Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

18 Nisan 2020

Medeniyet İdrakimiz


İspanya’ya gidin en fazla 15-20 İslam eseri görürsünüz. Anadolu’ya bakın bir de, Roma’dan, Bizans’tan kalma yüzlerce eser çıkar çarşınıza. 
Medeniyet alet-edavata değil, ortaya çıkan merhamete denir, sanata denir.
(Bekir Karlığa)

Fotoğrafçılar İçin Kitap Önerileri




Yeni kitap: FOTOĞRAFNAME Fotoğrafta Görsellik ve Gerçeklik

Muammer Ulutürk'ün fotoğraf üzerine kaleme aldığı yazılar kitap haline getirildi. Hece Yayınları tarafından "FOTOĞRAFNAME Fotoğrafta Görsellik ve Gerçeklik" adıyla yayınlanan kitapta fotoğrafın estetik ve gerçeklik boyutu üzerine değerlendirmeler yapılmış. (www.dunyabizim)

1. Başkalarının Acısına Bakmak - Fotoğraf Üzerine- Susan Sontag

 2. İmgeler Simgeler Mircea Eliade

 3. Camera Lucida/Yaşam Üzerine Düşünceler - Roland Barthes

 4. Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj - Özcan Yurdalan

 5. Çağımızın Tanıkları, Belgesel Fotoğrafçılar Anlatıyor - Ken Light

 6.Kompozisyon - Prof.Dr. Sabit Kalfagil

 7. Fotoğraf Eleştirmek-Terry Barret

 8. Türkiye üzerindeki ışık Prof Dr. Sabit Kalfagil

 9. Bir Fotoğraf Felsefesine Doğru-Vilem Flusser

 10. Görme Biçimleri - John Berger

 11Fotoğraf Üzerine - Susan Sontag

 12. Sanat Tarihi - Özkan Eroğlu

13. Sinema ve televizyonda anlatım teknikleri ve dramaturji ( bob foss ) hayalbaz yayınları

14. Sinema ve televizyon için aydınlatma tekniği ( gerald millerson) es yayınları

15. Sinema ve televizyonda isiklandirma ( blain brown ) hil yayın

16. Sinema ve televizyonda görüntü kurgusu ( aleksey g. Sokolov ) agora kitaplığı

17. Mitologya Edith Hamilton

Kut ve difüzyon

Türk Devletlerinde birisi kut diğeri difuzyon olmak üzere iki şekilde devlet kurma yöntemi görülür. Kut sisteminde Allah'ın devlet nasip ettiği aileler boyun diğer ailelerini birleştirerek il olur.


Difuzyon sisteminde ise Büyük devletlerin hizmetinde özellikle muhafız alayı görevlisi olarak saraya giren subaylar, ya da eyaletlere gönderilen valiler kendi devletini kurmuşlardır.

Hey Gidi Günler!



5 Şubat 2018 notu..



Hey gidi günler!

Ah siz hatırlamazsınız. Biz uzun kış gecelerinde misafirlikte toplanırdık biliyor musun? Bazen alttan bazen yandan ısıtmalı site evlerine güvenlikten geçerdik. Eniştemize geldik dediğimizde güvenlikçi bey bizi şöyle bir süzer ve eniştemizi arardı kulübeden. Henüz o günlerde güvenlik girişlerinde x-ray cihazı yoktu. Böyle samimiyet ve güven vardı işte. Ah şimdi neler neler oluyor.


Hepimizin elinde telefonlar olurdu. Akıllı denirdi onlara. Şimdi bakıyorum da akıllı dedim diye gülüyorlar. Teknoloji o kadardı o vakıt.


Misafir odasına toplanınca 5 dakikayı geçmeyen hal hatır faslından sonra, heyecan içinde telefonlarımızı açardık. O 5 dakika bitmek bilmezdi. Sosyal medyalarımıza dalardık. Bak buna da gülersen darılırım ama. Sosyal medyaydı adı napalım.


Ablam çay getirirdi. İkinciyi getirmezdi. İlki soğur giderdi de ondan.

Bazen oradayken birbirimize mesajlar da yazardık. Çok eğlenceli olurdu ölümü gör. Düşünebiliyor musun? Muhabbet vardı yani. Böyle güzel vakit geçerdi gecenin sonuna kadar. Sonra müsade alır eve dönerdik.

Şimdi hey gidi günler diyorum da başka bişi demiyorum.

Eski Pis Hastanelerden Yeni Temiz Hastanelere

 
Görseli nette buldum. Neresi olduğunun önemi yok. Örnektir


İlk defa zatürre olduğum yıl 1995 kasım.

90'larda sağlık ocaklarına doktorlar 10:00 civarında gelir, en geç 14:30'da ortadan kaybolurlardı.

Yeni mezun dr. bir çocuk bana 25 kadar penisilin iğnesi yazdı. Sırtımı dinlemedi, boğazıma bakmadı zalımın oğlu.

Günde 2 defa iğneleri yedim. İyileşmek ne mümkün.

Devlet hastanesine gittim. Özel muayenehanesinde para bayılarak muayene olduğum uzman dr. yatmam gerektiğini söyledi.

Kalacağım yeri gösterdiler. En az 15 yaşlı adam tek yataklarda dizi dizi serilmişlerdi adeta. Öksürük sesi hayli pis odayı dolduruyordu.

Özel oda sordum. Bir tane varmış. Parama kıyıp yatacağım çaresiz. Odaya girdim. Kanlı Çarşaflar, sararmış pis bir nevresim. Odanın köşelerinde böcek Ölüleri. Bir hizmetli rica ettim. Adamda temizlik yapmaya istek yok. Birlikte temizledik Odayı.

15 gün kalıp çıktım buradan.

Şimdi bunları yazmam lazım. Türkiye'de sağlık sistemi nerelerden nerelere geldi. Yaşamayan ne bilsin..

Bir Toplum Mühendisliği Örneği

Milli Kıyafet..

Belgesi şurada..


Görme ve Anlama

Foto: M.Ulutürk

   
5 Şub 2018 Pzt 02:00
"Görme"nin egemen olduğu dünyaya  ancak kelam ile muhalefet edilebilir. Görme köleleştirir, kelam özgürleştirir. Görme muhayyileyi öldürür. Hakikate ulaştıran dildir. Modern zamanlarda elimizdeki kameralar âdeta seküler birer tanrıdırlar.
Böyle bakınca görünen o ki, niceliği (kesreti) seküler Batı da dindar Doğu da aynı ölçüde kabullenmiştir artık.

Günümüzün savaşları görmeyi anlamak sananların soğuk savaşıdır. Okumaya ve konuşmaya dönmemiz lazım.

İlk Türk Radyosu: Nevtron



Yazı: Mustafa Kartoğlu

28 Aralık 2018 Cuma

7 Ağustos 1955 tarihli Hürriyet gazetesinden bir kupür:

“Bir Türk müteşebbisi yerli radyo yapıyor.”

Haber de şu: “Bir Türk kimya doktoru, radyo fabrikasında seri halinde imal ettiği radyoyu ithal mallarına nazaran yüzde 50 daha ucuz fiatla (dönemin Türkçesi) satmaktadır. Bobinler, transformatörler, kutular, şasiler, bazı rezistanslar, düğme vb gibi bakalit malzeme tamamen Türkiye’de yapılmakta, hoparlör gibi ayrı bir sanayi gerektiren diğer parçalar Almanya’dan ithal edilmektedir.”

Haberdeki ‘Türk kimya doktoru’ Vahit Nevhiz Işıl.

1913’te İstanbul’da doğmuş, İzmir Erkek Lisesi’nden mezun olmuş, Münih Maximillan Üniversitesi Kimya Fakültesi’ne girmiş; doktora da yapmış.

1943’te ekmeğin karneyle satıldığı Türkiye’ye dönmüş.

İstanbul Üniversitesi’ne asistan olarak girmiş, bir yıl sonra ayrılarak kimya atölyesi kurmuş; 1951’te Nevtron markasıyla ‘ilk Türk Radyosu’nu üretmiş.

1971’de Türkiye’de TV yayınları başlayınca aynı markayla siyah-beyaz televizyon üretimine geçmiş. Alman SABA ve Siemens’le ortaklık yapmış; 1983’te renkli televizyon üretmiş.

Sonra?

Sonrası ‘maalesef’…

1988’de ithal televizyonlarla yarışamadı, sanayiden çekildi.

2001’de vefat etti, Yeniköy kabristanına defnedildi.

‘Alman gibi başlayıp Türk gibi bitirmiş’ mi?

Ben böyle söylemem.

Çünkü savaş içindeki bir ülkede ‘devlet okullarında’ okumuş; üniversite için gittiği Almanya’dan ‘doktoralı bilim insanı’ olarak ülkesine dönmüş; bir ‘Türk girişimci’ olarak işe koyulmuş.

Üstelik, işin başında bir ‘Türk şirketi’ Ziraat Bankası da kendisine ‘kumbaralı radyo’ ürettirip destek olmuş.

Türk gibi başlamış, Türk gibi üretmiş.

Ama ‘ithalata’ yenilmiş…

Bu hikayede ‘Türk gibi’ davranmayan tek aktör ‘devlet’…



Bu cümlenin beni bu kadar üzeceğini yazmadan düşünemedim.



Türk mühendislerin yaptığı Devrim otomobil fabrikasının; Nuri Demirağ’ın, Vecihi Hürkuş’un uçak fabrikasının, Nuri Killigil’in silah fabrikasının ‘devlet marifetiyle’ nasıl yok edildiğini; bunların ne anlama geldiğini daha yeni öğreniyor ve anlıyoruz.

Radyo teknolojisi, gelişmiş ülkeleri bugünün ordu, istihbarat ve sivil havacılıkta kullanılan radar, hava savunma sistemleri, mobil telefon ve kablosuz internet gibi elektronik teknolojilerine ulaştırdı.

Türkiye bunları, zamanında radyoculara destek veren ülkelerden satın alıyor!

Vahit Nevhiz Işıl’ın hikayesini okuyacak kaynak bile yok!  

***

Vahit Nevhiz Işıl sanayiden çekilip hayır işlerine yönelmiş; iki okul yaptırıp Milli Eğitim Bakanlığı’na devretmiş. İstanbul’daki Tuzla Behiye-Nevhiz Işıl Anadolu Lisesi ve Bahçelievler Behiye-Nevhiz Işıl İlkokulu.

Okulların internet sitelerinde de hakkında ‘tek satır’ yok!

‘Kurucularımız’ ve ‘Tarihçe’ başlıkları ‘içerik yok’ uyarısıyla açılıyor.

Ama‘müdür’lerin, ziyaret, kabul, çiçek, hediye fotoğrafları var!

Yeni yıl mesajım o okullardaki öğrencilere:







Çocuklar, bu okulu sizin için yaptıran merhum Nevhiz Bey, hayatından ilham alabileceğiniz biridir. 1. Dünya Savaşı’nın ülkesi Osmanlı Devleti’ni parçaladığı; vatanın elde kalan son parçası için destansı bir Kurtuluş Savaşı’nın verildiği; yoksul ve yorgun bir coğrafyada Cumhuriyet’in filizlendiği yıllarda doğdu, büyüdü, okudu…

Eğitimi, yeteneği ve kendine güveniyle Almanya’da üniversite bitirdi, doktora yaptı. Türkiye’ye döndü; bilim kariyerini girişimcilikle birleştirdi ve ‘elektronik teknolojisi’nin öncü şirketlerinden birini kurdu.

O günün devlet iklimi büyümesine sağlamadı.

Ama bugünün Türkiye’si hem içeride hem dışarıda daha iyi eğitime erişim imkanları sunuyor; hem de bilimsel çalışmayı, teknolojik araştırma-geliştirmeyi ve girişimi destekliyor.

Bu imkanları değerlendirin, daha fazlasını isteyin.

Bu ülkenin zenginliği altındaki madenler değil, üstündeki ‘akıl’dır.

O akıl sizsiniz…                                                             

Meraklısına not: Nevtron markalı radyo ve radyolu pikaplar ‘antika’ olarak 250 TL ile 1.100 TL arasında satılıyor.

Kaynak: Hürriyet 28 Aralık 2018 Cuma

Fesleğen




"Fesleğen; Dokunulmadıkça kokusunu hissettirmeyen bir bitki türüdür. Aynı fesleğen gibi, dokunulmadıkça varlığındaki cevherleri göstermeyen, sevgi dolu insanlar vardır. Onlara dokunulduğu zaman ellerini uzatır, Size bolca sevgi ve şefkat bağışlarlar.Aslında herkes gibidirler." (alıntı)

Vakıf mallarını kaptırmak neye mal oldu?

Müslümanlar hem çoğunluk hissiyatı hem devleti koruma güdüsüyle bu vakıf meselenin üzerine gidememişti. Ama...

Taha Süren haber verdi..
 

Bir zamanlar biz Müslümanlar, müesses bir nizamın sahibi idik. Ne Batı ile olan askeri mücadelemiz, ne de kendi içimizdeki iktidar ve mezhep kavgaları bu müesses nizamı sarsmayı başaramamıştı.
Yukarıdaki ve çevredeki dalgalanmalardan etkilenmeyen bir bünyemiz vardı. Kim sultan olursa olsun, ordu hangi ülkeye sefere giderse gitsin, camileriyle, medreseleriyle, tekke ve zaviyeleriyle, dar’üş şifa ve imaretleriyle, tüm esnaf teşkilatı ve tımar sistemi ile ictimai hayatımız aynen devam ediyordu.
Sistemin merkezi: vakıflar
Bu müesses nizamın temelinde ise vakıflar bulunmaktaydı. Bütün camiler, medreseler, tekke ve zaviyeler, darüşşifa ve imaretler, hükmi şahsiyete sahip vakıflar tarafından idare edilmekteydi. Bu hizmetlerin giderleri, akar olarak vakfedilmiş gayrimenkullerden elde edilen gelirlerle sağlanmaktaydı. Gelirlerin idaresi, hizmet binalarının bakım ve onarımlarının yapılması, verilen hizmetin vakıf senedi doğrultusunda düzgün bir şekilde sürdürülmesi, vakıf mütevelli heyetlerinin vazifesi idi. Bu sistem ictimai varlığımızın hayat damarı idi.
Batılılaşma sürecinin ilk safhalarında, ilk değişiklikler askeri ve siyasi alanda gerçekleştiğinden, bunların ictimai yapımıza etkisi sınırlı oldu. Ancak süreç ilerledikçe sıra vakıf sistemine, medreselere, tekke ve zaviyelere geldi. Kademeli olarak ictimai yapımızın kökleri budandı. Vakıf sistemi bozulmaya, medrese tedrisatına müdahele edilmeye, tekke ve zaviyeler bürokratik denetim altına alınmaya başlandı. Bu süreç II. Mahmud döneminde, ictimai hayata tesir etmeye başladığı için, bu dönem Müslümanların kimlik ve varolma kavgalarından ötürü devlet ile karşı karşıya geldikleri ilk dönemeç oldu.
Yıllarca talan edildi
Tarihi süreç hepimizin bildiği gibi işledi. İnkılaplardan sonra vakıflara el konuldu, medreseler, tekke ve zaviyeler kapatıldı. El konulan vakıflar, camiler, kapatılan medrese ve zaviyeler, vakfedilmiş akar statüsündeki gayrimenkuller büyük bir mal varlığı oluşturuyordu. Tam bir kaydına sahip değiliz ancak, Müslümanlara ait olup da el konulan vakıf mallarının ülke topraklarının üçte ikisi civarında olduğu tahmin ediliyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Tapu ve Kadastro Kanunu kapsamında birçok vakıf malı, üzerinde hak iddia eden kişiler adına tapuda tescil edildi. “Vakıf zengini” tabiri bu döneme ait bir deyim. Bu yağmadan kurtulan malvarlığı ise idari olarak iki müesseseye bağlandı; Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Diyanet İşleri Başkanlığı. Her iki müessese de kuruluş kanunları doğrultusunda bu malvarlığını kullanmış ve hala kullanmaktadırlar.
İctimai hayatımızın temeli olan bu müesseselerin kamulaştırılması Cumhuriyet döneminde Müslümanlar için dört temel sorun oluşturdu. Bu sorunların dördü de hayati önem taşıyordu çünkü bu müesseseleri kaybetmek, müslümanların bir cemaat ve kimlik olarak ictimai hayattan silinmesi anlamına geliyordu. Bugün de bu sorunların çözülmesi noktasından oldukça uzakta bulunmaktayız.
Onlarınki de vakıf ama...
Birinci sorun el konulan vakıf mallarının iadesi meselesidir. Ülkemizdeki gayri müslim azınlıklar, uzun bir mücadelenin sonunda ve elbette Batı’nın da desteği ile azınlık vakıflarının ve el konulan vakıf mallarının iadesi hakkını kazandılar. Ancak Müslümanlar bu mücadeleyi yapmadılar ve bu mücadeleyi yapacak bir üst kimlik oluşturamadılar. Kendi hakları olan bu büyük mal varlığının aynen iadesini veya tazminini talep edebilecek iken bu yola başvurmadılar. Belki çoğunluk olmanın verdiği güven, belki de tarihten gelen devleti sahiplenme ve aidiyet hissi Müslümanları bu mücadeleden alıkoydu.
İkinci sorun Müslümanların ibadethaneleri olan camilerin idaresi meselesi idi. Azınlıklar kendi ibadethanelerini kendileri idare eder, kendi din adamlarını ve ibadethanelerinde vazife yapacak görevlileri kendileri tayin ederler iken, Müslümanların ibadethaneleri olan camiler devlete bağlı bir müessese olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kontrolü altında kaldı. İmam ve müezzinler devlet tarafından atandı, camilerin anahtarları da daima devlet memurlarının elinde kaldı. Her cami kendi vakfiyelerinin gelirleri ile ayakta kalabilecek ve görevlilerinin maaşlarını karşılayabilecek iken, kendi vakıf gelirleri alınıp devlet bütçesinin içine yerleştirildi. Bütçeden camilere ayrılan pay ise daima yetersiz kaldı ve cemaatten para toplanarak camiler ayakta tutulmaya çalışıldı. Halbuki ibadethanelerin mali ve idari denetiminin, o dinin mensuplarının idaresinde olması aklın ve hakkaniyetin gereği idi.
Devlet, din eğitimini nasıl verebilir?!
Üçüncü sorun, Müslümanların dini eğitim müesseseleri olan medreselerin kapatılması meselesidir. Her ne kadar bir ara çözüm olarak ilahiyat fakülteleri, imam hatip liseleri ve Kur’an kursları ihdas edilmiş ise de, bu müesseselerin müfredatı, tedrisat usulü ve idari yapısı ile medreselerin yerini tutmadığı açıktır. Bugün Fener Rum Patrikhanesi’nin Heybeliada Ruhban Okulu için yaptığı mücadele hepimizin gözlerinin önünde cereyan etmektedir. Patrikhane, Heybeliada Ruhban Okulu’nun YÖK’e bağlı bir üniversitede, ilahiyat fakültesine bağlı olarak açılması teklifini kabul etmemektedir. Gerçek şu ki bir dinin mensuplarının, kendi dini eğitimlerini, kendi inanç ve anlayışları doğrultusunda verebilmeleri, kendi din adamlarını kendilerinin yetiştirebilmeleri, aynı zamanda kendileri olarak var olmalarının, varlıklarını ve inançlarını gelecek nesillere ulaştırabilmelerinin şartıdır.
Dördüncü sorun ise dini özgürlükler kapsamında değerlendirilebilecek olan tekke ve zaviyelerin yasaklanması meselesidir. Her ne kadar tarikatlar bu yasağa rağmen belli bir oranda varlığını sürdürebilmiş ve günümüze ulaşabilmiş, hatta yarı yasal temsil organları oluşturabilmişler ise de, haklarındaki temel yasak kararı sürmektedir. Günümüzde Dünya Ehl-i Beyt Vakfı Genel Başkanı Fermani Altun, tekke ve zaviyelerin kaldırılması kararının değiştirilmesini talep etmektedir. Alevi Bektaşi Konfederasyonları’nın 16.01.2011 tarihinde topladığı Büyük Alevi Kurultayı’nın sonuç bildirgesinde, Hacı Bektaş Veli ve Abdal Musa dergahlarının iadesine dair talepler yer alabilmektedir. Buna rağmen sünni müslümanların kendilerine ait tekke ve zaviyeler konusunda hiçbir çalışma yapmadıklarını görmekteyiz.
Anayasa değişikliğinde halledilmeli
Ülkemizde Müslümanların ictimai varlığını sürdürebilmesi, siyasi iktidarları belirlemekle ya da bürokrasiye hakim olmakla değil, ancak kendi müesseselerini ikame etmekle, varlık ve kimlik mücadelesini siyaset üstü bir çatıya taşımakla mümkün olabilecektir. Yeni Anayasa yapım sürecinde, el koyulan vakıflar ve vakıf mallarının iadesi, camilerin idaresi, medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair kararların tekrar gözden geçirilmesi gibi meseleler Müslümanların kimlik ve varlık meselesi olarak görülmeli ve tartışılmalıdır. Müslümanların varolma ve varlığını sürdürebilme hakkı, mülkiyet hakkı, eğitim hakkı ve dini özgürlük hakkı, hukuki bir zemine oturtulmaz ve müesseseleşemezse, var olduğu zannedilen bütün kazanımlar her zaman pamuk ipliğine bağlı kalacaktır. Bu yüzden Diyanet İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü, ve dini eğitim müesseselerinin geleceği konusunda Müslüman aydınların konuşmaları gerekmektedir.
Abdülhamid Ahdar dikkat çekti.

Alıntı: https://www.dunyabizim.com/hikmet/vakif-mallarini-kaptirmak-neye-mal-oldu-h8872.html