Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

21 Nisan 2009

Selçuklu’dan Osmanlı’ya



Yazılacak çok şeyimiz vardı yine. Kadim bir başkentten diğerineydi yolculuğumuz. İki adı vardı gezimizin dostların koyduğu. Biri “Konya’dan Bursa”ya, öteki “Selçuklu’dan Osmanlı”ya. İkincisi, kadim tarihimizin ortak yönlerini kardeş şehirlerde görmek için yola koyulanlar adına bulunmaz bir adlandırmaydı şüphesiz. Henüz yola çıkmadan koymuştum adını yazımın.

TYB Konya’nın programlı şehir gezilerinde yer almanın türlü ayrıcalıkları mevzubahis kendi açımdan. Medeniyet mirasına sahip çıkmak azminde olan seçkin bir toplulukla, esasen işi bu olanların yapmadığını yapıyoruz.

Tanpınar’ın, “bir başkent daima başkenttir” sözünü iki şehre yakışan bir atıfla, Konya kadar Selçuklu, Bursa kadar Osmanlı diye düşünüp durdum gezi boyunca. İki şehir arasındaki güçlü bağı, TYB Bursa Şubesi Başkanı değerli Yazar Mehmet Fatih Birgül, İhtifalci Mehmed Ziya’nın yaklaşık on gün sürdüğünü öğrendiğimiz, “Bursa’dan Konya’ya Seyahat” adlı hacimli eserine yazdığı notta şöyle anlatıyor: “…Konya ile Bursa arasında yadsınması imkânsız, son derece güçlü bir bağ vardır. Osmanoğulları da bu bağın farkındaydılar şüphesiz; bu nedenle Osman Gazi, son Selçuklu Sultanı IV. Kılıçarslan’ın kendisine yolladığı ve o dönemin âdetine göre hükümdarlık bağışı sayılan sancak, kılıç ve davulun, kutsal bir emanet olarak türbesinde muhafaza edilmesini vasiyet etmişti… Bursa, Anadolu’yu medeniyetimize armağan eden Selçuklu’nun ucudur ve uzantısıdır…” (Mehmed Ziya, Bursa’dan Konya’ya Seyahat, Haz. Mehmet Fatih Birgül-Dr. Levent Ali Çanaklı, Bursa İl Özel İdaresi Yay., Bursa, Aralık 2008, s. 12.)

Bursa’da, Birgül’ün sözünü ettiği bağın ilk mimari örneklerini birçok yerde görüyorsunuz. Selçuklu ustalarına yaptırılan ve yapımı 1390-1395 yıllarında tamamlanan Yıldırım Beyazid Camii bunlardan biri söz gelimi. Tuğla ve taş, Selçuklu ve Osmanlı gibi birbirine sımsıkı kenetlenmiş duvarlarda. Baba oğul gibi Konya ve Bursa bu yönüyle bakınca.

Birçok defa gittiğim Bursa’yı bu defa ehlinin rehberliğinde gezmek, detaylarıyla müşahade etmek imkânı verdi. Değilse; Zeynuddin Hâfî’nin sadece ilmiyye sınıfına dahil eşhasa ev sahipliği yapan Zeyniyye Tarikatını tesis eden allame olduğunu ve haziresinde Fatih’in Hocası Molla Hüsrev ile Şair Hayalî’yi misafir ettiğini nereden bilecektim. Eflak’ta elçi olarak görev yaparken Kazıklı Voyvoda tarafından şehit edilen Sultan Çelebi Mehmed’in Kumandanı, Sultan II. Murad’ın Veziri Hamza Bey’in hikâyesini de.

Çarşılı Köprü’nün altından temiz suyuyla Kestel istikametine akan Gökdere, vaktiyle on beş günde bir kaçtığım Malatya’nın Kernek’ini ve bugün artık umudumu kestiğim Meram Çayı’nı hatırlattı. Tophane yokuşunun başındaki “Saltanat Kapısı”na bakarak, “on iki kapılı Konya Kalesi”nden hiç değilse birini yeniden yapacak vefalı şehir yöneticilerine şükranlarımı sunacağım günleri hayal ettim. 135 Osmanlı yâdigârını restore ederek Osmangazi İlçe Belediyesinden Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na terfi eden Recep Altepe’yi anmadan geçmek olmaz. Şehirlerin iktisadi ilerleyişinin bu tür çalışmaların artmasıyla kaim olacağını artık kim inkâr edebilir?

Bursa’yı iki günlük gezi ve bir köşe yazısıyla izahın imkânı elbette yok. Bizi Merinos Tren İstasyonu’nda hoş karşılayıp, güzel köyü Misi’den hoş uğurlayan TYB Bursa Şube Başkanı Yazar Mehmet Fatih Birgül’e, Bursa’yı Konya’ya yaklaştıran eşsiz refakati için teşekkürlerimi sunuyorum.

16 Nisan 2009

Bolay Yaylası’nda Bir Bahar Günü




-Ilıcapınar Yaylalarında-

“Erisin dağların karı erisin
İnsin seli düz ovayı bürüsün
Türkmen eli yaylasına yürüsün
Ak kuzular melesin de gidelim.”
Karacaoğlan

Eski adı Pirlerkondu Taşkent’in. Barcın Yaylası, Göksü Irmağı, Dedemli, Taşeli Platosu, Gevne Vadisi ve Karacaoğlan’ın dizelerine sahne olan yörelere uzanan güzergâhın kavşak noktası burası. Ilıcapınar hemen ötede. Birkaç yıldır sıkça gider oldum bölgeye. Bolay Yaylası’nın baharını görmek Nisan’ın ilk haftasına kısmet oldu. Sonbaharının hüznü ile yazının sıcak renklerini nev bahar ile tamamlamayıp görülecek bir kış mevsimi kalsın istercesine yol aldık Toroslar’a doğru.

Yol kenarlarına çiğdemler, papatyalar serilmiş, badem ağaçları çiçekleriyle güne çoktan merhaba demişler. Baharın en güzel zamanında oralarda olmanın keyfini çıkarıyoruz. Biliyoruz ki, en fazla üç hafta sonra yaylasında, dağında yörenin ne nevruz, ne de kardelen kalacak. Hava bir kapanıp bir açıyor, yağmur iniyor kimi zaman, sonra duruyor. Kısa molalar verip tabii güzellikler kaçıp gideceklermiş gibi objektiflerimizi çeviriyoruz.

İlk çay molası her zamanki gibi Sarıoğlan’da. Hava serin. Evden çıkarken kabanımı almadığıma hayıflanıyorum. Bereket ki, arabanın bagajından eksik etmediğim yağmurluğum var. Karazorlar’ın tesisinden kuşluk vakti çıkmadan ayrılıyoruz tanıdık yüzlere hoşçakalın diyerek.

Ilıcapınar’ın Elmaağaççığı yaylası ve Gevne sırtları karla kaplı. Vadilerden çağıl çağıl sular akıyor. Yol boylarında rastladığımız çeşmelerin çoğunun borusu patlamış. Geçen onca kurak baharın ardından böylesini görmek nasıl bir mutluluktur anlatılmaz.

Yamaçlarda karlar erimeye yüz tutmuş. İlk nevruzla Feslikan Yaylasına giden tepede karşılaşıyoruz. 21 Mart’ta Tatköy’ün dağlarında bulduğumuz tek nevruzla avunmak zorunda kalışımızı hatırlıyorum. Toprak ısınmıştı henüz. Burada gördüğüm ilk nevruzun kaç kare fotoğrafını çektiğimi bilmiyorum. Vakit kaybetmeden tepeyi aşıp Bolay’a ulaşıyoruz.

Yol kenarındaki caminin önüne çekiyoruz arabamızı. Benim isli çaydanlıktan çay yudumlamamıza izin vermiyor ıslak çalı çırpı. Çay elbette vazgeçilmezidir gezginlerin. Lakin manzara unutturmaya yetiyor çayı kahveyi. Ayboğazı Şelalesi ile aramızda kalan vadiden Bolay Çayı’nın suları delirmiş gibi akıyor. Önümüzde binlerce sarı çiğdem. Ekin tarlası gibi. Aralarına karışmış kardelenler ve nevruzlar. Toprağın suya doyduğu geniş yaylada ayakkabılarımız çamur içinde kalıyor. Batıp çıkıyoruz. Karlı dağlar, ara sıra üstümüze inen yağmur, ötede göğün maviliğine izin veren doygun bulutlar çiçeklerin arka fonunu oluşturuyor. Zeki Oğuz ve Mustafa Karaçelebi vadinin başka yerlerinde bir kaybolup bir görünüyorlar. Saatlerce, saatlerce fotoğraf çekiyoruz.


Yayladaki evlere uğruyoruz ikindi sonrası. Ortalıkta kimseler yok. Ermenek tarafına gidip gelen tek tük vasıtadan başka sadece biz varız yaylada. Gönül ayrılmak istemiyor buralardan. Taşkent’e geri dönüyoruz sonra. Kıble Kayasının altındaki çağlayan köpükler saçarak köprünün altından akıyor. Taşkent buradan kartal yuvası gibi görünür. Bir kahvehaneye uğrayıp yaylada hasret kaldığımız çayın tadını çıkarıyoruz.

Sanıyorum her bahar, Nisan ayının ilk haftası, Bolay uğrak yerlerimizin ilki olacak.

02 Nisan 2009

Memduh Ekici ile Fotoğrafları Üzerine



Memduh Ekici ile Söyleşi:
Dr. Muammer ULUTÜRK
Hakimiyet Gazetesi-27.03.2009

1. İşe en başından başlayalım isterseniz, ben sizi yakından tanıyorum. Tanımayanlar için kimdir Memduh Ekici ?

1957 yılının güz aylarında Konya-Ereğli Yeniköy’de doğmuşum. Bozkırın en tozlu yerlerinden birisidir doğduğum köy. Türkiye iklim haritalarında en az yağış alan noktalardan birisi olarak işaretlidir. 4 yaşında bozkırın en yeşil yerine, Ereğli’ye gelmiş ailem. Çocukluğum İvriz pınarının suladığı cennet bahçelerinde geçti. Elimizle balık tuttuğumuz, suya çimdiğimiz dereleri, sabahları çiğ düşmüş meyve bahçeleri vardı. Sabah serinliğinde mahallenin sığırları hergeleye katılır, cami çeşmesinden içme suyu getirilirdi. Akşamüstü babamızı sokağın başında karşılar, elindeki “çarşı ekmeği”nden büyükçe bir parça koparıp oyun oynayan arkadaşlarımızın arasına koşardık. Velhasıl, o yılların mahalleleri nasılsa bizim mahallemizde öyleydi.
1976 yılında liseyi bitirip Ankara’da Eczacılık eğitimine başladım. 1983 yılında Konya 3.Ana Jet Üs Komutanlığında Ecz. Astğ. olarak askerlik görevinin ardından 1985 yılından bu yana Ereğli’de serbest eczacı olarak çalışıyorum. 1985 yılında dünyanın en anlayışlı ve sabırlı hanımı ile yaptığım evlilik ve Allah’ın bize emanet ettiği 3 tatlı kız çocuğu ile dünyasını tatlandırmış bir babayım.

2. Fotoğraf ne zaman ve nasıl bulaştı size ve zaman bir tutkuya dönüştü?
Digital teknoloji olmasa pek çok değerli dostum gibi ben de uzaktan izleyecektim elbette. Üniversite yıllarından itibaren edebiyat ve resim sanatı ile amatör olarak hep ilgim olmuştu. Bir kenarda sakladığım bu minik eskizler Değerli dostarım Selçuk ünv. Güzel sanatlar Fak. Öğretim üyeleri İlham Ahmet ENVEROĞLU ve Orhan CEBRAİLOĞLU tarafından görüldüğü günden itibaren her şey değişti. Bana öyle bir motivasyon verdiler ki; Kırk yıllık ressamların bile denemeye cesaret edemeyeceği işlere bulaştım. Mesnevi hikayelerini minyatür tarzında aydınger üzerine kesik uç ve rapido ile çalışmaya başladım. 50X70 bristol kartonlara çini, suluboya karışık teknikle resimler ürettim. O sıralar Ereğli’de seramikçi bir dostun atölyesinde çini merakı başladı. Kulaktan duyma bilgilerle, sorarak öğrenme yoluyla, deneme yanılma usulü 10-15 çalışmadan sonra bir şeylere benzetmeye çalıştığım güzel ve özgün çini tabaklar yapmaya başladım. Bu çalışmalarımda en büyük katkı bana sabreden eşimden ve Selçuklu belediyesi çini atölyesinin fırın ustası Veli bey’den olmuştur. Derken efendim, yıl 2002. Ereğli’de Resim ve Çini çalışmalarımdan oluşan bir sergi ile bu işlere bir nokta koyduk. Heves bitmedi ama, bizim 3 numaralı kızımız “KUŞ CIVILTISI” hanemizi şereflendirerek ortalıkta dolaşmaya başladı. Kendimi işsiz kalmış bir delikanlı gibi hissettiğim anda, Allah karşıma fotoğrafsever, fotoğraf bilir bir genç insan çıkardı. Tavsiyesi ile efsane sony R1’i elime aldım. Dijital teknoloji ya elimdeki alet… Her gün, gün doğarken ve gün batarken olmak üzere iki vardiya sokakları dolaşıp eski evleri fotoğraflıyorum. İki ay kadar böyle devam etti. Allah onlardan razı olsun, değerli dostum İlham ENVEROĞLU ile birlikte fotoğraflarımı bir prof. Dostumuza (izni olmadan ismini vermem doğru olmayabilir) yorumlaması amacı ile gösterdik.
Fotoğrafa başladığım an olarak kabul ettiğim ve ilk ders olarak her zaman, her yerde anlattığım tarihi bir cevap aldım. “DOSTUM; BUNLAR MAKİNENİN ÇEKTİKLERİ, SENİNKİLER NEREDE…!!!” Yıl 2006. Aylardan Haziran. Yolculuk başlamış oldu. Derken efendim, net fotoğraf diye bir fotoğraf paylaşım sitesinde yayınladığım fotoğraflarıma, bu işi benden iyi bilenlerden eleştiri yapmalarını rica eden mesajlar gönderdim. Kimseyi örnek almadan, kendi seçtiklerimi ve hissettiklerimi fotoğrafladım. Bilgisayarda seyrettim ve acımadan sildim çektiklerimi. Aynı yere tekrar tekrar gittim ve konuya hakim olmayı öğrendim. Beynimde sürekli olarak çektiğimi hayal ettiğim fotoğraflarım oldu. O fotoğrafları ararım gezdiğim her yerde, tekrar tekrar gitmemin sebebi bu arayıştır. Çekmeyi en çok hayal ettiğim fotoğrafa tam iki yıl sonra gittim. Çocukluğumda zihnime yerleşmiş bir fotoğraftı bu. Belki de fotoğrafa başlamamın sebebidir bu. Merak ettiniz madem, söyleyeyim. “Toz kaldıran sürüler.” Sürü fotoğrafları, özellikle de toz kaldıran sürüler benim çalışmalarımda çok ayrı bir öneme sahiptir. Ereğli, Halkapınar, Karapınar, Ayrancı ve Ulukışla kırsalında hangi çobana sorsanız beni tanıyor ya da görmüştür. Pek çoğu kadrolu sürümdür zaten. Beni ziyarete gelen fotoğrafçı dostlarıma da gereken misafirperverliği ve modelliği yaparlar. Sorunuzdan uzaklaşmayalım isterseniz. Amatör olarak ne iş yaparsanız yapın zaten o sizin tutkunuzdur. Sevmediğiniz bir işte çalışarak geçiminizi sağlayabilirsiniz lakin tutku ile sevmeden hiçbir sanat dalında üretemezsiniz.

3. Hepimizin yaşamla bir alışverişi, bir derdi var. M. Ekici’nin derdi nedir? Hayata nasıl bakarsınız?
Kısaca özetlemek gerekirse; hayata gönül gözünden bakmaya çalışırım. Allah rızkıma kefildir, nafakamız için bir iş vermiş nasıl olsa diyorum. Çalışmayı ihmal etmezsek dünyalığımızı gönderecek olan O’dur. Bize düşen, insan olarak başladığımız yolu, insan olarak tamamlayabilmekten ibarettir. Bunun çizgileri önümüzden giden büyükler tarafından zaten çizilmiş. Cenab-ı Allah (c.c) peygamberlerini ve evliyalarını nasıl seçmiş ve onlara özel hususiyetler ve mükellefiyetler vermişse, sanatçıları da seçmiş ve sırlarından biraz da onlara vermiştir. İlham dediğimiz, bu sırlara açılan kapıdan başka bir şey değildir diye düşünürüm. Bu sorunun cevabı, detaylara girersek çok uzayacak. En kısadan Mevlana muhibbi gibi diyelim mi?

4. M. Ekici’nin hayattaki duruşunu nasıl ifade edebilirsiniz?
Kendi nefsim ile ilgili işlerde, iradesiz ve kaderci bir teslimiyet hakimdir. Dünya gailesi sayılabilecek sosyal olaylardan uzak durmaya çalışırım. Toplumun manevi dertleri, kültürel sahiplenme ve hizmet söz konusu olduğunda hep verimli olmaya çaba gösteririm. Toplumun ve yaşadığım coğrafyanın geleceğine bir katkım olmasını, arkamda beni hatırlatacak eserler kalmasını düşünerek hareket ederim. Fotoğraf camiasının, Anadolu kaynaklı ve yeni bir yapılanma içinde olmasını tefekkür ediyorum. Buluştuğum dostlarımda da bu şuurun var olduğunu memnuniyetle görüyorum. Çoğunlukla batı kültürü etkisinde seyreden sanat hareketleri gibi, fotoğraf sanatının gelişimi de buna parelellik gösteriyor. Maksadım yeni bir tartışma başlatmak değildir. Ticari amaçla yapılan çalışmaları taklit eden modelli fotoğraflar gibi, amaçsız görüntü yayınlamalara dikkat çekmek istiyorum. Eşyanın da ruhu olduğunu ve bunu fotoğraflarken hissetmek gerektiğine inanıyorum. Arabası ile ya da kullandığı eşya ile konuşan insanları yadırgamam hiç. Fotoğrafçı da modeli ne ve kim olursa olsun diyalog içinde olmalıdır. Fotoğrafı içinde hissederek deklanşöre basmalı ki, ortaya çıkan görüntü seyredene aynı duyguları hissettirebilsin.

5. Meke ve bozkır fikri ilk nasıl çıktı? Neden Meke ve bozkır? Neyi amaçladınız?
Fotoğrafçının yaşadığı coğrafyaya bir şekilde borçlu olduğunu ve bu borcu ödemesi gerektiğini düşünüyorum. Coğrafyasının kaybolan ve kaybolma tehlikesi taşıyan değerlerine sahip çıkmalıdır. Her coğrafya kendi kültürünü oluşturur. Benim yaşadığım coğrafyanın iki yüzü olduğuna inanıyorum. Bir yüzü Meke Gölü, Karapınar ve Karacadağ’ın yer aldığı bozkırın çöl yüzü. Diğeri Ereğli, İvriz ve Toroslar’ın olduğu bozkırın sulak yüzü. Bu bölgelerde ürettiğim fotoğraflar bence de, dostlarımca da farklı görüldü her zaman. Yalın ve amaçsız baktığınızda her yerin sarı tonlarını görüp buradan ne fotoğrafı çıkacak diyebilirsiniz. Orada bir kültür, bir ruh olduğunu bilerek yola çıkarsanız sizin görmediklerinizi gösterir, hissetmediklerinizi hissettirirler size. Kendinizin bile inanamayacağı olaylar yaşar, beklemediğiniz güzellikte fotoğraflar çekersiniz. Gönlünüzü koymuşsanız yaptığınız işe, sır kapıları ilham rüzgarı ile açılır, siz farkında olmazsınız. Ben çektim sanırsınız. Bu zanna inanırsanız o kapılar bir daha açılmayabilir. Gösterenin de, görenin de siz olmadığınıza inanmanız gerekiyor.

6. Meke’nin Dervişi’nden söz edersiniz hep. Kimdir Derviş?
Bozkırın çöl yüzünde Meke vardı, toz kaldıran koyun sürüleri, çoban köpekleri vardı. Ama hepsinden daha önemli “Meke’nin Dervişi” vardı. O gerçek bir gönül insanıdır. Dünyalık derdi olmayan, zenginliği yaşamış ama huzuru fakirlikte bulmuş, paylaşmayı seven bir derviştir kısaca. İlk karşılaştığımız gün, beni fark ederek evine girdi ve elinde bir poşetle dışarı çıktı. Aramızdaki 500 metrelik mesafeyi bana fırsat vermeden katetmeye çalışması, bana gel işareti yapmasını unutamıyorum. Karşılaştığımızda elini torbaya atarak, çıkardığı bisküvi ve lokumlar bitene kadar “Ye, Allah rızası için ye, haydi ye, bunu da ye.” deyişindeki ihlas ve samimiyeti hissedip de ona derviş dememek mümkün mü? 2007 yılı 19 Mayısında Meke’de ağırladığımız misafirlerimize gösterdiği yakınlık, evinin önünde saçta yaptığı bir avuç kavurmayı yemekle bitiremeyen aç ve yorgun 30 yetişkin insan tarafından yaşanmıştır. Beni çok sevdiğini söyler ve dua eder. Sebebi ona misafir götürmemdir belki de. Yalnız gittiğimde daha önce tanıştırdığım dostlarımı sorar, onlara selam gönderir. Meke’nin güneyindeki yayla evinde yaz kış oturur. Meke’nin ruhudur o. Ben de hizmetkârı olmaya çalışıyorum.

7. Real AVM’de bir serginiz var. Bu kaçıncı serginiz? Daha önce sergi açtınız mı?
Bu, 6. kişisel sergim. 2008 yılına kadar sadece Ereğli’de açtığım sergiler vardı. 2008 Aralık ayında, Alanya fotoğraf derneği AFSAK’ın daveti ile ilk dış sergimi açmış oldum. Konya’dan sonra Nisan ayında Ankara Fotoğraf Sanatı Kurumu davetlisi olarak Ankaralı dostlarla buluşacağız kısmet olursa.

8. KONFAD ile iletişiminiz?
Şu ana kadar Konfadlı dostlarımızla sıcak buluşmalarımız, birlikte gezilerimiz oldu. Çok istememe rağmen etkinliklerine katılamıyorum.

9. Fotoğrafa karşı eliniz hep tetikte midir? Çanta elde mi dolaşırsınız yoksa konuyu belirleyip çekime öyle mi çıkarsınız?

Eşim bugün de makinesiz çık evden diye ısrar etmez ise yanımdadır hep.

10. Fotoğraf çekerken neler hissedersiniz?
Kendimi fazla kaptırdığım zaman, model ile aramda mesafe kalmaz. Yaşına göre babasından daha sert ve muhabbetli veya oğlundan daha samimi olurum. Emsalimse asker arkadaşı gibiyimdir. Çobanların sofrasına oturur azıklarına ortak olurum. Dışı isten siyahlaşmış çaydanlıktan oracıkta, ateşin başında içtiğiniz bir bardak çayın lezzetini unutamazsınız. Çalışmam bittiği zaman, yorulduğumu hissedince anlarım nerede olduğumu. Eve girince üzerimdeki her şey çamaşır sepetine bile uğramadan, direkt olarak çamaşır makinesine girmek zorundadır. İşe gider gibi, “Ya nasip” diyerek başlarım. Çoğu zaman irademin dışında gelişir çekim safhası. Ben istediğim fotoğrafı, sesli veya sessiz olarak düşünürüm. Hareketli konuları çalışırken çok az müdahale ederim. Zaten modellerimin çoğu artık ben söylemeden ne yapmaları gerektiğini öğrendiler. Çoğu zaman bana yol gösterdikleri bile olur.

11. fotoğrafla toplum bilinci oluşturulabilir mi? Ne dersiniz?
Yapmamız gereken bu olmalı zaten. Nesnelerin fotoğraf karelerinde yer almasıyla oluşan kompozisyonlar olarak algılarsak fotoğrafı sanat yapmış olur muyuz? Bunu tartışabiliriz. Fakat fotoğraf dilini kullanarak zihinde yer alacak ve unutulmayacak mesajlar içeren bir fotoğrafla sayfalarla anlatamayacağınız kadar etkili olabilirsiniz. Bizim yapmaya çalıştığımız şey, kültürümüzün ve coğrafyamızın güzelliklerini estetik ve geçmişe özlem duygusu uyandıracak tarzda toplumla buluşturmaktır. Bu güne kadar, fotoğrafları çekerken hissettiğim duyguların seyreden kişiye de yansıdığını sevinerek gördüm. Sadece sanat çevreleri ile paylaşılan sergi ve sunumların bu bakımdan ego tatmini olduğunu düşünüyorum. Fotoğraf sanatı, halkın anlayış ve algısına en yakın sanattır. “Bunu ben de yapabilirim” düşüncesi, arada sıcak temas ve ilgi oluşturabiliyor. Aynı zaman da, fotoğrafa duyulan hayranlığın azalmasına da sebep oluyor. Çok ve kolay üretilebilir olması kaliteyi etkiliyor.

12. Bugün “fotoğraf”ın neresindesiniz? “Fotoğraf” sizin yaşamınızın neresinde? Fotoğrafla varmak istediğiniz neresi?
Bu güne kadar hiç kimseyi ve hiçbir tarzı kendime örnek almadan, sadece hissetiklerimi hissettirebilmek endişesi ile kendim olmaya çalıştım. Bunun kararını elbette kendim verecek değilim. İki yıl gibi bir sürede kendimi fark ettirebilmeyi başarmış olmamdan anlıyorum ki, doğru yoldayım. Bu güne kadar, yaşadığım coğrafyaya hizmet ederek borcumu ödemeye çalıştım. Geldiğim yer itibariyle görüyorum ki, sorumluluğum ve borcum daha da artmış durumda. Bundan sonra teknik ve estetik olarak daha özgün fotoğraflar üretmek zorundayım. Aynı konuyu bıktırmadan izletmek zor ama zevkli geliyor bana. Eleştiren ve tarz değiştirmem gerektiğini tavsiye eden dostlarım oldu. Onların da haklı olabileceklerini düşünmekle birlikte, çağımızın mikro ihtisaslaşmaya ne kadar önem verdiğini görünce vazgeçiyorum. Yüzlerce Meke fotoğrafım var. Bir tanesi diğerine benzemeyen her birinin rengi, ışığı kendi gibi olan fotoğraflar bunlar. Her mevsim, her gün farklı bir Meke dururken karşınızda yeter bu kadar diyemiyorsunuz. Günün her saati farklı ışık ve bulut oyunları sunuyor size. Ne zaman nasıl bir sürprizle karşılaşacağınızı bilmediğiniz bir coğrafya burası. Çok güzel bulut var diye yola çıkıyorsunuz, siz 45 km yolu aşmaya çalışırken, gökyüzünde bir tek bulut kalmıyor. Beni fotoğrafımın altında imzam olmadan tanıdıkları zaman başardığımı ve doğru yolda olduğumu anlayacağım.

13. Konya’da fotoğraf sanatının gidişatını nasıl buluyorsunuz?
Üniversite gençliği göz önüne alındığında gelecekte büyük atılımların olacağına inanıyorum. Konya’da iki fotoğraf derneğinin bulunuşu da son derece olumlu bence. Derneklerimizin eğitim çalışmalarına son zamanlarda önem vermeye başladığını görmek sevindirici. Konu yönünden çok zengin bir kültür ve coğrafya üzerinde oluşumuzu değerlendirmeliyiz. Fotoğraf dünyasının iştahına yeni alanlar, konular sunmak için o kadar çok malzememiz var ki…

14. Fotoğrafçı olmasaydınız sanatın başka bir dalıyla meşgul olur muydunuz?
Gençlik yıllarından beri edebiyat ve sanatla meşgul oluyordum zaten. Ancak hevesimi tatmin edecek boyutlarda kaldı hep. Ne zaman ki İlham Ahmet ENVEROĞLU ve Orhan CEBRAİLOĞLU ile tanıştım, sanata yakınlığımın boyutları da değişti. Açık yüreklilikle ifade edeyim ki, fotoğraf dışında bu kadar başarılı olamazdım.

15. Son olarak kendinize sorulmasını istediğiniz bir soru var mı?

Yaşadığınız coğrafyaya hizmet etmeyi borç olarak kabullendiğinize göre, bu coğrafyadan siz ne karşılık bekliyorsunuz.? diye sorayım o zaman.

Bu bilinçle yola çıkan insanların karşılık beklemeleri diye bir şey söz konusu değildir zaten. Ama… diye başlayayım ben yine de. Bölge insanı beni tanıdı ve kabullendi. Yaptığım işin tam olarak neye hizmet ettiğine akıl erdiremeyenler bile yardımcı oluyor. Tek derdim etkili ve yetkili mercilerin lakayt duruşları. Sanatçı kişiliğimin tabiatı gereği makamdan ve makam sahiplerinden istekte bulunmaktan hep uzak duruşumuzun da bunda payı elbet vardır. 16-19 MAYIS 2009 tarihlerinde düzenleyeceğimiz “İvriz’den Meke’ye Büyük Fotoğraf Buluşması” için Ereğli, Karapınar, Halkapınar ve Ayrancı ilçelerimizin idareci ve işadamlarından destek bekliyorum. Konya il turizm müdürlüğü bu konuyu sahiplenirse çok mutlu olacağım. Kendilerine somut olarak bilgi sunmaya hazır olduğumu söylemek isterim.
Başta sayın Valimiz olmak üzere, KONYA halkını 28 Mart-5 Nisan 2009 tarihleri arasında REAL alışveriş merkezindeki sergime bekliyorum. Bozkırın büyüsünü herkes görsün, tanısın istiyorum…