Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

17 Kasım 2007

Bilad-ı Rum’dan Bilad-ı Şam’a (Anadolu'dan Suriye'ye)

-İlk Hava Şehitlerimiz. Ruhunuz şâd olsun.-

2007-11-03 00:16:00

Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi’nin “Yazılacak Çok Şeyimiz Var” gezilerinin bu seneki ilk yurt dışı etkinliği 26-29 Ekim 2007 tarihleri arasında Suriye’de gerçekleşti. Katıldığım gezilerin içinde ayrı bir yeri olan bu gezi hakkında nasıl ve nereden başlasam soruları arasında kalakaldığımı itiraf etmem gerekiyor. Bir Suriyelinin hayatı boyunca belki de görme fırsatı bulamayacağı şehirleri, ovaları, dağları, antik yerleşim alanlarını ve Müslümanlar yahut gayri Müslimler için hususiyet arz eden ziyaret mahallerini bu kısa süre içinde görebilmek ve bir sonraki mekâna zamanında ulaşabilmek telaşı bizi yorsa da, buna değdi. Gördüğüm yerleri kelimelerle, cümlelerle izah etme gayretim yetersiz kalacaktır, bunun farkındayım. Bunun dışında, son derece seçkin bir topluluk ile birlikte aynı ortamı paylaşmak ve yeni insanlarla tanışmak gezinin güzelliklerinden detaylar olarak hafızamdan silinmeyecek.
Fotoğraf ve gezi notlarımın yardımıyla Suriye’de geçirdiğim birkaç günü paylaşmanın keyfiyle….

Konya, 26.10.2007
Yolculuğumuz ikindi sonrası bir aksilik olmadan başlıyor. Pozantı’da kısa bir molanın ardından bize katılan diğer otobüslerle gecenin karanlığına ve Toros Dağları’na karışıyoruz. Cilvegözü sınırındaki rutin işlemler sebebiyle yaklaşık bir saatlik bekledikten sonra Suriye topraklarına giriyoruz.

Humus, 27.10.2007, 06:30
Namaz için büyük Komutan Halid b. Velid’in medfun bulunduğu camiye giriyoruz. Birazdan gün ağarıyor. 1,5 milyonluk şehirde hayat yavaş yavaş canlanmaya başlıyor. Cami çıkışında, tezgâhını henüz açmış olan salepçiden, Başkan Ahmet Köseoğlu’nun ikram ettiği sıcacık saleplerimizi yudumluyoruz. Humus, turizm açısından pek cazip bir şehir değil. Halep’i hariç tutarsak, Suriye şehirleri arasında düzgün bir yapılaşma göze çarpıyor. Şam karayolu hattında, Asi Nehri’nin imkânlarını kullanan Humus, bir tarım şehri gibi görünüyor. Rehberimiz, buranın hanımlarının güzelliği ve iyi ahlakıyla bilindiği malumatını veriyor. Şam’a 80 km. daha var. Kamyoncuların daha fazla uğradığını düşündüğüm Mercan adlı bir tesiste kahvaltı yapıyoruz. Yol boyunda gördüğüm yerleşim alanları, bana Güneydoğu’da olduğum hissini veriyor. Ayrıca güzergahta kışlalar ve otobüsümüzün solladığı askeri araçlar dikkatimi çekiyor. Geçip gittiğimiz duble yol kenarlarına ağaç dikmeyi ihmal etmemiş insanlar.
Şam, 10.20
Şam’a ulaşıyoruz. Bir hayalim gerçek oluyor. Bağdat bana hep bir masal diyarını çağrıştırır. Henüz gördüğüm Şam da öyle. Ne tecrübe edeceğim hiç önemli değil. Hafızamdaki Bağdat gibi, Şam’ın büyüsünü bozmaya niyetim yok.

-Kasyun Dağı'ndan Şam'ın genel görünümü-

Bilad-i şam… Lübnan, Ürdün, Suriye ve Filistin topraklarına kadim tarihin verdiği isim. Şam kelimesinin gerçek anlamını bilen yok. Aramilerin, İbranilerin, Romalıların, Bizansın, İslam dönemlerinde Emevilerin, Abbasilerin, Atabeylerin, Memlukluların, Selçukluların ve nihayet Osmanlı’nın beldesi. Yabancılar Damascus diyorlar. Buraların yerlisi ise Dımışk veya Dımeşk. Eski ve yeniyi, muhtelif din ve inançları bir arada bulunduran kendi halinde bir şehir Şam.

-Hz. Hüseyin'in kızı Zeyneb Külliyesi'nden. -

Hz. Ali’nin kızı, Şehid Hüseyin’in kız kardeşi Seyyide Zeyneb türbesindeyiz. Külliye, 1992 yılında İran tarafından elden geçirilmiş. Örneklerini sadece şia ağırlığı olan şehirlerde görebileceğimiz aşırı süslü bir mimari göze çarpıyor. Azerilerin bir kısmının ve İran’dan gelen ziyaretçilerin doldurduğu türbede ağıttan başka bir şey duyulmuyor. Avlunun bir yerinde yükselen ağıtlara dikkat kesiliyor, o tarafa yöneliyorum. Ağıt işinden ekmek parası çıkardığı anlaşılan bir zat, Azeri Türkçesiyle orada bulunan kadınlı-erkekli grubu gözyaşlarına boğuyor. Hıçkırıklar birbirine karışıyor. Elimizde kamera ve fotoğraf makineleri ile onları görüntülememizden rahatsız olmuyorlar. Türbe içinde de, bizim inanç gereği iltifat etmediğimiz işler oluyor. Cümle kapısından girilirken kapı eşikleri, pervazları öpülüyor, Zeyneb’in türbesini kuşatan gümüş kaplamalara eller güzler sürülüyor. Kerbela ve Bağdat’ta ilk defa görüp şaşkınlıktan kurtulamadığım birtakım ayinlerin benzerleri, orada gördüklerim kadar aşırı olmasa da, burada da yapılıyor. İran devleti, buranın kubbe düzenlemesi için tam 5 ton altın kullanmış. İfrat-tefrit, külliyeye girer girmez kendini belli ediyor.

Kalacağımız Ebla Cham Palace oteline yerleşiyor, iki saatlik dinlenmenin ardından şehir turumuza Türkmen rehberimiz Halid eşliğinde başlıyoruz. Programın ilk adımında sahabeler başta olmak üzere, birçok mühim eşhasın kabirlerini ziyaret edeceğiz. Önümüze ilk çıkan, ünlü İslam bilgini Hafız İbn Asakir’in küçük bir park içinde fakat ne yazık ki etrafı çöplükten geçilmeyen kabri oluyor. Şam sokaklarının da mütemadiyen temiz olduğunu söylemek zor. Peygamber Efendimiz’in eşleri Ümmü Habibe ve Ümmü Seleme’nin makamlarına uğruyoruz. Suriye genelinde, dinimizin müstesna şahıslarının kabirleri kadar makamları da var. Zeynel Abidin oğlu Abdullah ve peygamberimizin Müezzini Abdullah Ümmü Mektum türbeleri ile aynı alanda bulunan ve Kerbela’da şehid edilen 16 şehidin başının gömülü olduğu türbeleri ziyaret ediyoruz. Kerbela şehitlerine, Sünnilerden daha çok İranlı Müslümanlar rağbet ediyorlar. Fotoğraf çekmek için ne zaman oyalansak grubumuzu gözden kaybediyoruz. Türbe avlusunda, Kerbela şehitlerinin başlarının yıkandığı ve insanı ürperten dairesel bir havuz bulunuyor. Yezid ismi, zihinlerimizde bir kez daha cehennemi çağrıştırıyor. Allah masumlara rahmet etsin, şefaatçi eylesin.

-Ekibimizle Şam Süleymaniye Camii Avlusunda-

Ata yadigarının en güzel örneklerinden olan Süleymaniye Külliyesine geçiyoruz. Burayı Mimar Sinan 1554 yılında Kanuni’nin emriyle yapmış. İki yıl sonra da camiye bir medrese eklenmiş. Büyük Sinan’ın kalfalık eseri olan camide bugünlerde restorasyon çalışmaları yapılıyor. Ziyarete kapalı olduğu için içeriye giremiyoruz. Camiye bitişik çarşı içinde turistik eşya satan dükkânlar bulunuyor. Diğer tarafta ise Türk ziyaretçilere özel olarak açılan bir Osmanlı mezarlığı bulunuyor. Gruplar halinde içeriye alınıyorsunuz. 1926 yılında İtalya’nın San Romeo şehrinde vefat eden son Padişah Vahdettin ile diğer Osmanlı sultanlarının yakınlarına ait kabirler bulunuyor. Hüzünden başka bir şey değil gördüklerimiz. Üzerine bir şey yazmaya yüreğim izin vermiyor. Türkmen olduğunu zannettiğim görevli, tek tek mezarların kime ait olduğu hakkında bilgiler veriyor. Süleymaniye Camii önündeki havuzun kenarında bir Şam hatırası fotoğrafı çekiyoruz.

-Şam'da Muhyiddin-i Arabi Camii. (İbn Arabi, Sadreddin Konevi'nin üvey babasıdır)-

Sonraki güzergâhımız Şam’ın kenar mahallelerinden birinde yer alan Muhyiddi-i Arabî Camii. İkindi ezanı okunuyor. Mahalle ve esnaf eşrafıyla birlikte saf tutuyoruz. Namazın bitiminde bir el musafaha için uzanıyor. Önce Allah kabul etsin diyen biri diye düşünüyorum. Benden daha genç biri yanımdaki. Nerden geldiniz diye soruyor temiz bir Türkçe ile. Ne güzel şeydir bu. Türkmenmiş ve mahallede manifatura dükkanı varmış. Ordan burdan kırk yıllık ahbap gibi sohbet ediyoruz. Cami çıkışı topluluk kısa bir süre için dağılıyor. Tipik bir Osmanlı bedesteninde gezer gibiyiz. Manavın birinden, yollarda kamyonetlerle taşınırken gördüğümüz çok iri taneli, pembe ve bizim Konya’nın alediriz üzümüne benzeyen üzümden alıyoruz. Harika bir tadı var. Bu gezinin içinde keşke Suriye tarlasının, bağının, köyünün de yeri olsaydı diye düşünüyorum.

Buradan ünlü Kasyun Dağı’na çıkıyoruz. Kabil’in Habil’i burada öldürdüğüne dair mitolojik bir rivayet ortalıkta dolaşıyor. Şam’ın bir cephesi burada bittiği için bütün şehir gözümüzün önünde. Tam seyirlik. Söylendiğine göre, Kasyun Dağı eteklerinde Türkiye’de şapka inkılabına karşı çıkıp şapka giymeyi reddedip buralara göç eden Türkler oturuyorlarmış. Gezimiz anormal bir hız ve otobüsün önünden arkaya doğru ilerleyen “daha gelmeyen mi var” nidalarıyla devam ediyor. Böyle olması kötü elbette. Mesela, madem ki buralarda Türkler varmış, o halde niçin bunlardan birini bulup meselenin aslını öğrenmiyoruz? 400 rakımlık Kasyun’a ait diğer söylentilere göre, Hz. İbrahim oğlu İsmail’i burada kurban etmek istemiş, Hz. Meryem İsrailoğulları’ndan kaçarken kucağında İsa ile bu dağa sığınmış.

Şam’a geri dönüyor ve Şam Tren garı’nın merdivenlerinde fotoğraf çekiyoruz. Daha doğrusu iki kolum bileklerime kadar sürüyle fotoğraf makinesi o işi ben yapıyorum. Meraklı gözler bizi izliyor. Nerden geldiğimiz pek aşikâr. Sultan Abdulhamid cenetmekanın büyük vizyonundan ortaya çıkmış Hicaz Demiryolu’nun önemli duraklarından biri burası. Balkon olarak düzenlenmiş üst katına çıkıp geziyoruz. Şam Mevlevihanesi garın çaprazında. Büyük caddeyi geçiverince karşıda. Ah Osmanlı, vah Osmanlı demekten başka dilimden söz çıkmıyor.

Akşam yemeğini pek hoş bir mekanda, el-Kariye’de yiyoruz. Yorgunluğumuz bir parça yok oluyor. Ardından bitişiğindeki modern çarşıya dalıp ürünleri inceliyor, orta yerdeki buz pistinde kayan çocukları seyrediyoruz.

Busra, 28.10.2007
Uzun bir yolculuk bekliyor. Şam’a 130 km. kadar güneyde, Ürdün sınırındaki antik Busra’ya gidiyoruz. Busra muazzam bir Roma şehri. Selçuklu ve memluk ilaveleriyle zamanının büyük yerleşim yerlerinden biri olmuş. Busra’yı bizim için mühim hale getiren ise, Peygamber Efendimizin çocukluğunda amcası Ebu Talip ile buraya gelmiş olması. Bahira adındaki rahip, ondaki peygamberlik nişanelerini fark ettikten sonra, amcasını uyarıp geri göndermişti. Antik yerleşim alanının girişinde yer alan kapalı bölümde, Peygamber Efendimizin devesinin ayak izleri bulunuyor. Bursa gezmekle bitecek gibi görünmüyor. Benim içinse bulunmaz bir yer. Fotoğraf makinemin başına bir şey gelmesinden başka bir endişem yok. Öğleye doğru tekrar Şam’a doğru yola koyuluyoruz.

-Şam Ümeyye Camii-

Emeviye veya Ümeyye Camii… Burayı anlatmak için bir gün yeter mi hiç?
Şam’ın sembolü Emeviye Camii. Vaktiyle bazilika iken 705 yılında Enevi Halifesi Velid b. Abdilmelik tarafından camiye çevrilmiş. Müslümanlar ana kapıdan, yabancılar diğer kapıdan giriyorlar. Muhteşem bir avlu karşılıyor bizi. Sol tarafta Hz. İsa’nın kıyamete yakın zamanda ineceği söylentilerinin dolaştığı Ak Minare bulunuyor. Cami içinde Yahya peygamberin kabri ile –makam değil-, İmam Hüseyin’in Kerbela’da yezidin adamları tarafından kesilen başının defnedildiği bir bölüm mevcut. Bizim şaşkınlıktan atladığımız, Hz. Hud makamı, Hz. Hızır makamı ve Zeynel Abidin makamı da burada. İmam-ı Gazali İhya’sını burada yazmış. Kıblesinde dört mezhebi temsilen dört mihrap yer alıyor. Avluda 8 sütun üzerine yükselen bir hazine kubbesi de bulunuyor. Abbasiler döneminde kamu hazinesi burada korunmuş. Bediüzzaman Said Nursi, 1911 yılında Şam Hutbesi’ni burada irad etmiş. 7000 metrekarelik külliyede bulunan ünlü kumandan hükümdar Selahaddin Eyyubi türbesine gidip dualarımızı gönderiyoruz. Türbe avlusunda ilk Türk hava şehitleri Üsteğmen Nuri, Yüzbaşı fethi ve Üsteğmen Sadık’ın birbirine bitişik mermer sanduka ile örtülmüş kabirleri bulunuyor. Mezar taşlarının üstündeki ay yıldız heyecanlandırıyor bizi. O kadar çok ziyaret alanı var ki, nereye gideceğimiz konusunda tereddüt içinde kalıyoruz hep. Rehberimiz Mehmet Nuri Bey’in peşinden ayrılmıyoruz küçük ekibimizle. Hz. Hüseyin’in kızı Seyide Rukiye Camii’ne uğramayı ihmal etmiyoruz. Sonra külliyeye ve Hamidiye çarşısına bitişik bir kütüphaneye uğruyoruz. Sultan Baybars, etrafı kitaplarla çevrili salonun tam ortasında yatıyor. Hiç görmemiştim böyle bir şeyi. Çarşının kuzey kısmından dışarıya çıkıp rehberimizin ikramı olan haşlanmış mısırları afiyetleyip bir program yapıyoruz. Ana caddeye çıkmadan sol tarafta bulunan Sahabe Ebud-derda Hazretlerinin içinde medfun olduğu camiyi ziyaretten sonra, iki taksi ile pazarlık ettikten sonra Kasyun Dağı eteklerine tırmanıyoruz. Şam’ın dar sokaklarında trafik felç. Taksi, geçemez dediğimiz yerlerden bir fare çevikliğiyle ilerliyor. Yanlış girilen sokakların maliyeti bize pahalıya patlıyor. Taksiciden ilk Suriye kazığını yiyoruz.

-Mevlana Halid-i Bağdadi Külliyesi-

Nihayet, M. 1779 yılında Irak-Süleymaniye’de dünyaya gelen Mevlana Halid-i Bağdadi türbesine ulaşıyoruz. Bizden başka, ekipten gelen yok buraya. Avluda bir matem havası var. Teypten Kur’an okunuyor. Türbedarın kardeşi vefat etmiş. Rehberimiz Mehmet Nuri Bey ile birbirlerine sarılıyorlar. Kasyun dağı kadar yukarıda olmasak da, şam yine ayaklarımızın altında. Türbenin ön kısmı tamamen mezarlık. Büyük bir maceradan sonra Şam’ın merkezine dönmeyi başarıyoruz. Akşam yemeği için el-Kariye kadar modern, harika güzellikteki İndia Gate’de mola veriyor, Hama’ya doğru yola çıkıyoruz.

Hama, 29.10.2007
Geceyi Apamee Cham Oteli’nde geçiriyoruz.
Dönüş sayılır artık. Hama, Suriye’nin dördüncü büyük şehri ve 5000 yıllık. Asi Nehri şehrin içinden geçiyor. Hama, kale demekmiş. Hama’yı ünlü kılan iki şey var. Biri bilenlerce malum Hama Katliamı, diğeri de Su değirmenleri, daha doğrusu dolapları. Yunus Emre’nin, adına şiir söylediği dertli dolaplar bunlar. Bu sebeple Hama’ya Medinetün-nevair, Su Dolabı Şehri de denmiş tarihte. Dünyanın en eski su değirmenlerinden sayılan 17 adet dolap bulunuyor. Zaman kısıtlılığı sebebiyle bunlardan ayak altındaki iki tanesini görüyor ve topluca fotoğraf çektiriyoruz.

Aynı gün, Halep
Halep, son durağımız. Sınırımıza 60 km. mesafede ve 4,5 milyon nüfusa sahip. Neredeyse her yeri Osmanlı olan Halep’in bizim büyük şehirlerimizden pek farkı yok. Arapça dışında Türkçe, Ermenice ve Fransızca konuşuluyor. Halep sokaklarında gezerken küçük öğrencilerin Fransızca biliyor musun sorularıyla karşılaşabilirsiniz.

-Halep Kalesi'nden şehrin kuzeyi-

Halep’te kaleyi görmemek, İstanbul’a gidip de, Süleymaniyeyi görmemekle aynı. Doğal bir tepeye kurulmuş olan kale şehirden 50 metre yükseklikte. Vaktiyle, sonradan Yunan tapınağına çevrilmiş bir Hitit Tapınağı varmış burada. 10. yüzyılda Hamedani döneminde Seyf ed-devle kaleyi haçlılara karşı sağlam hale getirmiş. Şu anda kale dışında yenileme çalışmaları yapılıyor. Kaleye çıkarken adeta dev bir su kemerinin üstünden geçiyorsunuz. Zamanında kalenin içinde 10 bin kişinin yaşadığını duymak benim için çok şaşırtıcı oldu. Kale uçlarından Halep’in bir kısmını seyretmek mümkün. Tıpku Şam’da olduğu gibi Halep’in dar sokaklarında zamana yolculuğa çıkıyoruz. Yolumuza ünlü Bimarhane çıkıyor. Hani şu ortaçağda akıl hastalarının yakıldığı dönemler vardır ya. İşte o dönemlerde bu bimarhanede su ve musiki ile hastalar tedavi edilmiş. Memluk Valisi Argun el-Kamil’in eseri Bimarhane çok güzel bir yapıya ve avluya sahip. Avluya bakan küçük hücrelerde şimdi ünlü İslam bilginlerinin mumyalarını görüyor ve kapı girişlerine asılmış levhalardan kimliklerini öğreniyoruz.

Adını Zekeriyya Peygamberden alan muhteşem bir cami var Halep Kapalı Çarşısı’na bitişik. Şehrin tam merkezinde. Ulu Camii de deniyor. Yapımına Emevi Halifesi Velid b. Abdulmelik zamanında başlanıp, 715-717’de Halife Süleyman zamanında tamamlanmış. Cami içerisinde Hz. Yahya’nın babası Zekeriyya peygamber’e ait türbe bulunuyor.

Ekibimiz dağınık halde Halep’te dolaşıyor. Sokaklarının 10 kilometreden fazla olduğu söylenen Halep Çarşısı 15. yüzyılda yapılmış. Burada alışveriş yapıyor, esnafla pazarlıklara tutuşuyoruz. İstediğiniz her şeyi burada bulmanız mümkün. Okuldan çıkan çocuklarla fotoğrafla çekiyoruz.

Akşam yemeğini çok bakımlı, son derece güzel Ford tesislerinde yedikten sonra, 20.30’da Halep’ten Türkiye’ye doğru yola çıkıyor ve 22.00’de Cilvegözü sınırına ulaşıyoruz.

Suriye anlatılması zor bir yer. Gitmeniz, görmeniz, yaşamanız lazım. Gidin ve görülmedik yer bırakmayın. Şam’da bir ev sahibi olup kış aylarını orada geçirmenin hayalini bile kurabilirsiniz. Piyasa ucuz, insanları cana yakın. Son günlerde gelişen Türkiye-Suriye ilişkileri, halkların yakınlaşmasına vesile olmuş. Darısı diğer komşuların başına.


16 Kasım 2007

Tarihi Demiryolu Canlanıyor mu


2007-11-15 19:31:00

Gazetelerden öğrendim. Hicaz Demiryolu, İstanbul-Mekke Demiryolu oluyormuş. Tarihimize, ecdadımıza, şimdi bizim olmayan büyük coğrafyamıza hürmetimden, sevindirik oluyorum böyle projelerin yeniden hayata geçirileceğini okuyunca.

Hicaz Demiryolu ifadesi Osmanlı’yı çağrıştırdığı gerekçesiyle, Arap yetkililerini huylandırmış. Bu sebeple 99 yıllık Hicaz Demiryolu’nun adı İstanbul-Mekke Demiryolu olarak değiştirilmiş. Böyle olunca güzergâhtan başka bir şey mi murad edilecek, anlamak zor. Mühim olan isim değil zaten. Yolun hangi amaçlara hizmet edecek oluşu. Suriye ve Ürdün’ün de desteklediği projenin bir sorunu var. Suudi yetkililer şayet başka takıntıları dayatmayacak olur ve onay verirlerse hayata geçirilebilecek. Başkalarına yapamadıklarını kendi dindaşlarına yapma konusunda umarız aklı başında olurlar.

İstanbul-Mekke Demiryolu Projesi, İstanbul’dan başlayıp Türkiye’de İstanbul, Ankara, Konya ve Adana’dan geçtikten sonra, Suriye’de Halep, Şam ve Deraa boyunca ilerliyor. Ürdün’de Amman’dan geçecek olan demiryolu hattı, Suudi Arabistan’da Kurayyat, Hail ve Medine hattını izleyerek Mekke’de son buluyor.

İstanbul-Ankara, Ankara-Konya Hızlı Tren Projeleri tamamlanıp Konya, Karaman ve Adana (Suriye sınırına kadar olan) demiryolu hattı da modernize edilirse, İstanbul’dan sınıra kadar hacı adaylarını seri bir yolculuk beklemiş oluyor böylece. Normal şartlarda, demiryolu taşımacılığının hesaplı, güvenli ve rahat oluşu sadece hac yolcularını değil, ticaret erbabı ile gezginlerin de işini kolaylaştıracaktır. Trafik kazalarında kaybettiğimiz can ve mal göze alındığında, demiryolu taşımacılığının diğer ulaşım araçlarına göre güvenli oluşu gerçeği konusunda söylenecek bir şey de yok. Başından bir trafik kazası geçmeyen, bu konuda hikâyesi olmayan tek bir vatandaşımız yok nerdeyse.

Ağustos sonunda Toros Expresinin son durağı olan Gaziantep’e kadar yolculuk etmeyi göze almış biri olarak, demiryollarında zaruret sebebiyle seyahat eden insanımızın söyleyecek çok sözü olduğunu iyi biliyorum. İstanbul-Gaziantep hattında hiç okumadığınız kadar gazeteler, dergiler okuyabilir, orta hacimli bir kitap bitirebilir, insanlara dair gözlemler yapabilir hatta kafanız basıyorsa uzun vadeli hayaller bile kurabilirsiniz. Canınızın çıkmak üzere olduğu hususunu geçiyorum. Pozitif olmak lazım ne de olsa!

İşler yolunda giderse, 2012 yılında tamamlanması umulan demiryolu, bizim hat güzergâhındaki ülkelerle aramızdaki türlü mesafeleri de ortadan kaldırmış olacak. Suriye’ye geçen haftalarda yaptığımız gezi notlarımızda bunlardan keyifle bahsetmiş, Hicaz Demiryolu’nun önemli duraklarından Şam İstasyonu’nda nasıl heyecanlandığımızdan dem vurmuştuk. Üstelik ata yadigarı tren garının kapısından çıkınca caddenin karşısına düşen Şam Mevlevihanesi’ni görüyorduk. Proje tamamlanırsa bu hattın ilk yolcularından biri olmayı şiddetle istiyorum. İlk istasyonda binip son istasyonda inen biri olarak da değil.

Bu projenin dışında, ülkeler arası iki ayrı demiryolu hattı da gündemde. Hafta içinde Türkiye’ye gelen Gürcistan heyeti ile Kars-Tiflis-Bakü demiryoluna ilişkin görüşmeler yapıldı. Diğeri de, Türkiye’yi İran üzerinden Türkmenistan’a bağlayacak demiryolu projesi. Bu projelerin gerçekleşmesi, ticaret ve kültürel etkileşimin gelişmesine imkân verecek, insanımızın gözünün açılmasına vesile olacaktır.


Sözün Kısası; Kendi Engelini Ortadan Kaldırmak


2007-11-08 19:50:00
Fotoğraf için not: Bunu Şam'da Hamidiye Çarşısı çıkışında görüntüledim. Ne amaçla yapıldığı konusunda bir fikrim yok. Aleacele Mevlana Halid'e gitme telaşındaydık. Durup deklanşöre bastım o kadar. İş bulamayan genç okumuşlarımız böyle bir işyeri! açabilirler demeye getirmiyorum.
Kendi engelini bir şekilde aşma gayretinde birinin çabası...

Üniversiteden mezun olup hayata tutunma mücadelesi veren genç ve büyük bir nüfusa sahibiz. İş bulma eşiğine kadar okul ortamlarında harcanan emeği sıralamaya kalktığınızda, başınız dönüyor. Öğretimin hemen her aşamasını sınav kaygıları ile geçiren öğrenci ve ailelerin yıpranışını izleyen yeni engeller bitmek bilmiyor.

Okullara ücretli öğretmen olarak atanan, görev süreleri kısıtlı gençlerle zaman zaman sohbetlerim oluyor. Onların çehrelerinden bana yansıyan şeyin umut olmasını ne çok isterdim. Buna rağmen işe yaramaktan, okul ortamlarını tecrübe etmekten şimdilik memnuniyet duymuyorlar değil. En azından öğretim yılının sonuna kadar da olsa bir kimliğe sahipler. Küçük yaşlardan itibaren etliye sütlüye karışmamak uyarılarıyla başlayan büyüme serüvenimiz, bir memuriyete kapağı atmak hedefiyle nihayet buluyor. Bu sebeple “kendim için başka ne yapabilirim” alternatifine kafa yormak zahmetine uzak kalıyoruz. Hayatın nihai amacı elbette dünyalık biriktirmek, bunun için kırıp dökmek olmadığına ve içinde yaşadığımız ortamda yukarıda sözünü ettiğim sebeplerden kaynaklanan fırsat çeşitliliği bulunmadığına göre, geleceği daha güzel inşa etmek için kendimizin farkına varmaktan başka seçeneğimiz kalmıyor. Gençler böyle düşünmeliler. On sene sonra nerede ve nasıl olmaları gerektiğinin planlarını ciddi şekilde akıl süzgecinden geçirmeliler. Bunun ne demek olduğuna dair aile ve çevreyi de kapsayan bir eğitim anlayışından gelmiyoruz. İmkansız saydıklarımız, bize öğretilen ve davranageldiğimiz süreçlerin sonunda imkansız hale geliyor. Başarı, insana bağışlananın değil, kazanılması için mücadele verilenin adıdır oysa.

Hayat görebilene, inanabilene onu doğru kullanabilene fırsatlar tanır. Bunun için kafayı kaldırıp neler yapılabileceğinin hayal kurgusu kâğıt üstünde, söz içinde muhakkak yer bulmalıdır. Anne-babalara açıkçası mühim işler düşüyor.

Muhammet Ali, on iki yaşındayken, komşularının kapılarının zillerini çalıp, böbürlenerek boks maçını nasıl kazanacağını anlatır, komşular bundan çok hoşlanır ve neler olacağını görmek için maça giderlerdi. Aynanın önünde saatlerce prova yapar, idman yapmaktan nefret etmesine rağmen, çektiklerinin karşılığını bir gün göreceğini ve hayatının kalan kısmını bir şampiyon gibi yaşayacağını düşünürdü. Öyle de oldu. Bir olimpiyat, üç de ağır sıklet şampiyonluğu.” Aynanın karşısında, 70’li yılların sosyal hayatını etkileyeceğini elbette düşünmemişti. İnanmak lazım.

Jeff Bezos, e-ticaretin gelecekte piyasalardan önemli paylar alacağına inandığında yıl 1995’ti. Ülkemizde bize has güvensizlik sebebiyle e-ticaret henüz oturmuş değil. Yeterince kullanıcı da var aslında. Amazon.com, 1995’te bir milyon kitap satışına ulaştı. 2000 yılı rakamları 18 milyon ürünü gösteriyor. Kitap değil sadece. Risk almadan fayda olmuyor. Bizde bu riski göze alanlar, meyvelerini toplamaya başladılar bile.

Michael Jordan, lisede basketbol takımından ihraç edildi. Bill Gates, okuldan ayrıldı. Henry Ford’un, 1903 yılında ilk arabasını satmadan önce cebinde 223 doları vardı. Teksaslı bisikletçi Lance Armstrong’un, kanseri yenmedeki azmi ve yaşama çabasını duymayanımız yok. Venus ve Serena Williams kardeşler büyük turnuvaları, babalarının kendilerine her gün altı saat boyunca attığı tenis topunu karşılayarak başarıya ulaştılar.

Bu örneklerin ecnebi oluşunun, aynı şartların bizde olmayışının vs. itirazını işitir gibiyim. İnsan her yerde aynı. Türkiye’de cep telefonu ve servis sağlayıcı piyasasının neredeyse ülke nüfusunun üçte birini ilgilendireceğini 10 sene önce kim söyleyebilirdi. Bizde de sıfırdan kotarılmış başarı örnekleri çok. Bir başka yazımızda buna değiniriz.

İki kişi bir araya geldiğimizde şikayeti odak konusu yapmayı huy edinmiş bir toplumuz. Ne yapılması gerektiğini düşünerek icraata geçince bir şeylerin kıpırdayacağını fark ettireceğimiz genç bir nesil için ilk görev aslında bizim. Değilse konunun muhatabı doğrudan kendinizsiniz. Unutmadan: Çuvaldız bana…

03 Kasım 2007

Şam Tren Garı’nda

2007-11-02 11:30:00
Seneler evvel Medine Tren Garı’nı görmek nasip oldu. Birkaç gün evvel de Şam Tren Garı’nı. İstanbul’un Haydarpaşa’sı ile zaman zaman önünden geçtiğim Konya Tren Garı’nı bunlarla bir araya getirdiğimde Hicaz Demiryolunun diğer uğrak yerlerinin tamamını görmüş gibi oluyorum.

Şam’daki ata yâdigarı Tren Garı, Şam Mevlevîhanesi’nin çaprazına düşüyor. Binanın muhteşem yapısı, iç mekânın görkemli görüntüsü ile bütünleşmiş bir halde bizi doğrudan cennetmekân Abdulhamid Han’a götürüyor. Geniş sayılabilecek salon içerisinde şimdilerde kitap, dergi satılıyor. Binanın, dört bir tarafı balkon şeklinde düzenlenmiş üst katına, oradan da cadde ve Mevlevihaneye bakan balkonuna çıkıp “iç geçiriyorum”.

Hicaz Demiryolu, Osmanlı’nın son döneminin gerçek olan büyük bir rüyasıydı. Balkanlardan Arap yarımadasına kadar sahip olduğu toprakların her adımına anıt eserler diken büyük Sultan, hatıratına şunları yazmış: “Çok eskiden beri hayâl ettiğim Hicaz demiryolu nihayet hakikât oluyor. Bu yol Osmanlı Devleti için sadece iktisadi bakımdan büyük fayda getirmekle kalmayacak, aynı zamanda oradaki kuvvetimizi sağlamlaştırmaya da yarayacağından, askeri bakımdan da çok ehemmiyetli olacaktır..” Tahta çıkışının 33. yıldönümü olan 1 Eylül 1908 tarihinde, resmi bir törenle bütünüyle işletmeye açılan demiryolunun önemli ayaklarından olan Şam Garı’nın önündeki merdivenlerde, kaldırımlardan geçmekte olan kalabalıkların meraklı bakışları arasında geziye katılan topluluğun fotoğrafını çekiyorum. Adeta, cihan hâkimiyeti mefkûresini yanımıza alarak buraların gerçek sahipleri geldi demek istiyoruz. En azından şahsım adına böyle düşünüyor, seyahatimize iştirak eden güzide topluluğun da bu kanaatte olduğunu zannediyorum.

Demokrasi getirmek iddiasıyla masumların topraklarından hürriyet çalanlar ile sadece şu gördüğüm yapıyı tesis eden adamlığı mukayese etmekten ar ediyorum. Hicaz Demiryolu inşaatı sırasında çok sayıda köprü, tünel, istasyon, gölet, fabrika ve çeşitli binalar, küçük büyük 2666 adet kâgir köprü ve menfez, 7 gölet, 7 demir köprü, 9 tünel, Hayfa, Der’a ve Maan’da 3 fabrika, lokomotif ve vagonların tamir edildiği büyük bir imalathane inşa edilmiş. Medine istasyonunda bir tamirhane, Hayfa’da bir iskele, büyük bir istasyon, ambarlar, dökümhane, işçilere mahsus binalar, boruhane ve işletme binası, bir otel, Tebuk ve Maan’da birer hastane, 37 su deposu yapılmış. Abdülhamid Han, demiryolu hattı mukaddes belde Medine’ye ulaşınca, Resulullah’ın rûhaniyetini rahatsız etmemek için rayların altına keçe döşenmesini istemiş, hatta 5-6 km’lik bir güzergahta sessiz lokomotifler çalıştırılmasını emretmiş. Başka söze ne hâcet!

Şam Tren Garı, Mevlevihane ve Süleymaniye Külliyesi’nden mülhem gururumuz, 1926 yılında İtalya’nın San Romeo kentinde vefat eden son Osmanlı Padişahı Sultan Vahdettin ile son dönem Osmanlı padişahlarının torunlarından bazılarının mezarlarının da içerisinde bulunduğu küçük mezarlıkta kırılıyor. Bakkal borcuyla hayata gözlerini yuman padişahın amelini en doğru şekilde Yüce Mevla bilir. Tarafsız bir tarih algısı sonradan gelenlere günün birinde bunu nakledecektir. Berrak olmayan tarih bilgimiz er-geç doğruları ortaya çıkacaktır. Lakin, padişahın yapıp ettiklerini bizim gibi bilip nakleden rehberimizin sözünü mezarlık kapısından çıkarken işiten bir kadının “nasıl da atıp tutuyor” demesinden rahatsız oluyorum. İçeride, sadece Türk ziyaretçilerin uğrak yerlerinden olan kabristan’da, bu sözü işitenlerin yüzüne yansıyan burukluğu görebiliyorum.


Anlatmaya, yazmaya nereden başlayacağımı bilmekte zorlandığım Suriye öykümüzü, çektiğim sayısız fotoğrafa bakarak anlatmaya çalışacağım hafta sonu sayımızda.