Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

26 Kasım 2019

1889-1894 Afetlerinde Osmanlı-Amerikan Yardımlaşmaları

Prof.Dr. Fatma Ürekli
18. yüzyılın son çeyreğinde bir devlet olarak dünya siyaset sahnesine çıkan Amerika’nın, kuruluşunun ilk yıllarından itibaren, dönemin büyük gücü sayılan Osmanlı Devleti ile ilgilendiği ve resmî ilişkileri başlatmak üzere bir takım teşebbüslerde bulunduğu bilinmektedir. Bununla beraber, iki devlet arasındaki resmî ilişkiler, uzun süren müzakerelerden sonra, ancak 1830’da imzalanan Ticaret ve Dostluk Antlaşması ile kurulabilmişti. İki devlet arasındaki ilişkilerde büyük önem taşıyan bu antlaşma ile Amerika Birleşik Devletleri’ne imtiyazlı devletlere tanınan haklar tanınarak “en imtiyazlı devlet statüsü” verilmiş oluyordu. Söz konusu anlaşmanın gizli bir maddesi, Osmanlılara Amerika’nın askerî ve teknik yardımının sağlanmasını hedeflemekteydi. Amerikalı mühendisler tarafından Osmanlı donanması için düşük maliyetle gemi inşası çerçevesinde teknik yardımlar öngören bu madde, her ne kadar Amerikan Senatosu’nca kabul edilmemişse de, sonraları hayata geçirilerek söz konusu yardım gerçekleşmiştir. Osmanlı Devleti’nin de bilâhare Amerika’ya ordu hizmetinde kullanılmak üzere deve göndermek suretiyle askerî yardımda bulunduğu, kaynaklardan anlaşılmaktadır. 1855 yılında Amerika’nın, ordu nakliye sistemini deve katarlarıyla takviye etmek ve güçlendirmek amacıyla Osmanlı Devleti’nden talep ettiği bir çift erkek ve bir çift dişi deve, en iyilerinden seçilip hediye olarak, ardından sipariş edilen diğer develer ise bedeli karşılığında piyasadan tedarik edilerek gönderilmiştir. Böylece bu develerden Amerika’da üretilerek nakliye katarları oluşturulduğu ve iç savaşta büyük ölçüde bu katarlardan yararlanıldığı tahmin edilmektedir. Osmanlı Devleti 1862’de Amerika ile bir ticarî antlaşma daha yaptı. Bu antlaşma ile Amerika Birleşik Devletleri tebaası, önceki antlaşma ile elde etmiş olduğu imtiyaz ve muafiyeti muhafaza etmekle beraber daha fazla imtiyaza sahip oluyordu; Amerikalı tüccarlar memleketin her tarafındaki malları alıp satabileceklerdi.
Türk-Amerikan ilişkileri böyle bir gelişme içindeyken, II. Abdülhamid devrinde (1876-1909) ilişkilerin üst düzeye çıkartıldığı; ticarî ilişkilerin yanında, siyasî ve kültürel sahada da büyük ilerlemeler kaydedildiği görülmektedir. Yine bu dönemde her iki ülkede farklı zamanlarda meydana gelen tabiî âfetlerin ardından, tarafların birbirlerine yardımda bulunmaları, ilişkileri daha ileriye götürmüştür.
19. yüzyılda Amerika’nın maruz kaldığı ve dönemin gazetelerinde “yüzyılın en büyük felaketi” olarak nitelendirilmiş olan “Johnstown Sel Âfeti”nin ardından Sultan II. Abdülhamid yardım göndermiştir. Söz konusu büyük âfette olduğu gibi, bundan daha küçük bir âfet sayılan ve Amerika’nın kuzeybatı taraflarında meydana gelen orman yangınında zarar görenler için gönderdiği yardımın da Amerikan halkı üzerinde önemli bir etki meydana getirdiğini belirtmek gerekir.
28 Mayıs 1889’da meydana gelen sel felâketi, ABD’yi çok müşkül bir duruma sokmuştu. “Amerika tarihindeki en büyük âfetlerden biri” veya “Amerikan Kızılhaç’ının karşılaştığı ilk büyük felâket” olarak kaydedilen Jonstown sel âfeti sonrası, on sekiz ülkeden gıda, ilaç, giysi gibi yardımların dışında 3.742.818.78 dolar toplandı. Bölgeye ilk yardımı yapan ve ulaştıran ülke ise, Osmanlı Devleti oldu. Johnstown eyaletinde meydana gelen, Nebraska ve Kansas’tan doğuya doğru bir kasırga ile başlayan ve iki gün sonra Johnstown–South Fork bölgesinde etkili olan bu âfet, dönemin gazetelerinde “1889 Büyük Sel Baskını”(The Great Flood of 1889) veya “19. yüzyılın en ağır sel felâketi Amerika’yı vurdu” başlıkları ile geniş yer
almıştır. Bu haberlerde, bölgede daha önce hiç rastlanmayan şiddette yağışların olduğundan söz edilmektedir. Şiddetli ve aralıksız yağışlar sonucu, 31 Mayıs öğleden sonra, South Fork Barajı’nda (South Fork Dam) çatlama meydana geldiği ve barajın şehrin üzerine doğru yıkıldığı, şehrin dörtte üçünün su altında kaldığı belirtilir. Bu âfet sırasında 5000’den fazla insan öldüğü, ayrıca sağlıksız ortamlarda barınmaya çalışan pek çok kişi, ağır ve salgın hastalıklara (dizanteri vb.) yakalanarak hayatını kaybettiği anlaşılmaktadır.
Dış dünyadaki gelişmeleri, bilhassa Amerikan iç politikasını yakından takip eden Sultan II. Abdülhamid, bu âfet hadisesinden zamanında haberdar olarak meseleyle yakından ilgilenmiştir. Amerika’nın İstanbul’da bulunan elçisi Oscar Strauss’ı huzuruna kabul edip meydana gelen sel âfeti dolayısıyla müteessir olduğunu beyan etmiş, âfetzedeler için vereceği gıda ve 200 lira (1000 dolar) maddî yardımın Amerika’ya ulaştırılmasında yardımcı olmasını istemiştir. Diğer devletlerden önce yapılan bu gönüllü yardımın, Amerikan kamuoyunun kazanılmasında etkili olduğu ifade edilebilir. O dönemde iki ülke arasında birtakım meseleler olmasına ve bunların devam etmesine rağmen (Amerika’nın misyonerlik faaliyetleri, Doğuda Harput ve Erzurum’da konsolosluk açma gayretleri, Osmanlı topraklarında Amerikan okulları kaynaklı sıkıntılar), yine de ilişkiler normal seyrinde sürdürülmüş, hatta İstanbul depremi sonrasında, bu defa Amerikan halkı minnet hissiyle, depremzedelere önemli miktarda yardımda bulunmuştur.
10 Temmuz 1894’te meydana gelen depremde İstanbul adeta tahrip olmuş; çok sayıda insan kaybı yanında, binalarda yıkılmalar ve hasarlar meydana gelmiş; birkaç büyük camiin dışında hemen bütün camiler büyük ölçüde zarar görmüştü. Osmanlı hükümeti, bütün imkânları seferber etmesine rağmen hazinenin malî sıkıntı içine düştüğü bir döneme tesadüf etmesi dolayısıyla, masrafların karşılanmasında zorlanılıyordu. Ülke içinden toplanan bağışların yeterli olamayacağının anlaşılması üzerine, dış ülkelerden de yardım kabul edilmesine karar verildi.
Amerika’daki yardım faaliyetlerinin organize edilmesinde Osmanlı Devleti’nin Washington elçisi Alexander Mavroyeni’nin çalışmaları etkili olmuştur. Osmanlı elçisi, bir taraftan Amerika’nın muhtelif eyaletlerinde bulunan şehbenderler ile irtibatını kuvvetlendirirken, diğer taraftan da New York Belediyesi eski müdürü Abraham S. Hewitt ile temasa geçmeyi uygun bulmuştur. Çünkü Hewitt’in belediye başkanlığı döneminde İstanbul’u ziyareti sırasında Sultan II. Abdülhamit ile görüştüğünü ve padişahla iyi bir dostluk tesis ettiğini biliyordu. Bu bakımdan Osmanlı elçisi, Hewitt’in dostluğuna güvenmiş ve yardımcı olabileceğini düşünerek kendisine müracaat etmekte tereddüt etmemiştir. Öncelikle Hewitt’e, deprem vukuatı hakkında teferruatlı bilgi verdikten sonra, Avrupa’nın birçok ülkesinde depremzedeler için yardım komitelerinin çalışmalara başladıklarını belirtmiş, Amerika’da ise bu hususta henüz bir teşebbüsün olmadığına dikkat çekerek, bu konuda yardımcı olmasını, bilhassa New York Ticaret Odası’nı harekete geçirmesini talep etmiştir. Bu talep üzerine Hewitt, elden gelen bütün imkânları seferber edeceğine dair taahhütte bulunmuş ve kendi adına 200 dolar iane vererek yardım faaliyetini başlatmıştır. Daha sonra, bu faaliyetin yürütülmesi için New York Ticaret Odası Başkanı Alexander Orr’a bir mektup göndererek tatilde olan Ticaret Odası üyelerinin haberdar edilmesini, muhtelif yerlerde yardım cemiyetlerinin kurulması için derhal teşebbüse geçilmesini istemiştir. Mektubunda bir başka önemli konuya değinen belediye başkanı, Amerika’da meydana gelen Johnstown sel âfetinin yaralarının sarılması için Osmanlı Padişahı’nın - malî sıkıntıya rağmen- diğer ülkelerden önce zahire ve para yardımında bulunduğunu ve böylece Amerika
hakkındaki dostane duygularını gösterdiğini hatırlatmaktadır.
Washington’daki Osmanlı elçisinin, yardım çalışmalarının başarılı bir şekilde yürütülmesinde bir takım endişeler taşıdığı anlaşılmaktadır. Elçinin Osmanlı hükümetine gönderdiği tahriratın muhtevasına göre, endişeleri üç meseleden kaynaklanmaktadır: Birincisi, oluşturulan iane komisyonunda Osmanlı Devleti aleyhinde gazetede yazıları çıkan bir Ermeni (Doktor Boyacıyan)’nin de bulunmasıdır. İkincisi, İstanbul depreminden kısa bir süre önce Yunanistan’da meydana gelen depremde zarara uğrayanlara yardım temin etmek amacıyla Yunan elçisinin Amerika’da yoğun bir faaliyet içinde bulunmasına rağmen, halkın bir dolar dahi vermemesi. Üçüncüsü ise, Amerika’nın Kuzeybatı tarafında Wisconsin ve Minnesota ormanlarında yangın sonucu birkaç şehir ve pek çok köyün tamamen yanarak harap olması gibi bir âfetin, İstanbul depremiyle aynı döneme rastlamasıdır. Çünkü bu bölgede mağdur olanlar için de yardım kampanyaları oluşturulmuştu. Bu ve benzeri birtakım hadiselerin, başlatılan yardım çalışmalarını olumsuz yönde etkileyebileceği düşünülmüştür.
Yardım kampanyası ile ilgili New York Tribüne gazetesinde yer alan haberdeki “Hıristiyan olmayan bir memleket hakkında Amerika’ca böyle bir hayırlı işe teşebbüs ilk defa vaki oluyor. İşte Amerika Hıristiyanlığının hayırlı teşebbüse engel bir mahiyet teşkil etmediğini göstermek için bu fırsat kaçırılmamalıdır. Amerika’daki orman yangınında mağdur olanlar için Padişahın yardım ve merhameti hatırlanarak, Osmanlı halkına yardımdan geri kalmamalıyız. Şimdiye kadar toplanan meblağın birkaç misli artacağı ümidindeyiz” ifadeleri ilgi çekicidir. Burada iki husus dikkati çekmektedir: Birincisi, Müslüman bir ülkeye ilk defa gönüllü bir yardımda bulunulacağının hatırlatılması, Hıristiyan-Müslüman ayrımı zihniyetinin devam ettiğine dair açık işaretlerdir. İkincisi ise, yapılacak yardımın, daha önce gönderilen Osmanlı yardımına karşılık gibi gösterilmek istenmesidir.
Neticede, bütün bu olumsuz ihtimallerin gerçekleşmediğini, Amerikan halkının depremzedelere duyarsız kalmadığını, toplanan bağışlar ortaya koymaktadır. Nitekim yardım defterlerinin yaklaşık altı ay gibi bir süre açık kalması sağlanmış ve bu arada İstanbul depremi ile ilgili haber ve ilanlar basında yer almaya devam etmiştir. Bu organizasyonun yürütülmesinde, A.S. Hewitt’ten başka, bilhassa New York Ticaret Odası Başkanı A. Orr, New York Christian Herald gazetesi imtiyaz sahibi Louis Klopsch ve Amerika’nın eski İstanbul elçisi Oscar S. Strauss’ın gayretleri inkâr edilemez.
Louis Klopsch, yardım organizasyonunu üstlendiğinde on bin franga (2000 dolar) ulaşan yardım miktarını yeterli görmediğinden, bunun arttırılmasını istemiş ve bu amaçla abonelerinden beş bin kişiye çağrıda bulunarak, Osmanlı hükümetinin Amerika âfetzedegânı için gönderdiği yardımlara karşılık vermek gerektiği belirtilmekte ve insaniyet namına bağış yapmaları talep edilmektedir.
Diğer taraftan, İstanbul depreminin yaralarının sarıldığı bir sırada, 1 Eylül 1894’te Amerika’nın kuzeybatı taraflarında Minnesota ve Wisconsin’de çıkan yangın sonucu birkaç köy ve kasaba tamamen yanmış; çok sayıda insan hayatını kaybetmiştir. Sultan II. Abdülhamit bu afet için de 300 Osmanlı lirası (1500 dolar) yardım göndermiştir ki, bu yardım bazı Amerikan gazetelerinde dostane yaklaşım olarak değerlendirilmiş ve Amerikan halkını memnun etmiştir. Öyle ki, Amerika’ya göç eden Rum ve Ermenilerin Osmanlı Devleti aleyhinde propagandalarını
sürdürmelerine rağmen, depremzedeler için toplanan bağışlarda azalma değil artış görülmüştür. Kısaca, New York, San Francisco, Chicago ve Washington şehirlerinde yardım cemiyetlerinin sistemli bir şekilde çalışmaları neticesinde yaklaşık 48.000 frank (9600 dolar) yardım toplanmıştır. Bu meblağ peyderpey katkıda bulunanların isimleri ve verdikleri miktarı gösteren listelerle birlikte, Amerika Birleşik Devletleri’nin İstanbul Elçiliği vasıtasıyla Osmanlı hükümetine ulaştırılmıştır.
Kısaca, âfetler dolayısıyla yapılan yardımlaşmanın ve dayanışmanın devletlerarası ilişkilerin iyileştirilmesine ve ilerletilmesine katkısı olduğu kabul edilebilir. 19. yüzyılda, Türk-Amerikan ilişkileri, en sıkıntılı dönemlerde dahi dostluk çerçevesinde sürdürülmüştür. Yardımlaşma vesilesi ile iki ülke halkının -aradaki uzun mesafeye rağmen- birbiriyle yakınlaştığı görülmektedir. Sultan II. Abdülhamid’in söz konusu tabiî âfetler esnasındaki tutumu, dış ilişkilerdeki hassasiyeti ile açıklanabilir. Bir süre sonra, her iki ülke temsilciliklerinin ortaelçilikten büyükelçiliğe yükseltilmiş olmasında da, bu dönem siyasetinin etkisi olmalıdır. Nitekim Abdülhamid’in başlattığı devletlerarası ilişkilerin âfetler esnasında yardımlaşma şeklinde tezahürünün, sonraki dönemlerde de bir şekilde devam ettirildiği görülmektedir. Osmanlı Padişahı, 1906 senesinin Nisan ayında Sanfransisco’da meydana gelen deprem afeti ve yaptığı tahribat ile de yakından ilgilenmiş ve Amerika’ya taziyet telgrafı çekmiştir. Yine, 1913’te Amerika’nın bazı bölgelerinde meydana gelen kasırga hadisesinden dolayı Osmanlı padişahının üzüntülerini beyan eden mektubu ile buna Amerika Cumhurbaşkanı’nın kendi imzasını taşıyan teşekkür mektubu buna misal olarak verilebilir.

Kaynak:
Fatma ÜREKLİ, Belgelerle 1889/1894 Afetlerinde Osmanlı- Amerikan Yardımlaşmaları, Doğu Kütüphanesi Yayınları, İstanbul 2007.

İlgili haber linkleri:
http://www.haberturk.com/gundem/haber/1370034-2-abdulhamidin-abdye-yardimi-belgelendi

http://www.internethaber.com/abdulhamidin-abdye-yardimi-belgelendi-1750005h.htm

http://www.memurlar.net/haber/642372

http://www.yenisafak.com/hayat/ii-abdulhamid-yanginlari-sonduremeyen-amerikaya-yardim-gondermis-2603560

http://www.star.com.tr/foto-galeri/abdulhamidin-abdye-yaptigi-yardim-belgelendi-galeri-707087/


20 Kasım 2019

Robinson Crusoe Meğer..


Daniel Defoe'nun 1716 tarihli kitabını çoğumuz çocukken, basit bir hikaye olarak okuduk ancak büyüyünce görüyoruz ki işler pek öyle değilmiş. İşte Robinson Crusoe'nun simgelediği anlamlar ve açıklamaları.

robinson crusoe realist bir roman örneğidir

gözü parada pulda malda mülkte olan kapitalist bir birey olarak düştüğü adada da bu tutumuna devam ederek cuma ile egosantrik bir ilişki kuran robinson, "cuma"ya adını sormaya ya da onu anlamaya zahmet etmeden ona cuma ismini verir. kendi ismini de master olarak öğretir çocuğa. ingilizceyi iletişim maksatlı diil kendi kurallarına itaat etmesi amacıyla öğretir. nitekim her ne kadar başlarda yalnızlıktan-iletişimsizlikten yakınsa da daha sonra görülür ki aslında bu izolasyonu pek sevmiştir.
aynı zamanda sığ bir şahsiyettir de bu robinson. evlendiğini ve karısının öldüğünü birlikte ifade ettiği o donuk-kayıtsız tek cümle, babasına itaatsizliğin kendisinde vicdan azabından çok günah işledim galiba cehenneme gidicem endişesi yaratması "gayet zalimce bu" şeklinde yorumlansa da zamanla imana gelir.
cuma karakteri de ingiliz romanında gerçekçi bir birey olarak sunulmuş beyaz olmayan ilk karakterdir. bu sebeple de köle deyip geçtiğimiz o cumanın edebiyattaki kültürel ve edebi değeri feci önem taşımaktadır.
kapitalizm ve sömürgecilik kavramları üzerine kurulmuş bu romanda robinson donuk, sığ bir avrupalı olarak cuma'ya hristiyanlıkla ilgili öğretilerden ve birkaç kıyafetten başka bir şey veremezken cuma, robinson'a avrupalının o dönemde kalbinde olmayan şeyi; sıcaklığı, sevgiyi, bağlılığı, sadakati aşılamıştır "beni terk etmendense öldürmeni tercih ederim" diyerek.

Crusoe'yu biraz daha inceleyelim

çocukluğumuzda konunun tamamı acemi bir kasap gibi kesilip biçilmiş ve "zararsız" hale getirilmiş kalın karton kapaklı versiyonunu okuduğumuz için sevdiğimiz ama aslında tam manasıyla dallama bir adam olan robinson crusoe'nin maceralarını anlatır bu kitap.
evet robinson cruose denen herif tam manasıyla dallama, dümbük ve hatta hödüktür. kitabın orijinal halinde hem hristiyanlık propagandasını, hem beyaz adamın neden efendi/sahip olmaya hakkı olduğunu en ufak bir sorguya girişmeden anlatır yazar olacak itoğluit.
cuma adını verdiği yerliye ilk öğrettiği şey kendisine efendi demesidir, sonra ona "iğrenç vahşi adetler"den kurtarıp hristiyanlığı öğretir. ve bunu sorgulama gereği bile duymaz. ona göre yerliler "vahşi ve aşağılık mahluklar"dır, onları öldürmek bir böceği öldürmek gibidir, sorgulamaya gerek yoktur.
kitap boyunca "tanrıyı kaybetmiştim ve şimdi onu bulup felaha erdim" şeklinde misyonerlik yapar yazar robinson'un dilinden. hayır yapsın tabi de bunu o kadar iğrenç ve küçümseyici şekilde yapar ki okurken tiksinmemek mümkün değildir.
ayrıca genel olarak kapitalizm/emperyalizmin başucu eseri olarak adlandırılır ama aslında daha genel olarak "insanın kullanım klavuzu" demek daha doğrudur. çünkü insanın doğasındaki bencillik ve vurdumduymazlığı, her şeyi kendine göre yeniden dizayn etmesini son derece açıkça betimler (yazar olacak öküzün amacı o değildir gerçi ama).
hani the matrix'teki "insanoğlu virüstür" düşüncesi vardır ya, onun yüzyıllar öncesinden gelen delili gibidir bu kitap. girdiği şartlara uyum sağlayıp adanın düzenine girmek yerine bütün adanın şartlarını değiştirip kendisine uygun hale getirir, ortalığın içine eder. bu haliyle direkt adaya giren hastalık gibidir robinson crusoe, yüzyıllar öncesinin küresel ısınması gibidir.
bir de genel olarak baktığınızda cheat kodu girilmiş oyun gibidir, yok bilmem kaç fıçı barut buldum, bilmem kaç tane tüfek buldum, yok araç buldum gereç buldum diye habire bir şeyler bulur batan gemiden robinson denen eşşoğlueşek. böyle olunca olay "hayatta kalmak"tan çok "hayatta kalmak neye yarar eğer insan tanrıyı bulamamışsa" geyiğine döner.
yazıldığı tarih ile yargılamak gerekir desek de aynı tarihlerde hatta çok daha öncelerinde yazılmış pek çok aklı başında eser varken bu kendini beğenmiş, ırkçı, aşağılık kitabı hoş görmek pek de mümkün değildir.
Yukarıdakiler haricindeki metaforlar
crusoe, ders kitabı olarak işlendiğinde içindeki metaforlar dikkat çekmektedir.
örneğin: robinson'un kazadan sonra dalgaların içinden sırılsıklam ve güçsüz bir şekilde karaya çıkması doğum anını simgeler. deniz, anne rahmindeki su, robinson bebek ve robinson'un denizde verdiği ölüm kalım savaşı doğum sancılarıdır. sancıların ardından robinson'un karaya ayak basması ise doğum anıdır.
robinson'un adaya düştükten sonra gemi enkazına gidip, beline bir kordon bağlayıp yukarıya tırmanması ve enkazdan işine yarayan yaramayan her şeyi alması ise bir başka metafordur. gemi, robinson'a annelik yapmaktadır çünkü kendi öz annesi bile ona bu kadar destek vermemiştir. gemi anne robinson'u doyurmuş, isteklerine cevap vermiş, ihtiyacı olan her şeyi sağlamış ve en önemlisi ona hiç engel olmamıştır. ancak öz annesi hiçbir zaman zavallı robinson'a destek olmamış, kararlarına saygı duymamıştır.
bir diğer metafor ise, robinson'un gemiye tırmanırken beline bağladığı halattır. bu halat göbek bağını simgelemektedir. e gemi anneyse, halatın da göbek bağı olması hiç şaşırtıcı değildir.

Daniel Defoe

13 Eylül 1660, Londra, 24 Nisan 1731, Londra

Yazar hakkında bir yorumla bitirelimyazarı daniel defoe denilen adam, aslında zamanın ertuğrul özkök'lerinden biriymiş. bu kitabı da ekonomik ve sosyal sınıf farklılıklarının aslında gerekli olduğundan tutun da, insanın bireysel olarak tek başına her şeyi aşabileceğini vs. vurgulamak için yazmış.
hatta ve hatta jonathan swift gulliver'i, defoe'ye cevap olarak yazmıştır diye de okumuştum bir yerlerde (ekşi sözlük'teki bir entry'de de denildiği gibi: "çağın avrupa'sındaki adaletsizliklere, hak ihlallerine dikkat çekmiştir. ayrıca sade insanların birleşirlerse ne kadar etkili olabileceklerinin, kendilerinde büyük yetkiler taşıyan insanların ise aslında hiçbir şey olmadıklarının üzerinde durmuştur." ayrıca "sen insan tek başına her şeyi yapar diyorsun ama oradan konuşmak kolay, bazen öyle bir hale düşersin ki, devler ülkesinde cüce bulursun kendini" gibisinden bir cevap olduğunu da okumuştum.)
yani robinson crusoe sadece tom hanks'in oynadığı filmle değil, en baştan gözden düşmesi gereken bir esermiş.

Kaynak: İçeriğin tamamı 20.11.2019 tarihinde https://seyler.eksisozluk.com/yillarca-cocuk-kitabi-diye-okudugumuz-robinson-crusoenun-altinda-yatan-gercekler den alıntılanmıştır.

02 Kasım 2019

Teos Village Otel

15-20 Ağustos 2019 tarihleri arasında İzmir Seferihisar Sığacık'ta bulunan Teos Village Otel'de ailece tatil yaptık.

Muhafazakar konsepti adıyla sayıları hızla artan bu otellerin fiyatları hayli yüksek oluyor. Bazıları çok kazıklıyor. Bu tarz oteller gürültü patırtı ve içkili olmadığından tercih ediliyor.

Bu otelle ilgili izlenimlerimi yazayım istedim. Amacım çok sayıda yurt içi-dışı seyahatler yapan biri olarak objektif bir gözle değerlendirmek.

Öncelikle otel rezervasyonları yaparken çok sıkı teyit almanız. Aile odası ayırtmıştık aylar öncesinden. Üç yetişkin bir çocuk. Mart ayıydı. Fiyatı yüksekti ama başka otellere göre idare ederdi. :) 

Otele gittiğimizde iki odalı bir yer beklerken aile odası adında biri çift kişilik, diğeri iki ayrı yatak bulunan bir odaya çıkardılar. Ben derhal itiraz ederek rezervasyona uygun oda vermelerini istedim. Repersiyon çalışanları böyle zamanlarda surat asarlar. Öyle oldu. Surat asacak biri varsa o da müşteridir. İşletme müdürünü arayarak buluşturdular. Kayıtlara bakıldı ve ama siz bu odayı tutmuşsunuz dediler. Yahu dedim benim alnımda enayi mi yazıyor. Hatanızı telafi edin. 

İşletme müdürü sakin biri. İleri geri konuşsa ne yapacağımı biliyorum. Oturup bir kahve içsek mi dedi. Adam benden iyi puan aldı iletişimi iyiydi. Ben bunu önemserim. Ardından şu an istediğiniz tipte odalarımız dolu. Yarın sabahtan ayrılacak aile olursa yerinizi değiştirelim dedi. Yani düşünün şimdi o kadar yol gelmişsiniz. Kurumunuzdan izinlerinizi almışsınız. Yer yok deniyor. Öyle bir oda tatil sonuna kadar olmadı. Biz de idare ettik mecburen. Çekip gideyim mi? Bu durumda otel için sıfır puan vermem gerekiyor normalde.

Şimdi artı ve eksilerini yazayım:

Eksileri:
1-Bölgede karasinek çok fazla. Öyle böyle değil.

2-Deniz suyu buz gibi. Koy manzarası çok iyi ama yapacak birşey yok.

3-Otelin yerleşimi inişli çıkışlı olduğundan restorana ve plaja gidip gelmek yorucu oluyor ama sahile ve havuzlara içeride servis yapan araçlarla gidilebiliyor.

4-Animasyon hiç yok gibi. Animasyon ekibi üç dört çocuk oyunu öğrenmişler her gün onu tekrar ediyorlar. Buraya profesyonel bir ekip lazım. Ama ekip samimi, çocuklar terbiyeli.

5-Odada ara sıra sıcak su problemi yaşanıyor. Çağırdık hemen düzelttiler.

6-Denize yer yer yosunlar yayılmış bazı yerleri ise taş. Denizde yüzmekten keyif alanların işi zor.

7-Erkekler havuzunun yanından ağır lağım kokusu geliyor. Düzelteceklerini söylediler.

8-Fiyatı bu tip otellere göre ucuz değil. Böyle bir otel yok zaten. Erken rezervasyon fiyatı biraz makul kılabilir. Tekrar edeyim ki, muhafazakar konsept denilen şey içkisiz olmak ve ayrı havuzlar haricinde diğerlerinden farksız.


Artıları:
Rezervasyon problemi iyi özelliklerini görmeme engel oluyor. Dürüstlüğü elden bırakmamak lazım elbette. Şunlar iyi tarafları:

1-Odalar her gün temizleniyor. Temizlikte çalışanlar işlerini iyi yapıyor. Hemen koşup geliyorlar.

2-Havlular düzenli olarak temizleriyle değiştiriliyor.

3-Adım başı gün boyu yemek her yerde bulunabiliyor asla aç, susuz kalmazsınız. Yemekler gayet güzeldi. Ne ararsan var.

4-Havuzlar güzel (koku hariç). Hele bir kadınlar için havuz var dünyada eşi yok. Teras gibi bir yerde ve deniz manzarası müthiş. Buraya gün içinde erkeklerin girmesi yasak ancak gün batımı izlenmeli.

5-Otel her yönden korunaklı. Kimse ne plajları ne havuzları dışarıdan göremez.

6-Çalışanların hepsi istisnasız cana yakın, güler yüzlü. Rezervasyon kısmı eh.

7-Otel manzarası nefis. Kafa dinlemeye uygun. Çok da kalabalık.

8-Teos antik kenti çok yakın ve herkes görsün derim.

Cep telefonu çekimleri..











https://www.teosvillage.com.tr/