Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

14 Ekim 2007

Fotoğraf Sanatının Etkili Gücü “KONFAD”






14.10.2007/22.21

5 Ekim Cuma günü KONFAD’ın (Konya Fotoğraf Amatörleri Derneği) karma fotoğraf sergisi açılışı vardı. Üç gün açık kalan serginin büyük bir teveccüh gördüğünü gözlemledik. Dernek üyesi fotoğrafçı arkadaşlarımızı son derece memnun eden bu serginin yenilerini ortaya çıkarmaya vesile olması, fotoğraf sanatı ve Konyalı fotoğrafçılar adına en büyük dileğimizdir.

İlgisi olanları 11 yıldan beri bir araya getiren Konfad’ın değerli üyelerinin heyecanlı çabalarıyla Gedavet Parkı’na açılan sergiye gösterilen ilgi, başka neler yapılabilir sorusunu gündemimize getirdi. Bunu birazdan zikredeceğim.

Bununla birlikte ziyaretçilerin bir kısmının, Konya’da böyle bir dernek bulunduğunu bilmediklerini ifade ettiklerine ve fotoğrafların Konya dışından gelen sanatçılar tarafından sergilendiğini zannettiklerine tanık olduk. Fotoğrafların bazılarının müşteri bulması ise, hiç hesapta yoktu doğrusu. İnsanların sergiye gösterdikleri ilgi bununla da kalmadı. Fotoğrafçılarla ziyaretçiler arasında seviyeli bilgi alışverişleri yapıldı. Fotoğrafa yeni başlayanlar yahut başlamak isteyenler, derneğin kurs düzenleyip düzenlemediğini, ne tür bir makine almaları gerektiğini, derneğin yerini, kimlerin katıldığını, hangi fotoğrafın kime ait olduğunun merakı içindeydiler. Derneğimiz, yeni dönemde bu sergi vasıtasıyla yeni üyeler de kazanmış oldu.

Ülkemizde kültür sanat etkinlikleri düzenlemek aslında hiç kolay değil. Özellikle de amatör çabalarla gerçekleştirilen işler, daha fazla emek ve zaman ister. Netice itibarıyla bir başarı da elde edilmişse bunun geri planında ciddi özverilerden söz etmek gerekecektir. Bu sergi böyle bir çabadan vücuda gelmiştir.

165 fotoğrafın görücüye çıktığı sergi, toplam bir yıllık emeklerin ürünüydü. Bir kısmı, Konfad’ın düzenlediği gezilerden, bir kısmı da kişisel çalışmalardan ortaya çıktı. Sanıyorum ki, amacına da ulaştı. Başka neler yapılabilir sorusunu ise arkadaşlarımızla değerlendirmeye çalıştık. Fotoğraf sanatının hem kişisel hem de kurumsal tanıtımlar için vazgeçilmez olduğundan hareketle, özellikle yerel yönetimlere birkaç tavsiyede bulunmak istiyorum. Umarım bunları ciddiye alan olur.

Yerel yönetimlerin en önemli probleminin tanıtımla ilgili olduğunu, Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi’nin “Yazılacak Çok Şeyimiz Var” adlı programlı gezilerinden biliyorum. Konya Şubesi, yıllık çalışma takvimini önceden belirler. Bunlardan geziyle ilgili olanları, gidilecek yörenin yerel yöneticilerinin daveti ve yönetimin istişaresi sonucu gerçekleşir. Bana göre bunlardan Afyon İscehisar ziyareti, anlatmaya çalıştığım hususun belirgin örneklerinden biri oldu. Onlarca gazeteci şair ve yazar arkadaşımızla gittiğimiz İscehisar Belediye yönetimi tanıtım gücünün farkındaydı. “Mermerin Kalbi İscehisar” sloganıyla yola çıkan yönetim, başka bir şehir tarafından keşfedilme düşüncesini gazeteci ve yazarları davet ederek gerçekleştirdi. Geziden elde edilen gözlemler Konya gazetelerinde yazarlarının kaleminden birkaç gün boyunca yayınlandı, internet ortamlarında yerini buldu. Detaylarını daha önce gazetemiz yayınladı bunların. Yerel tanıtım konusunda eksiklik hisseden idrakli yönetici tavrından başka bir şey değildir zikrettiklerim. Bu insanlar, aynı zamanda yaşadıkları yerin kültür, sanat ve tarihlerini de bir vesile ile duyurmuş oluyorlar. Eskişehir Odunpazarı Belediye Başkanı Burhan Sakallı, kalkıp Odunpazarı evleri ve yaptıkları çalışmaları duyurmak için TYB’yi ziyaret etmiş, çalışmalarını anlatmış ve biz bu çabayı takdirle karşılamıştık.

İşin fotoğraf sanatıyla ilgili kısmına gelince… Sayısı çok olmamakla birlikte bazı yerel yönetimler, kurum ve kuruluşlar tarafından düzenlenen fotoğraf etkinlikleri mevcut. Bunlar genellikle yarışma şeklinde gerçekleşiyor. Bir örneğini Şanlıurfa Halfeti’de düzenlenen “Fırat Fotoğrafçılar Buluşması’nda bizzat yaşadık. Ülkenin dört bir tarafından gelen 220 fotoğrafçı, Halfeti’nin tanıtımına önemli katkılar yaptılar. Halfeti Belediyesi, milyarlar harcamadan, ucuz bir tanıtımı böylece kotarmış oldu.

Bize sergide gerekli kolaylığı gösteren Meram Belediyesi benzer bir ev sahipliğini neden yapmasın? Yahut Meram konulu bir fotoğraf yarışmasını niçin açmasın? Böyle bir fotoğraf etkinliği Konya Büyükşehir, Karatay ve Selçuklu Belediyesi tarafından da düşünülmeli bana göre. Konfad’ın değerli yönetimi işbirliğine hazırdır. Elde edilen ürünler sergi, kent fotoğraf kataloğu ve gösteri şeklinde gerçekleştirilebilir.

Bu defa ve bir ilk olarak Meram Belediye Başkanı Refik Bey’in desteğiyle açtığımız serginin yeni ve güzel çalışmalara vesile olmasını ve fotoğrafa gönül veren arkadaşlarımızın karşılıksız çabasının dikkate alınmasını diler, emeği geçenlere; özellikle de fotoğrafçı arkadaşlarımız değerli Ömer Lütfi Bakan, Mustafa Karaçelebi ve İbrahim Karaçelebi’ye şükranlarımı sunarım.

Fotoğraflar: Ahmet Seven

11 Ekim 2007

Sonbaharda Aladağ’ı Keşfetmek


2007-09-30/10:39:00

Erken sonbaharın Eylül’e sirayeti, insan ve yaşam için olgunluk sonrası hüzün başlangıcı gibidir. Bu sebeple Eylül melankolik, kırılgan ve alıngan bilinir. Eylül’de yazılmış kimi şiirlerin verdiği mesajın daha dokunaklı, sonbaharda çekilmiş fotoğrafların daha sakin ama buna mukabil daha rengârenk olduğu söylense, buna kimin itirazı olur?

Konfad üyesi on arkadaşımla birlikte, Yerköprü Şelalesi’nde sonbaharın fısıldadığı ne varsa can kulağıyla dinleyeceğim. Niyetli olduğum için Aladağ yamaçlarının dillere destan üzümünü, şeftalisini yerinde tadamayacağım, ama iftar sonrasına bırakabilirim. Yöre ile anılır olmuş kiraza ise çare yok. Mevsimi geride kaldı onun.

Önce Yerköprü olarak belirlediğimiz fotoğraf alanının giderek genişleyeceğini hesap edemiyoruz. Fotoğraf gezileri böyle oluyor nedense. Bir tür fotomaratona dönüşüyor çoğu zaman. Yol güzergâhımız gidişte Konya, Güneysınır üzerinden; Karaman asfaltı, Güneysınır, Armısın, Kayaağzı, Habiller, Sağa ve Yerköprü Şelalesi. Buna hesapta olmayan ama iyi ki gitmişiz dediğimiz Çiftepınar ve Dülgerler Köylerini dahil ediyoruz.

Sabah toplanmamız geç de olsa bizi bekleyen 110 km.lik yola koyuluyor, fotoğrafa elverişli gördüğümüz kimi yerde kısa molalar veriyoruz. Yollar oldukça dar ve onarıma ihtiyaç duyuyor. Kayaağzı köylülerinin “kumpir” hasadı yaptığı bölgede fotoğraf için duruyoruz. Bizi arabasıyla yakalayan civar köylüsü Zeki Erim, Orman Müdürlüğünden emekli olmuş. Habiller Köyü’nden. “Çirkin Hasan Suyu” üzerindeki kıvrımlı ve dar yol ile az ilerideki tepelikten geçen yolun genişletilmesini ve güzergâh boyunca gördüğümüz çukurların düzeltilmesini istiyor. “Buralarda trafik kazaları eksik olmaz, yazın bunları” diyor. Not alıyoruz söylediklerini. Yolun altındaki kumpir tarlasında yoğun bir söküm çalışması görüyoruz. Tarlaya inip, fotoğraf çekmek için izin istiyoruz. Birkaç aile çoluk-çocuk traktörün işi kolaylaştırdığı tarlada hararetle patates söküyorlar. Hele kadınlara hal hatır sormaya gelmiyor. Bizi televizyoncu zannedip, kumpirin para etmediğinden yakınıyorlar. Oy verdikleri partinin emeklerini görmelerini istiyor birisi hararetle. Tarlanın içinde utangaç çocuklar biraz sonra bize iyiden alışıyorlar. Sabahın 08.30’u. Yarım saat kadar kalıp ayrılıyoruz. Kaptanımız Ersin, âlem adammış. Bir dediğimizi iki etmiyor.

Güneyin yollarında birbirine yakın çok sayıda çeşme görüyoruz. Yağışsız geçen kurak aylardan sonra hepsinin akmasını beklemiyoruz elbette. Aladağ’a uzanan yamaçlarda, başka yerlerde göremeyeceğimiz kadar üzüm bağları dikkatimizi çekiyor. Bağlar bozulmuş çoktan buralarda. Buğday cinsinden ekim alanı, bölgenin coğrafyası sebebiyle oldukça az.

Göksu Vadisi’ne, Yerköprü’ye ulaşıyoruz. Devasa şelaleden çağlayıp akan suyu tepeden izleyip çalışmamıza başlıyoruz. Suyun en yüksek debiye ulaştığı dönem bahar mevsimine isabet ediyor (Mart-Mayıs arası 1800/sn.). Şelâle civarında biri şahsa ait iki tesis var. Diğeri Konya Büyükşehir desteğiyle yapılmış. Son derece güzel, kamelyaları ve büfesi bulunan tesisin yapımına baharda başlanmış. Bitki dokusunun rengârenk hale dönüşünü yani bir ay sonrasını hayal etmeden geçemiyorum. Burada alabalık ve kahvaltılık türünden karnınızı doyurabiliyorsunuz. İsmet Uzer size yardımcı olacaktır.

Ekibimiz dağılıyor. Ben nehir yatağının üzerindeki yoldan yürüyorum. Buradaki tek evin sahibi Hacı Hüseyin ile tanışıyorum. Evin önündeki piknik masasına kurulup ehl-i sohbet 75’lik bu adamı dinliyorum. Ev ile nehrin ayırdığı kiraz tarlasının uzun hikâyesini anlatıyor. Önceki yıl şeftali ekili arazisinin sel suları altında yok oluşunu, kendi imkânlarıyla yaptığı işleri heyecan içinde döktürüyor. Kolumdan tutup, şelale başına kadar götürüyor. Burada yapılması gereken işi özetliyor yaşlı amca: “beş vakit namaz kılacaksın, ağaç dikeceksin.” 10 senedir meyve işiyle uğraşan amcanın sahip olduğu meyve ağacı sayısı tam 2500. Tamamı kiraz ve şeftali ağacı. Kiraz hasadı Haziran’ın 5’in başlayıp Ağustos’un 15’ine kadar sürüyormuş burada. Bu yıl Aladağ’dan 15 tır yüküyle Hollanda’ya kiraz yollamışlar söylediğine göre. Hadim İlçesini dünyaya meşhur eden kirazın hikâyesini soruyorum. Heyecanla anlatıyor. Buraya yakın Küplüce Köyü’nde bir adam 15 sene evvel arazinin kiraz dikimine uygun olduğunu öğrenmiş. Bakmışlar ki bu iş olacak, civar köylüler, üzümü de ihmal etmeden meyveciliğe girişmişler. Para kazanıp kazanmadıklarını soruyorum. “Allah var” diyor, “çok para kazandırdı ağaç bize, ondan dedim ya, beş vakit namaz kılıp ağaç dikeceksin diye.” “Niyetli olmasaydınız da, çay demleseydim size keşke” diyor Hacı Hüseyin. Meyvecilik sohbetinin üzerine, şelâleye yakın “Işıkini Mağarası”nı ve yolunun kötü olduğunu anlatıyor. Dünyanın en uzun ikinci mağarası olduğunu ve şimdilik dağcıların ziyaret ettiğini sözlerine ekleyip, Yerköprü Şelâlesi’nden Karaman yoluna çıkan güzergahı sıralıyor: “Dülgerler Köyü-Göynükkışla-Çuna-Zaladın-Kızılca. Sonra direk Karaman yolu’na çıkarsın.” Oturduğumuz sekinin altındaki yola bakarak, “pek de tekin değildir yollar” diye düşünüyorum.

Şelâle altına yakın yerde ayaklarımız soğuk suyun içinde keyif yapıyor, fotoğraf çekiyoruz uzunca bir süre. Çevresi muhteşem güzellikte. Geldiğimizden beri tesisin yukarısında, kartal yuvasını andıran tepedeki evlere bakıp duruyorum. Aşağıdan bakınca muhkem bir kale görüntüsü veriyor burası. Tahminime göre eski bir yerleşim alanı olmalı. Şelâleye gelen yolun kilometrelerce ilerisinden de görünüyor. İkindi sonrası, geziyi hemen bitirmek istemiyoruz. Kısa bir istişareden sonra Kaptan Ersin arabayı dağa doğru sürüyor. Tozlu topraklı yoldan ilerleyip köye ulaşıyoruz. Burası 30 haneli Çiftepınar Köyü. Köyün yaşlıları cami avlusunda oturuyorlar. Hemen dikkatlerini çekiyoruz. Taş yapılı, sıvasız evlerin arasına dağılıyoruz. Evlerden birinin önünde pekmez kazanı ocaktan henüz indirilmiş. Sıcacık. Köyün ekonomisine küçük katkılar yapıyoruz. Şekersiz, doğal Aladağ üzümünden yapılmış, üstelik taptaze pekmezi nereden bulacaksınız. İnsanlarla hemen kaynaşıyoruz. Yaşlılardan biri bize, yukarıdaki köye muhakkak gitmemizi söylüyor. Kiliseden bozma bir cami varmış. Akşam olmadan geri dönmek niyetindeyken, biraz da benim ricamla daha yukarıda bulunan köye gitmek üzere buradan ayrılıyoruz.

Dülgerler Köyü’ne girdikten sonra ilk işimiz söz konusu camiye gitmek oluyor. Köyün tek camisi köylünün dediği gibi kiliseden bozma değil. Duvarlarında ve önündeki çeşmede bol miktarda, muhtemelen Hitit veya Roma dönemine ait işlenmiş taşlar görüyoruz. Cami ve çeşme etrafında dolaşıp tek tek çekiyoruz bunları. Tam karşıdaki okul binasının avlusunda hareketlilik göze çarpıyor. Konya usulü pilav hazırlığı bu. İftar için. Vakit yakın ve teklif de gelince kalmaya karar veriyoruz.

Köyün centilmen muhtarı Hasan Hüseyin Büyükünlü, bana köy hakkında detaylı bilgiler veriyor. Dülgerler köyünün önceki adı “Düverler” imiş. Karamanoğlu Mehmet Bey’in annesinin bu köyden olduğunu ve yakın zamana kadar ona ait bir evin bulunduğunu belirtiyor. Bildiği kadarıyla bu adın “Oğuz boylarının” birinden geldiğini, Romalılar döneminde ise köyün adının “Artenada” olduğunu söylüyor. Genç muhtar, köyü hakkında epeyce bilgili. Burası vaktiyle en eski yerleşim alanlarından biriymiş. Üç şehirden oluşan yörede en varlıklı yer bu köymüş. Göynükkışla Köyü’nün zamanında askeri üs olarak kullanıldığını söylüyor. Civardaki diğer iki köy Manyan ve Bağdatkırı da bu önemli yerleşim alanını çevreliyor. Okulun olduğu yerde büyük bir yıkıntı olduğunu ve inşaat sırasında çıkan kabartma taşların cami ve çeşmenin yapımında kullanıldığını ifade ediyor muhtar. Çıkarılan buluntulardan dört tanesi okul bahçesinin içinde. Fazlaca zarar görmemiş mermerden bir aslan, üzerinde insan kabartmaları bulunan iki mezar taşı ve irice bir balık kabartması işlenmiş dikdörtgen bir mermer bulunuyor burada.

Arkeoloji Müzesinden ve diğer yerlerden gelen uzmanların anlattığına epey dikkat kesilmiş anladığım kadarıyla. Köyde Hitit, Yunan, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı izleri bulunduğunu, köyün altında ise devasa Işıkini Mağarası’nın yer aldığını sözlerine ekliyor. Burada kazı yapılması halinde her yerden tarihi bir şey çıkacağını ve açık hava müzesi yapmak istediklerini söylüyor.

Dülgerler’in sakinleri konuksever insanlar, çok da cana yakınlar. Aniden gelen rüzgâr köyü toza boğuyor. Dışarıdaki sofralar iki sınıflı okul içerisine taşınıyor hemen. Akşam ezanıyla birlikte susuzluktan yanıp kavrulduğumuz günün iftarını su ile açıyor ve Konya usulü pilav ile karnımızı doyuruyoruz. Ardından Muhtar Hasan Hüseyin Bey’in evinde içtiğimiz çay yorgunluğumuza çare oluyor. İkindi sonrası dönüşe ayarlı fotomaratonumuz, yeni gördüğümüz insanları, köyleri tanımış, fotoğraflamış olarak sona eriyor. İyi ki gelmişiz buralara. Karanlığın bastırdığı Aladağ’ın adeta gizlenmiş yollarından Konya’ya doğru yola çıkıyoruz.


Geziye katılan fotoğrafçı arkadaşlarımız, Hacer Türktemiz, Nimet Türktemiz, Mustafa Karaçelebi, Hasan Karaca, Halis Peker, Adem Karakaya, Tahir Azman, Bilal Solak, Günseli Demirok ve kaptanımız Ersin’e, güzel ve uyumlu yol ahbaplıkları için teşekkür ediyorum.

Ramazan bereketiyle gelir

2007-09-27/20:28:00

İslam coğrafyalarına Ramazan, on bir ay özlenesi sükûn ve sadeliğini yanına alarak gelir. Dünyanın diğer birçok ülkesine de gıpta ettiren görünümüyle…

Kendini karşıdakinin yerine koymak duygusu (empati) zirve yapar bizde.

Oruç tutmasa da, sokakta haya eder bizim insanımız.
Oruç tutmasa da, davranış ölçülerine her zamankinden daha fazla dikkat kesilir. Bu anlamda, yeni ve alışılmamış neyi getirirse getirsin modern zamanlar, mütedeyyin insanların ümidi istikbale dair, kavi hale gelir.

Müslüman Türk milleti, empati sınırlarını, ülkeler ötesine ismi az bilinen diyarlara büyük bir şevk ve aşkla taşır. Uzakdoğu’da bunun adı zekat, Asya içlerinde fitre olur. Bunu öylesine layıkıyla yapar ki, Ramazan ve orucun şöhreti Avrupa’da Avusturyalıların, Fransızların yahut Almanların kent meydanlarına kurduğu iftar çadırları ile karşılık bulur. Düsseldorf’ta iftar yaklaşırken trafik bile sıkışır. Londra ve Stocholm’ün kiliselerden çevrilmiş camilerinde mukabeleler okunur. Yeni Müslüman olmuş Avrupalı hanımlar, sahurun sona ermesini istemezler bir türlü. Hollanda’da Protestan bir aile, sırf Müslüman ailenin Ramazan hassasiyetini görmek, yaşamak ve hissetmek için onları sofralarına davet eder.

İşte, bir süre önce öğrendiğim, Avrupa’da ilk Ramazan çadırının öyküsü:
Hollandalı bir öğretmen bundan üç sene önce turist olarak Türkiye’ye gelmiştir. Ramazan ayıdır. Akşam olduğunda insanların büyük meydanlarda kurulmuş çadırlara girip çıktığını orada yemek yediğini görünce, bunun yılın her günü yapılan normal bir şey olduğunu düşünür ve cebinden para çıkarıp yemek yemek için çadıra yanaşır. Güler yüzlerle karşılanır, yemek ikram edilir, üstelik para da alınmaz. Bunu aklı almaz bayanın. Düşünüp taşınır böyle bir şeyin nasıl olabileceğini. Aklı almaz. Öğrenir ki Ramazan ayına has bir gelenektir Ramazan çadırları... Hollanda’ya döner ve orada tanıdığı birkaç Türk’e yaşadıklarını anlatır. Der ki; “Ben sizde burada hiç böyle bir şey görmedim, siz niye Ramazan’da çadır kurmadınız?

Hollandalının fikriyle ve önayak olmasıyla Avrupa’da ilk Ramazan çadırı Hollanda’nın kadim şehri Haarlem’de iki yıl önce kurulur. İlk çadırın kurulmasına vesile olan bu bayan kısa süre sonra adeta kendisini büyüleyen Ramazan ayının etkisiyle İslam’a yaklaşır araştırır, inceler ve Müslüman olur.

Ramazanda bizim anlatılmaya değer öyle çok iyi işimiz olur ki aslında…
İftar vakitleri geldiğinde digergâm bir eda ile aç açıkta kalanı sorarız yanımızdakilere. Elimizden gelse dünyaları paylaşmak isteriz. Bazen, başkasına yardım etme fırsatı verdiği için ahbabımıza minnettar oluruz. Kavga ortamlarına “oruçlu olmak” engel olur. Mukabeleler okur, duasız gün geçirmeyiz. Teravih, en mühim namazlarımızdan biri olur. Bayram gelince merhamet ve şefkat libası giyeriz.

Ne ki, bayram sona erer de, Şevval’in dördüncü günü gelir, bir tuhaf oluruz.
(Şunca iyiliğimizi anlattıktan sonra yazıyı burada kesmek uygun düşer.)
Şevval’de de Ramazan ruhunun eksilmemesi dileğiyle..

Hilal’in, Baron Coubert Büyük Ödülü’ne Uzanan Hikayesi

2007-09-20/17:38:00

Fenerbahçe-İnter maçının ikinci yarısına yetiştim. Maçı anlatan arkadaş, kendilerine servetler ödenmiş adamların isimlerini telaffuz ediyor. İbrahimoviç, Figo, Roberto Carlos, Alex, Julio Sezar, Stankovic… Futbol cambazları bir arada. 3 dakikalık uzatma dakikaları da hakikaten geriyor insanı. Fenerbahçe, hani öyle denir ya tarihi bir galibiyet alıyor 1-0’lık skorla. Gördüğüm kadarıyla keyifli ve hatasız hakem yönetimiyle maç bitiyor. Kadıköy’de, validemin deyimiyle sanki “Muhammed’in düğünü” var. Hayırlı olsun diyorum. Ne de olsa biz uluslar arası maçlarımızı geçmişi ezikliklere dayalı bir ruh haliyle yaşarız. Bir aralık eziklik problemlerimizi de aşmıştık doğrusu.

Neyse, konumuzu nerden baksanız dedikodusu bir hafta sürecek bu maç ve iş bedelleri milyon avrolarla ifade edilen adamlardan, gazetelerin ancak alt köşelerinde haber olmuş Hilal adında küçük bir çocuğun büyük hikayesine çevirelim. Geçen sene Trabzon’da 104 sporcunun katıldığı okullar arası kros yarışması yapılır. 12 yaşındaki Hilal, iki bin metrelik parkurun son 200 metresine rahatlıkla girer. Birinci olmasına metreler kala arkasından koşan öğrencilerden birinin çığlığını duyar. Yarışı bırakır ve yorgunluktan bitkin düşerek yığılıp kalan sporcunun yanına koşar. Hilal, bitkin Sibel’i kolları arasına alır. Ambulans gelir ve Hilal’in kollarındaki öğrenciye ilk müdahaleyi yapar. Çocuk hastaneye kaldırılır. Müsabaka sonrasında Hilal, ne zaman bir spor yazısı yazsam söylemeden geçmediğim, geçmeyeceğim, belki de o güne kadar hiç duymadığı “fair play ruhu” ile, bunu neden yaptığını soranlara şu cevabı verir: “Arkadaki arkadaşımın koşarken çığlığını duydum. O anda hiçbir şeyi düşünmedim. Geri dönüp onun yanına koştum. Yerden kaldırıp ambulansa götürdüm ve birlikte hastaneye gittik. O olaydan sonra birçok ödül aldım. Bence o yarıştaki birincilikten daha değerliydi hepsi.” Hilal, yarışmayı kazanamadığı gibi, takımı da sıfır puan çekerek dereceye giremez.

Tribün ahlakının, spor kültürünün dibe vurduğu, sonuçları beş para etmez tartışma ve gerginliklerin bir türlü sona ermediği ülkemizde, Hilal’in, büyüklerine ibret olmasını umduğum centilmenliği kendisine çok sayıda ödül getirdi. Onun temiz ve saf çocuk kalbinin sesi, bize hala “düşenin dostu” olabileceğini haykırdı. Biliyorum ki, hafta sonunda oynanacak maçların oyuncu, çalıştırıcı, yönetici ve taraftarları, Hilal’in örnek davranışını hatırlamayacaklar bile. Müsabakalarda taraftarlar, mübarek Ramazan demeyip küfürlerine devam edecekler, birtakım adamlar kameralara hin bakışlar atıp kin güdecek, yaptıklarının karşı tarafa etkisini düşünmeyecekler. Son gittiğim Kayserispor maçında etrafımdan neredeyse küfür etmeyen yoktu. Eğitimsizliğin en bariz göründüğü yerlerin futbol tribünleri olduğunu yeniden düşünüp, acaba maçlara gitmesem mi demeden edemedim. İnsanlar, bir haftalık aile ve iş gerginliklerini burada çıkarıyorlardı adeta. Neyseki, yan tarafta Konyasporlular Derneği’nin çiçeği burnunda taraftarları vardı.

Güzel yüreğiyle Hilal, hedef tahtasına döndürülen memleketi Trabzon’un su kadar ihtiyacı olan şeyi –siz onu biliyorsunuz- bütün dünya adına kendisine, ailesine, okuluna ve şehrine kazandırmış oldu.

Hilal’e şu ana kadar, Atletizm Federasyonu tarafından “Yılın en centilmen sporcusu”, Milliyet Gazetesi’nin 53. yılın sporcu ödüllerinde “Onur ödülü”, Gökçe Karataş 8. Spor, Sanat, Eğitim ve Sağlık Ödüllerinde “Yılın fair-play ödülü”, Trabzon Gazeteciler Cemiyeti tarafından yılın “Jüri özel ödülü”, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi 2006 yılı Davranış Dalı’nda Fair Play Büyük Ödülü” verildi. En büyük ödül kabul edilen ve Modern Olimpiyat Oyunları’nın kurucusu Baron Pierre De Coubertin’in adını taşıyan ödülü de 7-8 Aralık tarihlerinde Paris’te alacak. Hemşehrimiz İsmet Karababa’dan 24 sene sonra gelecek ödül ile, “içimizde böyle insanlar da var çok şükür” diyeceğiz. Biz ortası olmayan bir millet miyiz nedir? İyimiz çok iyi, kötümüz zirvede diyesim geliyor.

Centilmenliğe verdiği önemden dolayı, Gençlik ve Spor Genel Müdür Vekili Mehmet Atalay’a da TMOK tarafından “Fair Play Order” nişanı verildi. Hem Hilal Coşkuner’i, hem Mehmet Atalay’ı, hem de fair playe katkısı olanları bulup çıkaran TMOK Fair Play Konseyi Başkanı Erdoğan Arıpınar’ı, fair play ödülü bol Konya’dan selamlıyor, tebrik ediyorum.




Bizden Öncekilerin Orucu

2007-09-16/17:17:00

Evvelen, dua ediyoruz ki oruç ve Ramazan-ı Şerif, bütün Müslümanların hayırlarının tamam olmasını, niyazımızın Mevla’ya ulaşmasını temin etsin. Yeryüzünün emin beldelerinden, kaosun eksik olmadığı Müslüman coğrafyalara ramazan bereketi sel olup aksın. Tok karınlarımızla şikayeti yanımızdan eksik etmeyen bizlere Rabbimiz, günlük rutinimizin arasına digergamlığı katarak, görülmesi gerekeni göstersin. (amin)

Kadim tarihin türlü zamanlarında şekil, mahiyet ve amacı farklı olmakla birlikte oruç ya da oruca benzer birtakım ibadetlerin mevcut olduğu biliniyor. Asurluların, Keltlerin, Babilonyalıların, Aztek ve İnkalıların, meçhul kalmış totemik kavimlerin, Hinduların, Çinlilerin vb., kimi perhiz ve inziva ile iç içe geçmiş ibadetleri söz konusudur. Yaratıcıya yakınlık vasıtalarından biri olarak addedilmiş orucun, bütün din ve inançlarda görülüyor olması; insanlığa ötelerden mesaj ulaştıran nebilerin bildirmesi ve insanın acziyetini bilme, şükretme ve kul olmaya yaraşır isteğiyle birleştiğini gözler önüne seriyor.

Bakara suresinin 183. ayetini okuyarak, oruç ibadetinin sadece Müslümanlara farz kılınmadığını, ayette geçen “sizden öncekilere farz kılındığı gibi” cümlesinin, “Adem’den itibaren sizden öncekilere” tarzında açık bir anlamaya yol açtığını görüyoruz. Ayeti tamamlayan son cümlenin “korunmanız için” şeklinde izah edilişi ile, kadim din ve inançların muhatabı olan insanın hangi gerekçeyle oruca önem verdiği böylece ortaya çıkmış oluyor. Orucun şekil, amaç ve mahiyet değiştirmesi ile nebilerin bildirdiği oruca dair orijinal mesajın bizden önce tahrife uğratılmış olması arasında da yakın bir bağ kurabiliyoruz.

Bizden öncekilerin orucuna örnek teşkil edecek birkaç hususu, elimizde mevcut veriler doğrultusunda ve kısaca, aslında bunların Cenab-ı Hakk’ın bidayette bildirdiği emrin -inancımıza göre- nasıl bir değişime uğradığını da göz önüne alarak zikredelim:

Tibet Budistleri, 24 saat oruç tutar ve bu süre içinde tükrüklerini bile yutmazlar. İftarları ise süre sonunda içtikleri bir bardak çaydır.

Geleneğe bağlı Brahmanlar, mahalli ayların on bir ve on ikinci günlerinde 24 saat oruç tutar, hasta ve yaşlıların bile oruçtan kalmalarına iyi gözle bakmazlar. Zahit olanları 10-15 gün oruçlu kalırken, günlük gıdaları bir yudum su içmeyle sınırlı kalır.

Oruç konusunda en sıkı, en ağır eğilimleri bulunan Hindli Jainistler, kesintisiz 40 gün oruç tutarlar. Vejeteryan olan ve sarhoşluğa yol açan müskirattan uzak Dindar Jainistler açlıktan ölmeye büyük bir önem verirler. Jaina doktrininin ahlaki düalizminde oruç yoluyla intihar tavsiye edilmiştir. Jainizmin kurucusu Jaina böyle bir hal ile ölmüştür.

Taoistler, ölümü geciktirdiği ve sağlığı koruduğuna inanarak oruç tutarlar. Buna ilaveten büyük bayram günleri ile fitne ve fesadın ortalığı karıştırdığı zamanlarda da kendilerini musibetten korumak için oruca başvururlar.

Manihaizim’de yılın değişik zamanlarına serpiştirilmiş birçok oruç günlerine rastlanır. Seçkinler, 30 günü Bema adı verilen kutlamaları öncesine denk düşen yılın son ayında ardı ardına olmak üzere 100 gün oruç tutarlar.

Eski Mısır’da oruç, bazı yiyeceklerden uzak durmak, bununla nefis tezkiyesi yapmak şeklinde algılanmıştır.

Aztek-Tezcoco prenslerinden birinin adı, “oruç tutan Koyotl” anlamında Nezahualcoyotl’dur. Bu adam hayatı boyunca tek bir tanrıya ibadeti savunmuştur.

Sabiler, orucu yiyip içmeme olarak değil eli, dili, kalbi, kulağı ve diğer organları kötülükten korumak şeklinde görmüşlerdir.

Yahudilikte, tarihteki felaketi günlerin yıl dönümlerinde ve tövbe gününde (Kippur) oruç (tanit) tutulur. Oruç, erkek çocuklarının 12 yaşını bir ay geçmesiyle mecburi hale gelir.
Fıkhi hükümleri hükümleri az olan Hıristiyanlıkta oruç konusunu açıklamak kolay olmamakla birlikte, Hz. İsa’nın peygamberlikten önceki devrede 40 gün oruç tuttuğu, Paulus ve ilk Hıristiyanların oruç tuttukları kaynaklarda belirtilmektedir. Buna ilaveten, bazı Hıristiyanlar tanrısal kurbandan sonraya isabet eden bazı günleri oruca ayırırlar.

Görüldüğü gibi, orucun insanlık tarihine eş bir serüveni mevcuttur. Hangi biçim ve amaç doğrultusunda tutulursa tutulsun yaratıcıya yakınlık ve hayatı anlamlandırmak gibi hedefleri bulunmaktadır. Bilvesile, Ramazan bereketiniz hiç eksik olmasın.

Rumkale, Fırat ve Siyah Gül

2007-09-07/21:58:00
Perşembe gecesi. 31 Ağustos.
Yavaş adımlarla tren garına yaklaşıyoruz. Hayatın heyecanını âdeta yitirmiş bir ses tonuyla, istasyon görevlisinin hiç de hoşumuza gitmeyen anonsunu işitiyoruz uzaktan:
“Saat 10’u 20 geçe hareket edecek olan Toros Expresi, 12’ye çeyrek kala gelecektir.” Oysa gündüz değil. Milletin anlayacağı bir lisan işte bu diyoruz. Çaresiz garın önündeki çınar ağacının altında çaylarımızı yudumlarken, memleketin gündemini tartışıyor, yapıp yıkıyoruz.

Toros Expresi ile doğuya en son yolculuğumun üstünden 20 sene geçtiğini hatırlıyorum. Osmaniye’ye bir akraba ziyaretiydi. Bu defa, Konya Fotoğraf Amatörleri Derneği (KONFAD) olarak Usta Fotoğrafçı Ömer Lütfi Bakan, ben, gazetemiz yazarı Mustafa Karaçelebi, ve hayli genç ve fotoğraf konusunda ümit vadeden İbrahim Karaçelebi, trenle Gaziantep’e, oradan Birecik üzerinden Halfeti’ye gideceğiz. Daha önce Mardin ve Habur’u görmüş biri olarak Halfeti’yi gözümde canlandırmaya çalışıyor sonra vazgeçiyorum.

Seyrüseferi ile donanımına bakarak, biraz da abartıyla “Red Kid zamanından kalma” diye ağzımdan kaçırdığım tren nihayet istasyona geliyor. Gecenin bu vaktinde yığınla insan telaş içinde yerini buluyor çoktan. Yerimiz pulmanda. Yolculuğun ne zaman nihayetleneceği konusunda rivayetler dolaşıyor ortalıkta. Bir anne, vagonun orta yerinde hiç uyanmayacakmış gibi uyuyan dört yaşlarındaki çocuğunun yanından geçen yolcuları kolluyor. Altına boyu ölçüsünde bir sünger koymuş. Sağ başparmağını sağa sola her dönüşünde ağzına alan çocuğuna mukayyet olma endişesi ile bölünüp duruyor uykusu kadının. Tren, Gaziantep’e kadar tam otuz dört durağın kimi uzun ekserisi kısa misafiri olacak. Ereğli’ye kadar direnen uyanıklığımız, gözlerimizin uyuşmasına bırakıyor kendini. Ne zaman bir durakta dursa tren, Ağustos sıcağı tamamı dolu vagona saldırıyor. Bütün pencereler açık. Ara sıra, eski istasyon binalarının ruhuna aykırı yenilenmiş tabelalarını okuyup, dönüşte vagonda unuttuğum not defterime yazıyorum. Gecenin, trenin ve inip binen yolcuların türkülerini yazmıştım oysa. Ömer Bakan, uyanık kaldığı her vakitte vagon arasına çıkarak hıncını sigaralardan çıkarıyor. Haritaya bakıyor, yolculuğun bir asır süreceğini söylüyorum ona. Yine de benim kadar şikâyetçi değil. Şu zamanda böyle “ekispiresler”in varlığına bir anlam da veremiyoruz. Her durakta artık bana bile lüzumsuz gelen sözleri tekrar edip duruyorum: “Galiba raylara boylu boyunca uzanmış kutsal bir inek var.”
Çakmak, Ulukışla, Pozantı, Yenice derken havası anormal rutubetli Adana’ya ulaşıyoruz. Sabaha karşı insanlar yorgun bir halde vagonları boşaltıyorlar. Trenin tuvaletleri tıkalı, musluklarda su yok.

Cuma sabahı. 1 Eylül.
Osmaniye güzergâhında, yol boyunca uzanan mısır tarlalarına güneşin ilk ışıkları vuruyor. Ortalık hareketleniyor. Benim Zeynebin, Karaçelebi Amcası’ndan başka keyfini kaybetmeyen yok. Fevzipaşa’da lokomotif değiştiren tren, Narlı’ya kadar bizi gerisine almış olarak gidiyor. Maraş’ın Türkoğlu istasyonundaki kısa duruşta Karaçelebi, bıçağın kesmekte zorlandığı bir kutu dondurma ile dönüyor vagona. Canımıza değiyor.

Öğle vakti nihayet Gaziantep’teyiz. Kısa bir ihtilafın ardından taksi tutup otogara varıyor, perondan ayrılmak üzere olan bir dolmuşa biniyoruz. Şehir çıkışında arabaya binen hırpani tipli iki “kanka”nın komik tavırlarını seyrediyoruz İbrahim’le. İyi de göremiyoruz günahları boynuna ama, kafalarını dizlerine indirip burunlarını çekip duruyorlar dolmuştan indikleri Nizip’e kadar. Karaçelebi, yanına oturan delikanlı ile muhabbet ediyor. Vaktiyle Birecik’te öğretmen iken öğrencisi olduğunu öğrenip keyfini arttırıyor. Nizip’i geçip yarım saat kadar sonra ulaştığımız Birecik’te, Fırat kıyısına yakın Cevat Usta’nın yerinde alıyoruz soluğu. Buraya has “haşhaş kebabı”nı afiyetliyoruz. Zehir gibi acısı olacağını düşündüğüm bu yöresel yemeği ve Cevat Usta’nın dükkânını fotoğraflayıp bilgiler alıyoruz. Aslında o işi Mustafa Karaçelebi yapıyor. O bu işlerin adamıdır. Yemek, olacak iş değil ama dokunmuyor bana. Çay faslından sonra, adaşı ve eski görev yerinden arkadaşı Mustafa Öğretmenin arabasına biniyoruz. Bizi Halfeti’ye götürecek. Fırat Nehrini geçiyor ve yer yer, meyvesi pembe-kırmızı renkli fıstık ağaçlarının çevrelediği rampalı yola düşüyoruz. Hasat zamanıymış. 25 kilometre boyunca tepe yamaçlarında seyrek fıstık bahçeleri görüyoruz. Eski Halfeti’nin Fırat suları altında kalmasından sonra insanların göç ettiği Yeni Halfeti’deyiz. Burası tipik Anadolu bozkırı. Yeni yerleşim alanı olduğundan sessiz, kendini kavurucu yaz sıcağına bırakmış hayalet bir kasaba. Etrafta nerdeyse ağaç yok. 8 kilometre sonra son tepeyi aşınca, kıvrımlı büyük bir vadi içinde ve dağların arasına yayılmış göleti görüyoruz. Eski Halfeti göletin sağında, artık nehir olmaktan çıkmış Fırat’ın kenarında kurulmuş. Dolambaçlı yoldan aşağıya iniyor ve kasaba meydanına, fotoğrafçılar için hazırlanmış alana ulaşıyoruz. Konya Garı’nda gecenin ilk dakikalarında başlayan yolculuğumuz Halfeti’de 15.30’da nihayet buluyor. Tam 13,5 saat…

Katılacağımız etkinliğin adı, “Fırat Fotoğrafçılar Buluşması”. Bugün Cuma. 31 Ağustos. 2 Eylül Pazar akşamı bitecek buluşmaya Gaziantep Fotoğraf Sanatı Derneği (Gafsad) ve Gaziantep Üniversitesi Fotoğraf Kulübü (Güfok) öncülük ediyor. Evsahibi Halfeti Belediyesi. Türkiye’nin farklı yerlerinden gelen 150 kadar fotoğrafçının kayıt masasına isimlerini yazdırdıklarını öğreniyoruz. Hiç de azımsanmayacak bir sayı bu. Kartlara isimlerimiz yazılıyor boynumuza takıyoruz. Onca yolu katetmeyi göze almanın adı fotoğraf tutkusundan başka bir şey değil.

Ekipten ayrılarak, Fırat kenarında kısa bir gezintiye çıkıyorum. Karşıma çıkan yaşlı bir amcaya çeşme aradığımı söylüyorum. Beni ara sokaklardan birine götürüyor. Cami önündeki çeşmede yüzümü yıkayıp, su dolabından buz gibi su içiyorum. Oradan buradan, Halfeti’ye niçin geldiğimizden konuşuyoruz. Bahçeden kopardığı iki avuç dolusu bal gibi tatlanmış inciri ikram ediyor Ahmet Amca. Park alanına dönüşte, parmağı ile bir evi gösteriyor. “Bak” diyor, “şu gördüğün benim evim. Bir şeye ihtiyacın olursa gel olur mu?” hoşuma gidiyor buranın yerlisiyle kurduğum ilk diyalog.

Akşama yakın Gafsad adına bir görevli tarafından, etkinlik takvimi okunuyor, açılış konuşmaları yapılıyor. Bu kadar renkli simayı hayatında belki de ilk kez gören Belediye Başkanı kısa tutuyor konuşmasını. Boyunlarda asılı profesyonel fotoğraf makineleri, kafalara sarılmış bandanalar, türlü türlü görünüşte insanlar… Sonra diğerleri, usta fotoğrafçılar söz alıyor. Nehire dik uzanan iki geniş duba lokanta yapılmış. Akşam güneşi ufukta kaybolurken, Fırat’a yansıyan günün son kızıl ışıklarıyla dubaların lambaları suların üstünde müthiş bir ahenk oluşturuyor. Yemekte lahmacun ve ayran var. Birbirini yıllardır görmeyenlerin derin sohbeti, birazdan başlayacak gösteriler için kesiliyor. Toplam 6 gösterinin ardından kısa bir söyleşi yapılıyor. Yemek sonrası kurduğumuz çadırda uyuyacağız. Parkın üst kısmında misafirlere ait yirmi kadar çadır var. Kimi burada, kimi de Yeni Halfeti’de önceden ayarlanmış evlerin misafiri olacaklar. Aslında kısa da olsa yörenin yaşam biçimi hakkında bir şeyler öğrenmek için ben de bir evin misafiri olsam diye düşünüyorum. Fakat Fırat’ın kenarında açık havada uyumak düşüncesi ağır basıyor. Yığınla insanı evlerinde misafir etmek, Halfeti halkının konukseverliğini anlatmaya yetiyor. Alan tenhalaşırken bastıran uykuma yenik düşüyorum. Sabah güneş doğmadan kalkılacak ve Rumkale’ye 3 saatlik bir tekne gezisi yapılacak. Dingin olmak lazım.

Cumartesi. 2 Eylül. Sabahın 06.00’sı.
Ömer Bakan, çadırın dışında ince bir serginin üstünde uyuyor. Baba oğul çoktan uyanmışlar. Malzemelerimizi yanımıza alarak küçük teknelere doluşuyoruz. Etkinlik sonuna kadar sürecek “fotomaraton” burada başlıyor. Bizim kaptan Halil, uzak köyünden gelmiş. Yanına oturup sohbet ediyorum. Oğlunun Erciyes Hukuk Fakültesini kazandığını, bir gün önce de yurt çıktığını anlatıyor gururla. Açıkçası tüylerim diken diken oluyor. Kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi sohbete dalıyoruz. Onca imkânlara rağmen üniversite kazanamayan öğrencilerle, Halil’in hiç tanımadığım oğlu aklıma düşüyor. Tabakasını çıkarıp keyifle sarıyor sigarasını. Bizim tekne diğerlerinin içinde en yavaş ve yıpranmış olanı. Fırat’ın âdeta göle dönmüş geniş sularına sabahın kızıllığı düşüyor. Dağlar, sarp kayalıklar sararıyor. Gördüklerimin film sahnelerinden farkı yok. Fotoğrafçıların mesaisi başlıyor. Parmaklar deklanşörlere dokunuyor durmadan. 20 dakika kadar sonra, geldiğimizde fotoğrafını bir masa üstündeki broşürde gördüğüm Rumkale uzaktan görünüyor. Fırat’a cepheli kayalıklar duvar gibi düz, yüksek ve ihtişamlı. Şimdi Rumkale’nin önünden geçiyoruz. Dev gibi kocaman, devasa kayalıkların üstünde surlar ve hemen ardında 10 kadar yapı görünüyor. Kale, çok nadir özelliklere sahip bir yarımada üzerine kurulmuş. Altı kadar tekne, vaktiyle savaşa giden kadim orduların yahut korsan gemilerinin maketi gibi önümüzde ilerliyor. Yarımadayı solumuza alarak sahile yanaşıyoruz. Nehir boyunca yeteri kadar fotoğraf çektiğimi düşünüyor, nehrin karşı kıyısından da bir kare almak istiyorum. Makinem izin vermiyor. Korktuğum başıma geliyor. Şarjı bitiyor pillerin. Yürüyüşün bittiği tepede bereket ki, aralıklarla birkaç fotoğraf daha çekiyorum. Tecrübesizlik de değil aslında başıma gelen. Park alanında son anda bulduğum boş bir prizde bir saat kadar süren şarj yetmiyor. Buradan rotayı Değirmendere köyüne çeviriyor Halil Kaptan. Birkaç sakini kalmış olan bu köy de boşaltılmış. Cami minaresi üst şerefesine kadar su içinde kalmış. Manzara olağanüstü.

Üç saat süren nehir gezisi bitip de geri döndüğümüzde hazırlanmış kahvaltı tabaklarımızı alarak bir masaya kuruluyoruz.

Rumkale’nin, M.Ö. 885’te Asur kralı III. Salmanassar tarafından alınan Şitamrat şehri olduğu sanılıyor. XI. Yüzyılda Urfa (Edessa) Haçlı Kontluğu döneminde Rumkale’nin önemli bir merkez olduğu biliniyor. 1113 yılından 1292’ye kadar Rumkale Ermenileri tarafından Katoğikosluk makamı olarak kullanılmış. Bu makam, Rumkale’nin Memlük Sultanı Melik el-Eşref Halil tarafından alındığı 1292 yılına kadar burada kalmış. Kalavun zamanında Baysarı’nın komutasındaki Mısır ordusu Suriye güçleriyle birleşerek 19 Mayıs 1279’da Rumkale’yi kuşatıp ele geçirmiş. Burası; Asur, Med, Pers, Helenistik, Roma, Bizans, Memlük ve Osmanlı döneminde yerleşim görmüş. Bana pek doğru gelmedi ama, İsa’nın havarilerinden Yuhanna’nın Roma döneminde buradaki bir mağarada İncil’in nüshalarını çoğalttığına inanılmış. Rumkale tarih içinde Şimatrat, Kal’a Rhomata, Hromklay, Ranculat, Kal’at ür-Rum, Kal’at el-Müslimin, Kale-i Zerrin isimleri almış. Mercidabık Savaşı’ndan sonra 1516 yılında Osmanlı egemenliğine giren Rumkale, Halep eyaleti’ne bağlanmış. XVII. Yüzyıl ortalarında Rumkale’ye gelen Evliya Çelebi, kalenin 1516 yılında Yavuz Sultan Selim tarafından Mısır Hekimi Malik Gavri’den alınarak imar edilmeye çalışıldığını, kalede cami, han, hamam ve küçük bir çarşının bulunduğunu yazmış. Katip Çelebi ise, buranın Birecik’e bağlı, bahçe ve meyveleri bol bir kaza merkezi olduğundan söz etmiş.

Broşürden öğrendiklerimle, buranın kadim zamanlarını hayal ediyorum. Hayatlar, doğumlar, umutlar, savaşlar ve ölümlerle yoğrulmuş eski medeniyetlerin hiç ölmeyecekmiş gibi sürüp giden çabasını, yaşadığım şu an ile birleştirip, hayatın aslında sahneye konulmuş birkaç perdelik ibret görüntüleri olduğuna yeniden inanıyorum. Kale çarşısında incir, üzüm satan Asurlu bahçıvanlar, dükkanlardan ipek kumaşlar satın alan Persli kadınlar, kaleyi zaptetmek için hınçla duvarlara tırmanan Romalı askerler, burç önlerinde sevdiğini bekleyen Helen kızları, Yuhanna’ya şakirt olmak isteyen imanları gizli İsa taraftarları, evlerinin önünde oyun oynayan Memlüklü çocuklar, buradan devşirilen Enderun adayı bir delikanlı; hülasa hayalimden neşet eden kadim zamanların türlü sahneleri geçit yapıyor. İbret almak isteyenler buralarda olmalılar. Yeryüzü gezip görülmeli.

Akşama kadar serbest vakit var. Adana grubuyla Halfeti sokaklarına dalıyoruz. Küçük bir çakıyla kazınabilen, yumuşak ama iklime uygun kesme taşlarla örülmüş evleri bölen dar sokakların arasında diğer fotoğrafçılarla karşılaşıyoruz. Bir köşe başında Karaçelebi, ev sahibine sesleniyor. Galiba üzüm yıkayacak. Biri yaşlı iki kadın kapıya çıkıyor. Beş kişi harıl harıl çekime başlıyoruz. Yöre insanı yabancılık hissettirmiyor. Daha genç olanı eve girerek bir tabak dolusu üzüm ve soğuk su ile dönüyor. Buralarda insanların başkalarıyla sorunu yok.

Başka bir sokakta rastladığımız minik Halfetili sarı kız, yeni fotoğrafların konusu oluyor.
Değirmendere Köyü yolunun başladığı yerde, avlusuna kadar su altında kalmış camiye gidiyoruz. Birecik Barajının inşasından sonra büyükçe bir alan su altında bırakılmış. İnsanların bir kısmı buraları terk etmek istememiş. Ruhunu yeniden kazanmak için asırları beklemek zorunda olacak Yeni Halfeti işte bu sebeple kurulmuş. Bir kısmı devletin ödediği para ile Gaziantep’e gidip iş güç sahibi olmuşlar. Ne yazık ki, kıymet bilmez ellerin, duvarlarını saçma sapan isim ve tarihlerle kazıdığı boş cami ve onun avlusunda fotoğraflar çekiyoruz. Cami pencerelerinden içeriye, avlu duvarına bitişik Fırat sularının serinliği giriyor. Cami önünde, eskiden resmi kurum binası olarak kullanılan üç katlı yapının düz beton damında balıklar yüzüyor. Halfeti ve Rumkale’nin tarihi aynı. Halfeti, Fırat kıyısında 646 kilometrekare yüzölçüme ve 36 bin nüfusa sahip. Birecik Barajı’ndan büyük ölçüde etkilenen Şanlıurfa’nın bu güzel ilçesinin karşı kıyısı Gaziantep toprağı. Buraya bir köprü inşa edilmiş olsa, araçların Birecik köprüsünden geçmek için geri dönüp uzun yol tepmelerine gerek kalmayacak. Birecik’e kadar 25 km.lik mesafe var. Siyah gülü ünlüymüş buraların. Fakat hiç görmedik. Ziyaretçiler başta Rumkale olmak üzere, Aziz Nerses Kilisesi, Barşavama Manastırı, Değirmendere Köyü, Kral Kızı Manastırı, Saylakkaya Köyü ve sarnıçları, Bey Konağı, Kanneci Konağı, Hamamlı Ev ve Çekem’i görebilirler. Halfeti, günübirlik gezilecek bir yer değil.

Akşam yaklaşıyor. Yemeğin ardından dia gösterileri başlıyor. Ardından, bahçede kimilerinin sabaha kadar sürdürdüğü sohbetler. Ben uykuyu tercih ediyorum. Dönüş var yarın.
Pazar. Sabah 09.00. Bir gün önce ayarladığımız dolmuş parkta bizi bekliyor. Doğrudan Gaziantep’e gidecek olmamız rahatlatıyor bizi. Eşyalarımızı toplayıp Birecikli güleç yüzlü kaptanımızın dolmuşuna binmeden önce hatıra fotoğrafları çektiriyoruz.

Üç günün macera dolu tatlı yorgunluğu, tren Konya Garı’nda durduğunda sona eriyor. Anlıyorum ki Rumkale, Fırat ve Siyah Gül, Halfeti’nin adıdır.

Hadi bakalım hayat başlıyor

2007-09-06/18:20:00

Önümüzdeki Pazartesi günü, ilköğretimin birinci sınıfına kaydı yapılmış minik öğrenciler, hayatlarının ilklerinden birini yaşayacaklar. Kendi ayakları üzerinde durabilmenin de bir tür provası olacak okula ilk geliş. Anne-babalar, ellerini sıkıca tutan yavrularının sınıflara girişlerine, belki çaresiz bakışlarına, ağlayıp sızlanmalarına, belki de sanki yıllardır okulu tanıyormuş gibi alışık tavırlarına şahit olacaklar.

Okulda ilk günün heyecanı hakkında, çoğumuzun hafızasından çıkmayan sahneler vardır. Hangi hafta başı olduğunu unuttuğum 1976 yılının Eylül’ünde, siyah önlük giyip kapı önüne çıktığım vakit babam; “hadi bakalım hayat başlıyor” demişti de, asla unutmadığım bu sözün ne demek olduğunu hiç anlamamıştım. Okulun küçücük yaşta kendine, aileye ve çevreye karşı sorumluluklar yüklediğini anlatıyordu elbette.

Her okul yılı başında yeniden hatırladığım bu cümleyi geçen öğretim yılının ilk günü, annesi yanında olmadan anasınıfına girmek istemeyen küçük Betül’e aynı duygularla söylemişim. “Hadi bakalım hayat başlıyor.” Hayat başlıyordu ama, Betül annesi veya ablası yanında olmadan sınıfa girmek istemiyordu. Problemi bilinçle halletmek isteyen anne, asla kızmadı, bağırıp çağırmadı. Birkaç gün zorunlu, kapı aralığı ile göz teması eksik olmayan teneffüsler yaptı. Yanında oturdu. Olmadı. Anne, bu bekleyişlerin diğer öğrencilere iyi örnek olmadığı düşüncesiyle öğretmen ve okul idaresinin yardımını istedi. Sonraki gün okula uzman bir rehber öğretmenle geldi anne. Birkaç dakikada hazırlanan senaryo işe yaradı ve Betül için sorun bitmiş oldu.

Hayırlı sonuçlanan her işin başında, söz konusu ne olursa olsun, akıl ve sukûnet yatar. Eğitim-öğretim süreçlerinin içinde “olacağına varacak” eğilimlerin yeri olmaz. Anne, şu yaşanmış örnekte doğrusu pek de alışık olunmayan bir tavır sergileyerek, çocuğunun okula severek gelmesini bilinçle kotarmıştır. Günlerce sürecek anlamsız bir mücadelenin konusu olmamıştır.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın birinci sınıflar için geçen yıl başlattığı bir hafta önce okula başlama uygulaması oldukça işe yaradı. Rahat okul ortamına adaptasyon sağlayan bu bir haftalık sürede küçük misafirlerin okul, sınıf, öğretmen ve akranlara uyumundan, ilgili herkes memnun oldu. Eğitim öğretim yılının hayırlı olmasını diliyorum.

***

İçkiye Geçit Yok
Gazetemizin iki gün önceki manşeti bana göre, Konyasevmez malum medyacılara malzeme olacak yeniden. Konya İl Genel meclisi, Seydişehir ve Beyşehir Kaymakamlıkları tarafından içkili yer olarak tespit edilen mekanlara izin vermemiş. Sebep, bu tür yerlerin potansiyel cinayet, yaralama, adam kaçırma ve trafik kazalarına davetiye çıkarması olarak gösterilmiş. İlgililer durduk yerde almamışlar kararı. Halkın talebi ile muhalefetin de desteği bir araya gelmiş.
Artık Konyasevmez’lere gün doğmuştur. Adamlarını oraya buraya salıp, Konya’nın içki tüketiminde ülkenin en önde şehri olduğu yalanını, başka numaralarla birleştirip hatırlatacaklardır. Yahut öyle olmayacak da biz Konyaseverler, böyle haberleri öğrenince otomatik ve tanısı evveliyata dayalı psikomedyatik (hayırlı olsun, bunu ben uydurdum) bir önsezi mi inşa ediyoruz? İçki müptelalarına duyurulur. Hazır mübarek ay da yakınken, kurtulun şu illetten. Bunun hanyası Konyası yok.

Flamingo ve Tuz Diyarı Kulu


2007-08-31/21:28:00

Düden Gölü, yaban kazlarının ve flamingoların motor gürültüsüyle havalanışını, uzak diyarlara yolculuk etmenin henüz zamanı gelmemiş düzenli, ahenkli, küçük provasını yaşattı bana. Uzaktan gördüğüm, yaban hayatı denen şeyin yabanlığına adeta muhalif, insanın içini hafifleten renklerin dizi dizi geçişiydi. Binlerce kilometre uzaktaki ikinci yuvaya vakti gelince hep birlikte visalin, sonra aynı yere geri dönmek zamanını söyleyen kudrete kulak verişle avdet edişin sahnesidir kuşların göçü. Bozkırın orta yerinde, suya hasretle bakan tarlaların arasında Düden Gölü, yüzlerce kuş türünü bağrına basarak kadim, kadirşinas bir eda ile orada duruyor. Ellerim, vaktiyle hanımların çamaşır yıkadıkları sodalı suya ilk defa temas ediyor.

Rusya’dan gelip Afrika’ya göç eden bazı kuş türleri için konaklama yeri olmuş burası. Türkiye’de toplam sayısı 500’ü aşmayan toy kuşlarından 50 kadarı ile türkülerimize konu olan telli turnalar gölün öteki sakinleri olmuşlar. Cehalet ve hırsları gönül gözlerini kapamış kimi avcıların zararları eksik olmamış yörede. Kuşları avlamaya gelenler ne yazık ki kurt neslini bile yok etmişler.

Milli park ve sit alanı ilan edilmesine rağmen gölde yeterli çalışmalar henüz yapılmamış. Zihnim, Kulu’dan izini sürdüğümüz 3 kilometrelik tozlu topraklı yol ile, Temmuz ayında yapılan geleneksel “Kulu Altınbaşak Düden Gölü Kültür ve Sanat Festivali”ni bir araya getir(e)miyor. “Yazılacak çok şeyi olanları”, gülümsemesi eksik olmayan çehresiyle konuk eden Kulu Belediye Başkanı Dr. Ahmet Yıldız, bizi atıksu arıtma tesislerinin inşaat sahasına götürünce, yörenin sahipsiz olmadığını anlıyorum. Çalışmalar tamamlanınca 85 dekar alan üzerine kurulu Konya’nın ilk arıtma tesisi elde edilmiş olacak. Kuş neslinin korunması ve güvenli üremesi amacıyla göl çevresine dikilen 250 bin fidanın, sonraki kuşağı göçmen kuşlarla barıştıracağını hayal ediyor, Düden Gölü’nün Kulu ile birlikte anılması için gerekenin yapılmasını diliyorum.

İkinci durağımız Tuz Gölü, günün orta vaktinde billur yansımalar saçarak ufuk çizgilerine taşıyor gözlerimizi. Ayakkabılarımızı çıkarıyor, çıplak ayakla yürüyerek gölün âdetini yerine getiriyoruz. Göz alabildiğince tuz. Küresel ısınma işte tam burada. Göl kıyısındaki yoldan gelip geçenlerden vakti olanların kısa ziyaretlerini gözlemliyoruz.

Gülhüyük Beldesi ve Geçit Köyü istikametinde dar yollardan ilerliyor, tepelerin ardında geniş bir vadiye boylu boyunca uzanan Hirfanlı Barajına ulaşıyoruz. Severim ben böyle manzaraları. Yaz mevsiminin kavurucu sıcağında, biçilmiş sapsarı ekin tarlalarına nazire yaparcasına canlıdır, alımlıdır bizim göllerimiz. Burada meraklılarıyla kısa bir göl turu atıyor ve en uzun konaklamamızı yaparak yeniden Tuz Gölü’ne, güneşin batışını izlemeye dönüyoruz.

Akşam güneşinin en heybetli, en görkemli ışıkları, ufukta biriken bulutların arasından içime akıyor. Bulutlar safran oluyor önce, ardından kopkoyu bir kızıllığa bırakıyor kendini. Fotoğrafla bir “an” yakalamaya çalışıyorum. Güneş ufukta kaybolup gittiğinde, gün boyunca çektiğim fotoğraflardan en iyilerinin Tuz Gölü’ndekiler olduğuna kanaat getiriyorum. Keyifle başlayan yolculuğumuz, gecenin geç saatlerinde nihayet buluyor.

Muhtelif zamanlarda yaptığım zorunlu Ankara yolculuklarının yalnızca güzergâhı değilmiş Kulu. Kulu, emsalleri gibi Anadolu’ya kendini sermiş, öylece hareketsiz duran, içinden geçip gidilen, gurbetçileri kendilerini İsveç’te ikamete icbar etmiş bir yer de değilmiş. Vaktiyle adı olmuş Esbkeşan kelimesini, tarihi serüvenini içinde öğrendim. Düden ve Tuz Göllerinin ayrıcalığını gördüm.

Kulu’da, kalıcı belediyecilik çalışmalarına imza atan ve yerel kültüre hizmetin farkına varmış heyecanı bitmeyesi Başkan Dr. Ahmet Yıldız’a konukseverliği ve bilgilendirmeleri için teşekkür ediyorum. Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi üyelerini ağırlama nezaketini göstermek, sosyo-kültürün tanıtılması adına, yerel yönetimlerin öngörüsünü ifade eder. Ayrıca geziye vesile olan Fatma Ünver Hanımefendi’ye, TYB Konya yöneticilerine ve renkli simalardan oluşan gezi grubuna hürmetler ediyorum.

Konyaspor’a İki Destek

2007-08-31/10:48:00

Sporun farklı alanlarında istenilen başarıyı elde etmek konusunda birçok yöntemden, yoldan, programdan söz edilebilir. Ben, bir şehrin sporda başarılar elde etmesinin üç anahtarı olduğuna inananlardanım. “İnanmak”, “ekiple birlik olmak” ve “uygulamak” ile özetleyebileceğim süreçlerden geçen her gayretin, beklentileri karşıladığına hayatım boyunca tanık oldum. Esasen bu, hedefi olanların hayatın diğer alanlarında başarılı olmasının da temel öngörülerini oluşturuyor.

42Sporayna Dergisini büyük bir özveri ile hazırlayan Mirror Ajans ekibinin duygularını Haziran sayısındaki yazısına aktaran, derginin yükünü taşıyan naif delikanlı Ahmet Ergün’ün söylemek istedikleriyle, benim olmasını arzu ettiğim şu üç meseleyi bir araya getirince yapılacak çok iş olduğu sonucuna ulaşmak daha kolay oluyor. Konya’yı ve sporu sevdiği iddiasında olanlardan çoğunun, Konya’nın tek spor dergisine destek vermediklerinden yakınan Ergün’ün söylemek istediği çok basit aslında: “Yeniyiz, özveriliyiz, emeğimize saygı istiyoruz”. Marifetin iltifata tâbi olduğunu bilenlere ihtiyaç, hiçbir zeminde bitmez. Hep mühim gördüğüm bu iltifat konusunun, elle tutulur desteklerle dergiyi daha iyi yerlere getireceğine inanıyorum.

Bu kadim şehirde nihayet, sporun amacını bize has değerlerle yoğurmuş, bu amaçla yola çıkmış ve doğrusu hiç de alışık olmadığımız projelerini taraftarın ayağına getirmeye azmetmiş bir sivil toplum kuruluşu neşvünema buldu. Konyaspor’un başarısına destek için kolları sıvayan Konyasporlular Derneği, Türkiye’de birçok taraftar derneğinin aklına bile gelmeyen, yokluğunu hep gördüğümüz ve benim “Tribün ahlakı” olarak adlandırdığım kavramın yeni icraatçısı olarak karşımıza çıktı. Kuruluşundan sonra kimilerinin belki de taraftarı bölmek kabilinden algıladığı derneğin, “genç insanları tribünde eğitmek” planı olduğunu bilmeyenler bulunabilir. Son günlerde derneğe değişik vesilelerle gidişimizde öğrendiğim şu alkışlanası tavrın, ulusal medyada niyeti düzgün olanlarca âşikâr edileceğini umuyorum. Burada herhangi bir dernekten söz etmiyorum. Adam gibi taraftar yetiştirmeyi göze almış, ahlaki değerlerin tribünlerde erozyon geçirdiği Türkiye liglerinde yeni bir taraftar neslinin hoşgörü içinde yetişmesine katkıda bulunmayı vadeden bir dernekten söz ediyorum. Bu büyük bir Konya hoşgörüsü ve hemşehri tavrıdır. Kayserispor maçında rüştünü ispat eden bu genç taraftar kitlesinin görülmeye değer, küfürsüz, argosuz coşkusunun daim olması en büyük arzumuzdur. Ekrem Coşkun ve ekibi olması gerekenin yolunu açmıştır. Tribünde hiyerarşik bir düzen kurarak futbolun bir seyir, bir eğlence oyunu olduğunu genç insanların kafasına yerleştirme hedefi güden bu öngörünün, sonraki nesilde gerçekleşecek olumlu etkisini düşünmeye hazır olun. Eğitimin sadece okulun, ailenin yahut çevrenin işi olmadığını görebilen dernek yönetimi, Konya stadyumuna misafir olacak takım ve seyircilere bulaşacak bu yeni tavırla, aradan seneler geçmesine rağmen hafızalardan silinmeyen Tarsusidmanyurdu maçının gölgelediği Konyalı imajının silinmesine de imkân sağlayacaktır. Bütün bunlar elbette ki, hedefin sürekliliği ve takibi halinde gerçekleşecek işlerdir. Yazdıklarımla, derneği aşırıya kaçacak şekilde yücelttiğim düşünülebilir. Hayır, derneğin “tribün ahlakına” hizmet edecek böyle bir niyeti olduğunu başkanından dinlememiş olsaydım, bunları yazmaya değer bir şey de olmayacaktı. Kaldı ki, Konya’da bildiğim kadarıyla 2000’den fazla dernek vardır ve pratik sonuçları itibarıyla “insan dayanışmasına” çabalayanı tabir uygunsa devede kulak misalidir.

Bu sezon Konyaspor, 42Sporayna Dergisi ve taraftar derneğiyle “dışarıdan” iki yeni destek almış olacak. Konyaspor yönetimi tarafından, ne dergiyi çıkaran arkadaşlarıma bunu tavsiye eden olmuştur, ne de bir taraftar derneği kurulması gerektiği ilhamını veren. Yazımın başında dile getirdiğim inanmak, ekiple birlik olmak ve bunu gerçekleştirmek niyetini, birer taraftar olan bu iki oluşum gerçekleştirmiştir. Darısı Konyaspor’un başınadır. Son yıllarda bir türlü elde edilmeyen Avrupa Kupalarına aday güçlü bir Konyaspor’u başarılı kılacak olan işte o üç şeydir.


Öğretme’nin Yolculuğu

2007-08-23/19:04:00

Hem Konyalı hem de eğitimci olarak, özellikle şu iki sıfata uygun yazarlarımızdan eser üreten, eğitim serüvenine katkıda bulunan tanıdıklarıma burada yer veriyor, bundan mutlu oluyorum. Daha önce, “Öğrenmeyi Öğret Bana” kitabı şimdi 7. baskısına ulaşan yazar Ersal Özkan ve onun yeni bir bakış açısı kurgulayan bu çalışmasını söz konusu etmiştim. İkinci kitabı “Öğretme’nin Yolculuğu” geçtiğimiz günlerde çıktı. Yazarın, yeni çalışmalarının yolda olduğunu biliyorum.

Kitabın sunuş yazısı, eser sahibinin yazdığı, yazacağı ve yazmak istediklerini bir arada topluyor neredeyse. Eğitim öğretime yaklaşım tarzını, insana değer vermeyi elden bırakmayan öngörüsünü, kalıplaşıp hantallaşmış uygulamalara yaklaşımını gözler önüne seriyor. Söz gelimi bir yerde, “bu eser, hayatın anlam ve gayesini bilen, hangi insanı nasıl ve niçin yetiştirdiğini bilen öğretmenlerindir” diyerek, onlara atfedilmiş gibi duran kitap, bir başka yerde, “kişisel gelişim, şiddet, pasta tariflerinin sıkça verildiği günümüzde, penceremden gördüğüm insan tariflerini yazmaya çalıştım” ifadesiyle kitabın bütününde anlatmak isteneni ortaya koyuyor.

Yazar; yaşayan, iz bırakan öğretmen ve öğreten diğer modelleri, kitabına lirik bir üslupla taşımış. Bu kitaba, öğretmen hikayeleri de denebilirdi belki. Anlaşılan o ki, öğretme pozisyonunda olanların, karşısındaki kitlelere uyguladıkları “iz bırakıcı”, “işe yarar” ve çok zaman geçse de yeni öğrenme medodlarını önceden fark etmiş çabaları sebebiyle, “Öğretme’nin Yolculuğu” adını almış. Kitabın sözünü ettiği kişilerin tamamı öğretmen değil. Hayatın içinden, diğer mesleklerden, yeni bir fedakarlığı yeni bir yük bilmeyen, fark yaratmış modeller de var. Hayat öyküleri, şiirler ve deneme tarzında yazıları bir araya getiren kitabın metodik olarak “hangi tür”e girdiği konusunda ben, her ne kadar “didaktik” kelimesi şiire ait bilinse de öyle demeyi tercih ettim. Esasen bunu yazarına sormak lazım.

Muhtevası, dili ve mesajı itibarıyla yerini bulduğunu düşündüğüm eserin okuyucu tarafından beğenileceğini düşünüyorum. Akademik lisan, genel okuyucuya umumiyetle hitap etmez. Sıkıcıdır, sistematiği, kuralları, önerileri vardır ve iddialı olmak gibi özellikler taşır. Bu sebeple herkesin kitap hakkında aynı sonuca ulaşması, benzer sonuçlara gitmesi mümkün olmaz. Meraklısı ve ilgilisi dışında herkes aynı seviyede onun muhatabı bulunmaz. Hayat öyküleri okumak, onlarca sayfada anlatılan bir öğretme metodu önerisinin yerini tutamaz. Yunus Emre’nin, “İlim kendini bilmektir” sözünü, türlü yerlerden deliller de getirerek ciltlerle anlatırsınız. Fakat o, hakikatin söz ustası olarak üç kelimeyi yan yana dizerek görevini tamamlar. Kitabın, hayattan örneklerle sıkıcı olmayan bir söyleyiş tarzı olduğuna işaret ediyorum.

Aslında çevremizde ümmi bile olsalar “doğru öğretme”yi aklen yahut vehbî yollarla bilen, yahut tecrübenin hataların bütünü olduğunu kendine has yöntemlerle idrak etmiş insanlar mevcut. Onları “anlamak” lazım. Öğretme işi sadece eğitimcilere ait bir olgu da değil. Okul çağına kadar ailede yaşanan yığınla süreçler mevzubahistir. Bence “öğretme”yi sorun edinmiş kalem erbabının okul dışında öğretme süreçlerini dert edinmesi de lazım.
Yazarın dile getirdiği;
Sıradan öğretmen anlatır;
İyi öğretmen gösterir;
Başarılı öğretmen, uygular ve yaptırır;
Büyük öğretmen ise esin kaynağı olur…
sözlerinde geçen öğretmen kelimesini, “ebeveyn” şeklinde değiştirdiğimizde, çocuklarının doğru insan olması hakkında problemi olan insanlara ciddi bir sorumluluk getirmiş oluruz. Öyle de olmalı.

Bu yazı samimiyetle kaleme alınmış bir kitabın tanıtımı olduğundan, sadece görsel eleştirisini yapacağım. Konular arasına yerleştirilmiş şiirlerin dikkat dağıttığını söyleyebilir, yahut ne işi olduğunu sorabilir, daha iyi bir baskı yapılamaz mıydı diyebilir, fotoğrafların neden yıllar öncesinden çıkıp gelmiş gibi soluk durduğunu merak edebilir, üç takriz yazısına neden gerek duyulduğunu öğrenmek isteyebilirim. Yazara çalışmalarında başarılar dilerim.

Irak’ta Yeni Bir katliam Bilançosu ve Yezidilik

2007-08-16/18:27:00

Irak’taki kıyım devam ederken bu defa da 15 Ağustos Çarşamba günü, Yezidilerin yerleşim bölgelerini hedef alan eş zamanlı düzenlenen dört intihar saldırısında ölenlerin sayısı bazı yerel yetkililere göre 500 kişi olarak açıklandı.

Köyde yerle bir olan kerpiç evlerin enkazları altından çıkarılan cesetlerle ölü sayısı, en son 250’ye çıkmış. Yerel ve askeri yetkililer, Yezidileri hedef alan intihar saldırılarının dört bomba yüklü kamyonla eş zamanlı olarak Kathaniye ve Adnaniye köylerinde düzenlendiğini belirtmişler.

Irak’ı kana bulayanlar, mezhep meşrep din ayrımı gözetmeden zulümlerine devam ederken, bundan masum Müslümanlar gibi diğerleri de zarar görüyorlar. Tıpkı şu yezidi bölgelerine evvelki gün yapılan saldırı gibi. Irak’ta her gün benzer zulümlere karışanlar birbirini suçlamaya devam ediyorlar.

Mesnevi’de şöyle bir meseli zikrediyor Mevlana:
“Dört Hintli bir mescidde namaza durmuşlar, rükû ve sucûda koyulmuşlardı. Her biri niyet edip tekbir alarak huzur ve huşu ile namaz kılmaktaydı.
Bu sırada müezzin içeri girdi. Hintlilerin birisinin ağzından gayri ihtiyari bir söz çıktı: “müezzin, ezanı okudun mu yoksa vakit var mı?”
Öbür Hintli, namaz içinde olduğu halde “sus yahu, konuştun, namazın bozuldu” dedi.
Üçüncü Hintli ikincisine dedi ki: “onu ne kınıyorsun baba, kendi derdine bak, kendini kına!” Dördüncü, “hamdolsun ben, üçünüz gibi kuyuya düşmedim” dedi.
Hülasa, dördünün de namazı bozuldu.
Katliama karışanların durumu işte tam böyle.

Bu yazıyı yazma gerekçem, Yezidilere sempatim olduğundan filan değil. Bölgede çoluk-çocuk, kadın-ihtiyar masum bir kitle var. Bir de özellikle katliam için seçilmiş bir yerleşim bölgesi. Allah zalimlere fırsat vermesin.

Yezidilik nedir?
Ortadoğu kökenli bir dindir. Yezidiler çoğunlukla Kürt olup, ağırlıklı olarak Irak’ın Musul kentinde yaşamaktadırlar. Suriye, Türkiye, İran, Gürcistan ve Ermenistan’da da cemaatleri bulunan Yezidilerin bugünkü toplam sayısının 500,000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca başta Almanya ve İsveç olmak üzere Avrupa ülkelerinde de birçok göçmen Yezidi yaşamaktadır.

1970’li yıllara kadar özellikle Urfa-Viranşehir'de yoğun olarak yaşayan ve sayıları 80 000’i bulan Türkiye Yezidileri, 1980’lerle beraber yurtdışına göç etmeye başlamışlardır. 1985 yılında 23 000'e inen sayıları, 2007 yılında 377’ye kadar (Urfa’da 243, Batman’da 72, Mardin’de 51, Diyarbakır’da 11 kişi) gerilemiştir. Türkiye Yezidilerinin büyük bir kısmı bugün Almanya'da yaşamaktadır, Avrupa Parlamentosu üyesi Feleknas Uca bunlardan biridir.
İnançları
Yezidiler kendilerine “Azday Halkı” adını verirler. İnançları arasında.
• Dünya sonsuzdur, dünyayı yaratan tanrı onu asla yıkmaz.
• Doğanın korunması ve doğaya saygıyı benimserler.
• Günde üç defa güneşe dönerek ibadet edilir.
• Çarşamba gününü dinlenme günü olarak kabul ederler çünkü, Melek Tavus'un yaratıldığı gün, İlk iki insanın yaratıldığı gün ve Şahid bin Car’ın meydana geldiği gündür çarşamba.
• Sonradan Yezidi olmaya izin verilmez.
• Şeytan’ın adını telaffuz etmek haramdır
• Şeytan’ın adını anımsatan kelimeleri anmak (Kitan, Şar, Şat, mel'un, na’l, lucifer) haramdır.
Yezidiler’in iki kutsal kitabı
1. Meshaf Reş ya da Türkçe Siyah Kitap: olarak bilinen bu kitap 15. yy da yazılmıştır ve Yezidiler'in mitolojisini anlatır. Ayrıca kitabın sonunda Yezidiler'in yapmalarının yasak olduğu şeyler bildirilir.
2. Kitab el Celve ya da Tanrısal İzahatlar: Daha geniş bir zaman diliminde yazılmış, Yezidiler'i bilgilendiren bir kitaptır. Bu kitabın içide bu kitabın sadece Yezidiler tarafından okunması gerektiği ve yabancıların eline geçmemesi gerektiği bildirilmiştir.

Haklarında “Şeytana taptıkları” bilgisi yaygın olan Yezidilikle ilgili kısa bir bilgilendirme yapalım istedik. Tek tanrılı bir inanç olan Yezidilerin görüldüğü gibi şeytanla ibadet anlamında bir işleri yok. Bölge coğrafyasına ait çok sayıda ve birbirinden farklı ibadet uygulamaları içeren bu sır inancında, Hıristiyanlıktan vaftiz, İslam’dan namaz, hind dinlerinden ruhanilik birbirine girmiş durumda.


Sevmiyor/um, Seviyor/um

2007-08-09/18:33:00

Normalde şu yazı için de metodik bir sıralama yapmam gerektiğini düşünüyorum. Mevzuların sıralanmasında bir bağ bulunmalı. Ne demek istenildiği hakkında karşıdakini konudan uzaklaştırmayan konuşmalar ve yazmalardan yanayım aslında.
Bunu yapmayacağım bu defa.

Hayatın orasından burasından, gündemlerin şurasından burasından “sevmiyor seviyor” oyunu oynayacağım bugün. Seviyor ile başlaması yahut güncel olması da hiç mühim değil.

Futbol Kulüp başkanlarının medya aracılığıyla birbirlerine hakaretini sevmiyorum. Bir amatör futbol kulübünü üst kümeye çıkarmış bütçesiz, heyecanı süresiz kadroları seviyorum.

Filancalara “askerden sert yanıt” tarzında, içeriğini öğrendiğinizde hiç de öyle olmayan haberleri sevmiyorum. Küçük bir öğrencinin başarılı çalışmasını öven mahalli gazete haberini seviyorum.

Hayatı boyunca insan ilişkilerinde sınıfta kalmış insanların gözlerinden okunanı sevmiyorum. Pazarda ürününü satmaya çalışan dede ve nineleri seviyorum.

Milleti adam yerine koymayan siyasetçileri sevmiyorum. Telebelerine ihtimamda daim olan muallimleri seviyorum.

Dünyanın kendilerine de kalmayacağını bir türlü idrak edemeyen “yetki sahipleri”ni sevmiyorum. Ölüme hazır “sıradanları” seviyorum.

İnsanları görünüşlerine bakarak kategorize eden zihniyetleri sevmiyorum. Böylelerini kategorize ve âşikâr etmeyi seviyorum.

Yalandan başka işi olmayan adamlar ve onların yazdıklarını sevmiyorum. Birinci sınıfa giden Ayşe’nin “bitişik-eğik” yazısını seviyorum.

Yerküreyi gezip de, gördüklerinden ibret almayanları sevmiyorum. Köyünden başka bir yer bilmeyen teyzelerin, koyun sütünü yaratan Mevla’yı fark edişlerini seviyorum.

Fildişi kulelerinden arza bakanları sevmiyorum. Toprakta karınca cehdini ibretle seyreyleyen insanları seviyorum.

Yanlış anlama, anlaşılma ve yorumlama korkularını sevmiyorum. Mızrabın farklı telleri ahenkle çalan vuruşunu seviyorum.

Bâki kalışlar yaşayacağına inanmış zulümleri sevmiyorum. Ölümü yaratanının en büyük adaletinin ölüm olduğunu seslendirenleri seviyorum.

Kelimelerin mânâlara esir oluşunu sevmiyorum. Mânâyı gözden gören bakışı seviyorum.

***
Bu mesele bitmez diyerek hülâsâ,
kendi ayıbımı ve onun âşikâr olmasını sevmiyor, noksanımın içimde bir gün nihayetlenme ihtimalini seviyorum.


Âyinesi İştir Vekilin

2007-08-02/18:15:00

Siyaset üzerine yazılar yazmıyorum. Yerim dar çünkü! Bir vatandaş olarak, hele ki seçim sonrasında birkaç mesele üzerine yazmayı kendime bir hak kılarak, seçmenin ortaya koyduğu iradeyi de yanıma almak suretiyle yazayım istiyorum. Esasen yazacaklarım yüzlercesini okuduğumuz “kim niçin kazandı yahut kaybetti”den ziyade, Konya neleri kazanmalıdır sorusuyla ilgili olacak.

Seçimler hayırlısıyla sona erdi. Milleti adam yerine koymayı öğrenemeyen bir takım zevatın hayalleri hüsrana dönüştü. Millet iradesinin nelere kadir olabileceği hakkında düşünme gereği duymayan, süreçlerden ibret almayan oluşumlara ders olmasını dileriz.

Konya’ya “iki” adet bakanlık verilmesi hususunu öngörenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çok. Lakin vekillerimizden kimler bu iş için uygun sorusunun cevabını verebilen az. Şu kadar nüfuslu Konya’dan iktidar partisine giden vekil sayısı ile bu cevabı az mesele, cidden düşündürücü. Her şeye rağmen karar mercilerinin bir şekilde Konya’yı görmeleri lazım. Marifet iltifata tâbidir. Halk sandığa gittiği zaman “çıkış yolu” gördüğü değişikliği anında icra ediyor çünkü. Hükümetin icra süresi bittiğinde “bakansız Konya”nın nerelere bakabileceğini görmek için ince düşünmeye gerek yok.

Bilvesile, öncelikli “iki bakan” talebimize ilaveten Konya için yapılması gereken diğer işleri sıralayalım:
Suyun ne kadar hayatiyet arzettiğini millet son birkaç gündür iyice içselleştirdi. Göreceksiniz yakında herkes herhangi bir uyarıya gerek kalmadan bunu çoktan öğrenmiş, çoluk çocuğuna öğretmiş olacak. Kontrolü doğal bir su tasarrufundan söz ediyorum. KOP ve Mavi Tünel bir an evvel bitirilmelidir. Daha önce bir “Su Bakanlığı kurulması gereğini seslendirenleri haklı bulduğumu yazmıştım. Artık su, gerek tarım alanlarının ölçülü sulanması gerekse içme suyu tüketimi bakımından her şeyden önemli hale gelmiştir.
Hızlı tren işi sonuçlandırılmalı, Ankara ve İstanbul’a saatler süren yolculuklar bir yad-ı mazi olarak kalmalıdır.

Konya’yı civar il ve ilçelere bağlayan bütün yollar duble olmalıdır. Bu yönüyle Konya birçok kente bakınca hala yol fakiridir.

Seksen binden fazla öğrencisi olduğunu ve ilgililerince bunun bir övünç vesilesi kılındığını bildiğimiz Üniversite kent için yeterli değildir. Muhtelif dönemlerde yeni kurulacağı dillendirilen yeni üniversite veya üniversitelerin tesisi elzemdir. Karar mercilerinin hiç değilse bir teknik üniversite kurulmasına imkân vermesi şarttır.

Geçmişte yaşadığımız acı tecrübelerimizden biliyoruz. Hastalarımızın Ankara’ya taşınması sona ersin istiyoruz. Konya bir sağlık merkezleri kenti yapılmalıdır. Bir torba kanı ışınlayacak ünitenin Tıp Fakültesine yakın bir tarihte gelmiş olması sevinilecek bir husus değildir.
Konya sanayi ve ticaretini uluslararası düzeyde geliştirecek projeler üretilmeli, kentte işsiz insan bırakılmamalıdır.

Birkaç başlık altında zikrettiğim şu elzem konuları, seçim döneminde vekillerin verilmiş sözleri olarak hafızalarımıza kaydettik. “Âyinesi iştir vekilin” diyerek bekliyoruz.


Yeni Şeyler Söylemek Lazım

2007-07-26/18:38:00

Papa’nın Türkiye ziyareti ve bundan kısa bir süre sonra da Almanya Başbakanı Angela Merkel’in; “Papa’nın, A.B. anayasasında Hıristiyanlığın “resmi din olarak yer alması” talebine sempatik yaklaşımlarına dair yazdığım bir-iki yazı ile, “Avrupa kendi tarihini neden bu kadar hızlı hatırlama gereği duyuyor” sorusunun yerli yerinde cevapları örtüşünce konuya iyice dikkat kesildim. Batıdaki dünyanın, yeni şeyler üretip bunları şiddetle ve bir an evvel uygulamaya koymak yönündeki adımları giderek hızlandı. Komşu coğrafyada yaşanan sancılar, büyük düşünen adamların kendi lehlerine ürettiği ancak zulümden başka bir şey getirmeyen bu projeden, Büyük Ortadoğu Projesi-BOP’dan kaynaklanıyor.

Başka büyük projelerin hayalleri içinde olanlar da çok. “Büyük Ermenistan”, “Büyük İsrail” ve dünyanın henüz işitmediği başka büyük projeler ve hayallerin de sırada olma ihtimali mümkün. Yakın coğrafyada hayalleri kesişenlerin (gözümün önüne ortaokul yıllarında Matematik hocasının tahtaya çizdiği kesişim kümeleri geliverdi) işi kolay değil hani.

Bizim “büyük düşünmek” derdimiz, asırlar öncesinde, şimdi açanın okuyamadığı kitap sahifeleri arasında kaldı. Böyle olunca, büyük düşünmek olgusunu, tarihi yeniden şekillendirmek arzusundan alacak, bunu ortaya çıkaracak zihin faaliyetini, çalışkan Tarihçi Mustafa Armağan ile TYB Konya bahçesinde yapıyor olmak kimi nasıl etkiledi bilemiyorum.

A.B.D.’nin Büyük Ortadoğu Projesine karşılık, Türkiye’ye ait bir “Büyük Osmanlı Projesi” öngörüsü ile ortaya çıkmak, bu öngörüyü de ecdada bir borç bilmek, A.B. sürecine angaje olmuş Türkiye’de hangi ittirici gücün etkisiyle olacak diye sormaktan kendimi alamadım. Üstelik Türkiye’nin bir de “Medeniyetler İttifakı” denen sürecin iki aktöründen biri olmak gibi bir özelliği var.

Armağan’ın, aklımızı başımıza toplayıp dünyanın siyasi gidişine yeniden yön vermeyi hedefleyen, insanlığa örnek olacak bir projenin çalışılmaması halinde büyük bir vebale ortak olacağımızı ifade etmesi, düşünen ve derdi olan kafaları sanıyorum “nasıl?” sorusuyla baş başa bırakmıştır.

Söğüt’teki bir avuç insanın, yeni bir medeniyet doğurmak için, içlerine ateş düşmüş bir halet-i rûhiye ile gayrete gelişi ile Anadolu’nun Mustafa Kemal Paşa önderliğinde yeniden dirilişi arasında bağ kuran Armağan, Büyük Osmanlı Projesini; İslam coğrafyasını ihata eden ve sahibi Türkiye olan bir “bahçeye çevirmek” şeklinde tanımladı. Tarihe damgasını vuran bu iki büyük eserden ilkinin yapıcı, diğerinin bahçeye çevirici olmasa da, diriltici özellikleri temayüz etti malum. Biri, başlangıcı itibarıyla Anadolu’da birliği sağladı, diğeri de çağdaş Müslüman halkların özgürlük mücadelelerinin nüvesi oldu.

Böyle bir projeyi fantezi olmaktan çıkarıp hayata geçirilmesini temin edecek çok ciddi bir tarih bilincine sahip olmak ve inanmak gerekiyor öncelikle. Tarihi yeniden yorumlayan, Osmanlı gündeme gelince iyice küçültülmüş tarih algısının kompleksi altında ezilmeyen bilginin kitaplara girmesi, kendi içinde lokalize tartışmaları bir daha gündeme getirmemeye niyetli toplumsal bir bilinç, Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre’sinde anlattığı ile Çanakkale’de temayüz eden ruhun neredeyse aynı yerden beslendiğini çoktan fark etmiş büyük düşünmenin cesaretle birleşmesi gerekiyor.

Şu Ermenistan’ın büyük hayaline karşı, bizim büyük bir hayalimizin olmaması düşünülür şey değil.

Konuşmasının bir yerinde; “dünyada büyük işleri yapanlar tek başına olanlardır, işte bu yüzden kahramanlar az olur. Tarihle övünürken tarihimizin de bizimle övüneceği işler yapmalıyız” dedi. Bilgi nakletmekten yeni şeyler söylemeye azmi ve cesareti olmayanların çokluğu arasında Mustafa Armağan, gözümün önünde “kahraman” gibi duruyor…

Halk Neyse Devlet de Odur

2007-07-19/20:26:00

Kendimizi geliştirme ve yetiştirme konusunda aile, çevre ve eğitim ortamlarından getirdiğimiz eksilerimizin fazlalığı sebebiyle çok az şeyi bilinç içinde gerçekleştiriyoruz. Söz gelimi, harekete geçmeden önce kimin neleri deneyip de nasıl sonuçlar aldığını beklemek gibi “aşırı faydacı”, belki de bize hiç uymayacak, işe yaramayacak modelleme işlerimiz mevcut.

Kendimizi yenilememizin temel şartı olan “düşünmek” fiiline uzak yaşayış tarzımız, başkalarının ne düşündüğü konusunda bizi tuzağa düşürmeye yetiyor.

Zihnimizi yenilemek için yapmaktan kaçındığımız “okumak” eylemi, başkalarının bize öğrettiği şeyin kâfi geldiği düşüncesine zemin hazırlıyor.

Sınırlarımızı kabullenmeyi başarmanın en müstesna yolu olan “ibadet” konusu, önyargılarla bezenmiş ve önceden öğrenilmiş yanlışlıklar sebebiyle, aidiyeti başkalarına aitmiş gibi bizi metafizikten uzaklaştırıyor.

“Hayatı planlamak” gibi önemli bir meseleyi, sadece çok zor şartları aşabilmenin bir yolu, bir metodu olarak kabulleniyoruz. Bunu mühim adamların ve işlerin çıkar yolu sanıyoruz.

“Hayal kurmanın” aslında insanî gelişmenin en geçerli şartı olduğunu, bütün büyük başarıların altında bunun yattığını ve doğrusu yeryüzünü bu “lüzumsuz işin”! imar ettiği gerçeğini göz ardı ediyoruz.

Ulaşmak arzusunda olduğumuz, başlangıçta tutku derecesinde önemsediğimiz sonra da alışkanlıklarımızdan mülhem kronkleşmiş “erteleme” hastalığımızın önüne geçemiyoruz. Hayatta pek çok kişinin başarısızlığının birkaç sebebinden birinin bu olduğunu idrak edemiyoruz.

Muvaffakiyete bir başka engelin, “peşini bırakmak ve bunu kabullenmek” ile ilgisi olduğunu bilmiyoruz. İşin kötüsü, buna kılıf bulmak konusundaki çabalarımızı öncekine tebdil ettiğimizde gerekeni yapıp tamamlamış olacağımızın farkında olmuyoruz.

“Öğrenilmiş çaresizliklerle” dolu bir hayatı sırtımızda yük gibi taşıyor, bunu içselleştirmiş olduğumuzdan sorgulama gereği duymuyoruz.

“Sorunlar karşısında teslimiyeti” acil çözüm yolu biliyor, bununla psikolojik bir rahatlamaya atlayarak, çözümün parçası olmayı öğrenemiyoruz.

Büyük olmasa da, hedefe giderken “risk almaksızın” hayattan fayda ummak gibi bir hayali peşimize takıyor, “başkalarının yaptığı gibi” yapmaya devam ediyoruz.

“Kendimize güvenmiyoruz”. Sonuçlar sebebiyle kınanmak endişeleri, harekete geçmemize ayak bağı oluyor.

Hayatı en iyi şekilde kotarmaya engel olan adına ardı ardına sıraladığım şu olumsuz tutum ve davranışlarımızın sona ermesi hususundaki çabalarımız bile, sözünü ettiğim küçük kararlarımızın nihai sonuçlarını olması gerekene çevirmeye yetecektir. Yazdıklarımla, “biz başarısız bir toplumuz”a değil, “daha başarılı bir ülke nasıl oluruz”a vurgu yapıyorum. Yazıma başlık yaptığım Socrates’in sözü, şu anlatmaya çalıştıklarımı murad ediyor sanırım.

Küçük kararlarımızın -çoğu zaman- hayatta belirleyici rol oynadığının farkında olmadan yaşayıp gidiyoruz. Bunlardan bazılarının sadece kendimizi değil, bütün toplumu nasıl etkilediğinin de farkında olmuyoruz açıkçası. Oysa, nihai kararlarımızdan doğacak neticelerin bir bütün olarak toplumsala sirayeti azımsanmayacak kadar mühim.

Bilvesile, başlayan üç ayların huzura yol açmasını ve Pazar günü yapılacak genel seçimlerde, kendilerini akıl ve mantığa teslim etmiş oy sahiplerinin kararlarının, aynı karakteri taşıyan vekillere isabet etmesini diliyorum. Mevlâ görelim neyler!


Şu Mesture Oteller

2007-07-15/18:35:00

Günümüzde parası ve zamanı olup da gidebilenler için tatil anlayışlarında hızlı bir değişim yaşanıyor. Eskiden tatil denince “deniz, kum ve güneş” üçlüsü akla gelirken, zaman içinde gördüğü ilgi büyüyerek devam eden bir “alternatif tatil” kavramı yerine oturdu. Bununla, şehir hayatından dağa-yaylaya kaçış, treking, kamp turları, dağcılık, safariler, eko turizm vb. kastediliyor. Tur şirketleri ve müşterileri; küresel ısınma, sahil kalabalıkları, tekdüzelikten sıkılma, keşif merakı yahut bir genellemeden olarak, tatil algısındaki yeni arayışlar sebebiyle bu tatil cinsinden beklediklerini bulmuş olmalılar. İlginin giderek arttığı bir gerçek.

Şimdi yeni bir tatil alternatifi daha, Konyalıların güneydeki yeni ataklarıyla gündemi epeydir meşgul ediyor. Konyalı turizm yatırımcıları harekete geçerek, bir süre önce biri Alanya, biri de Kemer’de iki büyük “tesettür otel”i hizmete açtılar. İkisi de büyük paralar harcanarak yapılmış. Tesettür otel yakıştırması da, karşı görüşteki rakiplerinin icad ettiği bir kavram. Haremlik-selamlık havuzlar ve plajlar, alkollü içeceklerin bulundurulmayışı ve müşterilerinin umumunun muhafazakâr tâbir edilen aileler oluşu böyle bir yakıştırma kaynağı. Özellikle, sözünü ettiğim otellerin açılmasından sonra, bunlarla ilgili olarak karşı görüşten medya haber ve yazıları dikkate şayan. Belli ki, yeni rakiplerin pastadan elde etmeyi hedefledikleri rakamlar hoşlarına gitmemiş. Bir de, malum önyargılar var tabii. Mesele aslında tamamen ekonomik. 2004 yılından sonra açılan bu tür otel sayısı 27 olmuş. İnternet marifetiyle bunlardan yıldızı çok olanlarının sitelerinden fiyatlarını araştırdığınızda, her ne kadar biz sektöre girince piyasa ucuzladı deseler de, hareketli sezon rakamları çok yüksek. Odasının nereye baktığına göre kişi başı 100-130 euro arasında değişiyor. Bu, iki kişinin ortalama bir memur maaşı tutarıyla 3 gün kalması demek olur. Neyse, mal müşterisine satılır misali, tercihleri sahiplerine bırakarak esas konumuza geçelim.

Bu otellerin sayısının artmasıyla ilgili olarak, bazı çevrelerin huysuzluğu aşikâr olmuş. Ben, bu huysuzluğun sadece birkaç kişiyi bağlamadığı düşüncesinden hareketle, internette geçen sene bu vakitlerde yazılmış aşırıya kaçan bir örneği, fikrin câri oluşu ihtimali sebebiyle zikredeceğim. Kaldı ki, ne bu tür otellere gidecek durumum var ne de sahiplerini tanırım. Bir durum tespiti diyelim.

Bunlardan biri, tesettür otellerin Alanya ve Türkiye Cumhuriyeti’ne hiç yakışmadığını öyle bir anlatmış ki, bu tür otel ve plajlarının da kamusal alana girdiğini sanırsınız. Gerçi zaman içinde bazı plajlarla ilgili polemikler yaşandı bu ülkede. Söz elbette ki sahibini bağlar. Adam, demokrasi var isteyen istediği yerde kalabilir klişesine, akıllara ziyan öngörüler eklemiş. Mesela, “Üniter yapıya sahip Cumhuriyet’in değerleri ile “tesettür turizmi” her konuda çakışıyormuş. “Sistemlerini şeriat düzenine göre ayarlayan bu oteller, İslam ülkelerinden turist ağırlasalar saygı duyarmış” da, “fakat iç turizmdeki böyle bir uygulama Cumhuriyetin temel ilkelerine aykırı”ymış. Tesettürlü otellerde haremlik-selamlık şeklinde havuzları ve salonları ayıranlar, bu ülkenin vatandaşlarını da ayırmış olmaktaymışlar. Bunlar, “başı açık bir bayanla, başı kapalı bir bayanın birlikte oturup konuşacağı, bir bardak çay içebileceği mekânları ortadan kaldırmışlar da, bu ayrımcılık önümüzdeki günlerde dinsiz ve dindar şeklinde karşımıza çıkacak”mış. Hatta bu durum zamanla alışveriş merkezlerine, düğün ve bayramlara da sirayet edecekmiş! Dahası da var: “Tesettürlü otellere gidip kalan insanlar, belli bir süre sonra, diğer otellerde kalan inanan insanları “potansiyel sapık” gibi görmesini sağlayacaklarmış! Bu oteller, tekke ve zaviye zihniyeti içindelermiş de! Kavram cehaleti ve tuhaf hazımsızlık, şu iki çelişkili ifadeyle sona eriyor: “Turizm evrenseldir. Tesettürlüsü veya tesettürsüzü olamaz. Dinlenmek veya tatil yapmak isteyen her insan, kimliğine, dinine, kültürüne ve bütçesine göre bir otele yerleşir. Hem dünyayı tanır, hem de dünya onu tanır. Dünya, uzay çağını yakaladı, biz hala ortaçağa özenip, geriye saymaya bayılıyoruz.”

İnişli çıkışlı olsa da, nereye gittiği belli cümleler bunlar. “Ben böyle otel istemiyorum, benim dünya görüşüme uygun değil” diyemiyor adam.

Beğenilsin yahut beğenilmesin, ihtiyaç olmuş ki, insanlar para kazanma ile ihtiyaç arasıdaki orantıyı değerlendirmişler. Hiç duymamıştım, netten öğrendim; Kemer’de, geçen Nisan’da müşterilerine kapılarını açan “gay ve lezbiyen oteli”, ilgi görmeyince adını ve konseptini değiştirmiş. Tamamı gay ve lezbiyen olan otel çalışanlarının işine de son verilmiş. Bu tesisin kapanma sebebi tepki değil, ilgi görmemesi olmuş. İlgi görseydi acaba kaç kişi yukarıdaki tepkiyi verirdi?

Ne acayip milletiz. İşimize gelmedi mi, olup biteni nasıl da eğip bükerek anlatırız. Üniter yapı ile tesettür otelini bir araya getirip yorumlamak… Alanya’da bir Afra var mesela… Haremlik-selamlık mı? Usandık şu işlerden…

Dirilen Kültür Varlıkları


2007-07-05/18:12:00

Selçuklu Belediyesi öncülüğünde yapımı devam eden ve bir kısmı sonuçlandırılan tarihi eserlerin restorasyonunu gördükçe, toprağının tarihine sahip çıkan insanların mesaisinin bereket getireceğine inancım artıyor. Aslında Konya belediyelerinin bu yöndeki çalışmaları eskilere dayanıyor. Kent merkezinde kendi haline terkedilmiş, bakımsızlıktan yok olma riski taşıyan kadim eser kalmadı. Bu konuda Selçuklu Belediyesinin de müstakil bir yeri var.

Sille restorasyonu ile ilgili olarak daha önce de bir yazı yazmıştım. Yeni projeler, çalışmalar ve nihayetlendirilmiş işlere tanık oldukça yazmaya devam etmeyi düşünüyorum. Geçtiğimiz Çarşamba günü, tarihi Sille hamamının açılışı yapıldı. Açılış sonrası da Sille Karataş Camii’ne ilk taş kondu. Önceki yazılarımdan birinde, Konya’ya, özellikle Mevlana Türbesine gelen yıllık ziyaretçi sayısının 1,5 milyonu bulduğu halde nasıl olup da esnafın günlük maişetine olması gereken katkıyı sağlamadığını irdelerken, turizm şirketlerinin misafirlerini Mevlana Külliyesi civarında kısa bir tur attırdıktan sonra alıp götürdüklerine değinmiş, bu sebeple de esnafın cebine umulan paranın girmediğinin altını çizmiştim. Konya’ya gelen turist sayısı ve getirisi konusunda bir alternatif olması beklenen hatta gereken Sille’de yapılan işlerin katkısının ne olacağının tek bir cevabı olacak. Bu husustaki anahtar kelime elbette ki “tanıtım” ve turizm şirketlerinin bir şekilde Konya ile bağlantılarını kuvvetlendirmek. Böyle olunca da Üniversite dahil kültür ve turizmle ilgili kurum ve kuruluşların ve özel sektörün ciddi çalışmalar yapması gerekiyor. Değilse, ziyaretçi sayısı Mevlana civarı ile sınırlı kalmaya devam eder.

Sille’deki Hıristiyan dini yapılarının restorasyonunun gereksiz olduğu yolundaki sayısı az gocunmaları da isabetli bulmuyorum. Bizim, hangi din olursa olsun kültür varlıklarının korunup kollanması ile ilgili halisane bir geçmişimiz mevcut. Kaldı ki, bu kültür varlıklarının ele gelir konumunun, Anadolu’nun ve Konya’nın tanıtımı ve ekonomik getirilerine denk özellikleri göz ardı edilmemeli. Bize ait değil zihniyetiyle bu tür yapıların bakımsız bırakılması düşüncesi kimseye hizmet etmez.

Geçen hafta sonu Selçuklu Belediyesinin öncülük ettiği restorasyon çalışmalarını yerinde görmek amacıyla Zazadın Hanı’na gittim. Konya-Aksaray karayolunun 25. km.sinde Tömek yolu üzerinde bulunan 771 yıllık handa hummalı bir çalışma vardı. Bu yılın sonunda çalışmaların bitirilmesi ve hizmete girmesi bekleniyor. Hana yakın, tarlasında kavurucu sıcağın altında elinde orağıyla çalışan yaşlı bir amcayı görünce bir merhaba demek için durdum. Köyü ile ilgili olarak hayatında görmek istediği iki şeyin de gerçek olduğunu sevinç içinde söyledi. Ölmeden önce görmeyi düşünmediğini söylediği iki şeyden biri, Tömek yolunun asfaltlaması diğeri de hanın mezbelelikten kurtulması imiş. “Yol epey önce asfaltlandı ama asıl muradım hana çeki düzen verilmesiydi” dedi.

Zazadın, yaklaşık 2 bin 500 metre kare kapalı ve bin metre kare açık avlusu ile Selçuklu’nun Konya’daki en büyük hanı olma özelliği taşıyor. Çalışanlardan izin almak suretiyle elimde fotoğraf makinesi, zemin ve kemer üstlerinde ayak basmadık yer bırakmadım. Girişin soluna düşen kapalı alana zemin betonu dökülüyor, çatı kısımlarında kubbe örme çalışması yapılıyor ve senelerce evvel yapılması gereken bir iş kotarılıyordu. Daha önce de, Selçuklu Belediyesinin Kızılören Hanı’nın yenilenmesi konusunda hazırlık içinde olduğunu öğrenmiştik. Beyşehir yolunda toprağa karışmak üzere olan küçük diğer hanların halini gördükçe, acaba özel sektörden bunları ayağa kaldırıp işletmeye açmayı düşünenler olmuş mudur sorusu zihnimi meşgul ederdi. Özel sektörün böyle bir işe talip olmasının sanıyorum biraz da, kültürel bilinç ve duyarlılıkla ilgisi var. Netice itibarıyla bunlar önceliği para olan işler. Yatırımcının da doğal olarak kendine has beklentileri söz konusu.

Memleketin kültür varlıklarına hassasiyeti olan bir vatandaş olarak, olup biten işleri sevinçle izliyor, emeği geçenlere şükranlarımı sunuyorum.

Su meselemiz

2007-06-29/10:07:00

Temmuz’daki seçimlere az bir süre kala, akla gelebilecek her olumlu alanda yenilik, gelişim ve ilerlemeyi hak ettiğini düşündüğüm Konya’nın “giderek önem kazanan birçok özel durumu sebebiyle” çalışkan vekillere ihtiyacı olacak. Bunların içinde en özel olanı su ile ilgili olanı şüphesiz.

Ne zaman bu konu gündeme gelmiş olsa herkesin içinde bir burukluk, bir ümitsizlik görüyorum. Sıcakların arttığı şu günlerde yeşil alanları sulayan işçiler ve ağaçların imdadına yetişen su kamyonlarını görüyor olmak bile endişeleri bastırmıyor. Birkaç yıl öncesine kadar bu denli önemli görülmeyen su tüketimi hakkında artık gerçekten bir bilinç edinilmiş midir onu da bilmiyorum.

Teknolojik göstergeler, insanoğlunun öncelik sıralamasında su ve tarımın giderek birinci sıraya yükseleceğini haber veriyor. Bu durumda KOP projesi ve Mavi Tünel konusu sonuçlandırılması bakımından vekil olacak herkesin önceliği olmalıdır. Sanayileşme yolunda ciddi adımlar atan Konya’nın, esasen bir tarım kenti olduğu gerçeğinden hareketle tarım alanlarının verimli kullanımı, sulama, ürün çeşitliliği, üreticiye getirisi açısından son derece önemli konumu göz ardı edilmemelidir. Konya Ovasının susuz kalmaya devam etmesi ne Konya ne de Türkiye için hayır değildir. Yeraltı sularına biçilen 20 senelik ömür şimdi dokunuyor görünmese de tüyler ürperticidir. Özellikle bu sene yeterli yağış olmadığından rekolte kaybının % 80lere varacağı söylenen Konya’nın durumu artık fevkalade “özel”dir. Bu husus, artık Türkiye’de bir “Su Bakanlığı” kurulsun söylemlerini dile getirenleri haklı çıkarmaktadır.

Bununla birlikte, Tarım Bakanının muhakkak Konyalı bir vekil olması hususunda siyasi parti ve Konyalı sivil toplum kuruluşlarının işbirliğine ihtiyaç vardır. Hakeza kamu yatırımlarının planlanmış ödenekleri cepte bilinecek, hayata geçirilecek şekilde takip edilmeli, sonuçlandırılmalıdır ilgililerce. Konya tarım başta olmak üzere geçim sıkıntısı görülmeyen kentin adı olmalıdır.

Aslında Konya’ya yapılması gerekenler, görmek istediklerimiz ve beklentilerimiz sadece bu mesele ile sınırlı değil elbette. Eğitimden sağlığa, turizmden kültüre kadar bu kenti layık olduğu yerlere taşıyacak vekiller görmek arzumuz her daim bakidir.

Bugünün ve yarının en mühim meselesi olacak “su” problemi konusunda ciddi, çözüm getirecek projeleri olan siyasi teşekküller ve onların müstakbel Meclis temsilcilerine, görevlendirecekleri bürokratlara, işleri sonuçlandırmak kaydıyla Konya’nın duası “sadaka-i cariye” kabilinden sürüp gidecektir.