Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

25 Kasım 2017

NEVRUZ


Avrasya'nın Ortak Bayramı

Tabiat ile iç içe, kucak kucağa yaşayan, toprağı "ana" olarak vasıflandıran Türk'ün düşünce sisteminde "baharın gelişi" elbette önemli bir yere sahip olacaktı.

Nevruz, Türk dünyasının kuzeyinden güneyine, batısından doğusuna kadar uzanan engin coğrafyada yaşayan toplulukların pek çoğu tarafından yaygın olarak kutlanan bahar bayramıdır.Bütün bayramların dinî ve millî bir inanıştan, o toplumu ilgilendiren ortak bir hatıradan, geleneklerden, duygulardan ve tabiatın insanlara tesir eden bir olayından doğduğuna inanılır.

Tabiat ile iç içe, kucak kucağa yaşayan, toprağı "ana" olarak vasıflandıran Türk'ün düşünce sisteminde "baharın gelişi" elbette önemli bir yere sahip olacaktı. Çünkü insan vücudu, baharda uyarıldığı kadar kışta uyarılmaz. İç karartıcı, yeknesak günlerin ardından doğan hareketli, pırıl pırıl güneşli, kuş ve hayvan sesleriyle kurulmuş îlahî orkestranın musikisi insan hayatını canlandırır. Ayrıca ortaya çıkan rengârenk tablo kıştan bahara geçişi ne de güzel tasvir eder: "Bir yanda her tarafı kaplayan soluk, mat ve daha çok beyazın hakim olduğu renkler, diğer yanda yeşilin değişik tonları arasında baş veren binbir renk cümbüşü... Birisi hareketsiz, şekilsiz; diğeri kıpır kıpır, şekil şekil, çiçek çiçek... Kış, sağır ve dilsiz; ilkyaz duygulu, coşkulu, kulaklara fısıldadığı nağmelerle cazibeli... Birinde tabiat hayat dolu, diğerinde donmuş, yeniden doğmak üzere uyuşmuş kalmış...

Genellikle Nevruz, yani Farsça "Yeni Gün" adını taşıyan bahar bayramı, insan ruhunun tabiattaki uyanışıyla birlikte kutladığı bir bayramdır. Böyle bir bayramın, yani mevsimlerin değişikliğinden doğan özel günlerin, başka başka adlar altında birçok milletin sosyal hayatında yer aldığı da bilinmektedir. Mesela, Hıristiyan âleminin dinî muhteva ile şekillendirerek ve Noel Baba sembolü ile karlar ülkesinden geyiklerin çektiği kızaklarla neşe ve ümitleri taşıdığı "Noel Bayramı" bunun farklı bir örneğini teşkil eder. Bu kutlamalarda yine bahara duyulan özlem "çam ağacı" motifi etrafında şekillendiriliyor. Aynı zamanda bir takvim değişikliğini de ifade eden bu kutlamalara baktığımızda Türk' ün kutladığı "bahar bayramı"nın da bir takvim değişikliğini yansıttığı görülüyor. Burada dikkati çeken husus "baharın başladığı zaman"dır. Türk, bu takvim değişikliğini "toprağın uyandığı gün" ile özdeşleştirmiştir. Kışın ortasında baharı kutlamaz. Türklerde bir tabiat, varoluş, diriliş bayramı niteliğinde olan Nevruz'un ruhî atmosferini ve eskiliğini anlayabilmek için kültürümüzün yıpranmış, tozlu ve pek okunmayan eski sayfalarına bir göz atmamız gerekiyor. Bu coşkuyu Türk kamları dualarında, niyazlarında şöyle ifade ediyorlar:

"... Yüce Göktanrı'nın ilk defa gürlediği, yağız yer, altmış türlü çiçeklerle ilk defa bezendiği, altmış türlü hayvan sürülerinin ilk defa kişnediği ve melediği zaman sen (Türk'ün Atası) yaradıldın!"

Bu sözler Türk'ün yaratılış felsefesinin, inancının, hayat tarzının ifadesidir. Bütün bayramların dinî ve millî bir inanıştan, o toplumu ilgilendiren ortak bir hatıradan, geleneklerden, duygulardan ve tabiattan doğduğundan bahsetmiştik. İşte millî bir bayram olan Nevruz da Müslüman olan ya da olmayan çeşitli Türk toplulukları arasında kamların dua ettikleri asırlar öncesinden günümüze kadar farklı farklı şekillerde, ama aynı ruhla hâlâ kutlanmakta. Bu bayram İslâmiyet'i kabul etmiş olan ilk Müslüman konar göçer Türk topluluklarında; sürgün avı, toy, şölen, yuğ vb. gibi İslâmiyet'le çatışmayan âdetlerden biri olarak devam edegelmiştir. Böylece bu ananeler günümüz Türk dünyasına ortak kültür mirası olarak intikâl etmişlerdir. Gelenekler, tarihini kesinlikle tespit edemediğimiz dönemlerden kalmadır. Neden, niçin, nasıl gibi sorular sorulmadan atadan oğula kalmıştır. Gelenekler bu özelliğiyle millet bağını güçlendiren en önemli unsurlardan biridir. Baharın gelişinin kutlandığı bugün de böyle bir gelenektir.

Nevruz, çeşitli kültür çevrelerinde, farklı etnik gruplarda farklı bir muhtevaya ve anlama sahip olmuştur. Kültürler arasındaki iletişim sonucunda çeşitli kültürlere girmiş ve benimsenmiştir. Eldeki tarihi kaynaklardan hareketle en eski Türk adetlerinden, bayramlarından biri olduğu kesinleşmiştir. Yeni yılın başlangıcı, yenilik, coşku, canlanma gibi nitelikler hiç değişmeden günümüze kadar yaşadığı uçsuz bucaksız coğrafyalarda görülmektedir.

Çin kaynaklarından Kutadgu Bilig'e, Kaşgarlı Mahmud'dan Bîrûnî'ye, Nizâmü'ı Mülk'ün Siyasetnâme'sinden Melikşah'ın takvimine kadar, Akkoyunlu Uzun Hasan Bey'in kanunlarına kadar gelen bir çizgide Nevruz ile ilgili kayıtlar eldedir. Diğer taraftan Sivas hükümdarı Kadı Burhaneddin Ahmed, Safevi Türkmen Devletinin kurucusu Şah İsmail (Hataî), Osmanlılarda Sultan I. Ahmed ve Sultan Dördüncü Murad gibi hükümdarların, Mustafa Kemal Atatürk'ün; din adamlarımızdan Kazasker Bâki Efendi ve Şeyhülislam Yahya Efendilerin, şairlerimizden Kuloğlu, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal, Şükrü Baba, Hüsnü Baba, Fuzulî, Nev'î Efendi, Nef'î, Nedim, Hüseyin Suad ve Namık Kemal gibi şairlerimizin Fatih devri vezirlerinden Ahmed Paşa'nın; büyük Azeri şairi Şehriyar'ın ve büyük Türkmen şairi Mahdumkulu'nun uzun bir tarih boyunca Nevruz bayramının gelişini "Nevruziye" veya "Bahariye" denilen şiirlerle kutladıklarını da biliyoruz.

Ayrıca Nevruz'un Türk musikisinin en eski mürekkep makamlarından biri olarak da kültürümüzde yedi yüzyıldan fazla bir maziye sahip olduğunu da biliyoruz. Bu makam ilk defa Urmiyeli Safıyûddîn Abdulmü'mîn Urmevî (1224-1294) tarafından kullanılmıştır. Bu şekilde elimizde yirminin üzerinde makam bulunmaktadır.

Nevruz geleneği ne Sünnilikle, ne Alevilikle, ne Bektaşilikle doğrudan doğuş bağlantısı olmayan, İslâmiyetten çok öncelere giden bir gelenektir. Yani bir dinin veya mezhebin bayramı değildir. Bu yüzden de herhangi bir şekilde bir mezhep adına, bir din adına, bir etnik menşe adına bağlı gösterilmesi, istismar edilmesi bir ayrılık unsuru olarak takdim edilmeye çalışılması yanlıştır. Tarihin ve kültürün bütün gerçeklerine aykırıdır.

1990 yılında bağımsızlıklarını ilan eden Türk Cumhuriyetleri'nde Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Azerbaycan ile Rusya Federasyonu bünyesindeki Tataristan 21 Mart Ergenekon/Nevruz Bayramı'nı "Milli Bayram" olarak ilan etmişlerdir. Bu günün coşkuyla kutlanmasına büyük önem vermektedirler. Türk kültüründen kaynaklanan Ergenekon/Nevruz bayramı, her yönüyle Türk gelenek ve görenekleriyle zenginleşmiş ananevi ve temeli beş bin yıllık Türk tarihine dayalı milli bir bayramdır. Türkiye'de de 1991 yılında Türk Dünyası ile birlikte ortak bir gün olarak resmi tatil olmaksızın bayram ilan edilmiştir.

Nevruz; Türk insanını birbirine kenetleyen, bağlayan, Ergenekon'dan demir dağları eriterek dirilen atalarının ruhlarıyla yanan bir ateştir. Bu ateş, hiç sönmeden binlerce yıl yandı ve gelecekte de kıvılcımlarından binlerce gönlü tutuşturarak "ortak kültür ocağı"nda binlerce ruhu ısıtacaktır. Avrasya'nın ,Türk âleminin Nevruz toyu kutlu olsun,Nevruz gülleri geleceğe umutlar taşısın.

Nevruz'un Türk Dünyasındaki İsimleri

Türk dünyasında, Hunlardan bazen farklı isimlerle günümüze kadar ulaşan tabiatın ve millî uyanışın birleştirilmesi anlamını taşıyan Nevruz (Yeni Gün) şenliklerinin şu isimlerle kutlandığı biliniyor:

    Nevruz,
    Navruz,
    Novruz,
    Sultan-ı Nevruz,
    Sultan-ı Navrız,
    Navrez,
    Nevris,
    Naorus,
    Novroz,
    Navrıs Oyıx,
    Nevruz Norus,
    Ulustın Ulu

   

    Küni,
    Ulusun Ulu Günü,
    Ulu Kün,
    Ergenekon,
    Bozkurt,
    Çağan,
    Babu Marta,
    Kürklü Marta,
    İlkyaz Yortusu,
    Yeni Gün,
    Yengi Kün,
    Yeni Yıl,

   

    Mart Dokuzu,
    Mereke,
    Meyram,
    Nartukan,
    Nartavan,
    Isıakh Bayramı,
    Altay Ködürgeni,
    Bahar Bayramı,
    Yörük Bayramı,
    Mevris

Kaynak: Hatice Emel AŞA, Yeni Avrasya Dergisi, Mart-Nisan 2000

Nevruz'un Fonksiyonları

Bu bayramdaki kutlamalar, Türk toplum hayatında farklı fakat bütünleştirici fonksiyonlara da sahiptir. Bunları şu noktalar etrafında toplamak mümkündür:

    İnsanlar arasındaki karşılıklı sevgi ve saygıyı kuvvetlendirme.
    Dargınlıkları unutturarak insanları kardeşçe kucaklaştırma.
    Milli birlik ve beraberliğin, birlikte yaşama isteğinin güçlenmesi ve dayanışmayı sağlama.
    Geleneklerin, göreneklerin, inançların sergilendiği bir bayram.
    Bolluk ve bereketin işareti, sembolü.
    Huzur ve barış havasının evrensel ölçülerde geliştirilmesi.


Türklerde Takvim İhtiyacı ve Nevruz

İnsanların hayatlarında takvim, gerekli bir kültür unsurudur. Günümüzde bu konu bir bilim, meslek haline gelmiştir. Geçmişte ise bu ihtiyaç bugünden farklı olarak karşı karşıya kalınan şartlara göre şekillenmiştir. Türkler de konar göçer bir toplum olarak hayatlarını sürdürdükleri için kır ekonomisi yapısı içinde takvimi bilmek zorundaydılar. Böylece takvim ihtiyacı içinde bir kültür kalıbı olarak ortaya çıkmıştır.Geçimlerini toprağa bağlı olarak sürdüren Türkler, genellikle yazın, baharın başlangıcı ile hayvan sürülerinin otlağa çıkarılması, çiftçilik yapanların ekin döneminin başlaması için geleneklere uygun olan bir takvim kullanmışlardır. Bilindiği üzere, Türklerde yılların adları da, ayların adları da, hayvan isimlerine bağlı olarak söylenmiştir. Yeni yılın başı ise 21 Mart'tır. Ancak Güneş Yılı ile Ay Yılı arasında 13 günlük bir fark bulunduğundan, 21 Mart tarihi, bazı topluluklarda Mart'ın 9'una, nadiren bazı topluluklarda 1 - 3 Nisan ve 21 Haziran'a tekâbül eden kutlamalara yol açmıştır.

Tabiat dinlerinin bu cins kutlamaları bünyesine alarak kutsallaştırdığı bilinmektedir. Hanifilik özelliği taşıyan, "Şamanlık" denilen Türklerin milli inanışında yer yer Türk destanlarının (Ergenekon, Göç, vb.), yer yer inanışların bünyesine karışmış olan "Yılın Başı" yahut "Yeni Gün", Türklerin Müslümanlığa geçişi sırasında farklı anlayışlarla İslâmîleştirilmeye çalışılmıştır. Bazı Türk topluluklarında Hz. Ali'nin doğumu, bazı Türk topluluklarında Hz. Ali ile Hz. Fatıma'nın evliliği, bazı Türk topluluklarında isme Hz. Hüseyin'in hilâfeti almak üzere arkadaşlarıyla hareket edip, Kerbela vakasıyla, bazılarının ise Hz. Hasan veya Hüseyin'in doğum tarihi olarak kabul ettikleri "Mart Dokuzu", destandan menkabeye, menkabeden efsaneye, efsaneden tevâtüre ve oradan da kültür tavrının görünüşü olmuştur.

Nevruz, Yenisey-Orhun çevresinden, Altaylara, oradan da Hun Türkleri'nin Avrupa'ya yürümesiyle Macaristan'a ve Balkanlar'a ulaşmış, Milâttan sonra 800'den itibaren Hazar'ın güneyinden Anadolu'ya ve Mezopotamya denilen bölgeye taşınışla birlikte yeni bir coğrafyada yaşatılmaya başlanmıştır. Hatta son yıllarda yapılan ve yeni bir kıta da, Amerika'da yaşayan Kızılderililer hakkında yapılan karşılaştırmalı halk bilimi çalışmalarına göre bu coğrafyada da Nevruz aynı ruhla kutlanmaktadır. Geçmişten gelen bu bayramın Müslüman Türkler arasında sadece gerekçesinin İslâmîleştirilmeye çalışıldığı görülmüştür. Takvimin başlangıcı kimilerince Hz. Nuh'a, Hz. Yunus'a, kimilerince Hz. Ali'ye bağlı yorumlara sığınılarak fakat hep Şamanlık kalıntısı ile sürdürülmüştür.

Destanlarda Nevruz'un İzleri

Destanlar, milletlerin din, fazilet ve millî kahramanlık maceralarının şiirleşmiş hikâyeleridir. Destanlar, bir milletin bütün varlığını ifade ederler. Gerek tarih, gerek fikir ve sanat bakımından büyük değer taşırlar. Destanlar tarihi aydınlatarak fikir ve sanat hayatına kaynak olurlar. Tarihleri bilinemeyecek kadar eskilere uzanan milletlerin ilk çağlarını bize bir takım mitolojik menkıbeler halinde anlatırlar. Bunlar gerçek olmasalar, hatta gerçeğe uymasalar bile, milletlerin kendi millî mazileri hakkında neler bilip neler düşündüklerini haber vermek bakımından önem taşırlar. Ancak destan, tarih demek değildir. Kökü tarihe dayanan, ilhâmını tarihten alan bir halk edebiyatı verimidir. Bazı milletler, millî mizaçları gereğince, destanlarında tarih gerçeklerinden uzaklaşmaz ve halk diliyle söylenmiş birer tarih gibi, destanlarını tarihe uyan bir ifade ile söylerler. Türk Milleti'nin destanlarında bu vasıflar üstündür.

Türk destanlarının İslâmiyetten önce de, İslâmî devirde de öz bakımından aynı karakteri göstermeleri; İslâmî devirdeki Türk destanlarının, sadece değişen bir medeniyet ve yeni bir kültür anlayışının icabı olan değişikliklerin dışında bir farklılık getirmemesi, bütünlüğün bozulmamış olması destanlarımızın özelliklerindendir. Çeşitli ve farklı devirlere ait olmasına rağmen Türk destanları hiçbir zaman dağınık ve birbirlerinden uzak bir halde değildirler. Bu destanlar farklı zaman dilimlerinde hep aynı ülkünün peşindedirler: Dünya yaratılmıştır "Yaratılış Destanı"; insanların çoğalması için "Türeyiş Destanı". Çoğalan insanlar nereye sığar dersek göç başlar "Göç Destanı". Varılan ilde bazen de yok olma belası ile karşılaşılır. İşte bu anda "Bozkurt Destanı" doğar. Oğuz Kağan Destanı, bu yeniden dirilen milletin gelişmesi ve yayılışıdır. Ancak su uyur da düşman uyumaz. O zaman Türk, kabuğuna çekilir güç toplar. Şu Destanı ve Ergenekon destanı, bu ebedî gücün toplanışıdır.

Toprağın önce yağmur sularıyla sulanarak ardından da karın beyaz örtüsü altında kısa bir ölüm uykusuna yatıp ilkyaz ile yeniden doğması , Türk destanları içinde karşılığını Ergenekon'da bulmuştur. Nevruz kutlamalarının bir diğer adı da "Ergenekon Bayramı"dır. Bu isim geçmişten günümüze kadar hâlen çeşitli Türk boyları arasında canlılığını koruyor. Bu bayram aynı zamanda milletin destanların gücüyle birbirlerine olan güven bağını güçlendiriyor. Ergenekon da böyle bir gelenektir. Ebulgazi Bahadır Han'ın Şecere-i Türk'ünde naklettiği Ergenekon menkıbesi eski Çin kaynaklarının verdiği tarihî olayların bir yankısıdır. 400 yıl dört tarafı yüksek dağlarla çevrili bir vadide kalan Türk'ün yaşama kavgasıdır. Ergenekon'dan bir bahar günü tekrar ata yurduna döndüğünde hürriyetini, istiklâlini tekrar kazanmış dosta, düşmana Türk'ün varolduğunu tekrar duyurmuştur.

İşte o gün 21 Mart günü, "İstiklâlin kazanıldığı" kurtuluş günü Türkler'de bir geleneğin doğmasına sebep olmuştur. Türk milleti için bu derecede önem kazanan destanı her Türk genci çok iyi bilmelidir. Çünkü geçmişten günümüze kalan bu miras, karşımıza aldatıcı maskelerle çıkacak farklı iddialara doğru cevaplar vermemize yardımcı olacaktır.

Bu destan, Gök Türkler'in en büyük destanıdır. Türk destanları arasında müstesna ve çok mühim bir yeri vardır. Destana göre Ergenekon, Türklerin yüzyıllarca çift sürerek, av avlayarak, maden işleyerek yaşayıp çoğaldıkları; etrafı aşılmaz dağlarla çevrili, mukaddes bir toprağın adıdır.

Ergenekon Destanı, çoğu kaynaklara göre Büyük Hun Devleti döneminde teşekkül etmiştir. Hatta, ÇianKen'in M.Ö. 119 yılında, Çin imparatoruna sunduğu bir raporda, bu destandan söz ettiği bilinmektedir.

Ergenekon Destanı ile Gök Türkler'in tarihi arasında açık benzerlik vardır. Herşeyden önce Hun birliğinin dağılışından Gök Türk devletinin kuruluşuna kadar geçen 450 yıllık zamanla, destandaki 400 yıl birbirine çok benzemektedir.

Büyük Hun birliğinin Çinlilerle birleşen bozguncu boyların hücumu ile dağılıp yok oluşu sırasında Altay Dağları çevresine göçen Gök Türkler'in hikâyesi, destanda Kayıhanlı ve Dokuz Oğuzların göçü olarak anlatılır. Ergenekon Destanı; bir bakıma, Gök Türkler'in doğuş destanıdır. Bu destan ilk defa 13. Asırda tarihçi Reşîdüddin tarafından yazıya geçirilmiştir. Yazarın "Câmiü't-Tevârih" adlı kitabına kaydettiği bu rivayet, Farsça yazılmıştır.

Destanların milletlerin şekillenmesinde önemli bir yere sahip olduğundan bahsetmiştik. Özellikle son yıllarda, Doğu ve Güneydoğu Anadolulu bir kısım kişiler Ergenekon destanında yansımaları olan Nevruz bayramını vesile ederek bölücülüğe yeltenmektedirler. Aslında Türk'ün dirilişinin ve milliliğinin ifadesi olan Nevruz'u Kürt bayramı gibi tanıtmaktadırlar. Bu iddialarında ise delil olarak "Demirci Kava Destanı"nı esas almaktadırlar. Onlara göre bu günde (21 Mart'ta) Demirci Kava'nın önderi olduğu Kürtler Dahhak'a karşı ayaklanarak istiklâllerine kavuşmuşlardır. Bu iddialarını sabitleştirmek için bazı piyesler de kaleme almışlardır. Mesela Kemal Burkay imzasıyla yayınlanan "Dehak'ın Sonu" bunun bir örneğidir.

Bu destan Ergenekon Destanı ile paralel olarak düşünülerek Kürtlerin doğuşu için bir kaynak olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Kava Destanı'nın Ergenekon Destanı'nın değişik bir rivayeti olduğuna ise hiç dikkat çekilmemektedir. Ayrıca bu destanın bir benzerine de Dede Korkut'taki "Basat'ın Tepegöz'ü öldürdüğü Destan"da rastlıyoruz. Ergenekon Destanı'nın 13. Yüzyılda ilk defa Farsça olarak yazıya geçirildiğinden bahsetmiştik. Kava Destanı ile ilgili ilk yazılı rivayet Firdevsî'nin "Şehnâme"sinde ve Şeref Han'ın "Şerefnâme"sinde yine Farsça olarak yazılıdır.

Peki Firdevsî kimdir? Şehnâme'yi niçin yazmıştır? Ve nasıl olur da kaynağını ancak XI. Yüzyıla indirebildikleri bir destan parçası ile Nevruz bayramı özdeşleştirilebilir? Bu soruların cevaplarını tarihin yazılı kayıtlarında kolayca bulabiliyoruz.

Firdevsî dağılmaya yüz tutan Fars birliğini yeniden bir araya getirmek için, otuz yıl emek vererek manzum bir eser yazar. Bu eser Şehnâme (Şahnâme) adını taşır. Altmış bin beyit tutarındaki bu eser, İran'ın milli destanı olarak kabul edilir. Defalarca yayınlanır ve kısa zamanda dünyanın sayılı klasikleri arasına girer. Şehnâme'deki mücadele dışa dönüktür. Firdevsî, eserini bir çok tarihî olaya, efsane, menkıbe, rivayet ve hayal unsuru motiflerle süsleyerek, Fars ırkının, Arap ve daha ziyade Türk ırkından üstün bir ırk olduğunu ispatlamaya çalışır. Bu destanda mücadelenin büyük bir bölümü Türkler'e karşı verilmiştir. Nitekim bu durum, Türklerin "Buku" veya "Buka Han" dedikleri "Alp Er Tunga" destanda "Afrasyab (Efrasiyab)" adıyla karşımıza çıkar; İran Şahı Keyhüsrev tarafından tuzağa düşürülerek, hile ile öldürülür. Onun ölümüyle birlikte Farslar kendilerine göre dolayısıyla büyük bir belâdan kurtulmuş olurlar. Bu günü kurtuluş günü kabul edip, bayram yaparlar. Bu bayram bildiğimiz Nevruz bayramından başka bir şey değildir. Daha sonraki asırlarda tarihe mal edilecek olan Kava ve Dahhak gibi şahısların varlığı da yine bu eserdeki efsanelerden kaynaklanır.

21 Mart'ta Nevruz'un semeni göğertmek en çok bilinen Türk âdetlerindendir.

Böylece Firdevsî Nevruz'u İran geleneğine bağlamaya çalışır. Ancak onun kaynağının tarihi ancak XI. Yüzyıla kadar inebilmektedir. Ayrıca Kava Destanı, Türk destanları ile çok benzerlikler göstermekte ortak noktalar taşımaktadır.

Her iki destanda; müşterek olup önemli yer tutan unsurlar, şöyle gösterilebilir:

    Çadır hayatı
    Düşman saldırısı
    Esaret
    Esaretten kurtulmak
    Dağlara sığınmak
    Hayvan beslemek
    Çoğalmak
    Demircilik sanatı
    Ateş yakmak
    Yayılmak, göç etmek
    Bayrak dalgalandırmak
    Yeni bir hükümdarın başa geçmesi
    Düşmandan intikâm almak
    Huzura kavuştukları günü "bayram" olarak kutlamak.

Gerek Demirci Kava, gerekse Ergenekon Destanı'ndaki ortak noktalar içinde özellikle "Demircilik sanatı" üzerinde durulması gereken önemli bir konu olarak dikkatimizi çekmektedir. Bilindiği üzere demirin Türk kültür ve medeniyeti tarihindeki yeri, çok eskilere dayanmaktadır. En aşağı, M.Ö. 1400'lerde Altay'ların batısında bol miktarda demir elde edilmekte olduğunu söyleyen W. Ruben; "tarihî vesikalara dayanarak bu eski Türk sahasını demir kültürünün doğduğu yer kabul etmekte zaruret vardır." Demektedir.

M.Ö. 1022 yılına ait kayıtta, "lüks kılıç" anlamında bir "kingluk" kelimesi, "Hunların eski ecdadının sözü' olmak üzere M.Ö. 47 yılında yazılan bir Çin kaynağında zikredilmiştir. Fr. Hirt, bu sözü Türkçe'de "iki yüzlü bıçak" anlamında, bugün dahi kullanılan "kingirlik" kelimesi ile birleştirmiş ve bunu "tarihte kayıtlı en eski Türkçe kelime" olarak kaydetmiştir.

Gök Türkler sahasından İran sahasına, mesela Horasan'a "demir levhalar', "karaçori' ve "bilgatekinî" denilen güzel kılıçların ihraç olunduğu bilinmektedir. İran destanı bile, Türkleri en eski zamanlardan beri bir "çeliğe bürünmüş" millet olarak anlatır.

Ergenekon Destanı'nın en önemli motiflerinden biri de, kuşkusuz bu "demircilik geleneği'dir. Oğuz Kağan Destanı'nda; "canavar geyik yedi, ayı yedi. Çıdam onu öldürdü. Demir olduğundandır" diyen Türkler, insanı başka mahlûklara ve başka insanlara hâkim kılan silahın kıymetini elbette çok iyi biliyorlardı.

Gök Türkler'in demirden bir dağ eritmeleri, bunu yapan kahramanlarını da "demirci" sözüyle ebedîleştirmeleri bu yüzden önemlidir. O kadar ki Türkler, bu günü bayram bilmiş; Ergenekon'dan çıktıkları günün yıldönümlerini tiyatroyu andırır temsilî törenlerle kutlamışlardır. Bu törenlerde, ocakta kızdırılmış demirleri örs üstüne koyup iri çekiçle döverek asırlarca Avar'lara silah yapan ve bu silahlarıyla Türk illerinde büyük hakimiyet kuran atalarını, hep saygıyla anmışlardır. Nitekim, birçok Türk boyları demiri mukaddes saymışlar, üzerine and bile içmişlerdir.

Arapların "hakiki Türk" dedikleri Hakanlı Türkler, kendilerini soy itibarıyla bir "demirci millet" olarak tanımışlar, hükümdarları demirciliği kutlamışlar ve demircilik sayesinde esaretten ve zulmetten kurtulduklarına inanmışlar, onlara Çinliler de Cucen (Avar)lerin demircileri demişlerdir.

Gök Türk devletini kuran Bumin Kağan ile İstemi Kağan "demirci" idi. Özbek Türkleri'nin şahları arasında da demirciler vardır.

Yukarıdan itibaren vermiş olduğumuz bu bilgiler ışığında Kürtleri Dahhak'ın zulüm ve esaretinden kurtaran Kava'nın da bir "demirci" olması, bu bakımdan önemlidir. Kava, sıradan bir demirci değil, tıpkı Gök Türkler'de olduğu gibi, demirden savaş araç ve gereçleri yapan bir sanatkârdır. Kava'nın kimliği hakkında Ferhengi Ziya/Gencine-i Güftar'da bu yönde bilgiler verilir. Bu isme ilk defa İranlı Firdevsi'nin "Şehnâme"sinde rastlanmıştır. Ondan önceki eserlerde bu isim yoktur. Şehnâme'de Kava'nın kimliği ve milliyeti hakkında hiçbir bilgi verilmediği halde bir takım Kürt kaynakları bu kahramanı sahiplenerek kendilerine uydurma bir tarih oluşturmaya çalışmaktadırlar. Ancak bu konuyla ilgili ilmî bilgiler de mevcuttur. Arthur Christensen'in öne sürdüğü iddia bir hayli ilgi çekicidir. Ona göre, Kava, Sasanîler ( M.S. 226-642) döneminde ortaya çıkmıştır. Kava'nın adı bu devirde duyulmaya başlamış ve Dahhak Efsanesi'ne dahil edilmiştir. A. Christensen'in görüşü aslında bir gerçeği ifade etmektedir. Bu da şudur ki, Demirci Kava, Gök Türkler devrinde yaşamıştır. Bu bilgilere göre Demirci Kava'nın İran soyundan değil, Türk soylu bir kahraman olduğu ortaya çıkmaktadır. Kava, İran-Turan (Türk) savaşlarına sahne olan bir coğrafyada, zulme ve zorbalığa karşı direnen ve başkaldıran bir önderdir. Her iki destan da aynı coğrafyada kaleme alınmış, aşağı yukarı aynı asırlarda derlenmiş ve her ikisi de zamanın geçerli yazı dili olan Farsça ile yazılmıştır. Motifler hep aynıdır.

Aslında, Ergenekon Destanı, çok daha gerilere dayanmaktadır. Hunlar devrindeki bazı Çin kaynakları Ergenekon Destanı'ndan haberler vermektedir. Bu bilgilere dayanarak Demirci Kava'nın yaşadığı devri Hun'lar çağı olarak düşünebiliriz. Hun Türkleri'nin bir kahramanı olarak Kava, Türk boyları ve kavimlerinin muhayyilesinde hep canlı olarak yaşamış ve unutulmamıştır. Bu düşünceyi kuvvetlendiren bir diğer kaynak ise Hunlara ait Oğuz Kağan Destanı'nda, "Tömürdü Kağul" adı ile karşımıza çıkan kahramanda şekillenir.

Destana göre; Oğuz Kağan, Çürçet Kağan üzerine yürürken, yolda bir ev görmüştü. Bu evin duvarları altından, pencereleri gümüşten, çatısı ise demirdendi. Bu demir çatıyı ancak, Oğuz ordusundaki Tömürdü Kağul adlı bir "demirci" açmıştı. "Tömür", "demir", "tömürdü" demirci demektir. Tömürdü Kağul da, Demirci Kağul anlamındadır.

Günümüze kadar gelebilmiş destan parçalarından hareketle Nevruz hakkında ortaya atılan iki görüşe rahatça cevap verebiliyoruz. Bu görüşlerden birincisi; Türklerde bahar bayramı (Nevruz), bilinebilen en eski zamandan beri Türklerin bayramıdır ve onlar vasıtasıyla bütün Asya'ya ve Avrupa'ya (Avrasya) yayılmıştır. İkinci görüş; bu bayram İran menşelidir, eski İran efsaneleriyle bağlantılıdır. Her iki görüşe Prof. Dr. Reşat Genç'in sözleriyle cevap vermek yerinde olacaktır: "Eğer İran'da da, Hunlarda olduğu gibi milattan önceki yıllarda Nevruz bayramı olsaydı, milattan sonra XI. yüzyıla gelmeden önceki İran metinlerinde de bunların izlerinin bulunması gerekmez miydi?".

Nevruz'un Tarihi Kaynakları

En eski Türk bayramı olan Nevruz, Türkler aracılığıyla Avrasya'ya yayılmıştır. Eski Doğu geleneklerinin devamı olarak yaşamıştır. Çin kaynaklarına dayanarak Hunların milattan yüzlerce yıl önceleri 21 Mart'ta hazır yemeklerle kıra çıktıklarını, bahar şenlikleri yaptıklarını, bugün Nevruz kutlamalarındaki geleneklerin o zamanda da yer aldığını biliyoruz. Aynı gelenekler, Hunlardan sonra Uygurlarda da görülmüş ve bugüne kadar uzanmıştır. Çağdaş Uygur resminde Uygurların Nevruz kutlamalarını temsil eden tablolar yapılmıştır. Nevruz'u İran geleneğine bağlayan Firdevsi'nin Şehnamesi ve diğer kaynaklar yanıltıcıdır. Çünkü Nevruz hakkındaki bilgiler orada XI. yüzyıldan itibaren görülür. Milâttan önceki yıllarda Nevruz hakkında İran metinlerinde herhangi bir iz ve kayıt yoktur. Ancak Hunlarda bu kayıtlar mevcuttur.

Nizamü'l-Mülk de XI. yüzyıl yazarı olarak Siyasetnâme adlı eserinde bu bayramdan söz eder. Bu bayramın aynı zamanda yılbaşı olduğunu belirterek Nevruz geleneklerini anlatır. Aynı zamanın yazarlarından Kaşgarlı Mahmut da Divân-ı Lügati't-Türk'te Türklerde yıl başlangıcının Nevruz olduğunu ifade eder. Ayrıca, 12 Hayvanlı Türk Takvimi'nin başlangıcının da 21 Mart olduğu bilinmektedir. Selçuklularda Nevruz bayramı eğlencelerinin kutlandığı, şenlikler yapıldığı, özel yemekler pişirildiği, özel hediyeler alınıp verildiği de bilinmektedir. Selçuklularda yılbaşı, güneşin koç burcuna girdiği gün olan Nevruz günü olarak kabul edilmiştir. Osmanlı devrinde de Nevruz, çok canlı biçimde kutlanmaktaydı. Osmanlı ailesini çıkarmış olan Kayı Boyu'na mensup Karakeçililerin, Karakeçili aşireti mensuplarının 21 Mart tarihinde Ertuğrul Gazi'nin türbesi etrafında toplanarak burada bayram yaptıklarını biliyoruz. Bu bayramın bir diğer adı da "Yörük Bayramı"dır. Osmanlı Devrinde 21 mart günü özellikle padişahın yani sultanın nevruz tebriklerini kabul ettiği, halkın Nevruz'unu kutladığı, Nevruz şenliklerinde bulunduğu gün olmak hasebiyle, 21 Mart tarihinin Nevruz-ı Sultanî, yani sultana mahsus, sultan tarafından veya sultanın katılmasıyla kutlanan Nevruz günü olmak bakımından böyle bir isim aldığı söylenilebilir.

Osmanlı devrinde kutlanan Nevruz kutlamaları Cumhuriyetin ilk yıllarında da resmî olarak devam etmiştir. Bu konuda Prof. Dr. Reşat Genç şu bilgileri veriyor: "Geri planlarda bırakılmış ve unutulmaya yüz tutmuş olan Türk insanına kendi kültür kimliğini, kişiliğini, benliğini, hüviyetini kazandırmak hareketi Atatürk'ün başlattığı bir hareketti. Bu ne ile mümkün olurdu? İşte bu, öze dönmekle, kendi kültürel değerlerimize, örfümüze, âdetimize, geleneğimize dönmekle mümkün olurdu. Bu yüzden Atatürk diyor ki "Bilelim ki, kendi benliğine sahip olamayan milletler başka milletlerin şikârıdır", yani yaşayamaz. O yüzden, yine, Atatürk der ki, "Gençlerimize, çocuklarımıza görecekleri eğitimin hududu ne olursa olsun en evvel ve herşeyden evvel kendi geleneklerine, millî ananelerine ve Türkiye'nin bağımsızlığına düşman olan unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir." Millî hareketin özü bu. Diğer taraftan kendi kimliği, kişiliği, millî benliği kazandırılmış olan millete çağdaş olma yolunu açıklamak da Atatürk hareketinin temellerindendir.

İşte bu öze dönme, kendi tarihine, kültürüne dönme hadisesi millîciliğin özü idi. Bu yüksek idrakinin icabı olarak , O'nun milli kültür unsurlarının her biri üzerinde, en küçük ayrıntısına kadar çok büyük bir dikkatle durduğunu biliyoruz. Nitekim, Nevruz ile ilgili hassasiyeti bunun bir göstergesi olmuştur. Bilindiği gibi Atatürk 22 Mart 1922 tarihinde Ankara'nın Keçiören semtinde Nevruz şenlikleri düzenletmiş ve kendisi de bu şenliklerde hazır bulunmuştur.

Netice itibariyle görülmektedir ki, kaynağı neresi olursa olsun M.Ö. 3. Yüzyıldan, Mete Han zamanından beri Türklerde var olan bir bayram, bir bahar bayramı geleneğidir. Özellikle 1200 yıldır öbür Türk gruplarının hemen hiç birisi ile ilgisi kalmamış olan Saha yani Yakut Türklerinde Nevruz geleneklerinin izlerinin kuvvetli bir şekilde bugün de var oluşu dikkate değer. Doğrusu, eğer Nevruz batı kaynaklı bir gelenek idiyse, bu, Nevruz bayramının Sahalara kadar nasıl gittiğini ve 1200 yıldır, diğer Türk boylarıyla ilgisi olmayan bu Sahalara nasıl etki ettiğini de tarihî olarak, kaynaklara müracaat ederek açıklamak gerekir. Değilse şimdi kaynak Hunlar olarak veya daha eski bir tarihte Türkler olarak ağır basar görülmektedir. Ama neticesi itibariyle bugün Afganistan'da da yaşatılmaktadır, İran'da da yaşatılmaktadır, Irak'ta, Suriye'de en azından belli kesimlerde ve bütün diğer Türk dünyasında; Çin Seddi'nden Adriyatik'e kadar, Hindistan'dan, Afganistan'dan, Yakutistan'a, Çuvaşistan'a, Tataristan'a, Moldova'ya, Macaristan'a ve Balkanlara kadar geniş bir coğrafyada bugün canlı bir şekilde yaşamakta ve yaşatılmaktadır.


Yeşil - Sarı - Kırmızı Renklerin Türk Kültür ve Tarihinde Yeri

GÖKTÜRKLERDE YEŞİL-SARI-KIRMIZI RENKLER


1935''de, Altay'larda; VII-XI. asırlarda yaşamış Türk beylerinin mezarlarında yapılan kazılarda; yeşil, sarı, kırmızı ipekli elbise giydirilmiş cesetlerin bulunması, bu üç rengin Türklerde milli olduğu kadar dini değeri de haiz bulunduğunu göstermektedir.(belleten Sayı 43, 1947)


SELÇUKLULARDA YEŞİL-SARI-KIRMIZI RENKLER


ABDÜLCELİL EL KAZVİNİ DİYOR Kİ:
Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun bayrağı de yeşil-sarı-kırmızı idi. 1110-1189 yıllarında yaşayan İranlı büyük alim Abdülcelil el Kazvini (Hicri 556-560) (Miladi 1161-1165) yıllarında yazdığı Kitab'un Nakz adlı eserinin konu ile ilgili 608. sayfasında söyle diyor:


YAZININ TERCÜMESİ: "Selçukluların melikleri ve sultanları eğer yüzbin asker toplarlarsa, siyah Sancak askerlerde bulunmazdı; yeşil, sarı ve kırmızı Sancak bulundururlardı.

OSMANLILARDA YEŞİL-SARI-KIRMIZI RENKLER

Osmanlı İmparatorluğu ordularında da Sancaklar, Bayraklar ve Tuğlar Yeşil-Sarı-Kırmızı renkleri taşımışlardır.

UYGURLARDA NEVRUZ GELENEĞİ

Uygur Türklerinde Nevruz Bayramı diğer Türk boylarında olduğu gibi 21 Mart tarihinde kutlanmaktadır. Nevruz, Farsça bir kelime olup, Uygurca'da "yeni gün, baş bahar" anlamına gelir. Uygurlarda bu bayram aslında yeni yıl bayramı olup, şemsı takv1me göre, yılın sona erip yeni yılın girdigt gün kutlanır; Nevruz, miladı takvime göre de gece ile gündüzün eşitlendiği mart ayının 21 ve 23'üne denk gelir.

Uygurlara ait tarihi kaynaklar ve bazı efsaneler, Nevruz'un Uygurlarda miladi IX. yüzyıldan bu yana bir şölen olarak kutlandığını göstermektedir, İslamiyet'ten önce Gök Tanrıya tapınan Uygurlar, gökteki yıldızları yerine göre adlandırıp "Akkuza" adlı yıldıza insanlara mutluluk veren ilah olarak tapmışlar ve "Akkuza" ayının başlangıç gününü (şimdiki miladi takvime göre 21 Mart) yeni gün (nevruz) bayramı olarak kutlamışlardır.

Bu bayram İslamıyet'in Uygurlar tarafından kabulünden sonra da kullanılmaya devam edilmiştir. XI. yüzyılda Uygurların büyük alimi Kaşgarlı Mahmud, Divanu Lügat'ı Türk adlı eserinde Nevruz hakkında şunları söyler: "Yeni günden sonraki ilk bahar ayına oğlaklar ayı derler, ondan sonraki aya uluoğlak ayı denilir, çünkü bu ayda oğlaklar büyümüş olur. İnsanlar ve tüm canlılar nevruz ile canlanmış olur. Nevruz alemin mutluluk anası, bereket ve sevinç kaynağıdır. Bu yüzden insanlar birbirlerine gönüllerini açarak, cömertçe sevinçlerini ortaya koyarlar", (Kaşgarlı Mahmut Divanu Lü-gat'it Türk, Uygurca Neşri, c.l, s.452)

Burada şunu da belirtmek gerekir ki, büyük alim Kaşgarlı Mahmud'un Kaşgar Opal'daki "Hazreti Mollam" adlı mezarına, geçtiğimiz yıllara kadar, Kaşgar civarındaki bölgelerden birçok ziyaretçi gelip, nevruz bayramını kutlamaktaydılar. Bu sebeple bu yer, günümüzde "noruz (nevruz) bulak" ismi
ile tanınmaktadır.

Uygurlarda ne zamandan beri "Nevruz" kelimesinin, Divanu Lügat'it Türk'te kaydedilen "yeni gün" ifadesi yerine kullanıldığı bilinmemektedir. Ancak bu kelimeye ilk kez Alişır Nevill'nin eserlerinde rastlıyoruz. Büyük şairimiz Alişır Nevill Çahar Divan adlı eserinde "nevruz" adı verilen müzik makamlanndan ve nevruzda okunan şiirlerden bahsetmiştir.

Uygur bilim adamlarından Nizamidin Hüseyin'in belirttiğine göre, Uygurlarda nevruz kutlamaları ile ilgili gelenekler "dokuz kılık" ya da "dokuz oğul" an'anesi çerçevesinde gelişmiştir. Bu an'aneler kısaca şöyledir:

Birinci an'ane: Eski yılın bitiş şenliği. Her yerde nevruz davulu çalınarak nevruzun başladığı ilan edilir. Ev ev dolaşılıp "nevruz aşrap, nevruz beg, nevruz selam, nevruz gel" gibi gösteriler icra edilir. Herkes köydeki şenlik için imkanları nispetinde un, yağ, şeker, kuru yemiş, ekmek ve değişik yiyecekler getirir. Her mahallenin merkezlerinde kazanlarla bu getirilen şeylerden "köce" adlı bir yemek pişirilir. Herkes bu yemeği yedikten sonra ayine katılır ve sonra el sıkışıp birbirlerini "yaşın kutlu olsun" diyerek tebrik eder. Ayin sofrasında hep birlikte yiyip içmek, birlikte dua etmek, onların birlik ve beraberlik içinde olduklarını ifade eder. Buna "Nevruza Çıkış" da denir.

İkinci a'nane: İnsanlar temiz, güzel elbiselerini giyerek kutsal ibadet yerlerine giderler, aralarından ayrılmış olan büyüklerinin kabirlerini ziyaret ederek dualar okurlar. Buna "Nevruz Duası" da denir.

Üçüncü a'nane: İnsanlar birbirlerini ziyaret ederler, yardıma muhtaçlara yardım edilir, hastalar ve özürlüler ziyaret edilir, kötü iş ve hareketleri olanlara nasihatlarda bulunulur. Buna "Nevruz Ziyareti" de denilir.

Dördüncü an'ane: Her bir yerleşim biriminde, orta yaş, genç veya çocuk gibi çeşitli grupların temsilcileri bu günde çeşitli nevruz oyunları icra ederler. Bazı kaynaklara göre Uygurlar arasındaki nevruz oyununun sayısı elliden fazladır. Özellikle cambazlık, oğlak çekişme,güreş gibi mahalli sporlar, sema, meşrep gibi sanat gösterileri daha yaygındır. Bunlar olmadan nevruz, nevruz olmaz.

Beşinci an'ane: Her yerde at seylisi; (at gezisi), bezme seylisi (müzikli oturma gezisi), dağ seylisi (dağ gezisi), yurt seylisi (şehirden şehire yapılan gezi) , kök seylisi (bağlara, bahçelere yapılan gezi) gibi çeşitli gezi faaliyetleri düzenlenir.

Altıncı an'ane: Nevruz aynı zamanda bir hikaye,bir destan söyleyiş günüdür. MeddahIar destan ve kıssalarını hikaye ederler. Ozanlar "nevruzname" okurlar. Çok bilinen nevruznamelerden birisi şu şekildedir:

Keldi nevruz yıl başı, ketti köngülning
çirkini,
Noruz diban kılurler hatunlarning türkini
Güller kısıp kız oğul eğri koyar bökini
Meclis kılıp oyn_ır açar köngül mülkini,
Kaygı mihnetler ketip yayraşır kündür
bugün.

Türkiye Türkçesi ile:

Nevruz geldi, gönüldeki çirkinlikler gitti.
Hanımlar nevruz ile ilgili şarkılar söyleyip geliyorlar.
Kız ve oğlanlar kulaklarına güller
kıstırıp, takkelerini yana kaydırıp geliyorlar.
Kurulan meclislerde oynanır oyunlar,
açılır gönüller.
Kaygı ve mihneti bırakıp neşelenmemiz
gereken gündür bu gün.

Yedinci anane: Bu günde büyükler ziyaret edilir, derdi olanlara derman aranır, küs olan karı koca ve komşular barıştırılır, evlenme yaşına gelenler için çeşitli girişimlerde bulunulur.

Sekizinci an'ane: Tarımla uğraşanlar eskiden beri nevruzu işbaşı, bir bayram, her yılın işlerinin planlanıp programlandığı bir gün olarak değerlendirirler. O gün insanlar bir araya gelerek ırmak, göl, köprü, geçit, kaynak vb. yerleri elbirliği ile tamir ederler ve düzenlerler .

Dokuzuncu an'ane: Uygurlar nevruz da fakirlere, kimsesizlere, yaşlılara, kaza geçirenlere, geçim sıkıntısı çekenlere yemek, para gibi maddi yardımlar yanında manevi yardımlarda da bulunur.

Nevruz Uygurlar arasında sevgi ve şefkatin gösterildiği bir bayram olarak bugüne kadar gelmiştir.

Kaynaklar:

Rahman Abdukerim; 1996 Uygur Örf Adetleri, Sıncan Gençler Neşriyatı Urumçi

Hemdulla, Reveydulla; 1995 Nevruz, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara

Huştar, Şerip; 1996 Nevruz ve Renkler; Atatürk Kültür Merkezi, Ankara


KIRGIZLARDA VE DİĞER TÜRK BOYLARINDA EŞİTLİĞİN VE PAYLAŞMANIN SİMGESİ OLARAK NEVRUZ

Nevruz Bayramının tarihi, Türkler tarafından onun "yeni gün" anlamına gelen Farsça ismine geçilmesinden çok daha uzun evrensel ve derin bir geçmişe dayalıdır. En temel unsuru insanla tabiatın bütünlüğünü simgeleyen bir takım genel sembollerden oluşan bu güzel bayram aslında Türklerin göçebe kültürünün esasını oluşturan eski inanç sisteminin bugüne kadar ulaşabilen en mühim yankısıdır.

Nevruz'un şimdiki bilinen dinlerin çok daha ötesinde insanların tabiatla içiçe yaşadığı döneme ait bir ayin olduğu sanılmaktadır. Arkeologlar da bu bilgiyi doğrulayıp onun en az 5-6 bin yıllık geçmişinden söz etmektedirler.

Yaşantısı sürekli tabiatla bağlı olan Türkler her zaman tabiat sırları hakkında bilgi toplayıp bu bilgilerini ve tecrübelerini destanlar, gelenekler, ayinler, efsaneler, atasözleri gibi sabit formüllerle nesillere aktarmaya çalışmışlardır. Bu formüllerinden. kullandıkları 12 hayvanlı takvimlerinden ve ayları, mevsimleri, hatta günün 24 saatini bile ayrıntılı olarak belirleyebilmelerinden gökyüzü çizimlerine göre yaptıgı yorumlarından onların çok. gelişmiş doğa tecrübesine ve geniş astroloji bilgilerine sahip oldukları gözlenmektedir.

Buna bakılırsa insanlarımızın tabiatın kış uykusundan uyanıp, yeniden doğduğu yeni bir yılın yeni bir hayatın başlangıcı olarak Yeni Gün veya Ulu Gün adını verdikleri bu bayramlar için gece ile gündüzün eşit olduğu, güneşin Koç burcuna girdiği ve iki yarım küreye de eşit miktarda ısı ve ışıksaçtığı bu günü seçmeleri hiç de şaşırtıcı değildir. Doğadaki bu eşitlik o gün bayrama iştirak edenlere de yansır. İnsanlar kadın, erkek zengin, fakir, yaşlı, genç demeden aynıkazandan Sümölök yerler. Aynı ateşten atlarlar . Dargınlar barışır. Eşitliğin ve paylaşmanın Nevruz Bayramının felsefi temelini oluşturmasının sebebi de işte bundan kaynaklanmıştır .

Türklerin Nevruz kutlamaları sırasında yerine getirdikleri ayinlerin içeriğine baktığımızda onların çeşitli Türk boylarının hayatında bugüne kadar muhafaza ettikleri İslam öncesi inançlarının izlerini kolaylıkla sürebiliriz. Sonraki hayatlarında resmi din olarak İslam, Hristiyan, Budist inançlarını benimsemelerine rağmen Türkler uzun zamanlar boyunca tutundukları ve belki de kültürlerinin vazgeçilmez öğelerini oluşturan o eski inançlarından tamamıyla sıyrılmış değiller.

Her zaman tabiatla içice yaşadıkları için göçebe Türklerin eski kültürlerinin temeli de insan ile tabiatın bütünlügüne esaslanmıştır, hayat felsefesi ona göre kurulmuştur. Tabiat sırlarını ögrenmek, ona uyum sağlayabilmek ve mücadele edebilmek için ilkel insanın onunla sürekli diyalog halinde olması icap etmiştir.

O yüzden de her köşesinden tabiat izleri fışkıran bir dünya anlayışını ve kültürünü geliştirmişlerdir. Giydikleri giyim- kuşamının renginden, biçiminden, yaptıkları el işlerinin motiflerinden, nakışIarından, çaldıkları müziklerinin ahenginden tabiatın rengi, şekli ve sesi hep görülür ve duyulur olmuştur.

Nevruz kutlamaları sırasında yapılan ayin, merasimlerin hepsi adeta; insanların tabiatın canlanmasına, yeniden dirilişine kendini layık bir biçimde hazırlamak, ona uyum sağlamak, onunla beraber yenilenmek, arınmak, temizlenmek arzusundan geliyor.

Kutlamalar sırasında su, ateş, bazı bitki türleri, cansız tabiatın bazı öğelerinin kültü açıkça görülür. Bu, bir taraftan onların ilahi gücüne verdikleri önemden, diğer taraftan da yeni yılın başlangıcı olan bu günde kainatın başlangıcı saydıkları bu öğeleri bayram geleneklerine katarak ebedileştirmek amacından doğmuştur.

Örneğin, Kırgız Türklerinin ayin sırasında yapılan ardıç ağacı ile "alazlamaları" (tütsüleme), belli ağaçların koruyucu ve arındıncı niteliğine inanan Türklerin ağaç kültünden gelir. Alazlama esnasında ağaç kültü ile ateş kültü bir arada görülür. Kırgızlarda günümüzde de ardıç ağacı kutsal ağaç olarak yerini koruyor. Kırgızların yeni eve taşınmadan önce ve salgın hastalıklar sırasında ardıçla tütsü yapmaları, özellikle onu yeni doğmuş bebeğin beşiği için malzeme olarak seçmeleri de ardıç ağacının kutsal niteliğinden kaynaklanır. Ayrıca tek bitmiş ardıç ağacına "mazar" (kutsal yer) denilir ve özel amaçlı ziyaretler yapılır. Kumaş parçaları bağlanır, dilek tutulur. Ağaçlara paçavra bağlayarak dilek tutmaları ve çocuğu olmayan kadınların tek biten ardıç ağacının altından geçmeleri Doğu Türklerinde olduğu gibi Anadolu Türklerinde de görülen bir vakadır.

Ateş ile ilgili ayinler Nevruz kutlamaları sırasında adeta odak noktası halindedir.

Avlularda, meydanlarda ulu ateşler yakılır, çocuk-büyük, kadın-erkek demeden ateşten atlarlar. Hatta bazı yörelerde küçükbaş hayvanları bile ateşten atlamaya zorladıkları görülür. Kırgız Türklerinin ateşten atlarken söylenen:

Senin kızıl nurun bana gelsin
Benim san hastalığım sana geçsin

duaları, insanların kainatın başlangıç öğelerinden saydıkları ateşin yaradıcı olduğu kadar yok edici gücüne de inandıklarını gösterir.

Birçok kaynaklarda eski Türklerin de İranlılar gibi ateşe taptıkları dönemden söz edilir ve kanıt olarak da hem Şamanist, hem Budist, hem de Müslüman Türklerinde hala yoğun bir şekilde korunan ateş kültüne işaret edilir. O yüzden dünyanın yenilendiği ve yeni yıla ayak basıldığı bu günde, kendilerini fiziki ve ruhi yönden arındırmak için ateşe başvururlar, yeni yıla bedende, canda, gönülde arınmış olarak girme isteklerini yerine getirirler.

Ateşten atlama ayini Türklerin "göçürme" veya "çevirme" dedikleri hastalıkların, kötü niyetlerin, tutkuların başka bir şeye veya kimselere göçürülebileceği inancına dayanır. Kırgızlarda bu inancın izleri sara hastalığının dualarla koyun, keçi, horoz gibi hayvanlara göçürülmesinden,çanak-çömlek kınldığı zaman çocukların başından döndürülerek ve tükürtülerek atılmasından görülür. Eski rivayetlere göre yaralı veya çok hasta birini kurtarmak için yakınları onun etrafında dönerek hastalığını kendine geçirir ve canını feda edermişler. Kırgızların sevdiklerine ve çocuklarına "aylanayın, tegereneyin" diye yalvarmaları, Türkçe anlamı "senin etrafında döneyim" olan bu sözcüklerin aslında "senin etrafında döneyim, bedenindeki ve ruhundaki hastalıkları ben alayım" denen "göçürme" inancından gelen isteğinin ifadesidir .

Nevruzun su kültü ile ilgili ayinlerinden biri evlerde öncede kap kaçaklara doldurulan suyun Nevruz gecesi insanların başlarından döndürülerek dökülmesi ile gerçekleşir. Yine burada suyun kötülük, hastalıkları çekebilme kudretine olan inanca rastlıyoruz. Suyun böyle bir çekim gücüne olan inanç, Anadolu Türklerinde gidenleri geri çevirebilecek güçte saydıkları suyun gidenin arkasından dökülmesinden görülür.

Nevruz Bayramında yapılan her ayinin özel anlamı vardır, tıpkı Nevruz'un özel yemeği Sümölök'te olduğu gibi. Sümölök sadece Nevruza özgü bir yemek olup, yılın diğer zamanlarında hiçbir şekilde hazırlanmaz ve yenilmez. Özel olarak filizlendirilmiş buğday, arpa, darı gibi hububatların iri dövülmüş kavutundan yapılan maddeye daha altı çeşit madde eklenerek (7 çeşit maddeden oluşması şarttır) büyük kazanlarda yapılan sümölök, bayram katılımcılarına eşit şekilde dagıtılır.

Nevruz sırasında ayin yemeği olarak takdim edilen maddelerin muhtelif Türk boylarındaki çeşitlerine baktığımızda, hepsinde "tohum" anlamına gelen kainatın başlangıcı türden maddelerden olduğu göze çarpar. Kimileri şişirilmiş bugday, arpa tohumunu filizlendirerek ondan sümölök yaparlarsa, kimileri ayin yemegi olarak yine tohum adını verdikleri yumurtayı yerler. Birçok Türk dillerinde hububat tohumuna da, yumurtaya da, bunları bir ayin yemeği olarak yiyen beşeriyete, yani insanoğluna da tohum denildiğini dikkate alırsak, dünyanın yeniden canlanmasını, dirilmesini sembolize eden Nevruz bayramının özel yemeği olarak bilhassa bu gıdaların seçilmesi ve canlı tabiatın bu üç tohumunun bir araya getirilerek ayin oluşturulması bir tesadüf sonucu olmasa gerektir.

Yaşantısı sürekli tabiata bağlı olan Türkler, her zaman tabiat sırları hakkında bilgilerini töreler, ayinler, destanlar, atasözleri gibi sabitleşmiş formüllere, saz melodilerine işleyerek nesillere aktarmanın yolunu bulmuşlardır. Köklü gelenekleri ile Nevruz da nesiller arası iletişimin en güzel örnegidir. Kutlama sırasında sergilenen geleneksel oyunları, ayinleri, özel yemekleri, dans, ezgi, türkü gibi eğlenceleri ile Nevruz, Türklerin tabiatla kaynaşmış kültürünü tüm renkleri ile birer birer sembolize ederek ebedileştirmeyi amaçlayan büyük bir senaryonun ustaca canlandırılmasıdır.

Nevruz'u veya yeni yılın gelmesini ilkbaharda kutlayan toplulukların coğrafyasına, milliyetine, dinine bakıldığımda bir kavram içine sığdıramayacak kadar mozaik bir çeşitliliğe sahip oldugu göze çarpar. Değişik ülkelerin degişik inançlara sahip insanları bu bayrama kendilerine göre anlamlar vererek baharın bu ilk gününe merhaba demenin sevincini yaşarlar.

Doğadaki eşitlikten esinlenerek kendinde de eşit olma, paylaşma ihtiyacını duyan insanlar, bu arzularını Ulu Gün adını verdikleri bayramlarına taşımışlar. Nevruzun bazen de paylaşamama, hatta düşmanlık aletine dönüştürülmesi bu güzel bayramın amacına tamamıyla aykırıdır. Nevruzun milli ve dini sınırları aşan, tarihin derinlerinden bugüne kadar gelebilen evrensel felsefesi, onu doğa ile insanın bütünlüğünün, insanların birbiriyle, dünyanın diğer öğeleriyle eşitliginin, beraberliğinin simgesi olarak ebediyen yaşatılmasını öngörmüştür.

ATATÜRK'LÜ NEVRUZ BAYRAMLARI

Türk halk takviminin önemli günlerinden biri, 21/22 Mart tarihlerine rastlayan Nevruz'dur. Nevruz, bütün Türk dünyasıyla birlikte Kürtler, İranlılar, Araplar, Afganlılar ve Tacikler tarafından da kutlanan bir bayramdır. Tabiatın canlanmaya başladığı, gece ile gündüzün eşitlendiği, güneşin koç burcuna girdiği Nevruz, Farsça kökenli bir kelime olup "yeni gün" demektir. Eski Türkler "yengi kün" demekteydiler.İlkbaharda karın altından boyunlarını uzatan "Kardelen" çiçeklerine ve mor renkli bir bahar çiçeğine de Nevruz adı verilmiştir.Klasik Türk müziğimizde Nevruz adında bir de makam vardır.

Çin tarihleri Hun Türkleri'nin 21 Mart tarihinde kırlara çıkıp yanlarında getirdikleri yiyeceklerini yedikleri yazar.Bu gelenek, Hunlardan sonra Uygurlarda da görülmüştür. Orta Asya Türkleri, 21 Martı Ergenekon'dan çıkış bayramı olark kutlamaktadırlar. 12 hayvanlı eski Türk takviminin ilk günü,yani yılbaşı 21 Mart Nevruz' dur.Kaşgarlı Mahmud'un ünlü sözlüğünde ve Melikşah'ın düzenlediği Celali Takvimi'nde yılbaşı Nevruz günüdür.

Nevruz, İran'da da ilkbaharın ilk günüdür. Fars mitolojisine göre, Tanrı dünyayı, güneşi ve ilk insanları bu gün yaratmıştır.Zerdüşt inancına göre,güneşin doğayı ısıttığı ilk gündür. Ayrıca,İran devletinin kurucusu Cemşid'in Nevruz günü tahta oturduğuna inanılır.

Atatürk 22 Mart 1922 Nevruz BAyramı'nda,Ankara Etlik bağlarına kurulan çadırda Rusya,Azerbaycan,Afganistan ve Nevruz,Türklerden ve İranlılardan Araplara da geçip islami inanç motifleriyle zenginleşti.İslamiyet'le birlikte Allah'ın dünyayı , Hz.Adem'i Nevruz günü yarattığına iananılmaya başlandı. Zamanla Hz.Nuh'un tufandan sonra karaya ilk bastığı gün ,Hz.Yusuf'un kuyudan, Hz.Yunus'un ise balığın karnından kurtulduğu gün , Hz.Ademle Havva'nın Arafat'ta buluştukları gün inançları da Müslümanlar arasında yaygınlaşmıştır. Alevi -Bektaşi kültüründeki Hz.Ali'nin doğduğu gün,Hz.Hüseyin'in doğduğu gün ,Hz.Ali'nin Hz.Fatma ile evlendiği gün, Hz.Ali'nin halife olduğu gün, inançları da Nevruz'u daha kutsal bir gün durumuna getirdi. Türkiye 'de Nevruz, "Sultan Nevruz,Navrız,Mart Dokuzu"gibi adlarla bir bayram halinde kutlanmaya başlandı.

Nevruz; Azerilerce "Novruz veya Noruz", Başkurtlarca "Navruz", Kazaklarca "Navruz veya Novruz", Kırgızlarca "Noruz veya Nouruz", Özbeklerce "Növroz",Tatarlarca "Navruz, Navrez veya Nauras", Türkmenlerce "Novruz", Uygurlarca "Noruz", Çuvaşlarca larca "Naras veya Naurus", Kürtlerce "Newroz" adlarıyla kullanılmaktadır.

Selçuklulardan sonra Osmanlılar da Nevruz kutlamalarına çok önem verdiler. Bu dönemde pek çok Nevruziyye denilen şiirler yazıldı. Nevruziyyeler Nevruz günü önemli kişilere sunulur ve armağanlar alınırdı. Ayrıca, padişaha ve devlet büyüklerine "Nevruziye Pişkeşi" adı altında armağanlar sunulurdu. Manisa'da 22 Mart günü,
"Nevruz Bayramı" kutlanır ve mesir macunu denilen, şifalı olduğuna inanılan şekerleme dagıtılırdı. Günümüzde bu gelenek daha ileri bir tarihe (nisan ayına) alınarak yaşatılıyor. Mesir macununun asıl adıda Nevruziyye'dir.

İstiklal Savaşı'nın karanlık günlerinde yüce Atatürk, milletimizi birlik beraberlik içinde tutmak, halkın moralini yükseltmek için sık sık at yarışları, güreş, müsamere gıbi etkinlikler düzenletiyor, dini bayram günlerinden, Nevruz gıbi kutlamalardan
yararlanıyordu. 23 Nisan 1920 tarihindeTBMM açıldıktan sonra ilk Nevruz 21 Mart
1921 tarihinde kutlandı. II. İnönü Muharebeleri öncesinde bu kutlama şenlikleri çok
sönük geçti. Çünkü, Bursa-Bilecik yöresinden Yunan birliklerinin taarruza geçtikleri haberleri Ankara'ya ulaşmaktaydı. 1. İnönü Zaferi kazanılmıştı ama henüz güçlü bir ordumuz yoktu.

İstiklal Savaşı sırasında Ankara'da en görkemli Nevruz kutlaması Büyük Taarruz'a hazırlık yapıldığı günlerde 22 Mart 1922 tarihinde yapıldı. O gün, Taşhan Meydanı (Hakimiyet-i Milliyye Meydanın)'nda ögrencilerin katıldığı bir geçit töreni düzenlendi. Ayrıca, günümüzde Meteoroloji Genel Müdürlüğü binası olarak hizmet gören binanın, dönemin Genelkurmay Başkanlıgı binasının bulunduğu tepenin altındaki düzlükte ögrenciler toplanarak halkın huzurunda spor gösterileri yaptılar, şiirler okudular. Gösterileri izleyen Ahmet Emin Yalman, Ankara'daki Nevruz kutlamalarını şu cümlelerle anlatmaktadır:

"Ankaralılar, geleneksel Nevruz şenliklerine her yıl büyük coşku ile katılır, 'baharın gelişini sevinçle karşılardı. Geçen yıl İnönü Muharebeleri nedeniyle Nevruz şenlikleri sönük geçmişti. 1922 şenliklerinin daha canlı olması için bütün okullar haftalar öncesinden hazırlığa başladılar. Nevruz şenlikleri, Ziraat Mektebi'nin, yani Genelkurmay Başkanlığı'nın bulunduğu küçük tepenin altındaki çayırlık alanda yapıldı. Hava güneşlikti. Ankaralılar, çayıırın çevresini doldurmuşlardı. Mustafa Kemal Paşa, Ankara'daki Sovyet Rusya, Azerbaycan, Afganistan ve Buhara elçileriyle birlikte büyük bir çadırdan gösterileri izledi. Gösteriler, öğrencilerin heyecanlı konuşmaları ve yurtseverlik şiirleri okumalarıyla başladı. Ankara Sultani (Lise) ve Darülmuallimin (Erkek Öğretmen Okulu) Mektepleri öğrencileri spor gösterileri yaptılar.

Nevruz kutlamaları dolayısıyla 24 Mart1921 tarihinde Mustafa Kemal Paşa'ya şöyle bir telgraf da gönderilmişti:

"Cenubi Kafkasya komiseri,Azerbaycan Serbest Harbiye Mektebi talebeleri ,iki bölüklü Süvari askerleri ve Şoşa Muhafız Taburu askerleri ,Türk milletinin büyük Nevruz bayramını tebrik ediyor ve biz ümit ediyoruz ki Azerbaycan İnkilap Ordusu,kahraman türk ordusu ile beraber Garp emperyalizmi tazyıkinde bulunan Şark milletlerini yakında kurtarırlar.Yaşasın Şark inkilap başları Mustafa Kemal!

Cumhuriyet ilan edildikten sonra 1991 yılına değin Nevruz kutlamaları kendi doğal gelenekleri içinde, insan ve doğa sevgisi, hoşgörü, yardımlaşma, konukseverlik, atalara saygı, bolluk-bereket beklentisi çerçevesinde cereyan etti. Bu yıldan itibaren Devlet, Hıdrellezle birlikte Nevruz kutlamalarına özel bir önem vermeye başladı. Kültür Bakanlığının ve TÜRKSOY'un koordinatörlüğünde Nevruz şenlikleri düzenlendiğii görüldü. Bağımsızlıklarına kavuşan Türk Cumhuriyetlerinde resmi tatil olarak kabul edilen Nevruz, Türkiye'de de kültür tarihimizdeki özel yerini koruyarak, geleneklerimiz içindeki saygınyerini aldı.

OSMANLILARDA NEVRUZ KUTLAMALARI

Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU

Türkler tarafından çok eski tarihlerden itibaren kutlanan ve genelde Yeni Gün olarak adlandırılan Nevruz, Osmanlılarda da bahar bayramı ve yeni yılın başlangıcı olarak kutlanmıştır. Zira 21 Mart gece ile gündüzün eşit olduğu ve bundan sonra gündüzün uzayacağı gün dönümüdür. Bu anda bahar başlar ve 92 gün 20 saat, 4 dakika ve 27 saniye sürer ve yaza ulaşır.

Nevruz, inanışa göre baharın ilk günü ve yıl başıdır. Takvimler hep Mart'tan başlar. Bu sebeple Osmanlılarda malî yıl başlangıcı Nevruz olarak alınmıştır ve hemen bütün kanunnâmelerde verginin ilk taksidinin toplandığı andır. Bu durum Cumhuriyet döneminde de 1980'li yıllara kadar malî yılbaşı olarak devam etmiştir.

Türklere ait olup, dünyanın en doğru takvimlerinden olan ve Sultan Melikşah zamanında hazırlanmasından dolayı, unun lâkabı Celâlüddevle'den dolayı Celâli Takvimi denilen takvimin başlangıç günü de Greenwich zamanına göre 21 Mart (15 Mart 1079) olarak alınmıştır (hicrî 9 Ramazan 471 Cuma). Bu tarih Osmanlılarda "Nevruz-ı Sultanî" veya sadece "Nevruz" olarak adlandırılmış ve kanunnâmelerde: "... resmin nısfı nevruz-ı sultanî'de ve nısf-ı aharı son güz ayının evvelinde alına" hükmüyle verginin ilk taksidinin alındığı zaman olmuştur. Bu şekil Osmanlı devletinin hemen bütün sancak kanunnâmelerinde görülür. Bu kanunnâmelerde Nevruz, "mevsim-i evvel bahar nevruz" şeklinde belirtilmiştir. Bugün Anadolu'nun bazı yörelerinde Nevruz-ı Sultanî Mart 9'u olarak bilinir.

Osmanlılar tarafından Nevruz-ı mübârek olarak da adlandırılan Nevruz sayılı günlerden biri olarak kutlanmış, güneşin Koç (=Hamel) burcuna girdiği ilkbahar ılınımı anına Nevruz denilmiştir.

Yeni yılın başlangıcı olarak kabul edilen bu günde eğlenceler tertib edilir, sarayda olduğu gibi halk arasında da eczahanelerde yapılan ve Nevruziye denilen macun rağbet görür, en azından bunu elde edemeyenler tarafından tatlı yenirdi. Bu macundan yemenin kuvvet ve şifa verici bir tesiri ve kendi usul ve an'anelerine göre bunları kaynatıp suyunu içerler ve yüzlerini yıkarlardı.

Saray haricinde Nevruz'dan birkaç gün önce eczacılar, kulplu küçük çay bardaklarına veya fincanlara, terkibi kendilerince bilinen bir macun doldurup, tanıdığı müşterilerine ve mahallenin kibar ve zenginlerine gönderirlerdi. Bu hediyeleri alanlar, buna karşılık çoğunlukla bir gümüş Mecidî bahşiş verirler ve eczacı çıraklarını sevindirirlerdi. Eczacıdan gelen Nevruziye ve yedi sin (=heft sin), yani arapçadaki sin harfiyle başlayan süt, simit, sukker, sa'lep, sirke (sir), soğan, semek (balık) veya sefercil (ayva) bir tepsiye konulup evin efendisi önüne getirilir, evde mevcut olanlar da tepsinin etrafına iki diz üstünde otururlardı. Evin efendisi herkesin önünde bu malzemelerden birer fincan veya tabak ile herkese dağıtır ve gün dönümü saati geldiği vakit, buyurun hitabıyla önce macundan, sonra diğerlerinden birlikte alınır, evin efendisi senenin saadetle geçmesi için uzunca bir dua yapar, eller öpülür ve merasim sona ererdi. Macun yenir yenmez üstüne su, gül veya limon şerbeti içilmesi âdettendi.

Her sene yılbaşı olan Nevruz'da veziriâzamla vezirler, eyâlet valileri ve belirli bazı devlet adamları tarafından padişahlara Hediyye-i Nevruziye adıyla donanmış atlar, murassa silahlar, pahalı kumaşlar vesâir hediyeler verilirdi. Bu nev'iden armağanlara Divân-ı Lügati't Türk'de "artut" denilmiştir. Veziriâzamların Nevruziye Pîşkesi adıyla verdikleri hediyelere bir örnek olmak üzere, ilk Osmanlı vak'anüvisi Mustafa Naimâ Efendi'nin Tarihinde yer alan ve İpşir Mustafa Paşa'nın IV. Mehmed'e takdim ettiği hem Nevruz ve hem de sadarete tayini ile ilgili şu bilgiler verilmektedir.

"... Vezir, kanun üzere Nevruziye pîşkeşi ile sadâret cem' edip birden irsâl eyledi. Birsemend ve iki gaburlevn at ki üçünün dahi dünyada nazîri bulunmaz. Serâpâ cevâhir ile âreste zeheb-i ahmerden (kızıl altın) ma'mûl raht ve rikâb ve gaddâre ve topuz vesâir zer-dûz bisât ile müzeyyen idi vesâir ecnâs-ı tuhaf ve tarâyif-i gûnâgûndan boğçalardan ma'ada bir araabada yüz keselik filori ve kuruş gönderdi; Vâlide hazretlerine yirmi keselik kadar pîşkeş irsâl edip... ".

Nevruz'da ayrıca her sene birinci mirahur tarafından takdimi kanun olan "rikâbiyye pîşkesi" dolayısıyla birinci ve ikinci mirahur, büyük ve küçük ahur kethüdaları, arpa rûznamçecisi, arpa kâtibi, sarraçlar kâtibi, mirahur-ı evvel kethüdası ve kâtibi gibi has ahur erkânına hil'atler giydirildi.

Hekimbaşılar her sene Nevruz'da çeşitli terkiplerden Nevruziye ismi verilen kırmızı renkli ve kokulu bir macun yaparak Nevruz gecesi bunları porselen kaplar içerisinde önce padişah, şehzade ve sultanlara, kadın efendilere, veziriâzama ve devlet ricaline takdim ederler, buna karşılık çeşitli hediyeler alırlardı. Nevruziye takdim eden hekim başıya padişah huzurunda kürk giydirilmesi usuldendi. Yukarıda da belirttiğimiz gibi kırmızıya çalar koyu renkte, ağızda cıtır cıtır ses çıkaran ve şekerlenmiş reçele benzeyen Nevruz macununun sarayda yapılanı 40 çeşit maddeden meydana gelirdi. Bu konuda yapılan araştırmalarda bu kırk çeşit madde içerisinde; karanfil, yeni bahar, zencefil, kalanga (=zulumba), kara biber, kırem tartar, kişniş, havlican, kebabiye, hindistan cevizi, anason, hıyar-ı şenbih, sakız, zahferan, tarçın, udü'l-kahr, çöp-i çin, hardal, mirr-i sâfî, iksir, çivid, meyan balı, kalem-i bârid, tiryak, sarı halile, râziyâne, kimyon, zerdecav, tarçın çiçeği, hindistan çiçeği, çörek otu, dâr-i fülfül, râvend, limon tuzu, kakule, sinameki, vanilya, portakal kabuğu, topalak kökü ve şeker yer almaktadır.

Nevruziye macunu konan kâselerin kapakları kurdalelerle bağlanır, kurdaleler arasına, günün hamel yani koç burcuna hangi saat, hangi dakika ve hangi saniyede gireceğinin yazıldığı bir de kağıt iliştirilirdi. Buna Nevruziye kulağı denirdi.

Nevruz macununun değişik terkiplerinin çok sayıda hastalığa iyi geldiğine inanılırdı. Bunlardan, kalp ve dimağ arızalarını giderme; mide fesadı, hazımsızlık, yemek rahatsızlıkları, ishal, ağız ağrısı (aft), dizenteri, taun ve veba hummaları; mesane, böbrek ve bağırsaklardaki yaralar, şişler, iltihaplar; akıl ve vücudun kuvvetini arttırma, kalbe ve ruha kuvvet verme gibi olanları belli başlılarıdır.

Bu bilgilerden sonra şüphesiz akla hemen Manisa Mesir Bayramı gelmektedir. Osmanlı Türkleri dönemine ait Nevruziyenin halk tarafından en bilineni ve geleneksel olarak XVI. Yüzyıldan itibaren aksaksız kutlananı budur. Halk arasında Nevruz'la alâkası unutulmuş olan ve bugün de hâla devam eden bu törenlere, şifa bulmak için pek çok vatandaşımız iştirak etmektedir. Bu gelenek rivâyetine göre XVI. Asır başlarında mutasavvıf hekim Merkez Musluhiddin Efendi tarafından başlatılmıştır. Burada hazırlanan macun 61 değişik maddeden yapılmakta idi.

Hekimbaşılardan başka müneccimbaşılar da her yıl tertip ettikleri padişah ve veziriâzama takdim ederek, karşılığında Nevruziye ismiyle hediyeler alırlardı. Padişahlar XVII. Asırda bin akçe, XVIII. Asır ortalarında ise altı bin akçe (gümüş para) atıyye verirlerdi. Müneccimbaşıların XX. Yüzyıl başlarında sadrıâzama takdim ettikleri takvim sebebiyle arkasına erkân bir samur kürk giydirildiği ve beşyüz kuruş hediye edildiği kaynaklarda yer almaktadır. Ayrıca Nevruz âdetleri arasında Yeniçeri Ağası'nın vükelâya yemek vermesi de yer alırdı. Bu ziyâfet sırasında misafirlere şekerli, baharattan yapılmış macun ikram edilirdi.

Osmanlı Divan edebiyatı şâirleri, Ramazan bayramı, bahar ve kış mevsimlerinde olduğu gibi Nevruz'da da câize almak için büyüklere kaside sunmuşlardır. Bu türden kaside ve gazellere "Nevruziyye" denmektedir. Nevruziyye'ye örnek olmak üzere Nef'î'nin gazelinden bir beyt sunmak istiyorum:

"Erişdi bahâr oldu yine hemdem-i nevruz
Şâd etse nola dilleri câm-ı Cem-i nevruz"

Yine birçok örnekten biri olarak Râmi Paşa'nın oğlu Refet Bey'in, Damat İbrahim Paşa'ya yazdığı Nevruz redifli kasidesinden de birkaç dörtlük arz ediyorum:

"Hayat-ı taze verüp dehre makdem-i nevruz
Hoşâ irişti meşâmm-ı deme dem-i nevruz
Dağıttı leşkeri sermâyı sahn-ı gülşenden
Kurunca bârgâhın şâh-ı ekrem-i nevruz

Açıldı bahtı yine siyah-ı dilin
Olup karîn-i atâya-yı hürrem-i nevruz
Harîm-i bağ o kadar cilverîz-i şevk olmuş
Ki görse bâğ-ı Behişt ola mahrem-i nevruz"

XVI. yüzyılın Alevî-Bektaşî sâirlerinden Pîr Sultan Abdal da Nevruziyyesinde şöyle diyor:

"Sultan Nevruz günü canlar uyanır
Hal ehli olanlar nura boyanır
Muhib olan bu gün ceme dolanır
Himmeti erince Nevruz Sultan'ın

Âşık olan canlar bu gün gelürler
Sultan Nevruz günü birlik olurlar
Hallâk-ı cihandan ziya olurlar
Himmeti erince Nevruz Sultan'ın"

Nevruz'un Osmanlılardan başka çağdaşı olan Memlüklerde de aynı şekilde mâli yıl başlangıcı ve baharın ilk günü olarak kutlanıldığı görülüyor. Nitekim Sultan Kayıtbay kanununda resm-i hane'nin Nevruz-ı Sultanî'de alınması hükmü bulunmaktadır. Yine bir Türk devleti olan Safevîlerde de Nevruz'un kutlandığı III. Ahmed döneminde elçilikle İran'a gönderilen Dürrî Efendi'nin "Sefaretnâme"sinde kaydediliyor. Sefaretnâme'de bununla ilgili olarak:

"Birkaç gün sonra Nevruz-ı Sultanî hulûl edüp, anlar nevruza gayet itibar ve ıyd-i ekberdir deyu tesmiye edüp, ıyd-i ramazan ve ıyd-i edha'dan hâşâ mükerrem ve eşrâf olmak üzere itibar ederler imiş. Hangi ayda vâkı' olsa, ol ayın nihayetine dek zevk u şevkle âlâ, ednâ ve zükûr ve inas ve nisvanı sürûr ve şâdmanî ederler. Evvelâ tahmil-i şems saatinde bilcümle vüzerâ ve âyân-ı devlet Şah'ın meclisine da'vet ve hâzır ve Şah'ın önüne beşyüz-bin mikdarı meskûk altın korlar. Şah dahi eli ile ol altını karışdırıp bir kabza alıp, iptidâ vezire verüp sonra bilcümle huzzâr-ı tevzi' edüp Şah'ın eli dokunmuşdur deyu halk birbirine teberrük deyu ihdâ ederler. Bu kulunuzu tahvil gecesi da'vet ettiler, i'tizâr edüp gitmedim" şeklinde ordaki kutlamalara yer vermiştir.

Osmanlıların son zamanlarına kadar Nevruz an'anesinin devam ettiği çeşitli kaynaklardan öğrenilmektedir. Öyle ki eski cep takvimlerinde Nevruz: "Nevruz-ı Sultanî-i meymenet âsâr ve evvel-i mevsim-i bahar ve tesâvî-i leyl ü nehâr" ifadesiyle yer almıştır.

Osmanlılarda Nevruz'dan önceki üç Cuma günü de kuru yemiş bayramı olarak kutlanmıştır. Zira Nevruz'dan sonra tazelerin çıkacağı düşünülerek, kuru yemiş satan esnafın elinde kalıp zarar etmemeleri maksadıyla, kalanların elden çıkarılması hedeflenmişti. Bunun için bu bayram üç hafta sürerdi. Böylece kuruyemiş esnafının sonraki seneye zarar etmeden girmesi sağlanırdı.

XX. yüzyılın başına kadar geldiği tespit edilen Nevruz kutlamaları, bu devirden sonra hissedilir biçimde diğer bazı geleneklerimiz gibi ortadan kalktı. Bugün halkımızın büyük çoğunluğu tarafından bilinmiyor, bilenler arasında ise yanlış yorumlanıyor. Kültürel değerlerimize duyarsız kalışımızın bugün birlik ve bütünlüğümüzün sarsılmasında son derece etkili olduğu malûmunuzdur. Bunun için, Dede Korkutumuzu, Yunus Emremizi, Hacı Bektâş-ı Velimizi, Âhi Evranımızı, Hacı Bayram-ı Velimizi, Karacaoğlanımızı, Dadaloğlumuzu, Fuzulîmizi, Mehmet Âkifimizi, Bayrağımızı, Vatan mefhumunu ve Nevruz gibi Türklüğün en eski devirlerinden itibaren gelen örf ve âdetlerimizi, birilerinin oynadığı oyunlardan dolayı hatırlamayalım, gerektiği için hatırlayalım, kutlayalım.

Saygılarımla.


NEVRUZ GELENEĞİ

Prof. Dr. Abdulhaluk M. Çay

Bilindiği gibi milletleri meydana getiren en önemli unsurlardan birisi de kültürdür. Bir milletin bütün sanat faaliyetlerinin, inançlarının, örf ve adetlerinin, fikir, yaşayış ve davranışlarının tümü o milletin kültürüdür. İnsanın yaratılışı ile başlayan kültürün meydana gelmesinde bütün insanların payı ve yeri vardır.

Milletlerin teşekkülünde önemli bir yer tutan gelenekler, tarihi kesin olarak tesbit edilemeyen dönemlerden günümüze kadar intikal etmişlerdir ve bu özelliği ile millet bağını güçlendiren en önemli unsurlardır.

Bayramlar da hemen her millette görülen ve toplumun her ferdi tarafından benimsenen ortak adetlerdendir. İslamiyeti kabul etmiş olan ilk konar-göçer Türk toplulukları bayram gibi birçok adetlerini devam ettirmişler, bunları büyük bir coşkuyla kutlayagelmişlerdir. Bu bayramların içinde hiç şüphesiz kışın soğuğundan, zorluğundan kurtulup, baharın yeşilliğini ve canlılığa geçişini simgeleyen bahar bayramları oldukça önemli yer tutar. Tarihin en eski dönemlerine kadar inildiğinde, Türk topluluklarında bahar bayramları ile ilgili geleneklerin oldukça çeşitli ve yaygın olduğu görülmektedir. Doğu Türkistan'dan Balkanlar'a kadar Türk toplulukları tarafından binlerce yıldır kutlanan ve halen kutlanmakta olan Nevruz da bu geleneklerden biridir.

Milletimizi birbirine düşürmek için gayret sarfeden düşmanlarımız, Nevruz geleneği gibi Türk Milleti'nin geçmişinde var olan ve halen yaşatılan bu adetleri, gelenekleri, Türk Kültürü bünyesinden koparmak istemektedirler.

Oysa Nevruz geleneğinin, bahar geleneği ile ilgili olarak Anadolu'nun her tarafında, Elazığ'da, Diyarbakır'da, Kars'ta, İçanadolu'da, Kıbrıs bölgesinde, Balkanlar'da, Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Tatar'larda, hatta Saha bölgesine kadarki Türk gruplarında da kutlanageldiğini gösteren elimizde oldukça geniş bilgiler vardır.

Farsça bir kelime olan ve "Yeni Gün" anlamına gelen Nevruz geleneği Milattan önceki yıllarda, özellikle belli bir coğrafyada yaşayan toplulukların tümünde bir bahar geleneği şeklinde görülüyor. Yani biz bu geleneği, Sümerler'de, Akatlar'da, eski İran, Med ve Pers topluluklarında, aynı şekilde Anadolu'daki bugün tarihe mal olmuş bir takım uygarlıklarda ve Ortaasya'da varlığını devam ettiren en eski Türk kültüründe, hatta gün farkıyla Çin, Japon, Kore gibi birtakım topluluklarda da görüyoruz. Ancak özellikle bunun son zamanlarda belli bir ideolojinin bayrağı haline getirmek isteyen çevrelerin ortaya koyduğu, daha açık ifadeyle, bugün Ortadoğu'da homojen olmayan ve ancak kürt adı altında toplanmak istenen bir takım topluluklara bir mill" kimlik verebilmek amacıyla, onlarda bir mill" bayram fikri oluşturma çabasına girildiğini görüyoruz. Bu tamamen yanlıştır.

Doğrudan doğruya efsaneleri bir tarafa bıraktığımızda, öncelikli olan Nevruz'un matematiksel olarak, güneş takvimi esasına dayalı 12 hayvanlı Türk takviminde bir yılbaşı olarak benimsenmesi ki, bizde de bu yönde bir benimseme vardır. Mart ayı mal" yılın başlangıcı olarak benimsenmiştir. Mart ayında vergilerin ilk taksidinin alınması, Selçuklularda, Osmanlılarda bir gelenek haline gelmiş, hatta Akkoyunlu Uzun Hasan bunu bir Padişah kanunu olarak vaz etmiştir. Bu çerçevede bir bayram havası verilmesinden dolayı Türk saraylarına saray adeti olarak girdiği gibi, halk katında da bayram olarak kutlanagelmiştir. Mesela Osmanlı Saraylarında her sene müneccimler basılan her yılın yeni takvimini Padişaha, Vezir-i Azam'a takdim ederken, yeni yılla ilgili olarak da bir takım tahminlerde bulunurlardı. Bu tahminler İbrahim Hakkı Efendinin Marifetname'sine kadar girmiştir. Bunların hepsi incelendiğinde görülür ki 12 hayvanlı Türk takviminin zaman içerisinde yıllarla ilgili bir takım iddiaların yansımasından başka bir şey değildir. Mesela 12 hayvanlı Türk takvimine göre ilk yıl sıçan yılından başlar ve maymun yılına kadar devam eder. Her yıla bir hayvan adı verilmiştir ve o hayvanla ilgili olarak da bir takım rivayetler uydurulmuştur. O yılda kıtlık, savaş veya bereket olacağı, bir takım felaketlerin meydana geleceği, o yılda doğan insanlarla ilgili olarak da, yılın başında doğarsa iyi niyetli, ortasında doğarsa huysuz, sonra doğarsa kötü insan olacağı şeklinde bir takım rivayetler uydurulmuştur. Bütün bunlar İbrahim Hakkı'nın Marifetname'sine kadar girmiştir. Çünkü bunlar 12 hayvanlı Türk takvimini bildikleri için, yazmış oldukları eserlere din" bir kisve vermiş olmalarına rağmen, eski inançları İslam" kisve adı altında yansıtmışlardır. Müneccim başlarına bu bilgilerden dolayı hediyeler verilirdi. Bu da bir adet haline gelmiştir. Bunlar da Nevruz" olarak adlandırılmıştır. Hekim başları o günler için özel yemekler yapmışlar, bunlara da Nevruziye adı verilmiştir. Şairler de bir takım şiirler yazmışlardır. Divan edebiyatında binlerce örneği vardır. Nevruziye adı verilen bu şiirleri, hükümdarlara, vezirlere takdim ederler onun karşılığında Nevruziye denilen bir takım hediyeler alırlardı. Dolayısıyla bu bir saray adeti olarak gelmiştir.

RENKLERİN DİLİ

Bilindiği gibi bayraklar veya sancaklar, bir toplumun çeşitli sebeplerle, çeşitli olaylar sonucunda şekillenen ve bir bakıma bir kutsiyet ifade eden unsurlarıdır. Bayrakların meydana gelişiyle ilgili her toplumda ayrı ayrı "Tamga" veyahutta "Damga" dediğimiz semboller vardır.

Bölücü gurubun kullanmış olduğu yeşil, kırmızı, sarı renklere bir takım izah tarzlarına gidiliyor ki hata bence buradadır. Bir kere, dünyanın her milletinde o toplumun renklere karşı ilgi duymasına sebep olan bir takım nedenler vardır. Bazı milletler vardır kırmızı rengi, bazıları yeşili, bazıları sarıyı, bazıları kırmızı beyazı, bazıları mavi beyazı, bir kısmı da yeşil beyaz renkleri benimsemişlerdir. Bu renklerle ilgili olarak da bayrak dediğimiz, o milletin sembolü olan, kutsal kabul edilen bir cisim ortaya çıkmıştır. En eski kaynaklardan "Çin'in Şimal Komşuları" adlı esere baktığımızda Kırgız Türkleri'nden bahsederken, Millattan önceki dönemlerde Kırgızlar için al rengi kutsaldı deniyor. Bunlar o günkü Çinli tarihçilerin tesbitleridir. Bunu bütün Türk dünyasına teşmil etmek veyahut Kırgızların gerçekten kırmızının dışında bir renge kutsiyet vermedikleri şeklinde bir şeyi kabul etmek mümkün değildir.

Büyük Hun Devleti kurulduğu zaman, Devletin kuruluşunda enteresan olan bir renk ayrımı kendisini göstermiştir. Bu renk ayrımında yağız, yani kara renk, sarı renk, beyaz renk veya kızıl renk gibi şeyler ortaya çıkmıştır. Bunlar tamamen eski Türk ve Çin inanışındaki bir takım unsurların ifade edilmesi için kullanılmıştır. Yer, ağaç, su, ateş, gök ve bunun gibi 8 unsur için her birisine ayrı ayrı bir renk izafe edilmiştir. Bu unsurların coğrafi olarak bulunuş tarzlarına yönler, yani 4 ana yön ve 4 ara yöne göre 8 ayrı renk verilmiştir. Mesela Mete Han ordusunu kurduğu zaman, ordunun bulunduğu her bir taraftaki atların rengi, o grubun bulunduğu yöne göre ( doğu, batı, güney, kuzey gibi ) yerleştirilmiştir. Buna göre yağız atlar doğuyu, ak atlar batıyı sembolize etmiştir. Yani birisi sağ ise, diğeri sol kolu ifade için kullanılmıştır. Öncüsüne ve artçısına da aynı şekilde at renkleri verilmiştir. Bu at rengi olayı Türklerde daha sonraki idar" yapılanmada da renk mefhumunun girmesine sebep olmuştur. Mesela Peçenek Türkleri 8 boydan ibarettir. Aynı şekilde her boyun adı ayrı bir renge tekabül eder. Dolayısıyla bu renklere dayanarak, işte şu filanca millette var, bu millette de var, şeklinde sahiplenmek bence hatadır. Bugün bu, Türkiye'de yanlış bir tartışma konusu haline gelmiştir. Her renk kendisine göre bir takım anlamlar ifade eder. Mesela bizde sarı renk genellikle hastalığın, kırmızı renk ise sağlığın işaretidir. Gerek eski Yugoslavya'daki Türk gruplarında, gerekse Gagavuz ve Çuvaş Hristiyan Türk gruplarında, Doğu Avrupa Türk gruplarında Nevruzda, bir gece öncesinden çocuklara sarı kurdela takılır. Nevruz sabahı o kurdela kırmızı kurdela ile değiştirilir. Dolayısıyla kötülüğü, hastalığı temsil eden sarı renk atılır; yerine sağlığı temsil eden kırmızı renkteki kurdela takılarak yeni yıla girilir. Bu bir gelenektir. Sarı rengin kendine özgü bir takım güzellikleri vardır. Fakat kızıl rengin Osman Gazi'den beri Türklerde, özellikle Osmanlı Devletinde mevcudiyeti biliniyor. Yani İlk Osmanlı Bayrağının da kızıl (al) bayrak olduğu şeklinde kayıtlar elimizde mevcuttur. Dolayısıyla burada şuna dikkat etmek lazım. Bayrak veya sancak mefhumundan hareketle renk meselesinin veya üstündeki şekillerin üzerinde ayrı ayrı durmak gerekir. Meseleye bu çerçeveden baktığımızda sarı, kırmızı, yeşil gibi renklerin şu veya bu millette olması veyahut bugün empoze edilmeye çalışılan bir takım renklerde olması meselesi bence yanlış bir tartışma ortamına götürür bizi. Bugün Avrupa'da renklerle ilgili çok enteresan araştırmalar var. Her millette renk mefhumu vardır. Mesela bizde renkler hakimiyet sembolü olarak da kullanılmıştır. Hakimiyet sembolü olarak sikke kestirmek, bir çetre (çadır), bir taht, hutbe okunması bunların hepsi Türk-İslam dünyasında bir kakimiyet sembolü olarak kullanılmıştır. Mesela Selçuklu Devleti'nin kurucusu Sultan Tuğrul'un çetresi kırmızı renkliydi. Yani kırmızı, Sultan Tuğrul'a has bir hakimiyet sembolüydü. Aynı sülaleden gelen Sultan Sencer'in çetresinin rengi karaydı. Kara renk Sultan Sencer'in hakimiyet sembolüydü. Dolayısıyla bu renk meselesini her milletin kendi mitolojisine göre değerlendirmek ve incelemek lazım. Burada dikkat edilecek husus; yeşil, sarı, kırmızı renklerle kürt mill" bayrağı gibi bir imajla ortaya çıkan grupların hatasını ortaya koyabilmektir. Özellikle burada vurgulamak istiyorumki bu renk Zerdüşt'ün de işaretidir. Mecusilik, onun devamı olan Yarsenizm ve günümüzdeki Yezidizm kürtlerin mill" dini olarak kabul edilir. Meseleyi kendi mitolojisi, yani İran Mitolojisine dayandırmak suretiyle böyle bir izah tarzına girmişlerdir. Mesela bugün Bekaa Vadisi Yarsenizm inancının kurucusu Şeyh Adil'in doğum yeridir. Oranın seçilmesindeki amaç tamamen mitlerden hareketledir. Aynı şekilde Sincar Bölgesi ve oradaki kampların bulunduğu saha da Şeyh Adil'in yaşadığı ve öldüğü sahadır. Şimdi bugünkü siyas" kürtçülük hareketi kendine göre bir mit meydana getirmek istemektedir. Harvırd Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olan İZADİ isimli bir Yezidi profesörün dediği gibi, çok ırklı, çok dinli ve çok dilli bir millet ki böyle bir milletin tarifi ne sosyolojik, ne tarihi ne de hukuk" açıdan mümkün değildir. Yani bu homojen olmayan, hetorojen bir ara toplum, sınır toplumu özellikleri taşıyan bu insanları kürt adı altında toplamak için yapılan bir vasıta olarak kullanılan bir olaydır. Meseleyi bu şekilde algılamak lazımdır.

*Bu yazı, Dergimizin Mart 1997 sayısında Prof. Dr. Abdulhaluk M. ÇAY ile yapılan röportajdan derlenmiştir

Kaynak:  www.diyanet.gov.tr/DIYANET/mart1999/nevruz.html



Kayıp Demiryolunun Peşinde (Kağıthane-Kemerburgaz dekovil hattı)



Birinci Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında elektrik santrallerine gereken kömürü taşımak üzere yapılan Kağıthane-Kemerburgaz demiryolu hattı, savaş sonrası ortadan kayboldu. Ve yaklaşık 90 yılın ardından, hat yeniden günışığına çıkarıldı.
Popüler TARİH/ Haziran 2002 / Ayşe Başak Oğuz

İs­tanbul'a taşkömürü getirmek günden güne zorlaşınca
Birinci Dünya Sava­şı'nın ilk aylarıydı. Zonguldak'tan İs­tanbul'a taşkömürü getirmek günden güne zorlaşıyordu.  Ma­denlerden İstanbul'a, Silahta­rağa Elektrik Santrali'ne taş­kömürü getirmeye çalışan ge­miler ve Şirket-i Hayriye vapurları, Rus denizaltı ve savaş gemileriyle baş etmekte zorla­nıyorlardı. Birçok gemi Rus bombardımanının hedefi olu­yor; vapurlar batırılıyor, kö­mür çoğu kez İstanbul'a ula­şamıyordu.
Savaşın başlamasıyla kö­mür ithalatı yapılamaz olmuş­tu. İngiltere'den gelen kömü­rün önü kesilmişti. Çanakkale Boğazı kapandığından, Akdeniz yoluyla da kömür sağlana­mıyordu. Almanya ile demir­yolu bağlantısı kesilince, Al­manya'dan kömür sevkiyatı da zorlaştı. 

Azalan kömür miktarı bü­yük sıkıntılara neden olmaya başladı
Silahtarağa Elektrik Sant­rali de önemli miktarda kö­mür tüketiyordu. Gün geçtik­çe azalan kömür miktarı bü­yük sıkıntılara neden olmaya başladı. Kömür sıkıntısının önüne geçmek ve elektrik üre­timindeki aksamaları durdur­mak için, yeni kaynaklar aranmaya başlandı. İlk akla gelen, Kilyos yakınlarındaki Ağaçlı'da bulunan linyit ma­denleri oldu.
Ağaçlı linyit havzası İstanbul Boğazı’nın kuzeyinden, Kilyos'tan başlıyor, Terkos Gölü'ne kadar uzanıyordu. 25 kilometrekarelik bir alandı. Ağaçlı linyitlerinin kükürt oranı yüksekti; ancak yapılan testler sonrasında, taşkömürü ile karıştırılıp kullanıldığında, zararlı olmayacağı anlaşıldı. Zaten başka seçenek yok gi­biydi.
Şirket-i Hayriye'nin öncü girişimiyle dönemin hüküme­ti, Ağaçlı'daki kömür ocağına el koydu. Bir ocak da Ağaçlı yakınındaki Çiftalan'da açıl­dı. Her iki ocak, 1915'de işle­tilmeye başlandı. Fakat kö­mür Karadeniz kıyısındaki Ağaçlı'dan Kağıthane yakınla­rındaki Silahtarağa Santra­li'ne nasıl getirilecekti?

Sonunda çözüm bulundu:
Ağaçlı kömür ocağı ile Silahtarağa Santrali arasına bir dekovil hattı yapıla­caktı; en güvenli yol buy­du. İşte, Karadeniz-Sahra hattının yani Kağıtha­ne'den başlayıp Karadeniz kıyısına ulaşan kayıp de­kovil hattının öyküsü o günlere dayanıyor...


Kağıthane-Kemerburgaz-Ağaçlı-Çiftalan dekovil hattı
Bir zamanlar üzerinde kömür taşınan, Kağıthane'yle Kara­deniz kıyısını birleştiren, göre­vini tamamlayınca uzun süren bir yalnızlığa itilen, unutulmuş bir hat. Ta ki birileri dekovil hattının bir orma­nın derinliklerinde sakla­nan kalıntılarını bulunca-ya kadar...
Dekovil hattının Kağıthane-Ağaçlı bölümünün yapımına 1914 yılının so­nunda başlandı. Hat, Temmuz 1915'te tamam­landı ve işletmeye açıldı. 30 Haziran 1916'da bu kez Ke­merburgaz-Çiftalan yönünde çalışmalar başladı. Bu hat da 26 Aralık 1916'da bitirildi.
Hattın yapımında, Yeşil­köy'deki 'Şömendöfer Mekte­bi’ alayının büyük katkıları oldu. Üçüncü Çorlu amele ta­buru her iki hattın yapımında da görev aldı. Dekovil hattı­nın yapılışında, inşaat mü­hendisi Ahmet Muhtar Bey­de hazır bulundu. Ahmet Muhtar Bey bu konuda tecrü­beliydi. Hicaz Demiryolu'nun yapımında da görev almıştı. Ahmet Muhtar Bey 1926'da Demiryolları Umum Müdürü oldu.


Dekovil hattı 1920'li yıl­lardan sonra hiç çalışmadı
Ama 1950'li yılların başına kadar varlığını korudu. 1950'lerin ortalarında, hat bütünüyle söküldü. Hatta sanki orada bir zamanlar hiç çalışmamış gibi, hiç varolma­mış gibi tamamen unutuldu. Yeniden günışığına çıkması için, uzun yılların geçmesi, büyük tesadüflerin yaşanması, farklı hayatların kesişmesi ge­rekiyordu. 




Dekovil hattı günışığına çıkıyor
Dekovil hattı üç ayrı elde­ki eski fotoğrafların bir araya gelmesiyle yeniden hatırlandı. Kağıthane-Kemerburgaz-Ağaçlı-Çiftalan De­kovil Hattı'nın ortaya çıkarılmasında Prof. Emre Dölen ve kolek­siyoner Mert Sandal­cı'nın oynadığı rol tartışılmaz.
1990'lı yıllardı; Prof. Emre Dölen'in dekovil hattında gö­revli dedesinin fotoğ­rafları, koleksiyoner Mert Sandalcı'nın tren merakıyla aldığı eski fotoğraflar ve Kağıthane Belediyesi yetkililerinin Yıldız Sarayı arşivlerinde rastladık­ları ve de "Kağıthane'de bir demiryolu olduğuna ilişkin" kendilerine ilk ipucunu veren tek bir fotoğraf bir araya ge­lince, kayıp dekovil hattının gizemi çözüldü.
Emre Dölen'in elinde bu­lunan ve dedesi Mukadder Dölen'in hattın yapılışı sıra­sında, 1916'da çektiği fotoğ­raflarla, Mert Sandalcı'nın 1996 yılında bir kartpostal sa­tıcısından aldığı 12 fotoğraf, bu büyük keşfin temelini oluş­turdu.



Fotoğraflar ve kartpostallar
Mert Sandalcı 1996 yılın­da bir kartpostal satıcısında 12 adet fotoğraf buldu. Fo­toğraflara vuruldu. Satıcı her ne kadar hattın yabancı bir ül­kede olduğunu iddia etse de Sandalcı, fotoğraflardan hat­tın Kemerburgaz'dan geçtiğini anladı. Ama hat şimdi nere­deydi? Neler yaşanmıştı, ne­den konuyla ilgili bilgi yoktu. Birkaç ay sonra, yine 1996'nın Eylül'ünde, Mert Sandalcı ve Emre Dölen'in yolları kesişti. Türk Tıp Tari­hi Kongresi'ne katılan Mert Sandalcı, bir öğle yemeğinde Prof. Emre Dölen'in arkadaş­larına, Kemerburgaz civarındaki bir hattan ve bu hattın fotoğraflarından bahsettiğine kulak misafiri oldu.
Emre Dölen, elinde bu hattın yapımıyla ilgili birçok fotoğraf bulunduğunu ve hat­tın yapımı sırasında fotoğraf­ları çeken kişinin dedesi Ha­san Mukadder Dölen olduğu­nu anlatıyordu.
Yan masada oturan Mert Sandalcı daha fazla dayana­madı; söze karıştı ve sonunda her iki eldeki fotoğraflar bir araya geldi 'kayıp parçalar' birleştirildi!


Üç sevdalının keşifleri
Emre Dölen ve Mert San­dalcı yollara düştüler ve adım adım arayarak dekovil hattın­dan geriye kalan tek şeyi -hat­tın güzergahını- buldular. Sandalcı ve Dölen, 11 Şubat 1999'da başladıkları keşif ge­zisinde, ahşap köprülerin te­mellerini, işçi lojmanlarının temel kalıntılarını da buldu­lar. Onlara bu gezilerinde yol­daşlık eden biri daha vardı: Kağıthane Belediyesi basın danışmanı Hüseyin Irmak.
Üç tren yolu sevdalısı or­man içindeki yolda ballast ka­lıntıları, yarmalar, dolgular üzerinde ilerlerken bir gün hiç unutamayacakları bir şey ol­du. Belki de onları en çok he­yecanlandıran keşiflerini yap­tılar. Dekovil hattının kilo­metre taşlarını bulmuşlardı: Üzerleri eski harflerle yazılı 8.9 - 9 ve 9.2 işaretli kilomet­re taşları yerlerine dikildikleri İlk günkü gibi duruyordu!
Ağaçlı ve Çiftalan köyleri­ne ziyaretler yaptılar. Köyün yaşlılarıyla sohbet ettiler. De­kovil hattının yapımına tanık­lık edenlerden hâlâ hayatta olanların anlattıklarını dinlediler. Dekovil hattı hakkında bilinmeyenler artık birer birer ortaya çıkıyor, gizem çözülü­yordu.
Sonunda, Prof, Emre Dö­len, Mert Sandalcı ve Hüseyin Irmak, ayların emeğini, Kağıt­hane Belediyesi'nin bastırdığı bir kitapta topladılar.  


Kağıthane-Kemerburgaz dekovil hattı nasıl bulundu?

Prof. Dr. Emre Dölen (sağda), Kağıthane-Kemerburgaz dekovil hattının keşif öyküsünü şöyle aktarıyor:
"Bu fotoğraflar 30 yıldır bendeydi. Fotoğrafların varlığını çocukluğumdan beri biliyordum. Fotoğrafların ne olduğunu, tren yolunun hikayesini dedemden dinlemiştim. Dekovil hattını ve o dönemde yaşanılanları bilmeme rağmen, güzergaha ilişkin bilgilerim sınırlıydı... 0 dönemde Kemerburgaz bölgesinde su kemerlerini ve İstanbul'un eski su sistemlerini araştıran Prof. Kazım Çeçen, bazı hava fotoğrafları çekmişti. Hava fotoğraflarından güzergahın belli olup olmadığını kendisine sormuştum. Ancak yanıt olumsuzdu. Mert Sandalcı ile karşılaşana, yani fotoğrafların bir araya gelmesine kadar, hiçbir araştırma yapmadım. Mert Sandalcı ile birlikte, önce dekovil hattına ilişkin bir harita aradık; bulamadık. Sonra o dönemlere ait bütün İstanbul haritalarını inceledim. Güzergahı haritalarda saptamayı hedefliyordum. Askeri haritaları ve özellikle Kemerburgaz bölgesine ilişkin olanları taradım. Sonuçta, kitapta da yayımladığımız askerî haritada, dekovil güzergahının işaretlenmiş olduğunu gördüm. Bu harita, 1916 tarihli bir erkan-ı harp haritasıydı. Küçük ölçekliydi ve rahatlıkla araziye uygulanıyordu. İlk gittiğimiz günü hiç unutmam. Bir kış günüydü. Jiple gitmiştik. Jip çamura saplandı. Yürüyerek devam etmek zorunda kaldık. Kış mevsiminde olmamız bizim için büyük avantajdı. Ağaçların yaprakları dökülmüştü, önümüz açıktı ve güzergahı gözlemlemek çok kolay olmuştu. Biraz çamura battık; ama şansımız yaver gitti.
Bu süreçte bir orman işçisinin bize büyük yardımı oldu. Bölgeyi iyi tanıyordu. Uzun yıllar çalışmıştı ve güzergahın dışında kendi çabamızla belki de göremeyeceğimiz istasyon binalarının temellerini ortaya çıkarmamızda büyük rol oynadı. Bu orman işçisine Kemerburgaz'da bir kahvede yaşlılarla konuşurken rastlamıştık. Benim için bu keşfin anlamı çok büyük. Bir tarihi eseri ortaya çıkarmak, geçmişe ışık tutmak çok önemli. Ancak burada benim kişisel geçmişime, aile büyüklerime ilişkin bazı değerlerle de karşılaştım. Dedemin bana anlattıklarını bire bir yaşadım. Bir elimde fotoğraflar, öteki elimde harita; aklımda dedemin anlattıkları, bölgeyi karış karış taradım. Mert Sandalcı ile beraber, kilometre taşlarını tek tek tespit ettik. 





Demiryolu hattın teknik özellikleri
Kağıthane- Kemerburgaz dekovil hattının günlük kömür taşıma kapasitesi 960 tondu. Hat üzerinde, 8'er vagonlu 24 çift katar çalışıyordu. 1916 yılından itibaren Ağaçlı ve Çiftalan'daki kömür ocakları ordu tarafından işletilmeye başlandı. 1918'in Ekim ayında imzalanan Mondros Mütarekesi'nin ardından üretim bütünüyle durdu. Karadeniz-Sahra hattı ve kömür madenleri, 1922'de ordunun elinden alındı. Bu tarihten itibaren işletme hakkı Ticaret Nezareti'ne geçti. Fakat hat işletilmedi ve 1928 yılından sonra terk edildi. İkinci Dünya Savaşı'nda, Ağaçlı linyitleri yeniden hatırlansa da üretim maliyetinin yüksekliği bu fikri unutturdu.


Hazırlayanlarmerakediyorum grubu üyeleri merakediyorum@googlegroups.com 

Kaynak : Popüler Tarih Haziran 2002 "Ayşe Başak Oğuz -Kayıp Demiryolunun Peşinde" başlıklı yazıdan alınmıştır.  Resim ve başlıklar yazıya eklenmiştir.