Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

15 Temmuz 2008

Yaşayan Müze Beypazarı




15.07.2008
Bir şehrin yazılacak şeyleri olması ne güzeldir. Görülesi güzellikleri, dinlenesi masalları, kalınası konakları, tadılası lezzetleri ve mütebessim insanları bir arada bulursunuz oralarda. Evliya Çelebi boşuna uğramamış, laf olsun diye yazmamış diye düşünürsünüz. Beypazarı böyle yerlerdendir.

İlk adı Lagania imiş. “Kaya Doruğu Ülkesi demekmiş Lagania. Hitit, Frig, Roma, Bizans, Selçuklu ve nihayet Osmanlı görmüş. Yakın zamanlara kadar Anadolu’nun orta yerinde kendi halinde bir yer iken, farkına varanlarca adeta yeniden keşfedilmiş Beypazarı. Şehrinizin kültürel değerlerini bilinçli bir yenilemeyle diriltmeye talip olanlardan iseniz bunun mükâfatını er-geç alırsınız. Bununla ne demek istediğimi Eskişehir Odunpazarı gezisinden sonra detaylarıyla yazmış ve karşılığını gören örnek çalışmalardan söz etmiştim.

Beypazarı, kendi nimetinin çok önceden farkına varmış. Didinip çalışmış insanlar. Kendine özgü mimarisi restorasyonlarla gün yüzüne çıkmış. İnözü Vadisi’nin serin bahçelerinde ve şehrin konaklarında tadabileceğiniz Beypazarı güveci, etli dolma, höşmerim Beypazarı kurusu ve 80 katlı baklava gibi yöresel lezzetler marka olmuş. Hemen herkesin bu nimetin ekonomik getirilerinden nasiplenmek için işe koyulduğunu görüyorsunuz. Hanımlar evlerinde ürettiklerini satmak üzere pazaryerinde müşteri bekliyorlar. Çok da güler yüzlüler. Beypazarlılar hep öyleler zaten. Huriye Kaya Hanım’ın tezgâhından erişte alışveriş yapıyor, kartvizitini cüzdanıma koyuyorum. Yüzlerce aile turizm gelirlerinden ekmek yiyor. Milli gelir bakımından Beypazarı çoktan AB’ye girmiş. Yerel yönetimin, yılda bir milyon yerli, 50 bin yabancı turist hedefi azımsanacak gibi değil. Bu işleri başarıp deyim yerindeyse yoktan var edenleri kutlamak lazım.

Doğa Derneği Şubesi’ne kısa bir göz atışın ardından, Özel İdare’nin denetiminde olan “Beypazarı Kültür ve Tarih Müzesi’ni ziyaret ediyorum ilkin. Hafız Mehmet Nurettin Karaoğuz tarafından hibe edilmiş. 1997 yılından beri de müze olarak hizmet veriyor. Beypazarı ve civarının kültür ve sanatını yansıtan eserler ile geçmişi Roma dönemine kadar uzanan eserler sergileniyor burada. Köst Dağında bulunan 25 milyon yıllık deniz midyesi bile mevut. Bina, tipik Beypazarı evi. Geleneğe göre Beypazarlılar dünyada yapacak bir şeylerinin kaldığını vurgulamak için üst katlarının bir kısmını ya da tamamını işlemeden bırakırlarmış. Buna yerel dilde Çandı yada Çantı deniyor. Konakların ikinci katının ortasında yükselen kapısız üçüncü katın adı “guşgana”. TYB’nin Beypazarı gezi yazılarını okurken Ali Işık Beyefendinin bu guşgana ile ilgili yorumu hoşuma gitti. Rehberin: “Kuş yuvasından esinlenilerek inşa edilen bu bölüm konağın kileri gibidir” sözüne; kelimenin etimolojisini “kuş” ve “konak”la ilintilendiriyor. Olabilir, lakin niçin “köşkhane” veya “köşkane” olmasın demek geliyor içimden; kuş ve konağa halel mi gelir? yorumunu yapmış Ali Işık Hocam.

“Yaşayan Müze” hakkında aslında ayrı bir yazı yazmak lazım. Proje sorumlusu bir doktora öğrencisi. Konak kapısından içeri adım attığınızda büyük bir heyecanla sizi karşılayan birini gördünüz mü? İşte o Kültür Bilimci Sema Demir’dir. Beypazarı Belediyesi’nin maddî, Çekül Vakfı, Hacettepe ve Gazi Üniversitelerinin ise akademik anlamda destek verdikleri somut olmayan kültürel mirasın korunmasına hizmet eden bir kurum burası. Bildiğiniz müzelerden sanıyorsanız yanılıyorsunuz. “Neden yaşayan müze, size onun hakkında bilgi vereceğim. Amacımız geleneksel sanat ve değerlerimizi korumak” diye başlayan genç akademisyen, ziyaretçilerin ilgisini şu sözlerle çekiyor: “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler Masalını biliyor musunuz?” Evet diyor ziyaretçiler. Peki, “Nardaniye Hanım masalını biliyor musunuz?” Hayır. O zaman doğru üst kata. Orada bir “masal ebesi” var…

Her hafta değişik kültürel etkinlikler yapılıyor ve siz de katılabiliyorsunuz. Bugün ebru sanatı günü imiş. Bir başka gün perdede Karagöz-Hacivat oynatabilir, ıhlamur baskı yapabilir veya muhtelif tadlarda Türk kahvesi içebilirsiniz. Üst katta Masal Ebesi Kezban Koçak ile tanışıyorum. Sehpanın üstündeki şekerlikten şeker ikram ediyor önce. Eline bastonunu alıp anlatmaya başlarken, canlı müzeden canlı bir belgem olsun diye çekim yapıyorum. Bu sırada oda yeni gelenlerle dolmaya başlıyor. Yaşlı zengin adamla üç oğlunun masalını anlatıyor. Kaç masal bildiğini soruyorum Masal Ebesine. 65 tane biliyorum hepsini ninemden öğrendim diyor. Ben çocuk olsam her gün buraya masal dinlemeye gelmez miyim hiç?

Konağa çıkan merdivenleri tırmanırken sol tarafta olduğu yerde dönen bir tarafı açık iki katlı bir dolap dikkati çekiyor. Bu dolaba yiyecek konup döndürülür, ihtiyacı olan diğer taraftaki diğerinin kim olduğunu görmeden alırmış. Hey gidi bizim sadaka anlayışımız. Müzenin detaylarına http://www.yasayanmuze.net/ adresinden ulaşmanız mümkün.

Paşa Mahallesi’nde bulunan Sultan Alaaddin Camii, Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat zamanında 1221-1225 yılları arasında inşa edilmiş. Tek minaresi olan cami, Selçuklu mimarisinin tipik özelliklerini taşıyor. Ahşap özellikleriyle çok benzemese de Beyşehir Eşrefoğlu ve Afyon Ulu Camii ile mukayese edebilirsiniz.

Konaklarıyla ünlü Beypazarı’nda Cumartesi gecesini Cırcırların Konağı’nda geçirdim. Konak personeli pek ziyade memnun etmişlerdir. Tarihi Taş Mektep, Mevaların Konağı, Müftüzade Hoca İzzet Efendi Konağı, Bey Konak, Değirmencioğlu Konağı, İnceefendi Konağı ve Omar Ağa Konağı görülecek yerlerden. İnözü Vadisi, Baypazarı’nın yanı başında bağ evleri ve akbabalarıyla şöhretli bir vadi. Doğa Derneği’nden aldığım broşürde, Türkiye’deki 305 önemli doğa alanından biri olduğunu öğreniyorum. 100’den fazla kuş ve 60’tan fazla kelebek türü bulunan bölgede nesli tehlikede olan kara leylek, küçük akbaba ve bıyıklı doğan vadinin sarp kayalıklarına ürüyormuş. Zindancık dinlenme yerinde akşam sonrası bulunduğumdan vadideki detayları görme fırsatım olmuyor.

Güleç yüzlü değerli dostum Beypazarlı Mustafa Kurtuluş’a konukseverliği için teşekkür ediyorum. Yeni ve görülmedik duyulmadık hiçbir özelliğini kaçırmak istemediğim bir başka Beypazarı gezisinin planlarını şimdiden kuruyorum. Sebebi galiba Beypazarı’na ait her şeydir.

Yaşayan Müze Beypazarı






15.07.2008
Bir şehrin yazılacak şeyleri olması ne güzeldir. Görülesi güzellikleri, dinlenesi masalları, kalınası konakları, tadılası lezzetleri ve mütebessim insanları bir arada bulursunuz oralarda. Evliya Çelebi boşuna uğramamış, laf olsun diye yazmamış diye düşünürsünüz. Beypazarı böyle yerlerdendir.

İlk adı Lagania imiş. “Kaya Doruğu Ülkesi demekmiş Lagania. Hitit, Frig, Roma, Bizans, Selçuklu ve nihayet Osmanlı görmüş. Yakın zamanlara kadar Anadolu’nun orta yerinde kendi halinde bir yer iken, farkına varanlarca adeta yeniden keşfedilmiş Beypazarı. Şehrinizin kültürel değerlerini bilinçli bir yenilemeyle diriltmeye talip olanlardan iseniz bunun mükâfatını er-geç alırsınız. Bununla ne demek istediğimi Eskişehir Odunpazarı gezisinden sonra detaylarıyla yazmış ve karşılığını gören örnek çalışmalardan söz etmiştim.

Beypazarı, kendi nimetinin çok önceden farkına varmış. Didinip çalışmış insanlar. Kendine özgü mimarisi restorasyonlarla gün yüzüne çıkmış. İnözü Vadisi’nin serin bahçelerinde ve şehrin konaklarında tadabileceğiniz Beypazarı güveci, etli dolma, höşmerim Beypazarı kurusu ve 80 katlı baklava gibi yöresel lezzetler marka olmuş. Hemen herkesin bu nimetin ekonomik getirilerinden nasiplenmek için işe koyulduğunu görüyorsunuz. Hanımlar evlerinde ürettiklerini satmak üzere pazaryerinde müşteri bekliyorlar. Çok da güler yüzlüler. Beypazarlılar hep öyleler zaten. Huriye Kaya Hanım’ın tezgâhından erişte alışveriş yapıyor, kartvizitini cüzdanıma koyuyorum. Yüzlerce aile turizm gelirlerinden ekmek yiyor. Milli gelir bakımından Beypazarı çoktan AB’ye girmiş. Yerel yönetimin, yılda bir milyon yerli, 50 bin yabancı turist hedefi azımsanacak gibi değil. Bu işleri başarıp deyim yerindeyse yoktan var edenleri kutlamak lazım.

Doğa Derneği Şubesi’ne kısa bir göz atışın ardından, Özel İdare’nin denetiminde olan “Beypazarı Kültür ve Tarih Müzesi’ni ziyaret ediyorum ilkin. Hafız Mehmet Nurettin Karaoğuz tarafından hibe edilmiş. 1997 yılından beri de müze olarak hizmet veriyor. Beypazarı ve civarının kültür ve sanatını yansıtan eserler ile geçmişi Roma dönemine kadar uzanan eserler sergileniyor burada. Köst Dağında bulunan 25 milyon yıllık deniz midyesi bile mevut. Bina, tipik Beypazarı evi. Geleneğe göre Beypazarlılar dünyada yapacak bir şeylerinin kaldığını vurgulamak için üst katlarının bir kısmını ya da tamamını işlemeden bırakırlarmış. Buna yerel dilde Çandı yada Çantı deniyor. Konakların ikinci katının ortasında yükselen kapısız üçüncü katın adı “guşgana”. TYB’nin Beypazarı gezi yazılarını okurken Ali Işık Beyefendinin bu guşgana ile ilgili yorumu hoşuma gitti. Rehberin: “Kuş yuvasından esinlenilerek inşa edilen bu bölüm konağın kileri gibidir” sözüne; kelimenin etimolojisini “kuş” ve “konak”la ilintilendiriyor. Olabilir, lakin niçin “köşkhane” veya “köşkane” olmasın demek geliyor içimden; kuş ve konağa halel mi gelir? yorumunu yapmış Ali Işık Hocam.

“Yaşayan Müze” hakkında aslında ayrı bir yazı yazmak lazım. Proje sorumlusu bir doktora öğrencisi. Konak kapısından içeri adım attığınızda büyük bir heyecanla sizi karşılayan birini gördünüz mü? İşte o Kültür Bilimci Sema Demir’dir. Beypazarı Belediyesi’nin maddî, Çekül Vakfı, Hacettepe ve Gazi Üniversitelerinin ise akademik anlamda destek verdikleri somut olmayan kültürel mirasın korunmasına hizmet eden bir kurum burası. Bildiğiniz müzelerden sanıyorsanız yanılıyorsunuz. “Neden yaşayan müze, size onun hakkında bilgi vereceğim. Amacımız geleneksel sanat ve değerlerimizi korumak” diye başlayan genç akademisyen, ziyaretçilerin ilgisini şu sözlerle çekiyor: “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler Masalını biliyor musunuz?” Evet diyor ziyaretçiler. Peki, “Nardaniye Hanım masalını biliyor musunuz?” Hayır. O zaman doğru üst kata. Orada bir “masal ebesi” var…

Her hafta değişik kültürel etkinlikler yapılıyor ve siz de katılabiliyorsunuz. Bugün ebru sanatı günü imiş. Bir başka gün perdede Karagöz-Hacivat oynatabilir, ıhlamur baskı yapabilir veya muhtelif tadlarda Türk kahvesi içebilirsiniz. Üst katta Masal Ebesi Kezban Koçak ile tanışıyorum. Sehpanın üstündeki şekerlikten şeker ikram ediyor önce. Eline bastonunu alıp anlatmaya başlarken, canlı müzeden canlı bir belgem olsun diye çekim yapıyorum. Bu sırada oda yeni gelenlerle dolmaya başlıyor. Yaşlı zengin adamla üç oğlunun masalını anlatıyor. Kaç masal bildiğini soruyorum Masal Ebesine. 65 tane biliyorum hepsini ninemden öğrendim diyor. Ben çocuk olsam her gün buraya masal dinlemeye gelmez miyim hiç?

Konağa çıkan merdivenleri tırmanırken sol tarafta olduğu yerde dönen bir tarafı açık iki katlı bir dolap dikkati çekiyor. Bu dolaba yiyecek konup döndürülür, ihtiyacı olan diğer taraftaki diğerinin kim olduğunu görmeden alırmış. Hey gidi bizim sadaka anlayışımız. Müzenin detaylarına
www.yasayanmuze.net adresinden ulaşmanız mümkün.

Paşa Mahallesi’nde bulunan Sultan Alaaddin Camii, Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat zamanında 1221-1225 yılları arasında inşa edilmiş. Tek minaresi olan cami, Selçuklu mimarisinin tipik özelliklerini taşıyor. Ahşap özellikleriyle çok benzemese de Beyşehir Eşrefoğlu ve Afyon Ulu Camii ile mukayese edebilirsiniz.

Konaklarıyla ünlü Beypazarı’nda Cumartesi gecesini Cırcırların Konağı’nda geçirdim. Konak personeli pek ziyade memnun etmişlerdir. Tarihi Taş Mektep, Mevaların Konağı, Müftüzade Hoca İzzet Efendi Konağı, Bey Konak, Değirmencioğlu Konağı, İnceefendi Konağı ve Omar Ağa Konağı görülecek yerlerden. İnözü Vadisi, Baypazarı’nın yanı başında bağ evleri ve akbabalarıyla şöhretli bir vadi. Doğa Derneği’nden aldığım broşürde, Türkiye’deki 305 önemli doğa alanından biri olduğunu öğreniyorum. 100’den fazla kuş ve 60’tan fazla kelebek türü bulunan bölgede nesli tehlikede olan kara leylek, küçük akbaba ve bıyıklı doğan vadinin sarp kayalıklarına ürüyormuş. Zindancık dinlenme yerinde akşam sonrası bulunduğumdan vadideki detayları görme fırsatım olmuyor.

Güleç yüzlü değerli dostum Beypazarlı Mustafa Kurtuluş’a konukseverliği için teşekkür ediyorum. Yeni ve görülmedik duyulmadık hiçbir özelliğini kaçırmak istemediğim bir başka Beypazarı gezisinin planlarını şimdiden kuruyorum. Sebebi galiba Beypazarı’na ait her şeydir.

04 Temmuz 2008

Güneydoğu'da Dört Gün Yahut Abgar ve İsa'nın Mendili

Geçtiğimiz güz, Halfeti ve Rumkale’de Fırat kıyısında iki gece üç gündüz geçirdiğim keyif dolu, bilgi dolu geziden dönerken (Halfeti Ulusal Fotoğrafçılar Buluşması), Hasankeyf, Urfa ve Mardin’de olabilmeyi de içimden çok geçirmiştim. Çok istemekten vazgeçmemeye bir kez daha inanmış buldum kendimi. Vesilesi, TYB Konya’nın güzide yönetimi ve onun “yazılacak çok şeyimiz var” programlı gezileridir. Kendi imkân ve girişimleri ile şehirlerin, beldelerin ve kadim mekânların kültürünü, sanatını, coğrafyasını ve tarihini yakından görmek, belgelemek ve belki de daha önemlisi coğrafyalar arasında gönül köprüleri oluşturmak fırsatı veriyor bize.

Davetlerine icabet ettiğimiz yörelerde gönülleri bizimle aynı teli çalan, cömert, memleket sevdalısı dostlarla hayatı paylaşıyoruz öncelikle. Urfa kapı komşumuz, Mardin yan taraftaki sokağımız, Güneydoğu mahallemiz oluyor söz gelimi.

Müze şehir Urfa konuk ediyor bizi ilkin. Kendim gördüklerimi söylemeden evvel, Pirimiz Evliya Çelebi neler demiş Urfa’ya dair, Seyahatname’sine bakıyorum. Dediğine göre şehir, Nuh tufanından sonra Rohay adında bir hükümdar tarafından kurulmuş. Şehrin adı Roha, Reha derken Urfa oluvermiş. Sonra ilahlık iddiasında bulunan Nemrud, buranın su ve havasından hoşlanıp kendine mesken tutmuş. Evliya Çelebi, Hz. İsa’nın buraya gelip bir kiliseye misafir olması sebebiyle “Dir-i Mesih” dediklerini, havarilerin burada İncil’i gayet hazin bir sesle okumalarından o makama “Revahî” adını verdiklerini yazmış. Kanonik ve apokrif (sahih-sahih sayılmayan) Hıristiyan kaynaklarından Hz. İsa’nın buralara hiç gelmediğini öğrenmiş biri olarak, Evliya Çelebi’nin, İsa Peygamberin buraya gelişine dair bilgiyi nerden öğrendiğini merak ettim doğrusu.

Eski adı Edessa diye de bilinen Urfa, bana İsa Peygamberin havarisi Taday’ı (Taddeus) ve ona atfedilen “Apokrif Taday’ın İşleri” kitabında geçenleri hatırlatıyor. Hikâyeyi merak edenler için anlatalım:

“Hz. İsa’nın öğretisi ve gösterdiği mucizelerin şöhreti Filistin’e çok uzak yerlerde bile yayılmış bulunmaktadır. Bunları işitip hayretler içinde kalan Abgar, Mesih’i görmeyi çok arzu eder ancak şehrini bırakacak durumda da değildir. Yahudilerin kendisini hedef alan tepkilerin yoğun olduğu bir dönemde çaresiz bir hastalığa yakalanan Abgar, habercisi Ananias vasıtasıyla bir mektup gönderir. (Mektup metni uzun olduğundan hikâyeyi kısa geçiyorum.) Ananias, Hz. İsa ile görüşür. Hz. İsa, kendisine verilen bir mendili yüzüne sürer, yüzünün şekli kumaşa geçer. Bu mendili havarisi Taday ile Abgar’a gönderir. Bu sırada Abgar çoktan iyileşmiş, hastalıktan kurtulmuştur. Taday, Abgar ve ailesi başta olmak üzere Edessalıları, Suriyelileri ve Ermenileri vaftiz eder, Abgar ile birlikte putlarla dolu tapınakları yıktırıp kiliseler yaptırır. Beş yıl boyunca Edessa’da kalan Taday, buradan ayrılmadan evvel şakirtlerinden birini inşa ettirdiği kiliselerden birine halef tayin eder. Dir-i Mesih diye bilinen bu kilise muhtemelen adı sonradan “Kızıl Kilise”ye çevrilen bugünkü “Ulu Camii” olmalıdır. Bu mendilin (Mandylion) Abbasilere kadar burada muhafaza edildiği ve Hıristiyan sanatında ve Bizans-İslam ilişkilerinde önemli rol oynadığı bilinmektedir.

Urfa’nın narı ve üzümü yoğun göçle birlikte tarih olmuş. Evliya Çelebi, “burada yetişen narın her birinin bir okka ve bazen beş yüz dirhem gelip insan kellesi kadar olduğunu” ve “en-nâr-u fakilemü’ş-şita” yani “ateş kışın meyvesidir” denildiğini de kaydetmiş.

Rehberimiz İl Kültür Müdür Yardımcısı Şair-Yazar Mehmet Kurtoğlu, tabir caizse Urfa’nın kurdu olmuş. Karış karış detay atlamadan, bıkmadan heyecan içinde anlatıyor şehrini. Ben böyle memleket sevdalılarını çok tutarım. Sevdim bu adamı. Güleç yüzlü, dost canlısı, gönülleri açık TYB Urfa’nın bize merhaba diyen, konukseverlikten öte tavırlarıyla bizimle olan diğer üyelerini de. Hepsi de bu kadim şehre çok yakışıyorlar.

Hikâyesini zikrettiğim Ulu Camii görülmeye değer. Avlu duvarları, bazı sütunlarından bazıları ve minare olarak kullanılan çan kulesi halen ayakta. Cümle kapısının solunda yer alan küçük mezarlığın mezar taşları dikkat çekiyor. Buradaki yer alan küçük türbenin Türkçe kitabesinde şöyle yazılı: “Mevlana Halid Bağdadi Oğlu Şehabeddin Ahmed M. 1823”. Geçen Ekim sonundaki Şam ziyaretimizde Babası Mevlana Halid’in Kasyun Dağı’ndaki türbesine giderek dualar etmiştik. Baba oğlu kader nasıl da uzak diyarlara yollamış.

Terör girmediğinden son 15 yılda dağı taşı binalarla dolmuş. Buna rağmen eski Urfa’ya musallat olmamış imar faaliyetleri. Mesela Gümrük Hanı saatlerce oturulmaya değer. Ecdadımız, camileri, hanları dolaşıp içlerinden geçen ırmaklar yaparak ilginç bir su hizmeti gerçekleştirmişler. Avlusundan Halilürrahman Gölü’nün suyu geçiyor. Burada iki ayrı vakitte dinlenme imkânı buluyor, fotoğraflar çekiyoruz. Avlusu her vakit dolu olan handa çoğu yöresel kıyafetli müdavimlerin en büyük keyfi domino ve dama oynamak. Bize seyretmek düşüyor göz ucuyla. 1566 yılında Behram Paşa tarafından yaptırılan tarihi Kervansaray’ın, Urfa ekonomisi ve sosyal hayatı üzerinde önemli ve olumlu etkileri bulunan tescilli bir kültür varlığı olduğunun altını çizmem gerekiyor. Oldukça da temiz.

Halep’te, Şam’da daha evvel benzerlerini gördüğüm sokaklara saçılıyoruz adeta. Eski yeni iç içe girmiş. Fotoğrafçılar için anlatılmaz bir platform buralar. İstisnası ise duvarlardaki elektrik kabloları…Bunları salkım saçak daha beteriyle Afyonkarahisar’ın kale önündeki eski mahallelerinde de görürsünüz. Yerin altına alınamaz mı bunlar?

Akşam sonrası ikincisi yapılan Balıklıgöl Şiir Akşamları’nda Konya ve Urfalı şairler buluşup gönül köprülerinin birini daha inşa etmiş oluyorlar.

Ve Harran. Sabah vakitlerinde oradayız. Tevrat’a göre, İbrahim Peygamberin yurdu olan Ur Şehrinin ticari bir kolu olarak kurulmuş. Dünyanın ilk şehirlerinin, ilk mâbedlerinin bulunduğu ve tarımın ilk başladığı önemli bir bölgede inşa edilmiş Harran. Moğollar tarafından yıkılan dünyanın en eski üniversitesi de bu şehirde. Eski dinlerinin son sığınağı. Anadolu’nun ilk kilisesi ve ilk camisi burada inşa edilmiş. Antik Dönem, Med, Pers, Yunan, Roma, Hıristiyanlık ve Sabiilik, ardından İslam medeniyetini görmüş bir yer olarak çok özel. Turistik biçimde aslı korunmuş bir Harran evinde uzunca ve keyifli bir mola veriyor, günün akşamında sıra gecesi için bir konakta bir araya geliyoruz ki anlatılmaz yaşanır…

Ertesi gün Mardin yolundayız. Programda var mıydı hatırlamıyorum. Bir Eyyübnebi Beldesi var. Urfa-Mardin karayolunun solunda kalıyor. 16 km.lik taşlı tozlu berbat bir yoldan beldeye ulaşıyoruz. Bu yol nasıl ihmale uğratılmış öyle? Eyyüb ve Elyesa Nebilerin kabirlerine ziyaretin ardından, nev-i şahsına münhasır Belde Başkanı Mustafa Çiftçi’nin misafiri oluyoruz. Yüreğini açıyorlar bize. Anlıyoruz ki bir daha, bu memleketin doğusu batısı diye bir şey yoktur.

Öğle vaktinde ulaştığımız Mardin bizi çarpıyor, büyülüyor. Artuklu taş işçiliğinin görkemli eserlerinin birinden çıkıp diğerine koşar adımlarla uğruyoruz. Fotoğrafçılar olarak ekibin hep gerisinde kalırken, birbirine çok yakın abbaraların (konak), camilerin, Kiliselerin ve taş duvarlarla çevrili eski sokakların arasında soluk soluğa kalıyoruz çoğu zaman. Aramızda konuşuyoruz; bu Mardin’den bir haftada çıkılmaz diye. Mardin’in her yerinden görünüyor uçsuz bucaksız Yukarı Mezopotamya Ovası. Abdüllatif Camii, Şehidiye Medresesi, Melik Mahmut Camii, Sıtti Radviye Hatuniye Medresesi, Kasımiye Medresesi, Şahse Han gibi eserleri bir çırpıda görüvermekten pek de mutlu değiliz lakin zamanımızın elvermediğinin de farkındayız.

Süryani Deyruzzaferan Manastırı, görmeyi en çok istediğim yerlerden biriydi. Adını rivayete göre binanın yapılışı sırasında harcına safran katılmasından aldığı söyleniyor. Süryaniler, ataları Aramilere uzanan ve çoğunluğu Ortadoğu'da yaşayan Semitik Hristiyan halkı. M.S. 37 - 43 yılları arasında Havari Petrus tarafından Antakya’da kurulmuş. Kilisenin ve bazı mensuplarının kullandığı dil İsa’in de konuştuğu Süryanice (Aramice). Patriklik merkezi 1963 yılından beri Suriye’nin başkenti Şam’da bulunuyor. Manastırın genç görevlisi eşliğinde bize gösterilen yerlerini ziyaret ediyoruz. Dara Antik şehri ziyaretimizin sonu oluyor ki sayfalara sığmaz. Akşama yakın Mardin’e dönerek Polisevinde ikram edilen yemek sonrası upuzun yola revan oluyoruz.

Bu gezinin gerçekleşmesinde emeği olan herkese, TYB Konya yönetimine, TYB Şanlıurfa yönetimine, Şanlıurfa ve Mardin Valiliklerine teşekkürlerimi arz ederim. Bu etkinliklerin memleket insanının kaynaşmasına, kültürlerin tanınıp tanıtılmasına bilvesile belki kollanmasına ne kadar büyük hizmet ettiğinin farkındayım. Henüz farkında olmayanların da uyanmalarını dilerim.



Dara'da yaşlı bir kadın