bu yolculuğa dayanamayıp teker teker ölmeye başladılar. Tren arada bir beş dakika duruyor, biz de ölülerimizi bir ağacın dibine bırakıp yola devam ediyorduk. Cenaze töreni yok, kefen yok, gömmek yok. Öylece oralara bıraktık cenazelerimizi.

Sürgün yerlerinde de çok sıkıntı çektik, insanların çoğu sıtma hastalığına yakalandı. Ne yemek için aşımız, ne giymek için elbisemiz, ne de yıkanmak için suyumuz vardı. Açlıktan, soğuktan ve pislikten ölmeye başladık. Bize hiç bir şey vermiyorlardı. Bazıları bir yerlerden ağaç çalıyor, götürüp şehirde satıyor, bir avuççuk un getiriyor, biz de onunla bulamcık yapıp içiyorduk. Bu şartlar altında yaşamaya dayanamayan insanlar öldüler. Bizim ailemizden yedi kişi öldü, geriye üç kişi kaldık.

1989 yılında Fergana’da çok ızdıraplı günler yaşadık. Pasaportumuzda Türk yazdığı için Ahıska Türkleri gibi bize de saldırdılar. Gelip evlerimizi bastılar, “Çık çık!” diye bağırarak evlerimizden attılar. “Hay Allah niye çıkayım? Ne yaptık? Niye gelip evimizi barkımızı yakıyorsunuz?” dediysek de bizi dinlemediler. Bir grup gidiyor, başka bir grup geliyordu. Onlar da yakıp yıkıyor, asıp kesiyorlar, “Çıkın, gidin, cenazeniz bile olsa bırakıp çıkın” diye bağırıyorlardı. Çıkmayanların evlerini ateşe verdiler. Bir dilim ekmek, biraz un bile alamadık. Evleri yaktılar, yıktılar; insanları öldürdüler, yaktılar. Yedinci gün canımızı kurtarmak için evden çıkıp kaçtık. Bir kapiğimiz bile yok, elbisemiz yok… Üstümüz başımız kirlendi. Üşüyoruz, yatacak yerimiz bile yok…

Bizi Özbekistan’ın bir başka şehrine getirdiler, oradan uçağa bindirip Smolensk’e götürdüler. Smolensk’de kaldık. Paramız olmadığı için bilet alıp Kırım’a dönemiyoruz. “Ben Kırım’da doğdum, burada ne yapayım?” diyorum ama anlamıyorlar. Tabiî anlamazlar, onlar Rus. Sonra Kırım Tatar Millî Hareketi Teşkilatı’nın adamları geldiler, biletlerimizi alıp bizleri trenler bindirdiler ve Akmescit’e getirdiler. Belediyenin önündeki betonun üzerinde yedi gün yattık. Betonun üzerinde hiç bir şey yoktu. Akşamdan sonra buradaki Kırım Tatarları çocuklarımızı götürüyor, giydirip doyuruyorlardı. Sağ olsun cemaatimiz.

Başımıza bu hadiseler gelip de Kırım’a yerleşmek zorunda kalma saydık bile buraya dönerdik. Burada cemaatimiz toplandıktan sonra çok büyük mitingler yapıldı. Özbekistan’da öldürülen adamlarımızın yakılıp yıkılan evlerimizin resimleri sergilendi. Hepimiz gidip gidip baktık, hâl yer enkaz haline gelmiş.

Şimdi vatanımda yani Kırım’da yaşıyorum. Emekli oldum. Kolhozlar da kendi Rus emeklilerine buğday, un, yağ veriyorlar, ama bize vermiyorlar. “Ben de bu yaşıma kadar Özbekistan’da çalıştım” dediysem de “Git hakkını oradan al.” dediler. Emeklilikten elime geçen 40.000 kuponla geçinmem mümkün değil ama, çocuklarım da çalışıyor. Altı tane koyunum var. Etsiz, şekersiz, yağlı yağsız yemek yersek, yetişiyor işte.

Artık ev yapmaya da başlayacağız. Yavaş yavaş toparlanıyoruz.

 


 **

Vatan’a Dönüş

Sürgün Hatıraları
Anlatan : Fatma ŞEVKETOVA

Ben Aluşta’ya bağlı Kızıltaş köyünde doğup orada büyüdüm. Bizim köyümüzde Cafer Seydahmet Kırımer ve Dağcılar da yaşıyorlardı.

18 Mayıs 1944 tarihinde evimizdeydik. Sabahleyin çok erken saatlerde iki asker tüfekleriyle kapımızı çalarak bizi uyandırdılar, kapımızı açıp çıktık. Bize “Hemen çıkın dışarı!” diye bağırdılar. Ben önce biraz direnmek istedim ve “Niçin çıkıyoruz, burası bizim evimiz” dediysem de, beni dinlemediler ve “hayır, artık burada yaşayamayacaksınız, sizi buradan çıkarıyorlar.” dediler. Bizi elimizden tutup dışarı attılar. Ben kapıyı kilitleyip, anahtarı cebime koymak istedim. Fakat onlar elimden anahtarı aldılar ve “Artık burada yaşamayacaksınız, niçin anahtarı alıyorsunuz?” diye beni hırpaladılar.

Benim üç tane kardeşim vardı. Hepimizi ittire kaktıra evden çıkardılar. Yanımıza giyecek veya yiyecek almamıza müsaade etmediler. Küçük kardeşimin elinden tutarak aşağıdaki mağazanın altındaki bağın içine, hepimizi topladıkları yere gittik. Orada epey bir zaman oturduk. Sonra bizleri kamyonlara bindirdiler ve Aypetri’den Süren’e götürdüler. Orada bizi hayvan vagonları bekliyordu ve bu vagonlara hepimizi doldurdular. Bir vagonun içinde 15-20 aile vardı ve hepimiz oturmak zorundaydık. Kımıldamak için bile yer yoktu. Tabii ki yatmamız da mümkün değildi. Üstümüze örtecek bir şeyimiz, yiyecek yemeğimiz yoktu. Böylece, 20 gün süren yolculuktan sonra Özbekistan’ın Begavat şehrine geldik.

Bizleri bu şehirde fazla tutmadılar. Kamyonlara doldurarak kerpiç yapmamız için Zavat denen yere götürdüler. Orada şartlarımız çok körüydü. Ağabeyim, babam, annem orada öldüler. Ben bir sene sonra orada evlendim. Beş tane çocuğum oldu, onları evlendirdim.

Şimdi de vatanımda, kendi köyümde öleyim diye Kızıltaş köyüne döndüm. Benimle beraber çocuklarım, gelinlerim, damatlarım hepsi geldiler.

Burada halimiz çok kötü. Kırım Tatarları’nın yaşadıkları yerler çok Kötü. Bizlere yardım edecek kimse yok. Bazı Kırım Tatarları ekmek bile alamıyorlar. Dış dünyadaki vatandaş, soydaş ve dindaşlarımızdan yardım bekliyoruz.

**

Hatıralar : Fatma KERİMOVA

Sürgün Hatıraları
Nisan 21, 2009

Anlatan : Fatma KERİMOVA - Hazırlayan : Yrd. Doç. Dr. Zuhal YÜKSEL

Ben, 1921 yılında Gurzuf’da doğdum. Tahsilimi Yalta’da öğretmen okulunda tamamladıktan sonra aynı okulda bir sene öğretmenlik yaptım.

18 Mayıs 1944′de gece saat ikide askerler tüfekleriyle kapımıza geldiler. “Haydi 15 dakika içinde evden çıkacaksınız. Yanınıza bir kaşık, bir çanak, biraz da yağ alabilirsiniz. Başka bir şey almayın.” diye bağırıyorlardı. Bizim hiç bir şeyden haberimiz yoktu ve hepimiz çok şaşkındık. Gecenin bir yarısında uykudan askerler tarafından uyandırılmanın korkusu ve aptallığı da bize hakimdi. Hepimiz ağlamaya başladık. Evde iki kız kardeşim, annem ve ben vardık. 15 dakika sonra askerler bütün Kırım Tatar halkını koyun gibi sürerek bir meydana topladılar. Kamyonlar gelince de hepimizi bu kamyonlara doldurarak Ak-mescit’e götürdüler. Akmescit’de de ellerinde silâhlarıyla askerler toplanmışlardı ve bizleri vagonlara ittire kaktıra bindirdiler. Çoluk-çocuk sanki annesinden ayrılan koyun sürüsü gibi bağrışarak ağlaşıyorlardı. Orası bir mahşer yeri gibiydi. Analar çocuklarını bulamıyor, qartanaylar kocalarını bulamıyordu. Çok kalabalıktı ve herkes ağlıyordu. Askerler de vagonlara binmemiz için bize baskı yapıyorlardı. İşte bizi vatanımızdan böyle ayırdılar.

Vagonlar çok pis havasız ve kalabalıktı. İnsanlar üst üste yığılmış gibiydi. Yiyecek bir şey de yoktu. Zayıf olanlar, ihtiyarlar, ölmeye başladı. Ölülerimizi vagonların bir tarafına yığıp, o rahmetlilerle birlikte yola devam ediyorduk. Zaman zaman yolda tren duruyor ve askerlerin kontrolleri altında trenlerden inebiliyorduk. Bu arada vagonlardaki ölüleri de atıyorlardı. Hiç birine mezar yapılmadı. Kim bilir, onların ölüleri ne oldu? Kurt, kuş mu yedi? Çürüyüp gittiler mi? Allah günahlarını affetsin. Neyse, yanlarında unu olanlar tenekelerin üzerinde pide yapıp yiyor, olmayanlar da onlara bakıyordu. Kimse yanına fazla yiyecek alamamıştı ki.

Halkımız niçin böyle bir cezaya reva görüldüklerini anlamadan 18 gün süren yolculuk sonucu Özbekistan’ın Şarıhan denilen yerine bırakıldık. Hepimizi hamamlara götürüp bitlerimizden temizlediler. Orada başımıza gelenler ise anlatılamayacak kadar acıdır. Sonra bizi kocaman arabalara bindirdiler ve kolhozlara dağıttılar.

Biz bu kolhozlarda çok uzun zaman yaşadık. Bizi beş yıl kalacaksınız diye aldatmışlardı. Biz uzun zaman bekledik, gelip bizi vatanımıza geri götürecekler diye. Buralarda önceleri çok sıkıntı çektik. İhtiyarlardan, hastalardan bilhassa çocuklardan çok ölenler oldu. Aradan 4-5 yıl geçtikten sonra biraz daha rahatladık.

Halkımız bizi vatana geri götürmeyeceklerini anlayınca, vatana dönmek için kendi kendisine çare aramaya başladı. Bu arada Kırım Tatar Millî hareketi ortaya çıktı ve Vatan Kırım’a dönme mücadelesi başladı. Sovyetlerde çıkan gazeteler millî yolbaşçımız Mustafa Cemil’e askere gitmiyor gibi bahanelerle kara çalmaya başladı. Mustafa Cemil tutuklandı ve hapsedildi. O’nun hayatının uzun bir dönemi hapiste geçti.

Benim kardeşlerim 1968 yılında Kırım’a döndüler. Kırım’da onları çok muzdarip etmişler. Ev almalarına, ev kurmalarına izin vermedikleri gibi, nereye giderseler gitsinler vagonlara koyup Kırım’ın dışına sürüyorlarmış. Çocuklarını, (hayvanlara bile yapılmayacak şekilde) kaldırıp kaldırıp kamyonlara atıyorlar ve Kırım’ın dışına Ukrayna’nın iç kısmına döküyorlarmış. Sonra Musa Mamut kendini yaktı. Rahmetli, ev aldığı halde, bir kaç kere evinden sürülmüş, hapsedilmiş, kendi vatanında yapılan bu mezalime dayanamayıp protesto maksadıyla kendini yakmış. Öldü zavallı. Ama bunlara o bile tesir etmedi.

Biz Özbekistan’daydık. Fakat Kırım’da yapılan bu mezalimi duyuyor, gene de vatanımıza dönmek istiyorduk ve döndük. Çünkü biz Kırım’da doğduk. Dedelerimiz, atalarımız, Kırım’da yaşadı, Kırım’da öldü. Bizim aslımız Kırım’da. Biz Kırım’a gelip yerleşelim de sıkıntıyı çeksek, ölsek bile çocuklarımız vatanlarında rahat yaşarlar diye düşündük. Zaten çocuklarım da Kırım’da yaşamak istediler. Gerçi onlar Kırım’da doğmadılar ama, biz vatanımızı her zaman anlatıyorduk. Biraz da kan çekiyor herhalde.

Şimdi burada çok sıkıntımız var. Türkiye’den biraz biraz yardım geliyor. Ama Vatan Kırım’a döndüğümüz için hiç pişman değiliz, çok memnunuz.

Emel Dergisi , Sayı:203 Temmuz - Ağustos 1994, Sf. 28

**
Hatıralar : Hatice OSMANOVA

Sürgün Hatıraları
Nisan 21,

Anlatan : Hatice OSMANOVA (Taymaz) - Derleyen. Enver ÖZENBAŞLI ** - Haz. Fatma MERTOĞUL

Savaşın başladığı gün, 22 Haziran 1941′de, kapı kapı dolaşıp halkı toplantı binasına çağırdılar. Gece vakitsiz gürültüler işitilmişti, halk artık savaşın başladığını anlamıştı. Köy sovyeti başkanı Bilâl Katiti, “Yeni yeşeren hükümetimize Alman öncü birlikleri gelip saldırdılar”, dedi. (Bilâl Katiti, Rüstem Çağan, Asan Taşçı ve Osman Kalyak Alman askerleri tarafından vuruldular).

11 Mayıs 1942 gününün akşam üstü uçaklar köyümüzü bombaladılar. Sonbahara kadar halk, evlerine girmedi, bodrumlarda yattılar. Bombardıman sırasında 20 kişi ölmüş, bazılarının ayaklan, kolları kopmuş 20 kişi de yaralanmıştı, inekler köye dönerken bir bomba ortalarına düşmüş, ortalık et parçalarıyla dolmuştu. Selvi ağaçlan testere ile kesilmiş gibiydiler. Bir bomba da mezarlığın üstüne düşmüştü. Sabaha yaralıları Fotisala Hastanesine arabalarla alıp gittiler. Ölülerin hepsini bir mezara gömdüler (sonradan buranın adı şehitler mezarlığı oldu).

Alman askerleri köyümüzde kalmayıp çeşitli yiyecekler alıp gidiyorlardı. 1942 yılı yazında köyümüzün gençlerini Almanya’ya götürdüler (Saide’nin kızını, Öksüz Bekir’in kızı Hatice’yi, Kambur Seyitömer’in kızı Gülzade’yi Osman Efendi’nin kızını, oğlanların hepsini zorla gönüllü yazdırdılar). Köye partizanlar geliyorlardı. Halk partizanlara yardım ediyordu. Alman askerleri köyümüze gündüz gelip yiyecek aldıkları için, geceleri de partizanlar geliyordu. Halk onlara yiyecek ve içecek verip gördüklerini anlatıyorlardı. Bir gün Alman askerleri Gavr’den Özenbaş’ı top ateşine tuttular ve 1943 yılı Aralık ayında “partizanlara yardım ediyorsunuz” diye köyümüzü yaktılar. Halkı gece arabalara yükleyip Gavr, Fotisala, Kokköz ve Yancu köylerine sürmüşlerdi. Bu köylerin halkı bizlere çok yardım etti. Evlerine aldılar, yiyecek verdiler ve bahara kadar orada kaldık. Baharda son Alman askerleri de kaçtılar. Kızıllar Kırım’a yeniden döndüler. Halk sevinçle Kızılları karşıladı.

Yakılıp yıkılan köylerin halkları tekrar evlerine döndüler. Kızıllar toprağı kazın-ekin dediler. Bir ay bile geçmeden bütün halkı Orta Asya’ya sürgün ettiler. Göç etmek zorunda kaldıkları sırada bütün yük arabaları Gavr’e, Tatar Osman’a gelip durdular. Sabaha karşı Kızıllar kapıları vurdular.

— Kırım’dan çıkıyorsunuz! On beş dakikada eşyalarınızı alıp arabalara binin,- dediler.

Bir evden başka eve gitmemize izin vermediler. Bizim iki minderimiz ve bir avuç baklamız vardı. Onları aldık, yolda baklayı satıp tahta bir çanak ve bir tencere aldık. Bu çanaktan hem çorba içiyorduk, hem de hamur yoğuruyorduk. Başka bir eşyamız yoktu. Giyeceklerimizin hepsi üstümüzdeydi. Bizim gibileri Ural’a düşseydi, ölüp giderdi. Arabalara oturup süren istasyonuna geldik, orada katarlar duruyorlardı.

Süren’e gittiğimiz arabada bizimle beraber olan Gavrlı Seyitgazi Ağa (70 yaşlarında) ağlayıp, bağırıp, ağıtlar yakıp:

— Bizler nasıl günler yaşıyoruz, atalarımızın görmedikleri şeyleri gördük. Nereye gittiğimizi Allah biliyor, cehenneme mi gidiyoruz?- diye ağlıyordu. Onun ağlamaları hâlâ aklımda.

Süren’de pek çok insan vardı. Trenle 21 gün yolculuk yaptık, istasyonlarda bize kovayla çorba getirip veriyorlardı (arpa, bulgur, makarna çorbası). Ara istasyonlarda insanlar su aramak için iniyorlardı, istasyonlarda halkı indirmiyor, kapıları açmıyorlardı.

Gelirken bir ara istasyonda bir kadını karşıdan gelen tren bir parça sürükleyip ezerek geçti. Kadıncağız yayılıp, kapkara toprak gibi oldu. Yolda gelirken bir istasyonda üç gün durmuştuk. Halk:

— Bizi yanlışlıkla çıkardıklarını anladılar, artık geri gönderecekler-Buna hepimiz inandık.

Sürgün yerine geldikten sonra bile halk birbirine “Bizi ne zaman geri gönderecekler?” diye soruyordu.

Bizi 67. Kuropatkin ara istasyonunda buğday sovhozuna yerleştirdiler. yiyecek ve içecekten yana pek zahmet çekmedik. İlk gün bize sınırlı miktarda bedava  çorba ve ekmek veriyorlardı. Özbeklerin bir kısmı bize acıyor bir kısmı da “Kırımlılar kırılıp gidin” diyorlardı. O zamanlar pek çok insan sıtma hastalığına yakalanmıştı.

 
* Bu hatıralar Hatice Osmanova (Taymaz)’dan yazılıp alındı. O, 1925 yılında Büyük Özenbaş köyünde doğdu. Savaştan önce okulda okudu. Savaştan sonra ise işçi olarak çalıştı. Halen Hişrau Hidro Elektrik Santralinde Vostoçnaya Sokağı 21 numaralı evde yaşıyor.

** Bu hatırayı Enver Özenbaşlı Hatice Osmanova’dan 22.7.1987 yılında derledi.

Emel Dergisi , Sayı: 196 Mayıs - Haziran 1993, Sf. 24

**
Hatıralar

Sürgün Hatıraları
Nisan 7, 2009

Anlatan : Şerife ÜMER

Ben 1936 yılında Kırım’ın Biten köyünde doğdum. Babamın adı Ümer Akay, annemin adı Dudu Hanım’dır.Babam köyün çobanlığını yapıyor, annem ise evdeki hayvanlara bakıyordu. Ablalarım ise kolhozda çalışıyorlardı.
Bizim ailemiz on bir kişi idi. Evimiz de ise ablalarım ve çocuklarıyla on dört kişi yaşıyordu. Ablalarımın beyleri II. Dünya Savaşı’nda çarpışmaktaydılar.

Halkımızın Kırım’dan sürüldüğü 1944 yılında biz de sürüldük. Sürgünde Özbekistan’ın Semerkant şehrinin Cambay köyüne yerleştirildik. Burada yaşanan mezalime dayanamayan aile fertlerimiz teker teker ölmeye başladılar. “Kolhoz Ahırı”nda sağ olarak sadece annem ve ben kaldık. Ancak daha bir ay bile geçmeden annem de hastalandı. Annem gece iyice fenalaşınca bana “lâmbaları yak evlâdım” dedi.

Herhalde benim korkacağımı düşünmüştü. Ailemin bütün fertlerini kaybetmek bende ölümden sonra en korkunç gelen yalnız kalma korkusunu doğurmuş olacak ki, annemin öldüğünü anlarlar da yanımdan alırlar diye lâmbayı yakmadım. Annemin ölüsünün koynuna girdim ve yattım. Komşularımız annemin öldüğünü anlamasınlar diye sabahları kapının önüne dikiliyor “Annem hasta, rahatsız etmeyin” diyerek kimseyi içeriye sokmuyor, akşamları da gene annemin koynuna girip yatıyordum. Dört gün sonra komşular annemin öldüğünü anladılar ve beni, annemin koynundan zorla çıkardılar. O günden beri sanki annemi bekliyormuş gibi geceleri uyuyamıyor, ancak akşam üzeri biraz uyukluyorum.

Annemin ölümünden sonra Emine Abla beni Komintenin Kolhozu’na bağlı olan çocuk yuvasına verdi. Bu yuvada daha önceden tanıştığım Tesela Zeytullayeva bakıcı olarak çalışıyordu. Tesela Zeytullayeva bakıcı olarak çalışıyordu. Tesela Zeytullayeva annemin yerine geçmişti. Fakat 1947 yılından itibaren çocuk eğitiminde çalışan Kırım Tatarlarını işten çıkarmaya başladılar. Benim kaldığım yuvada çalışan Tesela Zeytullayeva da işinden atıldı. Bana annelik yapan Tesela Apte’den ayrılmak istemediğimden onun yanına alması için çok yalvardım, o da beni ailesinin yanına götürdü.

Orta okulu bitirdikten sonra Semerkant Ticaret Meslek Yüksek Okulunda okudu. Bütün Kırım Tatarları’nda olduğu gibi benim de içimden öz vatanım Kırım’da yaşama arzusu hiç eksilmedi. Bu sebeple 1972′de Vatan Kırım’a döndüm.

Vatan Kırım’da pek çok sıkıntı ve zulümle karşılaştım. Sık sık yerleştiğimiz yerlerden atılıyor, hapsediliyor, dövülüyorduk. Bir seferin de o kadar çok bunalttılar ki, polis komiseri Zolotov’a “Siz Faşistsiniz” dedim. O da polisleri çağırarak “Bu kadını hapsedin” dedi. Hamile olduğuma bakmadan beni sürükleyerek polis arabasına bindirmeye çalıştılar. Ben binmek istemiyor, direniyor, etrafımdakilere çarpıyordum. Sokakta insanlar toplanıp beni savurmaya başlayınca polisler beni serbest bırakmak zorunda kaldılar. Fakat sonradan arkadaşlarımdan duyduğuma göre, o sırada fotoğrafımı çekmişler ve suçlular panosuna asmışlar. Bir kaç gün sonra hastaneye kaldırıldım ve doğum yaptım. Çocuğumu doğumdan on beş gün sonra bile bana göstermediler. Bana çocuğun çok zayıf olduğunu ve onu göremeyeceğimi söylediler. Çocuğum şimdi heyecanlanınca elleri titremekte, kekelemekte. Herhalde beni askerlerin sürükledikleri sırada çocuk da etkilendi.

Fotoğrafımın suçlular panosuna asılması ve Kırım Tatarı olmam gibi sebeplerle beni işe almadılar, ikâmet izni vermediler, hatta yaşamama bile müsaade etmek istemediler. Evimiz olmadığı için sokakta yatmak zorunda kaldık.

İşte çektiğim bunca zorluklara rağmen öz vatanım Kırım’da yaşamaya devam ediyorum.

Emel Dergisi , Sayı: 198 Eylül - Ekim 1993, Sf. 33

**
Sürgün ve Vatan’a Dönüş Mücadelesi’nden

Sürgün Hatıraları
Nisan 6, 2009

Anlatan : Veciye KAŞKA - Hazırlayan: Dr. Zuhal YÜKSEL

Sovyet askerleri 18 Mayıs 1944 gecesi geç bir vakitte tüfekleriyle kapımızı kırıp içeri girdiler. Annem uyku sersemliği içinde elinde lâmba ile duruyordu. Askerin biri annemin elindeki lâmbayı aldı ve tüfeği ile annemi yere yıktı, aynı zamanda “Sizi buradan atacağız, her şeyinizi burada bırakacaksınız, hiç birşey almayacaksınız” diye bağırıyordu. Daha sonra hepimizi toplayıp istasyona götürdüler. Bütün milleti oraya toplamışlardı. Bir zaman sonra bizleri vagonlara doldurup Özbekistan’a götürdüler. Giderken yolda ölenleri dışarı atıyorlardı. Hepimiz hem çok hasta idik, hem de bitlenmiştik. Bizi Taşkent Oblastı’nda bir köye götürdüler. Burada barakalarda yaşamaya başladık. 5-6 aile bir barakada kalıyorduk. Her köşede bir aile duruyordu. Açlıktan insanlar şişip şişip ölüyordu. Babam ölenleri gömmek için adam bulamıyordu. Çok uzun zaman öyle süründük. Millî meselelerle uğraşmaya 1964 yılında başladım. Gizli gizli toplanıyorduk. Sonra Kırım’a dönebilmek için, Moskova’ya gidilmeye başlandı.

Biz 1966 senesi Krasnodar’a göçtük. 1969′a kadar orada yaşadık. 1968′de halk vekili olarak Moskova’ya gittik. Moskova’da Altay Oteli’nden bizim 600-700 adamımızı döverek çıkardılar. Herkesin pasaportlarına göre yazdıkları yere götürüp bıraktılar. Sonra “Ukaz” (1967 Kararnamesi) yayınlandı.

Biz de Kırım’ın Karasubazar Cemrek (Kizilovka) köyünden ev aldık. Kendi memleketimiz olan Aluşta’ya bizi sokmadılar. Fakat daha eşyalarımızı bile boşaltmadan polis geldi ve “Çıkın, gidin” dedi. Protokol yazarak bu protokole imza atmamızı istedi. Biz imzalamayınca bize hücum ettiler ve dövdüler. Üç ay beş çocuğumla birlikte propiskasız (ikâmet izni olmaksızın) kendi getirdiğimiz ekmeği yiyerek yaşadık.

Bir gece yarısı bahçede bir ses duydum ve kalkıp baktım. Bir metre aralıkla 15-20 adam ellerinde ikişer metre sopayla evimizin etrafını sarmışlardı. Birazdan içlerinden biri kapıya vurdu. Ben “Ya sen kimsin, gecenin bu vakitsiz saatinde” deyince “Kapıyı açın ben hükümet adamıyım sizin işiniz için geldim” diye cevap verdiler. Ben de “Benim işim için geldiysen gündüz gel” dedim ve kapıyı açmadım. Bunun üzerine kapıyı kırarak içeriye girdiler, kocamın ağzını mendille tıkayıp ellerini bağladılar ve bahçeye getirdikleri otobüse attılar. Bana “Hemen Kırım’dan çıkacaksınız” dedikleri zaman ben de “Hayır bizi çıkartamazsınız” dediğim için çok sinirlendiler. Benim de ağzıma bir mendil soktular, çenemi sıktılar, ellerimi arkama bükerek sürükleye sürükleye evden çıkarıp bahçede kocamı koydukları otobüse kaldırıp attılar.

Hiç bir şeyden habersiz hâlâ uyumakta olan çocuklarımın üstüne kovayla soğuk su döktüler ve onları da üslerindeki pijamalarla otobüsün içine attılar. Bizi Nijnegorskiy rayonuna götürüp bir vagona koydular ve Kırım’ın dışında bir çöle attılar. Üstümüzdeki pijamalardan başka hiç bir şeyimiz yoktu. Çocuklarıma ağladığımı göstermeden onları toparlayıp iki gün sonra Kırım’a döndüm. Kırım’a gelince arabadan inerken basımdaki örtüyü çekip aldım ve “Ura pobeda za nami” (zafer bizimdir) diye bağırdım. Bütün köy halkı halimize şaşkınlıkla bakıyordu. Onlar 1944 sürgününde olduğu gibi ancak 25 yıl sonra döneriz sanıyorlardı.

Evimize geldiğimiz zaman bir de baktık ki, her şeyimizi almışlar ve evi tamamen boşaltmışlar. On-onbeş koyunumuz, biraz da buğdayımız vardı. Hepsini hükümete vermişler. Naçalnik Patitsa’ya gittim ve malımı, evimin eşyasını verin dedim. Onlar da Kırım’dan çıkıp gideceğimize dair protokol imzalamamızın şart olduğunu bildirdiler. Benim “Hayır 1944 yılında atalarım evlerini, mallarını mülklerini bırakıp gittiler. Benim de malımı, mülkümü bırakırım ama, sizinle protokol imzalamam” diye cevap vermemle birlikte bana hücum ettiler ve 15 gün hapsedeceklerini söylediler. Ben “Peki beni hapsedin ama yemeğe ekmeğim yok, hiç olmazsa 200 gram ekmek verin” dedim. Fakat sözümden dönmedim ve beni vatanımdan atmalarına izin vermedim. Evimize döndüğüm zaman ise bütün pencere ve kapıların tahtalarla çivilendiğini gördüm. Baltayla bütün tahtaları sökerek beş çocuğumla eve girip yaşamaya başladım. Evde hiç eşya yoktu ve biz kuru yerde yatıyorduk. Her gün hükümet adamları geliyor ve çıkıp gidin diye bizi hırpalıyorlardı. Bunun üzerine gündüz çocuklarımı toplayıp dağlara çıkıyor, akşam da eve dönüp kuru toprakta yatıyordum. Böylece altı ay geçti. Bir gün yine 20-30 tane polis geldi ve bizi Kırım’ın dışına attılar. 2 gün sonra Kırım’a döndüğümde evime başka ailelerin yerleştirildiğini gördüm. Girecek yer bulamadım ve beş çocuğumla beraber büyük Krasnodar’daki Temrük rayonunda bulunan büyük Mirmi kolhozuna yerleştim. Orada 2 yıl kaldım.

Bizi Kırım’dan ilk çıkarıp attıkları sırada çocuklarımın üzerine soğuk su döktükleri zaman dördüncü oğlum çok korkmuştu. Geceleri uyuduğu yerden fırlayıp kalkıyor ve dışarı kaçıyordu. Bir gece yine korkuyla fırladı, yorganını başına sararak “Kaçın anne, polisler geliyor, Kırım’dan çıkarıyorlar, herkese vuruyorlar, vurdukları adamlar ölüyor. Bakın şimdi de beni sürüklemeye başladılar.” diye bağıra bağıra öldü. Herhalde Azrail ona polis gibi görünmüştü. Çocuğumu mecburen oturduğum köye gömdüm.

1973 yılının Aralık ayında Üçköz köyünden ev alıp, partizanlar gibi gecenin dördünde bu eve yerleştim. Sabahleyin polisler gelip bir hafta içinde protokol imzalamamı emrettiler. Fakat ben yine karşı çıkarak “Hiç uğraşmayın, bir çocuğumu kaybettim, dördünü de kaybederim. Kendimi de yok ederim. Beni Kırım’dan canlı çıkaramazsınız ancak ölümü çıkarabilirsiniz” dedim.

Bana yapılan bu zulmü görenler, Andrey Dmitriyeviç Saharov’la görüşmemin iyi olacağını söylediler. Ben de Saharov’a gittim. Saharov beni çok iyi karşıladı. Ona başıma gelenleri anlatınca, O başını iki elinin arasında alıp saklayarak ağlar gibi oldu. “Halklar ne kadar zor bir zamanda yaşıyorlar” dedi. Sonra Moskova’ya bizim durumumuzu anlatan dilekçeler yazdı. Ondan sonra merkezi hükümet bana çok sıkıntılı günler yaşattı. “Sen Saharov’a nasıl ulaştın? Niçin gittin?” diye çok zulmettiler.

Neyse şimdilerde sulh oldu da biraz daha rahat yaşamaya başladık.

Emel Dergisi , Sayı: 199 Kasım - Aralık 1993, Sf. 28

simsekahmet@hotmail.com