Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

31 Ekim 2020

Tarihi yapılardaki ahşap eserlere yeniden hayat veriyor

 

 Fotoğraf: Ergün Haktanıyan / AA-Haber: AA

Kayseri'de ömrünün 30 yılını ahşaba adayan Ahmet Akbulut, tarihi yapılardaki yıpranmış kapı, tavan işlemesi, duvar süsü gibi ahşap eserleri, aslına uygun olarak restore ediyor.
Kayseri'de yaşayan ahşap ustası Ahmet Akbulut, aslına uyun şekilde restore ettiği tarihi yapılardaki ahşap eserlere yeniden hayat veriyor.

Ahmet Akbulut (62), AA muhabirine, gençlik yıllarında Sanat Okulu'nu bitirdikten sonra ağabeyleriyle marangoz atölyesinde çalıştığını söyledi.

Daha sonra İkinci Hava İkmal Bakım Merkezi'nde işe başladığını anlatan Akbulut, marangozluğa burada da devam ettiğini belirtti.

Ahşaba ömrünün 30 yılını adadığını vurgulayan Akbulut, gününün yarıdan fazlasını atölyesinde geçirdiğini dile getirdi.

Akbulut, 2012 yılında emekli olduktan sonra tarihi eserlerde çalışmaya başladığını aktararak, "Tarihi eserlerde çalışmak çok farklı bir duygu çünkü geçmişi geleceğe taşımak insana ayrı bir heyecan veriyor. Bu eserlere ayrı bir özen göstermek gerekiyor. Dışarıdan birileri bu işleri görüp teşekkür ettiklerinde bizlerde yorgunluk kalmıyor. Ondan sonra daha da heyecanlanarak işimizi yapıyoruz." diye konuştu.
Kentin farklı noktalarındaki 200-300 yıllık tarihi yapılardaki ahşapları tekrar hayata kazandırdığını vurgulayan Akbulut, Mustafa Bey Konağı, Kubaroğlu Mescidi gibi tarihi öneme sahip 10 eserin tadilatını yaptığını ifade etti.
"Ölene kadar bu işe devam edeceğim"

Akbulut, tarihi yapılardaki kapı, tavan işlemesi, duvar süsü gibi ahşapla alakalı her türlü eseri aslına uygun şekilde restore ettiğini anlattı.

İşinin zor olduğunu ancak severek yaptığını dile getiren Akbulut, şunları kaydetti:

"Geçmişte yapılanlara saygı duyarak aynısını geleceğe taşımak için uğraşıyoruz. Yaşım ilerlediği için biraz zorlanıyorum ama işimi severek yapmaya devam ediyorum. Ölene kadar bu işe devam edeceğim. Bu işi sevmezsen yapamazsın, sevgi olduğu zaman işinin karşılığını da alıyorsun. Yılların verdiği tecrübeyle eski eserleri aslına uygun bir şekilde yapıyorum."

19 Ekim 2020

Bir Rus Yahudisinin İsrail'e Göçü

 


Bir Rus Yahudisi İsrail'e göç müsadesi alır.
Çıkışta Ruslar bagajını kontrol ederken elbiseleri arasında Lenin'in büstünü bulurlar, sorarlar :
- Bu nedir ?
Yahudi :
Bu nedir değil, bu kimdir diye sormanız gerekirdi...
Bu Lenin'dir, sosyalizmin temellerini atan, rus halkına iyilikler getiren..
ben de bunu bereketli günlerin hatırası için yanıma aldım.
-Tamam, ruslar bırakır ve geçer.

 

Tel Aviv havaalanında gümrük memurları büstü görür ve sorar :
- Bu nedir ?
Yahudi : Bu nedir değil, bu kimdir diye sormanız gerekirdi...
Bu Lenin'dir. Bu deli cani yüzünden Rusya'yı terk etmek zorunda kaldım !
Yanıma aldım ki hergün bakıp lanet okuyayım !
-Tamam, bırakırlar ve geçer...

 

Adam evine gider, büstü büfenin üstüne koyar,
gelişi sebebiyle akrabalarına davet verir.
Yeğenlerden biri sorar :
-Bu kimdir ?
Yahudi cevap verir :
- Bu kimdir değil, bu nedir diye sorman gerekirdi...
Cevap da,
on kilogram yirmidört ayar altın, vergisiz, gümrüksüz, KDVsiz...

01 Ekim 2020

İzzeddin Şadan Hakkında (Yazılar)


İzzettin Şadan'ın adres değişikliği

Mehmed Niyazi, Yeni şafak

19 Şubat 2017

Biz, İzzettin Şadan'ın son yıllarına yetiştik. Başında miadı dolmuş bir fötr şapka, elinde bir baston, üstü başı orta halliydi. Onun da ikinci adresi Marmara Kıraathanesi idi. Mal sahibi Mustafa Bey, her şeyi para için yapmıyordu; mesela camın kenarına konulan masalarda oyun yoktu. Mükrimin Halil İnanç, Nuri Karahöyüklü, Saip Atademir, Orhan Münir Çağıl ve Erol Güngör gibi pek çok Profesörler, emekli öğretim üyeleri, Muzaffer Ozak gibi kanaat önderleri, Sezai Karakoç, Sedat Umran gibi şairler, yazarlar, gazeteciler, esnaflar ön kısımda otururlar, günlük politikadan, tarihi konulardan, tasavvuftan, memleketin içine düştüğü durumdan, çıkış yollarından konuşurlardı…
***
Bir gün, Osmanlı tarihinde bilhassa İslami konularda uzman olan Zira Nur Aksun, Plevne Savaşını etraflıca anlatmıştı. O masada çıt çıkmıyordu.
'Rus ordusu pek kalabalıktı, Osmanlı ordusu da içten ihanete uğramıştı; Gazi Osman Paşa, Rus ordusunu yararken ayağına bir kurşun saplanmıştı. Bu da Osmanlı ordusunun yenilgisinin sebeplerinden biriydi…'
Ziya Nur olayı öyle güzel anlattı ki, bir iki kişi hariç herkesin gözünden yaş geldi. O sözünü bitirince Nuri Karahöyüklü şöyle söyledi:
- Kim ona Gazi unvanı vermişse şaşarım; onun boynu darağacına gitmeliydi!
Gözü yaşlı olan İzzettin Şadan karşı çıktı:
- Sen bizim son Gazimize böyle söyleyemezsin!
- Osmanlı da önemli olan savaşı kazanmaktır; savaşı kazanmayanın kellesi alınır.
İzzettin Şadan'ın gözleri alevlenir gibi oldu:
- Ama kuvvetlerin denk olması lazımdı.
- Denk olması gerekmez; birbirine göre az da olsa, Osmanlı'nın kumandanı olduğu için, düşmanı alt eder. Bunun için Osman Paşa bir haindir!
'Osman Paşa bir haindir' deyince İzzettin Şadan, ayağa kalktı, elindeki bastonu Nuri Karahöyüklü'nün kafasına vurmak için davranınca, dengesini kaybedip yere yığıldı. Ayağa kalkarken bağırdı:
- Vurun bu adama!
Ziya Nur Aksun, Erol Güngör, Muzaffer Ozak Hoca ve diğerleri araya girdiler. Kavgayı yatıştırdılar. Nuri Karahöyüklü bir tarafa, İzzetin Şadan'ı da başka bir tarafa çektiler. Karşılıklı söz atışmaları devam ediyordu…
***
Aradan birkaç gün geçtikten sonra barıştılar. İkisi de aynı yolun yolcusu idi, birbirinden ayrılamazdı. Yine bir gün, İzzettin Şadan Marmara'ya gelmişti; rengi soluk, yüzü terlemişti. Cebinden çıkardığı bir mektubu masaya attı:
- Hayatım tehlikede!
Hem bileği kuvvetli, hem de yürekli bir insan olan Dursun Ali Çemberci, Marmara Kıraathanesi'ne sık gelmesede o gün ordaydı. İzzettin Şadan'ın attığı mektubu aldı ve okumaya başladı:
'Ey topal karga; çoluk çocuğun yok, paraları yığıyorsun. Dünya da zevk ve kam alacak çok şey var; hem kendini hem de seninle beraber o zevkleri tadacakları mahrum bırakıyorsun. Sana ben ağzına layık bir hanım getireceğim; ya paraları hazır et, ya da kefenini Topal Garga!'
Dursun Ali bakışlarını ona çevirdi:
- Bundan dolayı mı hayatım tehlikede diyorsunuz!
Titreyen elleri ile enfiye çekmeye çalışırken:
- Değil mi evladım? diye sordu
- Hocam, sizi çok iyi tanıyan biri şaka yapmak için yazmış.
Terli yüzünde yeni bir alev dalgası göründü:
- Ne şakası! Baksana kefenden bahsediyor.
- Bu yaşta hanımlara pek ilgi duymayacağınızı mektubu yazan da biliyordur.
- Pek değil, hiç ilgi duymuyorum. Gençliğimde de umurumda değildi. Freud yazmazdı ama o gerçekten kadın düşmanı idi. Bugün otele çıkıp evi kiraya vereceğim, bana yardımcı olun.
İzzettin Şadan, kahvede ki cemaatten arkadaşı olan Mustafa Kuran'ın otelinden yer ayırttı. Artık orda kalacaktı. Bu olay gazetelere intikal etti. Bunun üzerine Nihal Atsız Bey, Marmara Kıraathanesi'ne geldi:
- Sizin ciddiye alacağınızı tahmin etmiyordum. Şaka olduğunu anlamınız için muhatabı ' Topal Karga' , göndereni de 'Topal Karga' yazdım. Sizi endişeye sevk ettiğimden dolayı üzüldüm, özür dilerim.
- Bu sözleri beni teksin etmek için söylediğini biliyorum. Artık o canavara karşı kendimi sağlama aldım, otele taşındım.
- Üzüntünü karşılayamam ama maddi zararını karşılamak isterim. Lütfen yuvanıza dönün!
- Atsız Beyciğim ortalık piç dolu! Ben bu sözlere kanacak adam mıyım?
- Sizi bütün samimiyetimle temin ederim ki bu şakayı ben yaptım.
- Ne iyi dostsun! Bunlara lüzum yok. Tarık Bin Ziyad gibi gemileri yaktım, otele çıktım.
- Ama beni vicdanımla mahkum ediyorsun hocam!
- Beni teselli etmek için söylediğini biliyorum. O piç kimse bana büyük iyilik etti. Evde hizmetlerimi göremiyordum.
Nihal Atsız hafiften terlemeye başladı.
- Ne diyeyim Hocam? Söz bulamıyorum.
- Bu konu da bana bir şey söyleme. O piçin sayesinde huzura kavuştum. Kur-an'da mealen' Şer zannettiğimiz şeylerden hayırlar çıkartırız' buyrulmuyor mu?
- Mademki, Kur-an'a sığındınız ben artık size ne diyebilirim?


***

Birsam-ı Saadet


Mehmed Niyazi
05 Şub 2017, Pazar Yeni Şafak

İzzettin Şadan, 'Birsam-ı Saadet' isimli kitabını yazmış, lâkin piyasaya çıktıktan dört gün sonra kitapçılardan toplamış ve Bayezid Meydanı'nda yakmıştır. Kendi ifadesine göre, “o kitaptan ihtiyacı olan almıştır, geri kalanların işportaya düşmesini engellemek için bu işi yapmıştır.”
'Birsam-ı Saadet çok mühim bir kitaptır. Mesela Türkiye Cumhuriyeti daha kurulurken bazı talisizliklerin zuhur ettiğini bizlere göstermektedir; Meselâ İzzettin Şadan, yere göğe sığdıramadığımız Ziya Gökalp'ın bu devletin felsefesini nasıl yaptığını, kitabında şöyle tenkit etmektedir:
'… o kadar ki milliyet aleyhtarı bir sosyalist ve bir sulhçu olan Durkheim, geçen harbin ateşli sıralarında Türkiye'de milliyetçi bir filozof olarak tanıtılmıştı… 'Durkheim'in gayri milli' faaliyeti hakkında bir fikir edinmek isteyenlere, mağlubiyetten sonra Fransa'daki milliyet cereyanın elim vaziyetini teşrih eden Henri Massis'in 'Otuz Sene Harbi' serlevhalı(isimli) kitabını tavsiye ederim… Durkheim mektebinin ve bu mektepten mülhem olan (ilham alan)muallimlerin şimdi Fransa'da işten uzaklaştırıldığını söylemek faideden hali değildir. Kendi memleketinde (gayri milli olan ) bir nazariyecinin Türkiye'de milli addedilmesi bir dalaleti muhakemedir.'
***
İzzettin şadan, Durkheim'in bizim kültürümüze etki ettiğini görüyor ve bunun önlenmesini istiyordu:
'İntihar kelimesi bizde yoktur, İslam dininde de yoktur. Bunun delilide Kur-an da intihar kelimesinin bulunmamasıdır. Yahudilik, Protestanlık, Katolikler de fazladır. Burada Durkheim'in tesirini görüyorum. Bu müellifin 'İntihar yüksek içtimai bir tezahür addettiği' malumdur. Bina aleyh kanaatime göre, Durkheim'in Mektebi'nin Türkiye'de oynadığı rol çok tehlikelidir.'
Mesela İzzedin Şadan'ın fikrine göre okullardaki kooperatifçilikte böyle bir şeydir. İnsanlar, daha çocukken sosyalizme alıştırılmaktadır!
***
İzzettin Şadan, Avrupa'nın bizim hakkımızda söylediklerinin hep aleyhimize olmadığını, bazen de kendi delaletlerini gösterdiğini şöyle ifade ediyor:
'Garbın, Türkler aleyhine iddia ettiği şeyler, Türk'lerin aleyhinde olmaktan ziyade garbın hastalığını ortaya koyan birer arazdır. Bir paronaya hastasının gazetede gördüğü bir vakayı kendi aleyhine tefsir etmesi, gazetedeki vakayı yazanın değil şahsın hastalığını delalet ettiği gibi, garp buhran devrelerinde Türk'ü bir ilticagah (sığınma yeri)olarak kullanmak itiyadındadır (alışkanlığındadır). Türk, garbın bazı memleketleri için daima himaye eden bir baba olmuştur. Polonya ve Fransa'nın Türk Padişah'ına 'Grand Türk' demesi bunu izah eder.'
***
Avrupa, bizden daha fazla imkânlara sahip olduktan sonra, devamlı oklarını bize yöneltmiştir. Bilhassa bizdeki yönetici sınıfına etki etmiştir. İzzettin Şadan'ın bu konu hakkındaki düşüncesi ise şöyledir:
'Memleketimize 'hakiki aşağılık' hissi olarak telakki ettiğim geçmiş düşmanlığı bunun en güzel misalidir. Terakkiyi, eskiyi yıkmadan başka bir şey değildi…İşte bu sinir bozukluğu dolayısıyladır ki birtakım şahsiyetler 'bizim mazi ile alakamız yoktur', 'biz kimseye benzemeyiz' tipinde 'inkarı zatı' tezahüratını ciddi telakki edebilmiştir. Bir insanın mazi ile alakasının olmadığını iddia edebilmesi için hakikat dünyası ile temasını kaybetmesi, yani pisişenin içinde derin yarılma hasıl olarak, zaman mefhumunu ruhi istikrara artık tesir edememesi lazımdır ki bu da şizofrenidir.'
***
İlim bakımından da biz batı ile aynı kulvarda değiliz. Bizde iman gaybadır.
İzzettin Şadan ise:
' Mesela Katolik dünyası müspet ilmin aleyhinedir; onu da sık sık söylemektedir. Şimdi bizdeki softalarda, bütün ilmi Berkson'a icra ediyorlar.' demektedir.
Bu nasıl iştir? Bunu gerçekten anlamak mümkün değildir! Bizim imanımız ilmin yolunu tıkamamaktadır. Rehberimiz Hz. Muhammed (AS) 'İlim müminin yitik malıdır, ilim Çin'de de olsa onu alıp getirin' dememiş midir? İlim beynelmilel, kültür ise imanla ilgili bir husus olduğunu bilinceye kadar bunları birbirine karıştırırız…
***
Yeni Türk Devleti milliyetçilik ve tarihin üzerine kurulmuştur. Ne yazık ki milliyet kelimesi kimileri tarafından maksatlı şekilde bulandırılmıştır. Saf ırk yoktur diyenler, niçin saf dil yoktur demiyorlar? Zira diller de saf değildir! Fakat buna rağmen muhtelif milletlere mahsus diller mevcut olduğu açıktır. Yoksa dilleri Türkçe, İngilizce, Almanca ayırmanın anlamı kalmaz. Bizdeki milliyetçilik tarifi de Renan'dan alınmıştır. Ne yapalım ki bugünkü tarifte Türk'lerin milliyet duygusunun ateşini ifade edemedi. Bugünkü milliyetçiliği benimseyenler iki adım sonra ırkçılığa sapıyorlar ki bu da yanlıştır. Buna karşın, ırkçılığı harsçılıkla dengelemeye çalıştılar. Aslında bu ikisi birbirinden ayrılamaz. Irk neyse hars da odur.
Milliyetçiliği her millet işine geldiği gibi tarif ediyor. Almanlar, ırk unsurunu öne çıkartıyorlar. Maksatları Alsas-Loren toprağına sahip çıkmaktır. Fransızlar da vatan kavramını savunuyorlar. Onlarda o toprakları Almanya'ya vermek istemiyorlardı. Zannediyorum ki milliyetçilik hayattır; bir topluluğun tarihinden gelen adetleri, dini, kültürü, saygı duyduğu bütün mukaddesler, müşterek tarihi hatıralar, beraber yaşama iradesinin bulunmuş olması, o toplumun milliyetçiliğidir. Bir insan kendisini ne hissediyorsa odur; ama bir millet kendini oluşturan değerleri de bilmelidir…


***
İzzettin Şadan'ın dünya görüşü
Mehmed Niyazi, Yeni Şafak, 12 Şub 2017, Pazar

Bizde bazı iktidarlar, Rönesans yapmak için teşebbüste bulunurlar; darülfünunlar kurulur, Batı'dan ilim adamları getirilir…Bu aslında Cumhuriyet döneminde değil Avrupa'dan geri kaldığımız dönemlerden başlar. Birinci Dünya Harbinde Hitit dünyasının üstadı Lehmann- Haupt, tanınmış Filozof Jacobi, hayvan ilminin üstadı Zornik gibi şahsiyetler bizim darülfünuna gelmişlerdi. Bunlardan bir netice çıkmadı. Daha sonraları Cumhuriyet döneminde Hitler'den kaçan Yahudi asıllı Profesörler üniversitelerimizde epeyce bir müddet bulunmuşlardır. Fakat bunların etrafında ilim nosyonuna malik olmuş adamlar pek bulunmuyordu! Bu şahsiyetler ilimden ziyade daha çok o dönemin akımına kapılıp inkılâpçılığı esas almışlardı. Hatta bugün bile aynıdır; profesörler asistan alırken kendi dünya görüşünü benimseyenleri tercih etmiyorlar mı? Kıyamette buradan kopmuyor mu?
***
Rönesans, bir bakıma insanların arzu ederek yaptıkları bir devir değildi. İnsanın gelişmesine birçok amillerin iştiraki ile vücuda gelmiş bir merhaledir. İzzettin Şadan Birsam-ı Saadet kitabında bu konu ile ilgili şunu söylüyor:
'Bir usul koyarak Rönesans yapmayı istemek gülünçtür.'
Ardından da Rönesanssın sebeplerini şöyle sıralıyor:
1. Dini reform ve Protestanlığın zuhuru
2. Reybi yani şüpheci ve dinsiz filozofların yetişmesi
3. İlim sahasında yeni keşifler
4. İstanbul'dan kaçan Bizans ulamasının tesiri
Bunlar Avrupa Rönesans'ı için doğrudur; belki bir iki şart daha sayılabilir. Ama bizim bunlara ihtiyacımız yoktur; ilmin yolları aranıp geliştirilmeliydi; çünkü dinimizin emri de budur. I. Abdülhamit döneminden itibaren yapılan bütün inkılâplara dikkatli bir gözle bakılırsa, Rönesans hevesimiz göze çarpar. Bizim Batı'dan ayrıldığımız dini konulardadır. Her gelen akım buraya çarpıyor. İzzettin Şadan, yüksek tabakamızda din düşmanlığı bulunduğunu şöyle açıklıyor:
'Din sahasında İslamiyet'e karşı alakasızlık şeklinde belirlenen bir sevgisizlik vardı. Bu, itiraf edilmeyen fakat pek bariz süratle hissedilen bir hadisedir.'
Batı ileri gitti; medeniyetimiz geri kaldı. Dolayısıyla bizim dünya görüşümüzde aydın zümremizin ekseriyetini heyecanlandırmamaya başladı. Tabi bunun yanında Batı'ya karşı bizim aydınımızda aşağılık hissi gelişmiştir. Türk tarihine bakmak kâfidir:
'Türk'lerin İstanbul'u zabtı onların Bizanslılarla karışmasına sebep olmuş. Bizans'ın mütereddi adetleri Türk'lere intikal etmiş. Hatta Türk'ler Rum'larla karışmıştır. Bizim tarihimiz böyle anlaşılmış, Batı'dan intihaller çoğalmış, bir virüs ortalığı kaplamıştır:
Türk'ler kendi aleyhlerinde olarak garbın görüşlerini benimsemişlerdir. Ve işte aşağılık hissi tamamen büyük bir entelektüel zümreye sirayet etmiştir.'
Bilhassa ondokuzuncu yüzyıldan itibaren Batı da görülen büyük hamleye Türk'ler iştirak edememişlerdir. Bunun sebebini de araştıran bizim mütefekkirlerimiz evvela 'dinde', sonra 'garba benzemekte' bulmuşlardır. Aksi takdirde bizim milletimizin Hıristiyan taklitçisi olmasının manası kalmaz. İzzettin Şadan'a göre milletimizin değişmesi için gerekli şartlar birkaç başlıkta toplanması lazımdır:
1. Batı'ya yaklaşmak için kıyafet ve örf değiştirmeliyiz
2. Hurufat değiştirmeliyiz
3. Dil değiştirmeliyiz
4. İtiraf edilmez bir süratle din değiştirmeliyiz.
Aydın zümremizde bulunan bir fikri sabit halinde düşünceye hakim olan bu arzuların ruhi manasını bulmak güç değildir. Bu da gösteriyor ki gelişmeyi temin edecek bir formül arandığı bellidir. Bizimle Japonların durumu aynıdır:
'Japonların bulunduğu hal tarzlarını Türk'lerin bulamamış olmaları calibi dikkattir. Bu durum cemiyetin içine düştüğü felaketi ortaya koyar. Kendini beğenmemek ve taklitçilik baş gösterir. Bu felaket karşısında şöyle bir hal tarzı tespit edilir:
Fert kendisini inkar ettiği vakit nasıl tutunacak bir yer ararsa o zaman milli hissini kaybeden içtimai kuvvetlere başıboş seyyal bir ruhiyat içinde yaşarlar.'
Ziya Gökalp bize milliyetçilik duygusunu aşılarken amacı referans gösterdiği Durheim fikirlerini yaymaktı. Bu da milliyetçiliğe terstir. Bir taraftan biz Türk milletinden olacağız diğer taraftan garp kültürünü benimseyeceğiz. Böyle bir şey olabilir mi? İzzettin Şadan, bizim varlığımızı şöyle ortaya koymaktadır:
'Türk'lerin düşmanları tarafından – en fazla düşman olanlar en kıymetlilerdir prensibine göre- Türk'lerin medeniyetsizliğine hükmetmişlerdir. İşte Türk'lerde meydana konulması gereken nokta budur. Yoksa 'Türkçülük'ismi altında 'Bektaşi nefeslerini tetkik' veya birkaç saz şairini tahlil edebi bir tenkitten öteye gidemez. Maalesef, Türk milletine milliyetçilik diye bu gibi şeyler gösterilmiştir.'
İzzettin Şadan hacmi küçük, fakat ifadeleri büyük olan 'Birsam-ı Saadet' kitabını şöyle bitiriyor:
'Milliyet cereyanını bulandırmak, vatan mefhumunu bulandırmaktır…'

***
Yağmur Atsız
14.09.2008 TimeTurk

Babamın Dr. İzzeddin Şádan adlı çok samîmî bir arkadaşı vardı. Bázen öğle yemeğine gelir ikindiye kadar kalır, bázen ikidiyin uğrar akşamüzeri ayrılırdı. Gördüğüm ilk enfiye çeken insan oydu. O bembeyaz keten mendillerine nasıl burnunu sildiğine hep belirli bir 'fascination' ile bakardım, ádetá büyülenmişçesine...

Ama asıl büyülenmiş gibi Babamla sohbetlerine kulak verirdim. Çok gençdim o 1950 başlarında, ne dediğini her zaman tam olarak anlamazdım ama yine de sürükleyici şeyler anlatırdı. Babam ona 'Deli Doktor' derdi. 'İnkıláb Nevrozu' ana başlığı altında ve çoğu kez basın savcılarıyla başını beláya sokan metinler kaleme alırdı. Ona niçin 'Deli Doktor' diye hitáb etdiğini sorduğum zaman Babam şu cevábı vermişdi: 'O bizim aramızda bir şakadır. İzzeddin Şádan çok álim adamdır. Freud Ekolü'nün (psikanalizin, Y.A.) Türkiye'deki en önemli temsilcisidir.' Tabii sonra üstünkörü Freud'un kim olduğunu da anlatmışdı ama pek anlamamışdım.

Ahmet Altan'ın yazısı bana İzzeddin Şádan'ın bir teorisini anımsatdı. Ona göre Türklerin tárih boyunca pek çok muhárebeye girip son derece geniş arázîler üzerine yayılmış devletler kurmalarına sebeb cesáretleri değil korkaklıklarıydı. Zîrá Türkler bir bozkır kavmiydiler. Bozkırlar ise alabildiğine ve apaçık uzanan toprak parçalarıydı ve her türlü taarruza karşı savunmasızdı. İşte Türkler başkaları kendilerini ketempereye getirmesin endîşesiyle binlerce yıldır hep 'baskın basanındır' kuralını uygulamışlardı. Cengáverliklerinin ve fátih millet olmalarının sırrı burada yatıyordu.

Ben 'Deli Doktor'un yalancısıyım...


***

İbrahim Altay

13.01.2015 Sabah gazetesi

Yayımlanmamış bir kitabın hikayesi
Türkiye'ye psikanalizi getiren kişi olarak bilinen, Saatleri Ayarlama Enstitüsü 'nün Doktor Ramiz'i, tiyatrocu Münir Özkul'un dayısı İzzeddin Şadan'ın ölmeden önce eski harflerle tuttuğu 18 defter, 33 yıl sonra gün yüzüne çıkıyor

"Yaklaş evladım! Sana önemli bir şey söyleyeceğim."
Hastane odasının köhne kapısının paslı menteşelerinin gıcırdamasına uyanmış, odaya bir gölge gibi dolan Niyazi'yi görünce derin bir nefes almıştı.
Niyazi elindeki çiçek ve defterleri sehpanın üzerine bırakıp hastanın üzerine eğildi. Hasta çok önemli bir sır veriyormuşçasına fısıltıyla konuştu: "Evladım! Biz yıllarca korkumuzdan söyleyemedik ama Jung haklıydı Jung."
Ömrünün son demlerini bir yatakta uzanmış olarak geçiren bu kişinin adı İzzeddin Şadan.
Meşhur sinema sanatçımız Münir Özkul'un dayısı.
Namıdiğer Doktor Ramiz. Ahmet Hamdi'nin Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanındaki doktor. 'Psikanalizi Türkiye'ye getiren kişi' olarak tasvir edilen, Hayri İrdal ile Halit Ayarcı'yı tanıştıran, "Psikanaliz devrimizin en mühim keşfidir" diyen, "Azizim! Psikanaliz icad edildiğinden beri herkes az çok hastadır" repliğiyle bütünleşen kişi.
Orhan Okay, bu roman kişisinin İzzeddin Şadan'dan mülhem olduğunu söyler.
Her ne kadar bu romanda hicbetmişse de İzzeddin Şadan, Ahmet Hamdi'nin ahbaplarından biridir. İstanbul'da bir konakta büyümüş; Paris ve Viyana gibi Avrupa başkentlerinde tahsil görmüştür.
Freud'la mektuplaşmış, Jung'la ahbaplık etmiştir.
Türkiye'ye döndükten sonra da mesaisini psikanalizi yerleştirmeye adar. Konuyla ilgili en eski metinler onun Psikoanalize Göre Nevrozların Etiyolojisi, Freud'un Nevroz Nazariyesi, Çocuk Ruhu ve Psikanaliz, Psikanalize Göre Kadın Tipleri, Freud Bir Kâşiftir gibi makaleleridir.
Konuyla alakalı sayısız konferans verir.

DAHİLER VE DELİLER
Onu hasta yatağında ziyaret eden kişinin tam adı Mehmed Niyazi. Bu anısını hem bana anlattı hem de bir kitabında yazdı. Niyazi, Yazılamamış Destanlar, Çanakkale Mahşeri, Yemen Ah Yemen, Plevne, Kanije gibi çok satan tarihi romanların muharriri.
Genç Niyazi, İzzeddin Şadan'ı İstanbul Üniversitesi'nde öğrenciyken devam ettiği Marmara Kıraathanesi'nde tanımıştır. Dönemin Beyazıd kıraathaneleri ihtilal öncesinin Fransa kafelerini andırmaktadır. Cem Sökmen'in Eski İstanbul Kahvehaneleri kitabında anlattığı gibi, farklı görüşlerden aydınlar ve yarı aydınlar bu kıraathanelerde toplanıp fikir münazaraları yapmaktadır.
Konuyla ilgili bir diğer kaynak bu kahvenin müdavimlerinden olan Mehmed Niyazi'nin Dahiler ve Deliler adlı romanıdır. Niyazi bu romanında sadece Şadan'ı değil, onun en yakın arkadaşlarından olan altı ciltlik Osmanlı Tarihi müellifi Ziya Nur Aksun'u da edebiyatımıza mal etmiştir.
Şimdi geliyoruz bu isimleri yıllar sonra yeniden bir araya getiren hikayeye...

HAYIRLI KARDEŞ BELMA AKSUN
Değerli dostum Konuralp Özdemir geçtiğimiz yıl Üsküdar'da görüştüğümüzde çantasından bir dosya çıkardı. Üzerinde '1 Numaralı Defter' yazan bu dosya bana duyup unuttuğum, gerçekliğine pek ihtimal vermediğim bir olayı hatırlattı, şaşırdım.
Meclislerde konuşulanlara göre Şadan hasta olup yatağa düşünce bütün birikimin onunla birlikte yitip gitmesine razı olmayan dostları ona defterler getirip anılarını ve düşüncelerini yazmasını istemişlerdi. Bu defterleri ona veren kişinin bizzat Ziya Nur Aksun olduğu söylenir.
Şadan, 1972 yılına kadar tam 18 defter doldurmuş ve yazdıklarını Aksun'a emanet etmişti.
Kaderin bir garip cilvesidir; Şadan'ın vefatından bir süre sonra Aksun, tüm Türkiye'nin yakından tanıdığı bir dostunun "Sen saltanatı geri getirmeye çalışıyorsun, seni polise vereceğim" yollu çıkışından etkilenip felç olmuştu.
Yıllarca felçli bir biçimde yaşayan Aksun'u birkaç yıl önce kaybettik. Felç olduktan sonra hiç konuşamadı, ellerini kullanamadı ama hayatının son demlerinde ayağıyla yağlı boya tablolar yapacak kadar geliştirmişti kendisini. Bunlardan biri Abdülhamid'in portresi idi. Levent'teki evde, salonun girişinde asılıydı.
Şakirin Camii'nde kılınan cenaze namazına bir avuç insan katıldı. Onların da birçoğu bütün bu evde geçirdiği yıllar boyunca Ziya Abilerini yalnız bırakmayan, her bayramın ilk gününde onun evinde toplanan dostlarıydı.
Ve kardeşi Belma Aksun... İpek gibi bir İstanbul hanımefendisi. Yıllar boyunca abisinin yanından bir an olsun ayrılmadı, ona baktı. Oysa, günümüzün moda deyimiyle, kariyer sahibi bir kadındı. Hariciye kökenliydi. İngilizce, İtalyanca ve Fransızca'ya bu dillerden altı kitap çevirecek kadar hakimdi. 20 yıl boyunca Tercüman gazetesinde 'A'dan Z'ye Kadın ve Ev' köşesini hazırlamıştı.
Dört telif kitabı vardı. Şimdi beş oldu. Yaşlılığa Methiye romanı yeni çıktı ve masamın üzerinde duruyor; bu yazıyı yazar yazmaz okumaya başlamak üzere.

18 DEFTERİN HİKAYESİ
Konuralp Özdemir'in verdiği müjde işte buydu. Ağabeyi ölünce Belma Hanım, Mehmed Niyazi Beyle görüşmüş ve İzzeddin Şadan Bey'in notlarının kendisinde olduğunu hatırlatmıştı. Şadan, Sultan Reşad'ın cülusuna katılmış bir Osmanlı beyefendisi idi ve notlarını eski alfabe ile tutmuştu.
Şimdi bu defterler günümüz alfabesine çevriliyor. İlk sekiz defter çevrildi bile. İtiraf edeyim; uzun zamandır okumak için bu kadar büyük sabırsızlıkla beklediğim bir kitap hatırlamıyorum. Müthiş bir üslup, su gibi akıyor. İlk paragrafta kendinizi akışa kaptırıyor ve sonsuz bir heyecan ve coşkuyla sürüklenip gidiyorsunuz.
Kendinizi kimsenin varlığından haberdar olmadığı bir hazineyi keşfetmiş gibi hissediyorsunuz.
Bu defterlerin akıbetinin ne olacağına transkripsiyonu tamamlandığında karar verilecek. Benim kanaatim Şadan'ın çocukluğundan başlayarak hayatını anlattığı bölüm başta olmak üzere birden çok kitap çıkacağı yönünde.
Her sayfasında birbirinden ilginç tespitleri var Şadan'ın... Hepsini anlatamam ama tadımlık olarak ikisini paylaşayım burada. "Histeriye tutulan çocukların anne babalarını da tedaviye dahil etmek gerekir" diyor birinci defterde. "Benzer şekilde bir toplum da histeriden ancak böyle kurtulur."
İkinci defterde 'yüksek dejenere sınıf' adını verdiği bir kavramdan söz ediyor. Ve diyor ki: "Türkiye'de entelektüeller ile geniş halk kitleleri arasında psiko-analitik bakımdan bir rol değişimi olmuştur. Normal şartlar altında entelektüellerin hasta toplumu tedavi etmesi beklenirken, entelektüeller hasta olduğu için onları tedavi etmek görevi toplum tarafından yavaş yavaş yerine getirilmektedir."
İlginç değil mi?

***
Enes Taplı
hipokampusakademi.com

Türkiye Cumhuriyeti 1923 ‘te kurulmuş olup, arkasında 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu, onun da ardında Selçuklu Devleti ve kültürlerini barındırmaktadır. Böylesi bir tarihsel zenginliğin özellikle tıbbın gelişimindeki rolünü incelediğimizde Selçuklu döneminden beri gelen ikili bir anlayışla karşılaşmaktayız. Bir yanda hekimlerin tedavi anlayışı ki bunlar Galien, Hipokrat, İbni Sina tıbbının devamlılığında hastalara yaklaşımı benimseyenlerdir. Diğer yanda ise yoğun olarak halkın yöneldiği tekkelerde sunulan geleneksel yöntemlerle hasta tedavi etmektir. Osmanlı döneminde yan yana devam eden bu tedavi biçimlerine baktığımızda halk ile saray tıbbı arasında da bölünme olmuştur; medreselerin çöküşü ile bu süreç daha da hızlanmıştır. Ama bunun yanında halk kültürü içerisinden doğan halk tıbbının ne denli rafine olduğunu da görebiliriz.

Bu iki tip tedaviyi kıyasladığımızda tıp ile tekkelerin farkını açık olarak görmekteyiz. Hastalıkların nedenini organik bulan doktorlar ilaç tedavisine güvenmektedirler. Mesela bağırsakların temizlenmesi tavsiyesi şundan dolayıdır; toksik maddeleri atarak “kötü” olanı dışarı atmak. Doktorlar için İbni Sina’nın hıltlar teorisi önemli rol oynamaktadır. Hastalıklar hıltların azlığı veya çokluğuna göre değişmektedir. Oysa şeyhler tekkelerde dini inanç ve telkin ile tedavi yapmaktaydı. Bu iki tip tedavi hep karşı karşıya gelmekteydi.

Osmanlı tıbbının İslami karakteri 19. yüzyıla kadar devam eder, bu tarihten sonra tamamen batıya dönme süreci başlar. 14 Mart 1827’de tıp okulunun açılışı reformun en önemli hareketlerinden biri olmuştur; böylelikle modem anlamda tıp okulundan artık bahsedilebilirdi. Yurt dışına gönderilen hekimlerin ülkelerine dönmeleri ile değişik alanlarda yeni ekollerin yaratılması gerçekleşti. 19.yüzyılın yarısında kurumlardaki bu reformlar entelektüel hareketlerin önemli şekilde oluşmasına neden oldu. Avrupa ile ilişkiler, hastanelerin şartlarında ve akıl hastalıklarım anlamada büyük ilerlemelere neden oldu. Psikanalizin kuruluş şartları ve psikiyatri tarihi araştırılırken 19.yüzyılda büyük kopuş (kesinti) görüldü. Önceleri Selçuklular ve Osmanlılar hastaneler ve hastanelerin işleyişlerinde orijinal yapıyı korumaya çalıştı. Türklerin tıp dünyasını ve daha birçok alanı daha çok Araplar etkiledi. 19.yüzyıla doğru Osmanlı sistemi kötüleşmeye başladı, medrese ve kurumlar giderek zayıfladı. Osmanlılar batıyla daha fazla ilişki içine girince de reformlar kaçınılmaz olmuştur. (1820). Ama Batı ile Arap dünyası arasında bir sentez yapmak yerine Osmanlılar doğuya sırtlarım tamamen döndüler. Bu çalışmada tıp dünyasındaki değişim ve kopmalar görüldü. Ibni Sina’dan günümüze kadar gelen bu gelenek ne oldu diye düşünüldüğünde bulunabilen tek cevap, hali hazırda Anadolu’nun birçok kösesinde kutsal mekanları ile şeyhlerin uygulamalarıyla hastalara şifa bulan yerlerin yaşadığını görmek oldu. Bu çalışmanın gelecekte bu sorular doğrultusunda gelişmesi çok ilginç ve yararlı olacağı düşünülmektedir.

Tıbbın diğer bir özelliği de vakıfların oynadığı roldür. Selçuklulardan beri var olman vakıflar tıbbın işleyişini her zaman kolaylaştırırlar. Vakıfların sayesinde hastalar bedava hizmet almıştır. Bu tarz tedaviler hala geçerlidir; bir yandan tamamıyla Amerikanize olmuş bir Türk tıbbı diğer yandan halk üzerindeki etkileri tartışılan “hoca”lar. Bu tarz tedavilerin ve toplulukların üzerine yeterli İstatistiki çalışma olmamakta buna karşılık büyük baskı ve reddetme yaşanmaktadır.

İkinci kopma yani kesinti 1923’de gerçekleşti. Osmanlı devleti Cumhuriyetle yer değiştirdi ama geçen 600 yılı unutarak yeni bir ülke kurmak istenildi. Osmanlı geleneksel tıbbı ile ilgili bilgileri ilerletmedeki sorun işte bu kopmadan ileri gelmektedir.

Psikanalizin Türkiye’deki durumun takdir edebilmek için Prof. İzzettin Şadan’ın anıları çok önemli bir yer tutmaktadır.

Bakırköy Akıl Hastalıkları Hastanesinin 50.yılı dolayısıyla yayınlanan bir kitaptaki makalesinde psikanaliz hakkında neler düşündüğünü ve fikirlerinin nasıl kötü karşılandığını yazmıştır. Şadan’ın teşhis yapabilme hakkı bile bulunmamaktaydı. Hastane başhekimi Freud’dan “pis yahudi” diye bahsetmekteydi. Şadan köşesinde yalnızdı. Paris’teki stajından sonra Türkiye’ye döndü ve 1938’de Freud’a bir mektup yazdı. Çevirisini yapamadığı bazı kavramlar için ondan yardım istiyordu. Freud ona çok hasta olduğunu söyleyip yardım için bazı kişilerin adını veriyordu. (2) İzzettin Şadan psikanalizle ilgilenen ilk psikiyatrdı, makaleler, yazı ve kitaplar çevirdi ama hastaneden kovuldu. Mesleğini özel muayenehanesinde sürdürdü.

Türkiye’ye modern psikolojinin girme tarihi 1915’dir. Bu ülkenin eğitiminde önemli bir tarihtir. Birinci Dünya Savasına rağmen üniversite reformları gerçekleştirilmiştir; Botanik, kimya, fizik, tarih ve psikoloji alanında 20 Alman Profesör Türkiye’ye davet edilmiştir. Profesör Anshcutz Hamburg Üniversitesi’nden gelerek İstanbul Üniversitesi psikoloji bölümünü kurmuştur. (3) Deneysel psikoloji bölümünü kurmak için gerekli aletleri de beraberinde getirmiştir. 1918 sonunda Almanlar ve Osmanlı Devleti savaşı kaybettiği için Alman hocalar yurtlarına geri döndüler. Prof. Anshutz’un yerine Cenevre’de Jean-Jacquess Rousseau Enstitüsünde eğitim gören ve 2 yıl kadar da Claparede ile çalışan Mustafa Sekip Tunç gelmiştir, ilk Türk psikologu olarak gördüğümüz Tunç, Freud ve W.James’in eserlerini çevirmiş, psikolojiyi öğrencilerine tanıtıp, genel psikoloji bölümünü kurmuştur.

Yeni Türkiye Cumhuriyeti üniversite reformunu ise 1933’de yapmıştır. Hükümet Musevi asıllı 103 Alınan profesörü davet eder ve bu profesörler 12 yıl boyunca hizmet verirler. Psikolojinin Nazilerden kaçan bu profesörleri misafir edememesi büyük kayıptır. 1937’de Jena üniversitesinden Prof. William Peters, İstanbul Üniversitesinde Pedagoji Enstitüsü ve laboratuarını kurmak için gelir. Cambridge’de Bartlett ve Frankfurtta Werheimer ile çalışır. Fullbright bursları sayesinde birçok hoca İstanbul üniversitesinde çalışmıştır (4). Psikiyatrinin klasik yönelimi ve Kraepelin’ci tavırlar psikolojinin gelişmesini engelliyordu. Psikolojik bozuklukların oluşumunda psikodinamik faktörlerin rolü daha kabul edilmemişti. Okul bitiren öğrencilerin sonuçta buldukları tek is liselerde hocalık yapmaktı. 60’lı yıllarda Amerika ve Avrupa etkisiyle psikolojide geliştirilen modern kavramlar ve psikanalizin katkıları psikiyatri çevrelerine girıneye başladı. Tıp dünyasında psikolojinin önemi anlaşılmaya başlandı (5).

1980’lerde her şey sanki tamamen değişmiştir. 1980 yılında yapılan askeri darbe Türk politik, kültür ve siyasi hayatına getirilen yoğun kısıtlamalara rağmen bireye verilen önem artmış, bireyselleşme ve ekonomik özgürlüklerin daha fazla telafuz edilmesine başlanmıştır. Entelektüel çevrelerce hızla kabul gören ve yayınevlerinin tercihen bastıkları ise psikolojiye ait yayınlardı. Bu gelişim askeri darbenin doğasıyla tamamen zıt olmasına rağmen, kişilerin ruhsal dünyalarının ve bireyselleşmenin öneminin arttırmaya yönelik çalışmaların üzerinde durulmaya başlandı (6). Bu dönem ayrıca psikoloji kitaplarının en çok basıldığı özellikle de Erich Fromm, Karen Horney gibi kişisel mutlulukların toplumsal beraberlik dışında düşünülemeyeceğini salık veren yazarların best seller olmaları darbenin kişiler üzerinde yarattığı travmatik etkileri göstermede oldukça aydınlatıcıdır.

1989 yılında Dr. Ulviye Etaner Almanya’da kişisel analizini tamamladıktan sonra yurda dönüp kendisinden analiz talep eden bir grup genç psikiyatrı analize almaya başlar. Aslında burada önemli durulması gereken psikanaliz talebinin yapılması ve psikiyatri içerisinde bu talebi isteyecek şartların hazır edilmesidir. Psikolojinin gelişimi ile ilgili tarihsel bakış açısında ise 1917’de deneysel psikoloji akımı ile üniversitede kendisine yer bulan psikoloji maalesef psikanalize hiçbir zaman sıcak bakmamıştır. Freud’un makalesinde de belirttiği gibi üniversitede sadece psikanalizden gelenleri anlatabiliriz, kuramsal olarak tartışabiliriz. Pratik psikanalizin üniversite dışında yapıldığı gerçeğinin yanı sıra özellikle psikanalizi reddetmek yaşanan bir durumdur. Bilimsel olmamakla itham edilen psikanalize ait çalışmalar şu anda sadece İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümünde ders programlarında verilmektedir. Yazarın kendisinin verdiği psikanalitik yönelimli ders programı dışında herhangi bir psikoloji bölümünde bu konuya ait sistemli veya yerleşik programlar bulmak olası değildir. Burada psikanalizden kastedilen ise Freud’un kullandığı kavramları popülarize ederek açıklama çalışmaları dışta tutulmaktadır.

Şu an gelinen son, noktaya baktığımızda Türkiye’nin ilk psikanaliz grubu olan “İstanbul Psikanaliz Grubu” 1994 yılında kurulmuştur. Grup gelişimini ve değişimini sürdürerek ülkemizin ilk psikanaliz derneği olan ve 2001 yılında kurulan İstanbul Psikanaliz Demeği”nin kuruluşmıa öncülük etmiştir. Demek psikanaliz formasyonlarını Fransız Psikanaliz Derneği (Societe Psychanalytique de Paris) içerisinde tamamlayan psikanalistlerin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. İstanbul Psikanaliz Derneğinin kurucuları arasında bulunan döıt psikanalistin oluşturduğu grup, Ocak 2007′ de Uluslararası Psikanaliz Birliği tarafından “Türk Psikanaliz Çalışına Grubu” olarak tanınmıştır. Görüldüğü gibi 15 yıllık bir kurumlaşmanın sonucunda gelinen nokta oldukça umut vericidir.

________________________

Kaynaklar ve İleri Okuma:

1) Tevfika Tunaboylu İkiz, Türkiye’de Psikanalizin Gelişimine Kısa Bir Bakış, Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 22. Sayı, 2011, 495-502

2) İzzettin Sadan, “Hatırat”, Bakırköy’ün 50. Yıl dönümü, İstanbul, Yayınevi, 1977, pp. 132-136.

3) Beğlan Toğrol, “Türk Psikoloji Tarihi”, Tecıiibi Psikoloji Çalışınaları, İstanbul, 1972, no:l5, pp. 1-16.

4) Sibel Arkonaç, “Türkiye’de Psikoloji, İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü, 80.yıl”, Psikoloji Bülteni, 1995,pp.l-6.

5) Gökçe Cansever, lnternational Resoıırces in Clinical Psychology, Mc Graw Hill, California, 1960.

6) Levent Kayaalp, “L’histoire d’un rendez-vous ınanque; L’exeınple de la Turquie”, Topiqııe Paris, 2004, 110 89.

***