Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

26 Aralık 2014

Halide Edip Adıvar'ı Konuşacaklara


bir Engin Ardıç yazısı:
"Halide Edib konuşulacakmış"

Halide Edib Hanım'ın ölümünün ellinci yılı idrak ediliyor... (Şimdi salağın biri çıkar "kutlanıyor" yazar.)
Üniversitelerimizden birinde sempozyum düzenlemişler, Halide Edib'i konuşacaklarmış. Daha doğrusu "kadın yazarlığın tarihi" konuşulacakmış. (Elif Şafak konuşulmayacak, o daha ziyade İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'nin uzmanlık alanına giriyor.)
İyi. Konuşulsun tabii. Konuşunuz. Da, acaba neyi nereye kadar konuşabileceksiniz? Bence, malum lagalugayı yapıp gideceksiniz. "Sinekli Bakkal" falan filan. Belki merhumenin ne kadar Atatürkçü olduğunu da belirtirsiniz.
Ben de konuşayım izin verirseniz: Halide Edib önemli bir yazar değildir. Sinekli Bakkal da kötü bir romandır.
Evet, o pek sevdiğiniz "Doğu-Batı sorunsalına" el atmıştır ama içinden de çıkamamıştır, çünkü bu konu onun çapını aşmıştır. (Bu alanda Tanpınar'ı ya da Kemal Tahir'i konuşsanız daha hayırlı bir iş yapmış olursunuz.)

Hele hele "Mor Salkımlı Ev", "Raik'in Annesi", "Seviyye Talip", "Mev'ud Hüküm", "Handan" falan, çağın dışına düşmüş, edebiyat tarihimizin derinliklerinde çoktan kaybolup gitmiş eserleridir. (Bir başka büyük balon Abdülhak Hamid'in "Finten"i minteni gibi.) "Vurun Kahpeye" romanı da, Reşat Nuri'nin "Yeşil Gece"si tarzında ve tadında, klasik "gerici imam -ilerici öğretmen" edebiyatıdır. Bu zırva doruk noktasına en kötü yazarlarımızdan Fakir Baykurt'la çıkmıştır. CHP'liler pek severler.
Son yıllarında yazdığı "Yolpalas Cinayeti", "Akile Hanım Sokağı" falan, bir Muazzez Tahsin ya da Kerime Nadir düzeyindedir.
Belki hem Sultanahmet Mitingi'nde esip kükreyip hem de Sivas Kongresi'ne "direnmenin anlamı yok, Amerikan yönetimini kabul edelim" şeklinde verdiği teklifi de konuşursunuz!
"Ama sonra pozisyon değiştirip Mustafa Kemal'in yanına geçti, bu da onu bağışlatır" deyip geçersiniz. Mustafa Kemal'in yanına nasıl geçtiğini konuşacaksanız, ikinci kocası Doktor Adnan Bey'le birlikte Mustafa Kemal'in yanından nasıl ayrıldığını da konuşacak mısınız?
Adıvar ailesi, Adnan Bey'in kurucularından olduğu Terakkiperver Fırka'nın kapatılması ve Takrir-i Sükûn Kanunu üzerine Türkiye'yi terketti. Halide Edib, "sürgün muhalif" olarak tam 14 yıl yurt dışında kaldı, ancak Atatürk'ün ölümünden sonra, 1939'da dönebildi, Refik Halid ve Refii Cevad gibi.
Bu arada "Türk'ün Ateşle İmtihanı"nı yazdı. Önce İngilizce yazdı: "The Turkish Ordeal"... Boğaziçi Üniversitesi'nin kitaplığından orijinalini okumuştum: Atatürk'ü şiddetle eleştiriyor, diktatör diyordu.
Döndükten sonra Türkçe'ye çevirdi (daha doğrusu asistanlarına tercüme ettirdi) ve "sakıncalı" yerlerini çıkardı, kendi kendini sansür etti!

Atatürk'e diktatör diyen kadın da İngiliz Filolojisi'ni yıllarca bir kraliçe gibi, asistanlarına köpek muamelesi ederek yönetti.
Siz şunun aslını yayınlayın, sonra sıra Falih Rıfkı'nın "Çankaya"sının sansürsüz basımına da gelir... Hani şu, eski baskısında "İzmir'i niçin yakmıştık?" cümlesi geçen kitap...
Bunları konuşmayacaksınız tabii, hamaset yapıp geçeceksiniz: Bahçesi var bağı ar, ayvası var narı var, Ata'mızdan yadigar Halide Edib Adıvar!

Sabah, 25 Aralık 2014.

25 Kasım 2014

Kamus-i Rûmî : Rûmca'dan Türkçe'ye lugât = Lexikon helleno-tourkikon (1897)

Şuradan indirilebilir:
https://ia601603.us.archive.org/6/items/kamusirmrmcadant00pana/kamusirmrmcadant00pana.pdf

Memalik-i Osmaniye'nin Tarih ve Coğrafya Lügati

Önemli bir başvuru kaynağıdır.

İndirme linkinin de vereyim:
https://ia801608.us.archive.org/28/items/memlikiosmaniyen0001al/memlikiosmaniyen0001al.pdf


10 Eylül 2014

İÇ SAVAŞLARIN YENİDEN GÜNDEME GETİRDİĞİ DÜŞÜNCE AKIMI: SELEFİLİK

Kelâmî önceliği bulunan selefîliğin devlete talip olan siyasi bir argümanın ittiricisi olmasını yadırgamamak gerekir.

Selefîlik konusu Ortadoğu’da halihazırda yaşanan insan kıyımıyla yeniden gündeme geldi. Esasında kelâmî önceliği bulunan selefîliğin günümüz zaviyesinden bakıldığında devlete talip olan siyasi bir argümanın ittiricisi olmasını yadırgamamak gerekir. Başlangıçta masum birtakım kelâmî tartışmaları ihtiva eden bu hareket, tarihin belli dönemlerinde, türlü saiklerin bir sonucu olarak bu anlayışın devlet nizamına dönüşmesi taleplerini beraberinde getirdi. Örneklerini aşağıda vereceğiz.

Dinde samimiyet anlamında, Hz. Peygamber ve sahabe zamanını ihya etmeyi, bidatlerden uzak bir hayat tarzı benimsemeyi ve farklı kültür ve dinlerin etkilerinden azade bir yaşama biçimini her Müslüman önemser ve değerli görür. Ancak İslam’ın nassları merkez olmak kaydı ile durmadan değişen sosyal hayatı muhtevi yaşama biçimlerini göz ardı etmek, makul bir yorum olarak düşünülebilir mi?Selefi hareketlerin devlet nizamı olarak yorumlanması bile sözünü ettiğimiz değişim süreçlerinin sonucu değil midir?

Kavramsal olarak, bir kimsenin kendisinden önce gelen anlamına gelen “selef”, sözlükte “önceki nesil”, “selefiyye” de “bu nesle mensup olanlar” demektir. İslam düşünce tarihinde selefiyye adını taşıyan bir kurumsal bir yapıya rastlanmaz. İslamliteratüründe selef, sahabe sonrasıdin bilginlerini ifade ederken, selefiyye terimi ise iman esaslarıyla ilgili konularda sahabe ve ardıllarını izleyerek ayet ve hadislerdeki ifadelerin zahiri ile yetinip bunları aynen kabul eden ve yoruma gitmeyen Ehl-i Sünnet topluluğunu belirtmek için kullanılır. Bunlar, Kur’an ve sünnetle birlikte sahabe sonrası ilim neslinin görüşlerini dokunulmaz sayan, nakli bilgiyi yücelterek akli çıkarımların karşısında duran bir anlayışı temsil ederler. Sahabe sonrası ilim nesli “nass”dan sayılamayacağına göre kendisini selefî olarak niteleyenler aslında onların kelâmî konulardaki görüşlerini alarak bir başka yoruma gitmektedirler.

İlk dönem selefiyye anlayışının en belirgin özelliğinin, kelamkonularında akli çıkarımları iptal etmek, ayet ve hadisle yetinmek ve her türlü yorumdan kaçınmak olduğu söylenebilir. Siyasi ve kültürel konjonktürün etkilediği kimi fırkaları çıkardığımızda Ehl-i Sünnet mensuplarının zaten bu meseleyi sorun etmedikleri görülecektir. Günümüzde sorun aslında kelamcıların, filozofların, bâtınî yoruma her daim açık sufilerin manası kapalı ayetleri yorumlamasında değil, gelişen şartların etkisiyle ortaya çıkan medeniyet ürünlerinin tezahürüne bakış biçimiyle başlamaktadır. Şu halde türbeler, camiler, muhtelif kurumlar, zaviyeler, giyim kuşam şekilleri, kısaca zamanların getirisinden neşet eden modern değişim süreçlerine karşı üretilen karşı duruşu, kelâmîmeselenin neresine koyacağız sorusununcevabını aramak icap eder.

Bugünün Ortadoğulu Selefîleri ile Selefîliği sistemleşip bir akım haline getiren İbnTeymiyye’yi birbirine karıştırmamak lazım geldiğini düşünüyoruz. “Takiyyuddin İbn Teymiyye(öl. 1328), sağlam olduğu bilinen nakil ile aklı selimin asla çelişmeyeceğini, dolayısıyla da tevile gerek kalmayacağını ısrarla savunmuştur. Haçlı seferleri ve Moğol istilâsı etkilerinin görüldüğü bir dönemde İbnTeymiyye, Müslümanların inancını ve birliğini güçlendirmek amacıyla öğrencisi İbnKayyim el-Cevziyye ile birlikte katı lafızcı bir yaklaşımdan Kur’an ve Sünnet çerçevesi içinde dinî bir akılcılığa yer veren anlayışa geçiş yapmıştır” (Özervarlı). Özellikle sufîlerinbâtınî görüşlerini şiddetle eleştiren ve hatta bu tarz disiplinler üzerine metodoloji inşa edenleri tekfir eden İbn Teymiyye’nin, dini musikiyi, zikir törenlerini, içtihat için ağır bulduğu ehliyet şartlarını vs. reddettiğini görürüz. Onun selefîliğini ilmî ve usulî selefîlik olarak tasnif edenler mevcuttur.

“XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ıslah ve tecdit faaliyetlerini yoğunlaştıran İslâm âlimlerinin Kur’an ve Sünnet’e dönmeyi savunarak taklitten uzaklaşmayı öne çıkarmaları Selefîliğin bu dönemde daha çok tartışılmasına zemin hazırlamıştır. Özellikle İslâm dünyasının büyük bir kısmı Batılı ülkeler tarafından işgal edilip sömürgeleştirilince bu durumun sebepleri ve çıkış yolları hakkında sorgulamalar ve fikir arayışları başlamıştır. Bu bağlamda birçok ilim adamı ilk asırlardan sonra dine çeşitli hurafe ve yanlış anlayışların girdiğini, ulemâ arasında taklidin yaygınlaştığını, nasların ve diğer ilk kaynakların yerine fukahanın, kelâmcıların ve müfessirlerin şahsî görüşlerinin önem kazandığını, tasavvuf ve tarikatların halkı miskinleştirdiğini, dolayısıyla yeniden İslâm’ın özüne dönülmesi gerektiğini ısrarla belirtmişlerdir” (Özervarlı). Osmanlı Devletinin son dönemlerinde Hicaz’da ortaya çıkan Muhammed b. Abdulvahhab’ın (1703-1792) başlattığı hareket, İbn Teymiyye’nin fikirlerinin yeniden canlanmasına zemin hazırlamıştır. Kitap ve sünnet dışında kural ve yorum kabul etmeyen bu görüş sahiplerini muhalifleri vehhabi olarak nitelerken onlar kendilerine muvahhidûn veya selefiler olarak adlandırırlar. Belirli bir mezhebi taklitten kaçınmakla beraber, görüşlerinde isabetli gördükleri mezhep görüşlerine ve içtihatlara uydukları görülür. İbnAbdulvahhab ve taraftarları, kabirlere bina yapmayı, onları mescit edinmeyi, doğum günü anmalarını, tasavvuf gruplarının çıkardığı bir takım uygulamaları reddederekbunların kaldırılması adına icbari hareketlere girişmişlerdir. Hz. Osman’ın hilafeti saltanata dönüştürdüğünü ve bunu yaparak İslam’ın ruhuna aykırı bir yol tuttuğu iddiasını, Osmanlı devletinin saltanat anlayışına hamlederek Ortadoğu’da siyaseten Arap-Türk gerilimini tırmandıran İbnAbdulvahhabtaraftarları kendi lehlerine başarılı da olmuşlardır.

“Geleneksel İslâm yorumlarına olduğu kadar Batı’dan gelen her şeye karşı çıkan İhvân-ı Müslimîn,Cemâat-i İslâmî gibi hareketler ise Selefîliği bir dinî ideoloji haline getirmiş ve politik yönü ağır basan cihadî/aksiyonel gruplar ortaya çıkmıştır. Bu hareketler, birçok yönüyle dışa kapalı bir tavır geliştirmiş, bu yöndeki din anlayışının yerleşmesi ve güçlenmesi için farklı yöntemleri kullanmakta sakınca görmemiştir. Filistin sorununun kronikleşmesi ve Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgal edilmesi bu anlayışın Arap dünyası ve Hint alt kıtasında yayılmasını hızlandırmıştır. Bu süreç, İhvân-ı Müslimîn gibi nispeten ılımlı politik hareketlerden başlayıp İslâmî Cihad, el-Kaide gibi şiddet yanlısı grupların ortaya çıkmasına kadar varmıştır. Artık Selefîlik hareketini bile temsil edemeyecek kadar radikalleşen gruplar dinin ruhundan ve hedeflerinden ziyade lafzına ve şekline vurgu yapan, ahlâk boyutunu göz önünde bulundurmayan, tarihî tecrübe ve birikimleri, kültürel ve folklorik zenginlikleri reddeden bir söylem geliştirmiştir. Ayrıca politik arenada daha çok göze çarptıkları için çağdaş dünyada İslâm toplumlarının genel eğilimleriyle bağdaşmayan bir Müslüman imajının oluşmasına yol açmışlardır. Modernlikle ilgi kurmayan, siyasî yönü bulunmayan, tamamen geleneksel anlamda Selefin yolundan giden veya tasavvufun bünyesinde varlığını sürdüren Selefî cemaatler de mevcuttur. Bu sebeple çağdaş selefî hareketi sadece radikalizme veya siyasî anlayışa indirgemek suretiyle tek bir yönelişten söz etmek mümkün değildir.” (Özervarlı).Günümüz Ortadoğu’sunda beliren şiddet yanlısı selefi grupları bu kapsamda değerlendirmek gerekir.

Özetleyecek olursak, günümüzde adı terörle anılan cihadî/selefi hareketleri,ilk dönem kelamî tartışmaların ve İbnTeymiyye ve onun görüşlerinin bir neticesi olarak sistemleşenselefîlikle karıştırmamak gerekir. Bu tür hareketler çağdaş dünyadan ve geleneksel din anlayışından sızan uygulama ve anlayışlara tepki olarak geliştirilen aksiyonel bir yorumdur. Bu yorumlama biçimi zamanla özellikle Batı dünyasına karşı reaksiyona bürünen hareketlere dönüşerek siyasi boyut kazanmıştır. İslamcı terör adıyla adlandırılan örgütlerin düşünsel arka planında Batı dünyasına karşı haklı olarak derin bir nefret vardır. Bu yönüyle cihadî/selefi hareketler Müslümanların izzet ve şerefini kurtarma iddiasını taşımaktadırlar. Burada sözünü ettiğimiz selefî yorumun, -son dönemlerin Filistin, Gazze, Türkmeneli, Doğu Türkistan ve Rojava meselesindeki tepkisizliğine bakarak- hangi izzeti kurtardığınıayrıca sormalıyız.

Müslümanların tarih boyunca oluşturdukları bilim, kültür ve sanat eserlerini ortadan kaldırmaya yönelen bu hareketler hariciliğin çağdaş izdüşümü sayılabilirler. Müslümanlar esasen böylesi yorumların peşinden giderek kendilerine zarar vermek yerine, giderek büyüyen İslam karşıtı cereyanlara karşı ilmî, usulî ve cihadî bir karşı duruş geliştirmeli ve bir araya gelmenin yollarını aramalıdırlar.

----

- M. Sait Özervarlı, (2009),“Selefiyye”, DİA, c. 36,  s. 399-402.

17 Temmuz 2014

Tarih tekerrürden ibaret

Kadın: Bakıyorum izdivaç mahsur bir kaleye benziyor. İçindekiler dışarıya çıkmak istiyor, dışarıdakiler içeriye girmeye çalışıyor...
(AydedeGazetesi/1922)

21 Haziran 2014

BULGARİSTAN'A SATILAN EVRAK MESELESİNİN BİR YÜZÜ

Sinan ÇULUK

1931 yılında Osmanlı arşiv belgelerinin Bulgaristan’a satılması hadisesi Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en acı olaylarından biridir. İbrahim Hakkı Konyalı ve Muallim Cevdet, satış hadisesinin ortaya çıktığı günlerde İsmet İnönü hükümetinin en acımasız muhalifleri oldular. Gazete haberleri ve yayınladıkları açık mektuplarla o yıllarda akla hayale gelmeyecek bir muhalefet sürdürdüler. Çabaları etkili oldu, evrakın satışı iptal edildi, evrak yüklü vagonlar Kapıkule Gümrüğü’nden geri çevrildi. Üstelik giden belgelerden bir hayli miktarı geri getirildi. Olaya sebebiyet veren İstanbul maliye memurlarına anında işten el çektirildi ve tutuklandılar. Mahkemeleri sürerken biri hapishanede vefat etti, diğerleri Cumhuriyet’in onuncu yılında ilan edilen genel affa maruz kalarak hapisten çıktılar. Bu davanın safahatına dair evrak muhtemelen İstanbul Adliyesi binasının 1933’de maruz kaldığı yangın felaketinde mahvoldu. Günümüzde adliye arşivlerinde bu davayla ilgili evraka henüz rastlanamamaktadır. Belki de (eğer felaketten kurtulanlar varsa) ileride ortaya çıkacaktır. 
Bu belirsizlik ortamında her önüne gelen aklına estiği gibi konuşmakta, İsmet İnönü ve hükümetini tarih nazarında suçlu gösterebilmek adına bilerek veya istemeyerek Türk Devlet Telakkisi’ni zedelemektedirler. Sanki Türk Devleti geçmişiyle ilgisini tamamen koparmak adına tarihte mevcudiyetini haklı kılan milyonlarca belgeyi bilerek, isteyerek, kasten Bulgarlara satmış gibi gösterilmek istenmektedir. Bunu söyleyenler 1920’den Bulgaristan’a satışın gerçekleştiği 1931 tarihine kadar Hazine-i Evrak memurları tarafından yürütülen çalışmalarda tasnif edilen ve Maarif Nezareti çatısında örgütlenen komisyonlar tarafından tasnifi yapılan belgeleri nasıl izah edeceklerdir. 
Daha Kurtuluş Savaşı yürütülürken bu evrakı Ali Emiri Efendi tasnif ediyordu. Cumhuriyet döneminde ise arşiv memuru Musa (Adıga) Efendi ve İbnülemin Mahmud Kemal İnal gibi iki alime teslim edilen komisyonlarda bugün dahi kullandığımız evrak koleksiyonları ile tasnifin en önemli temelleri atılmıştır. Bu komisyonda çalışanlar da zamanına göre memur maaşının üç-dört katına kadar yüksek ücretlerle çalıştırılmıştır. Osmanlının küllerinden doğan Türk Devleti kendine hayat hakkı bahşeden evrakını yok edecek kadar akli melekelerinden sıyrılmış adamlarca kurulmadı. Bu meseleye hissi ve siyasi yaklaşımların ardı kesilmelidir.
Burada iki kupür paylaşıyorum. Birincisi Osman Ergin’in “Muallim Cevdet” adlı eserinden alınmıştır. Kilisli Rifat, Muallim Cevdet’in kendisine Arşiv Tasnif Heyeti’nde çalışması teklifini nasıl yaptığını anlatmaktadır. Burada Cevdet Bey’in ağzından Kilisli Rifat Bey tarafından aktarılan ifadelerde bir hakkın teslimi sözkonusudur. Dikkatle incelenip değerlendirilmesi gerekir. İkinci kupür de Cumhuriyet Gazetesi’nden alınmıştır. Devletin ve zamanın hükümetinin nasıl ani bir refleksle daha fazla sözü dolaştırmadan en yetkin isimlerden bir komisyon kurarak bu yarayı sarmayı denediğinin en büyük ispatıdır. Üstelik tüm dünya 1929 ekonomik buhranı ile uğraşırken ve ülkemiz Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşı’nın acı ve kahredici tahribatının yaralarını henüz saramamışken, böyle bir teşebbüsün hayırla anılmayıp da talihsiz bir olay üzerinden siyaset üretilmesine hayret etmemek mümkün değildir. 
Bulgaristan'a satılan arşiv belgeleri üzerinden siyasi manipülasyonlar yapılması, elde gazete haberlerinden başka bir kaynak yokken, işin evveliyatına ve safhalarına vakıf değilken sonuca varılması, haysiyetli ilim erbabının bulaşmayacağı bir pisliktir.
Kaynak: http://sinanculuk.blogspot.com.tr/2014/04/bulgaristana-satilan-evrak-meselesinin.html 

31 Mayıs 2014

Dağa Çıkan Kürt

Türkiye 70’li yıllarda tam anlamıyla bir kimlik bunalımının çatışmasını yaşadı. Siyasal örgütlere bağlanmış gençlerin asli sorusuydu, kimlik soruları.

Sağcı da solcu da vatanı korumak ve halkı ya da milleti kurtarmaktan söz ediyordu. Vatanı komünistlerden korumak, vatanı emperyalistlerden kurtarmak...

Ülkücülük, evrensel kurtuluş konusunda yetersiz gelen cevaplarıyla İslamcılığın sorularını hazırlıyordu...

Kürt genci Müslümanlık ortak paydası yolunda ülkücü bile olurdu. Ülkü Ocakları’na devam eden pek çok Kürt arkadaşım için Türklük, Müslümanlıkla aynı giysiymiş gibi görünürdü.

Aynı iftar sofrasında biraraya gelinir, Tanrı Dağı kadar Türk olunduğu varsayımından hareketle, Hira Dağı kadar Müslüman olma umuduyla dualar edilirdi.

Halide Edip’in Dağa Çıkan Kurt’u okunur, o yurdunu korumak üzere dağa çıkan kurdun kimliği üzerine tartışmalar açılırdı.

“Türk”lü isimlerle, soy isimleriyle bir korunurluk sağlamaya çalışanlar hiç az değildir Kürtlerin arasında. En güçlü “Türk” vurgusunda dillenir, en çetin korunma çabaları...

Dağ yolunu tutan Kürt genci, ana-ata ocağında bile barınamaz olduğu için de o tuzaklarla dolu yola sapmıştır.

Kendi ocağımızın çocuğu olduğunu söylüyorsak, onu dağdan inmeye razı etmenin çarelerine elbette kafa yoracağız, zihnî ve fizikî konforumuzun bozulmasına bakmadan. Onu kaybetmeyi değil, kazanmayı istemiyor muyuz?..

Bir evin eşiğinden sokağa adımını atar atmaz Kürt gibi görünmemeyi, Kürt kökenli olarak işaret edilmemeyi sağlamak için sürdürülen çabaları nereye kadar tahmin edebiliriz?.. Kimliği kökenle mühürleyen zihniyetin talep edeceği bedelleri ödemeye kim, ne kadar hazır olabilir?.. Evde konuşulan dışarı taşırılmamalı! Çocuğu bu ikili terbiye yüzünden bir çatışma yaşamasın diye, duygularını ve düşüncelerini ev ortamında dahi dile getirmekten sakınan ebeveynler hiç az değildir.

Anılmaktan kaçınılan ismin yerini tuhaf, horgörü dolu yakıştırmalar, modern sayılan maskelerle geçerlilik kazanmış hurafeler, hegemonik ilişkilere özgü seslenmeler alır.

Televizyon spikeri bir arkadaşım, İstanbul’da geçen çocukluğu ve gençliği boyunca yıllarca Kürt olduğunu gizlediğini söylemişti. Kürt olmanın artık telaffuz edilebilir olduğu bir dönemde, çalıştığı işyerinde bir cesaretle açıklar, kökenini. En yakın iş arkadaşı saydığı kişi omzunu sıvazlayarak, “Üzülme, sen de insansın” der.

Elbet Alevilik de gizlenirdi ve “Kürt/Alevi” olmak, daha ziyade gizleme çabası gerektiren bir kimliğin isimleriydi.

90’lı yılların başları... “Osmanlı” bir hanımefendi ile Kürt meselesi üzerine konuşuyoruz. “Akıllı olsalardı, kıymetlerini bilirdik” dedi. Bir “efendi”, bir vasi yaklaşımı...

Keşke, Kürt genci dağlara çekilmeden duyulsaydı, kurtuluş kelimeleriyle örülmüş siyasal hiziplerin ardındaki imdat çığlığı... Binlerce kayıp verilmeden...

Turgut Özal onları dağlardan indirme düşüncesini gerçekleştiremedi. Hapis damlarında yaşatılan işkencelerin getirdiği sonuç ise pek çok Kürt genci için benzerdi: Dağa çıkmak bir kurtuluş olabilir.

Kim bilir ne kadar çok Kürt genci kendini bir açmaz içinde bularak çaresizce dağ yollarına vurdu! Ve ne çok anneye karanlık geceler canhıraş sesler gönderdi, dağlardan doğru...

Bunun en üzücü sonuçlarından birini Taraf gazetesinde okuyorsunuz günlerdir: Şehit askerlerin ailelerinin gözyaşları yıllar geçse de dinmek bilmiyor.

Bu şartlar altında Kürt açılımının Türklüğün zararına bir girişim olarak değerlendirilmesini ne kadar sorgulasak az... Türk olmaya bir anlam biçiyorsan, Kürt olana daha kararlı bir empatiyle yaklaşabilirsin. Türkçe konuşmanın inceliklerinden söz ediyorsan, dili yasaklı Kürtlerin nasıl bir psikoloji geliştirdiklerinden de haberdar olmalısın. Annenin Türkçe ninnileri kulaklarından eksik olmuyorsa, Kürtçe yazmayı ve konuşmayı isteyen gençlerin içindeki ukdeyi anlayabilmelisin.

Kürt açılımı da işte bu şekilde bir anlama, bir empati programı halinde geliştirilmeli.

Henüz içeriği belirsiz bir açılım, tartışmalara konu olan. İyi niyetli yaklaşanlar arasında bile, “Bu paket bir program, bakalım arkasından ne gelir” şeklinde şüpheli sözler telaffuz ediliyor. Böylesine süratli ve kapsamlı bir hamlenin Türkiye’nin kendi dinamiklerince gerçekleştirilemeyeceği kanısı, açılıma yönelik güvensiz bakışın bir parçası.

Daha fazla kan akmasın diye bir çözüm sunamayanlar, çözümü çözümsüzlükte ya da komplo teorileri sarmalının gösterdiği vakit kaybında aramaya devam etmek istiyorlar. Hata payı ihtimal dâhilinde de olsa, başlatılan süreç, sevaba, iyiliğe dönüktür. Şiddeti tırmandıracak şekilde sürdürülen politikalar, kimliklere özgü duyarlılıkları keskinleştirdi. Ortak bağlar ve değerlerin hatırlanmasına, yapıcı seslerin yükselmesine ihtiyaç duyulacak bir süreç bu.

İşte Ramazan geliyor: İnsanlar Müslümanlık kimliğiyle, kardeşlik duygularıyla aynı iftar sofrası başında biraraya gelecek. Yeni bir başlangıç için kıymeti bilinmesi gereken saatler sunacak oruç günleri.

Kürt açılımının içeriği belirsiz; fakat bir açılımın söz konusu olması bile, barıştan yana olan herkes gibi beni de umutlandırıyor.


Cihan Aktaş
http://www.haberkalesi.com/?mxz=YaziD&hid=16

06 Mayıs 2014

Erzurum Narmanlı Âşık Sümmanî

ÂŞIK SÜMMANÎ 1860-1915

Ervah-ı ezelden levh ü kalemden
Bu benim bahtımı kara yazdılar
Gönül perişandır devr-i alemde
Bir günümü yüz bin zara yazdılar 



Sümmani'nin gerçek adı Hüseyin olup, babası Kasımoğulları'ndan Hasan'dır. 1861 yılında Erzurum ili, Narman ilçesi, Samikale Köyü'nde doğmuştur. Kendileri bu köye Kafkaslar' dan gelmişlerdir. Babası köyde çobanlıkla geçimini sağlamakta idi Hüseyin 10-11 yaşlarına geldiğinde, babasıyla birlikte çobanlık yapmaya başladı. Hüseyin'in genellikle danalarını otlattığı yer Ablaktaş'tır: Bir gün Şekerli Düzü' ne hayvanlarını otlatmaya tek başına gider. Hüseyin, kendisine doğru bir atlının geldiğini görür. Atlı, Hüseyin'e selam verir ve adını öğrenmek ister. Çok aç olduğunu söyleyip ondan ekmek ister. Köylerinde nerede misafir olabileceğini sorar. Hüseyin üç arpa ekmeğinin yarısını atlıya verir. O' nun bu cömertliği hoşuna gider ve der ki:

-Oğul, sana bir dua öğreteyim. Bu duayı kırk gün okuyacaksın. Yalnız yüz tane taş say, cebine koy. Her okuyuşta bir taş atarsın. Duayı kırk gün okur ve son gün Ablaktaş'a gider. Babası ise Cuma namazını kılmak için köyde kalır. Ablaktaş'taki çeşmenin yanında hayvanlarını otlatmaya bırakır. O da namaz kılmaya niyetlenir. Daha önce babasıyla burada namaz kılarlarmış Namaz vaktini anlamak için de kendilerine bir taş tespit etmişler. Güneş taşa isabet ettiği zaman öğle vakti olduğunu anlarlarmış, O gün de babasıyla yaptığı gibi kendisine taşı nişan eder ve Güneş'e bakarken uykuya dalar.

Uykusunda, çeşmenin başında kırk yeşil güvercin görür. Güvercinler birden kaybolur ve karşısında üç derviş belirir. Dervişler Hüseyin'e abdest aldırırlar ve birlikte namaza dururlar. Hatta bir dörtlüğünde der ki:

Vardım saf saf olup durmuş divana
Ben de el bağlayıp geçtim bir yana
Meylimi bağladım gari sübhana
O güzel Allah'ı gözler gözlerim...........

Daha sonra Hüseyin'i ortalarına alıyorlar. Hüseyin bakıyor ki. dervişlerden birinin elinde bir tabla, üç dolu bardak var. Derviş, bunları Hüseyin' in önüne getiriyor ve

-Hüseyin, bu şerbetlerden bir tanesini iç bakalım.

diyor. Hüseyin bardakların içindekileri şerbete benzetemiyor. Kendisini kandırdıklarını. Ona içki içireceklerini sanıyor. Ne kadar zorluyorlarsa da içmiyor Bunun üzerine birisi Hüseyin'in ellerini tutuyor. birisi de parmağını bardağa batırıp Hüseyin'in ağzına sürüyor. Tam bu esnada Hüseyin uykudan uyanıyor. Bakıyor ki, ne derviş var ne de şerbet. Fakat ağzında İnanılmaz bir lezzet hissediyor.

- Öylece bir daha uykuya dalıyor. Uykuda yine karşısına dervişler çıkıyor Tam eline bardağı alıp içmeye hazırlanıyor ki, dervişler şôyle diyor:

-Oğul, buna aşk badesi derler. Sevdiğin kız aşkınadır. Kızın adı Gülperi'dir. Bedahşah kentinde Şah Abbas'ın kızıdır. Sen Onun. O da senindir. Birbirinize aşık maşuk'sunuz. Dervişlerden biri Gülperi'nin cemalini gösterir. Üç bardak Hüseyin'e. üç bardak ta Gülperi 'ye verirler. Yeşil mürekkeple yazılı bir kitap okuturlar.

Üç harf okuttular yeşil yapraktan
Okudum harfini noktasın tek tek.....

Hüseyin uykudan uyanır ki, ne Gülperi Han var ne de dervişler. Danaları da göremeyince köyün yolunu tutar. Köye varmaya yakın bir atlıyla karşılaşır,

-Hüseyin, korkma oğlum, sen ereceğine erdin. Bundan sonra senin mahlasın Sümman, dünyada kavuşmak senin için haram, der. Sümmani, anlam olarak "Sonuncu, sona ait" demektir.

Hüseyin köye varınca annesini,. babasını uyandırır. Babası da ertesi sabah. köylülere, çobanlığı bıraktıklarını söyler. Aradan otuz kırk gün geçer, günler geçtikçe aşkı da ziyadeleşir. Herkes. Onun hastalandığını, cin'e; peri'ye karıştığını sanır. O zamanlar sıra geceleri düzenlenirmiş. Bir akşam babasına yalvarır. gecelere katılmak İstediğini söyler. Babası da dayanamayıp götürür. Sıra Sümmani'ye gelince. bazı kimseler, O'nun çocuk olduğunu söyleyerek atlamak İsterler. Köylülerin teklifini kabul etmeyerek, türkü söylemek istediğini belirtir ve söze başlar:

Uyandım gafletten oldum perişan
Bir nur doğdu alemler oldu ürüşan
Selam verdi geldi üç-beş dervişan
Lisanları bir hoş sedasın tek tek

Lisanları bir hoş eyler avazı
Onlarda mevcuttur ilm-ü el fazı
Dediler: Vaktidir kılak namazı
Aldılar abdestin edasın tek tek

Aldılar abdesti uyandım habran
Aslımız yapılmış hak ü turabtan
Üç harf okuttular yeşil yapraktan
Okudum harfini noktasın tek tek

Okudum harfini zihnim bu!andı
Yalelerim göz göz oldu sulandı
Baktım çar etrafa kadeh dolandı
Nuş ettim kırkların mahlesin tek tek

Nuş ettim badesin gördüm rengini
Tam on sekiz saat sürdüm cengini
Yar yüzünde saydım üç beş bengini
Halhalın altında hırdasın tek tek

Dediler: Sümmani gel etme meram
Adamı çürütür dert ile verem
Sen içün dünyada kavuşmak haram
Hüdam böyle salmış kalemin tek tek

Koşma bitince köylüler şaşırır. Onun badeli Aşık olduğu anlaşılır. Fakat henüz saz çalmasını bilmemektedir. Babası ile bir gün Erzurum ' a giderler. Burada aşık kahvelerine devam eder. Sazın perdelerini ve tezene tutmasını öğrenir. Her akşam köylüyü toplayıp saz çalar. Günler ayları, aylar yılları kovalar Sümmani köyde duramaz ve sevdiğini aramaya karar verir. Önce KafKaslar'a. oradan İran'a gider. İran- Turan illerini dolaşır. Bedahşah'ı tanıyan, Gülperi'nin adını duyan bir Allah kuluna rastlayamaz Hint, Afgan topraklarına gider. Onun bir gurbeti yaklaşık beş yıl sürmüştür. Günlerden bir gün rüyasında pirini görür. Piri O'na Kırım'a bir geziye çıkmasını söyler. Sümmani yanına sofusunu alıp Kırım yolculuğuna çıkar Kışı Kırımda geçirir. Yaz gelince tekrar köyüne döner. Artık şair, hareket kabiliyetini yavaş yavaş kaybederek duraklama dönemine girmektedir.

Devrin büyük şairlerinden Erbabi'yi mat eder. Başarıları Erzurum Valisinin kulağına kadar gider. Bir süre sonra. Sümmani Pasof'a gider. Aşığı oradan Suskap köyüne Zülali'nin yanına götürürler. O sırada ünü Kars'ı, Ardahan'ı, Erzurum'u kaplamış olan Aşık Şenlik'te oradadır. Üçünden bir atışma İsterler. İlk sözü Sümmani söyler:

Adem Sefiyullah makam-ı peder
Cennet' te ihvan bir kere düştü
''Sürün'' dedi, mollam takdir-i kader
Cennetten dünyaya bir kere düştü

Şenlik: Hışm-ı nar içinde gülüstan gözü
İbrahim Safa'ya bir kere düştü
İsmail' e gelen koç kurban kuzu
Cennet'ten Mina 'ya bir kere düştü

Zülali: Türaptan bir avuç hak aldı kaddes
Bu zemin Ierzeye bir kere düştü
Beytullah yerine Beytü'l Mukaddes
Kuruldu Kabe'ye bir yere düştü

Sümmani'nin esas amacı, Şenlik ile meydan edilmekti. Günün birinde yine Samikale köyünden, Sefili isminde birisi, Aşık Şenlik'in yaşadığı. Kars'ın Çıldır ilçesinin Suhara Köyü'ne gider. Kendisini Aşık Sümmani olarak tanıtır. Fakat mat olup, sazını bırakarak köyüne geri döner. Bu olaydan hemen sonra Aşık Şenlik, Ardahan'a gider. Aşık Sümmani ile Ahmet Onbaşı da Şenlik'İn köyüne gelirler Orada. yöre İçinde önemli bir konuma sahip olan, Haşimoğulları 'ndan Celal Bey ve Şerif Bey'le karşılaşırlar. Her ikisi de, bir süre önce köye gelip kendisini Sümmani olarak tanıtan aşıktan, Onun Şenlik'le yaptığı karşılaşmadan bahsederler. O zaman, Sümmani kendi şanını kurtarmak için Aşık Şenlik'le karşılaşmak istediğini söyler. Şenlik, Ardahan'dan köye çağrılır. Neticede bir araya gelirler. Hem tatlı tatlı sohbetler ederler hem de atışırlar. Sonunda yenişemeyip, kardeş olduklarım ilan ederler. Birkaç gün sonra köyüne geri döner. Fakat zaman Gülperi'yi unutturamamıştır. Köylüleri ona rastlayıp konuşturdukları zaman, O, şu şiirini söyler:

Ervah-ı ezelden levh ü kalemden
Bu benim bahtımı kara yazdılar
Gönül perişandır devr-i alemde
Bir günümü yüz bin zara yazdılar

Gönül gülşeninde har oldu deyu
Hasretlik ismimde var oldu deyu
Sevdiğim, sevdiğin pır oldu deyu
Erbab-ı garezler yare yazdılar

Dünyayı sevenler veli değildir
Canı terk edenler deli değildir
İnsanoğlu gamdan hali değildir
Her birini bir efkara yazdılar

Nedir bu sevdanın nihayetinde
Yadlar gezer yarin vilayetinde
Herkes diyarında muhabbetinde
Bilmem bizi ne civara yazdılar

Döner mi kavlinden sıdk-ı adıklar
Dost ile dost olur bağrı yanıklar
Aşk kaydine geçti bunlar aşıklar
Sümmani'yi ''Derkenara'' yazdılar

Aşık artık gerileme dönemine girmiştir. Bir gece rüyasında Gülperi. işaret almadan gurbete çıkmaması yolunda tembih eder. Bu duruma çok üzülür. Zaman zaman Erzurum'a gidip gelmektedir. Erzurum da bulunduğu günler kahvede otururken arkadaş ve dostları sözü eski günlerden açıp. Sümmani'ye Gülperi ile olan aşkını anlattırmak isterler. Artık ihtiyardır. Sazını eline alıp şu şiirini söyler.

Tarih seksen dokuz on bir yaşımda
Cem başımda iş birer birer
On sekiz yıl sürdü yarin peşinde
Akıttım gözümden yaş birer birer

Görmedim dünyada bir şadlık demi
Geçti civan ömrüm, gülmem encamı
Her boyun sistemi, feleğin kahrı
Vurdu her taraftan taş birer birer

Sümmani'yim hani benim otağım?
Gün be gün, bulandı dalım, budağım
Devroldu devranım, çevrildi çağım
Döküldü dihenden diş birer birer

Bir gün gençliğini hatırlayıp aşk badesini içtiği Ablaktaş'a gider. Çobanlığı bıraktığından beri buraya hiç gitmemiştir. Orada oturur, uzun uzun düşünür, çalar, söyler. Artık, sadece kahvelerde çalıp söylemektedir. Bu sıralarda, Gülperi de Sümmani'den haber alamadığına üzülmektedir. Bir gün Bedahşah 'tan tellal çağırttırır. Sümmani'yi aratmak için iki kardeş görevlendirir Sümmani'yi bunlara iyice tarif eder. Aradan günler, ay!ar geçer İki kardeş Kafkas taraflarına gelirler. Birden gözlerine bir adam ilişir. Adamlara Sümmani adında birisi aradıklarını söylerler. Adamlar:

-Biz Onun akrabalarındanız. Sümmani yakında öldü. Gülperi adında bir kızı sevmişti. Bu kızın aşkı için pir elinden bade verilmişti. İşte o vakitten beri. Sümmani Gülperi'nin aşığı olmuştur. Daha ölmeden bir kaç gün evvel rüyasını görmüştü. Günlerce ağladı, son dakikasına kadar Gülperi'nin acılarını çekti. Sonunda Ona hasret gitti.

İki kardeş, Sümmani'nin ölümüne çok üzülürler. Köye dönerler ve doğruyu Gülperi'ye söylemeye karar verirler. Şah'ın sarayına yaklaşırlar, bakarlar ki bir cenaze kalkmaktadır. Bu Gülperi'nin cenazesidir. Sümmani, Samikale Köyü'nde, 5 Şubat 1915 tarihinde vefat etmiştir.


****
 
Sümmânî'nin köyündeki mezarı
Kaynak:http://www.narman.bel.tr/AsikSummani.htm
***
ŞİİRLERİ


Yazdılar

Ervah-ı ezelde levh-i kalemde
Bu benim bahtımı kara yazdılar
Bilirim güldürmez devri alemde
Bir günümü yüz bin zara yazdılar

Bulmadık şadlığın iradesini
Çekerim bu gamın ziyadesini
Herkes dosta verdi ifadesini
Bizimkini rüzigara yazdılar

Aşk benimle eyler daim kıl ü kal
Daha sabretmeye kalmadı mecal
Derdim taksimdara kıldım arzuhal
Dedi ki öz bahtın kara yazdılar

Gönül gülşenimde har oldu deyi
Hasretlik cismimde var oldu deyi
Sevdiğim sevdiğin pir oldu deyi
Erbabı garezler yare yazdılar

Dünyayı sevenler veli değildir
Canı terkedenler deli değildir
İnsanoğlu gamdan hali değildir
Her birini bir efkara yazdılar

Nedir bu sevdanın nihayetinde
Yadlar gezer yarin vilayetinde
Herkes diyarında muhabbetinde
Bilmem bizi ne civara yazdılar

Kadrimi bilmeze eyledim minnet
Derdimi artıran görmesin cennet
Sarraflar verdiler yari bin kıymet
Benim kıymetimi nere yazdılar

Döner mi kavlinden sıktı sadıklar
Dost ile dost olur bağrı yanıklar
Aşk kaydına geçti bunca aşıklar
Sümmani’yi derkenara yazdılar

Beni Beni

Bu yalan dünyaya geldim geleli
Gülmedi bu yüzüm gör beni beni
Yüklendi barhanam gidiyor göçüm
Kalan dostlarımdan sor beni

Kalkın verin şu aşığın sazını
Nasihat eylerse tutun sözünü
Ejderha misali açmış gözünü
Korkarım yutacak yer beni beni

Hani benim ahbaplarım dostlarım
Hepisi yanımda olsun isterim
Gün gelir sırtımı yere yaslarım
Artık eyleyemez tor beni beni

Şimdi menzilimiz yüceden yüce
Çok masarif edip girmeyin borca
Varından ziyade bir altın harca
Sonra gül kefene sar beni beni

Yaktı yüreğimi şu hasret habı
Akıttım gözümden kan ile abı
Avuçlayıp yerden alın turabı
Atmadan başıma sor beni beni

Sümmani dünyadan uçmuş gidiyor
Ecel şerbetinden içmiş gidiyor
Cümle yarenlerden kaçmış gidiyor
Haydi gel mahşerde gör beni beni



Tersine

Devranı alemi seyran ederken
Bir sam esti geldi koku tersine
Baktım çar etrafa cevlan ederken
Attı bana felek oku tersine

Bu aşkın rahına girdim piyade
Canan beni mecnun etti rüyada
Derdim bin tabibe kıldım ifade
Yarama vurdular yakı tersine

Bu dar-ı dünyada olmam aşikar
Geçer çağ-ı ömrüm olur tarumar
Yarden name gelmiş bana bergüzar
Talih emreylemiş oku tersine

El haris değildir mahrum kim sever
Böyle buyurmuştur habib-i server
Sümmani kiminin ikbali yaver
Kiminin dolanır çarkı tersine





Açtı

Derdi cananıma kıldım şikayet
Sevgilim bahtıma gör ne fal açtı
Tahammül etmeye kalmadı takat
Bu sevda serimde kıvl-ı kal açtı


Yüz tutmaya haki payi görünmez
Cemalin mürdeye mahı görünmez
Ben deryaya baktım rahı görünmez
Bazı sağ gösterir bazı sol açtı

Sümmani bu derde oldu müşterek
Kul ermez maksuda meğer everek
Bugün birgün yarın iki diyerek
Yar siyah zülfümde beyaz gül açtı





Baka Baka
Dertsiz iken dert ehlinden dert aldım
Aşkın ocağına köz baka baka
On birinde ben ustamdan vird aldım
Guş verdim kamile göz baka baka
Laleyi sümbülü giyinmiş dağlar
Gitti şita geldi müzeyyen çağlar
Uyandı ağaçlar bezendi bağlar
Bizlere gelmiyor yaz baka baka
Kan ağlar dideler nem ile geçti
Arzusun bulanlar dem ile geçti
Şu bizim tecelli gam ile geçti
Tutmadı gönlümüz söz baka baka
Canan der ki maksut ili görünmez
Perişan bağrımın gülü görünmez
Yar der ki Sümmani kulu görünmez
Usandım canımdan öz baka baka
Eyle
Gözden ırak düşen gönül güzeli
Unutma bizleri sadakat eyle
Değil gurbet elde ezel ezeli
Severiz biz seni adalet eyle
Vefasızlık etme yakışmaz sana
Güzelce hizmet et yola erkana
Hasret ü firkatin kar etti cana
Üç beş kelam söyle mürüvvet eyle
Aşkın yine verdi gam efkarıma
Firkatin dağ gibi çöktü serime
Bir şifa görmedim can ciğerime
Gel sen derman eyle kemalet eyle
Nizam ehli ol ki bulasın rağbet
Fakir Sümmani’ye hoş eyle hizmet
Vefanın emridir düşküne hürmet
Gel güzel gel etme mürüvvet eyle

Uyanır mı
Kınamayın bizi hakkı sevenler
Yağmur yağmayınca sel uyanır mı
Gönül boş değildir aşka düşeli
Rüzgar esmeyince dal uyanır mı
Nideyim dostlarım vefasız yari
Mevlam her kuluna vermez bu karı
Gün be gün artmakta bülbülün zarı
Goncasız gülşende gül uyanır mı
Gönül goncasını gelip derdiler
Rakiplerim muradına erdiler
Sümmani’yi can evinden vurdular
Böyle yaman aşka dil uyanır mı

Usandım
Çoktan beri terk-i vatan olmuşum
Diyarı gurbette candan usandım
El kahrı çekmekten ömrüm hiç oldu
Aktı çeşmim yaşı nemden usandım
Deli gönül ister dağları aşa
Dünyada ne kaldı gelmemiş başa
Benim gam yükümü yüklesem taşa
Taş da dile gelir senden usandım
Canım kurban olsun mert oğlu merde
Bunca emeklerim hiç oldu nerde
Sümmani göç eyle durma bu yerde
Ay yıl hafta değil günden usandım

***
HABER

Âşık Sümmanî’nin yeniden keşfi
MAHİR DEMİR
Zaman 1 Aralık 2012

Erzurumlu Âşık Sümmanî (1862-1915), uzun bir unutuluştan sonra yeniden keşfedildi. 2012, âdeta Âşık Sümmanî'nin yeniden keşif yılı oldu. Uluslararası düzeyde sempozyum, divanının da yer aldığı bir araştırma kitabı, yakınlarının ve akademisyenlerin katkıda bulunduğu belgesel film ve Grup Abdal'ın ‘Ervah-ı Ezelde' albümü Âşık Sümmanî'yi bugüne taşıdı.

Âşıklar diyarı Erzurum'un soğuk kış akşamları, sadece kıtlamayla içilen demli çaylar ile geçmezdi. Âşık kahvehanelerinde, sineleri demlendiren âşıklar da akşamı sabaha ekler; hikâyeleri, destanları, karşılaşmaları (atışma), semaileri, koşmaları ve muammalarıyla âdeta bir ‘çay erkanı' oluştururlardı. Erzurum âşıklık geleneği, edebiyatımıza ve müziğimize Emrah, Zihnî, Erbabî, Reyhanî ve Sümmanî gibi saz ve söz ustalarını armağan etti. Bu isimlerden Âşık Sümmanî (1862-1915), uzun süre sonra yeniden keşfedildi. 2012, âdeta Âşık Sümmanî'nin yeniden keşif yılı. Uluslararası düzeyde sempozyum, divanının da yer aldığı bir araştırma kitabı, yakınlarının ve akademisyenlerin katkıda bulunduğu belgesel film ve etkisi bu yıla da sarkan Grup Abdal'ın ‘Ervah-ı Ezelde' albümü…

SÜMMANÎ GELENEĞİ

İlk önce, Erzurum Atatürk Üniversitesi, 31 Mayıs-2 Haziran 2012 tarihleri arasında Sümma-nî'nin memleketi Narman'da gerçekleştirdiği sempozyum ile akademik alanda önemli bir adım attı. Atatürk Üniversitesi Narman Meslek Yüksekokulu ve TC Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından düzenlenen “1. Uluslararası Âşık Sümmani ve Âşıklık Geleneği” başlıklı sempozyuma Türkiye'nin halk edebiyatı alanındaki sayılı isimlerinden Prof. Dr. Saim Sakaoğlu'nun yanı sıra yerli ve yabancı pek çok akademisyen katıldı. Âşık Sümmanî, hayatı, eserleri, âşıklık geleneğine katkısı olmak üzere tüm yönleriyle ele alındı.

Sempozyum vesilesiyle Âşık Sümmanî'yi ve eserlerini anlatan bir de belgesel hazırlandı. Yönetmenliğini Yard. Doç Dr. Yusuf Yurdigül ve Öğretim Görevlisi Cüneyt Korkut'un üstlendiği Sümmanî Belgeseli; İstanbul, Bursa, Konya, Erzurum ve Narman'da birçok uzman ve sanatçıyla yapılan röportajla tamamlandı. Belgesel, özellikle İran başta olmak üzere uluslararası uzmanların görüşleriyle Sümmanî'nin Türkiye için önemini bir kez daha ortaya koydu.

Abdülkadir Erkal'ın yayına hazırladığı ‘Âşık Sümmanî Divanı' ise bu söz üstadının gelenek içinde konumlandığı yeri göstermesi bakımından önemliydi. Erkal, titiz bir çalışmanın ürünü olan kitabında, Sümmanî'nin eselerini bir kaynakta toplamakla kalmıyor, onun gelenek içindeki yerini de teslim etmiş oluyordu.

Olayın daha popüler kısmında ise Grup Abdal devreye giriyor. Halk müziğine getirdikleri özgün yorumla kısa sürede dikkat çeken grup, Âşık Sümmanî'nin ‘Ervah-ı ezelde' türküsünü, geçtiğimiz yıl çıkardıkları albümün adı yaptı. Albümün en çok sevilen türküsü de bu oldu. Grup Abdal, albümden sonra Sümmanî'nin torunları ile görüşerek onun eserleri hakkında daha geniş bilgiye ulaştı. Aynı zamanda, dedelerinin âşıklık geleneğini de devam ettiren Hüseyin Sümmanioğlu ile Nusret Toruni, Grup Abdal'ın yeni albümünde Âşık Sümmanî'den daha fazla türkü almalarına da öncü oldular.

Bir hakikat âşığı

1862'de Erzurum'un Narman ilçesi Samikale köyünde doğan Âşık Sümmanî'nin gerçek adı Hüseyin'dir. Âşıklık geleneğine kendi tarzını getiren Sümmanî, ismiyle anılan koşma tarzının sahibidir. Pek çok destanı, hikâyesi, semaisi, koşması olsa da ‘Sümmanî ile Gülperi' hikâyesi meşhurdur. Kendi hayatından izler taşıyan hikâyede Sümmanî, 11 yaşında Ablak Taşı mevkiinde çobanlık yaparken 18 saat süren bir uykuya dalar. Uykusunda üç derviş görür ve onların elinden bade içer. Hüseyin'e rüyasında Bedahşân ilinde Abbas Han'ın kızı Gülperi'nin suretini gösterirler ve gözünü kırpmadan bakmasını tembihlerler. Gülperi'nin güzelliğinden gözleri kamaşan Sümmanî, gözlerini kırpınca dervişler, ‘Sözümüzü dinlemedin, çek cezanı. Kıyamete kadar Gülperi'nin hasretiyle gez' derler. Sümmanî, mecazî aşktan geçip hakikî aşkı bularak, şiirlerinde bunu terennüm eder.



kaynak:http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=1785

Sümmanî'nin oğlu Şevki Çavuş


Abdal - Ervah-ı Ezelde (Âşık Sümmâni)

29 Nisan 2014

NOGAY TÜRKLERİ

TÜRKOLOJİ SÖYLEŞİLERİNDE NOGAY TÜRKLERİ KONUŞULDU

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Salih YILMAZ tarafından YBU Türk Dünyası ve Akraba Toplulukları Kulübü (TÜDAT) ve Türkiye Yazarlar Birliği’nin koordinatörlüğünde 22.04.2014 tarihinde düzenlenen Türkoloji Söyleşilerinde bu ay  “Tarihte ve Günümüzde Nogay Türkleri” konuşuldu. Bu haftaki Türkoloji Söyleşilerinin konusu sunum; Ankara Nogay Türkleri Kültür ve  Yardımlaşma Derneği üyeleri tarafından yapıldı.  
Piri Reis'in Kırım Haritası

İlk olarak Nogay Türklerinin tarihi geçmişi ve etnik yapıları hakkında Sami NOGAY (Nogay Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Eski Genel Başkan) sunum yaptı. Bu sunumda Nogay Menşei ve Nogay Adı, Sosyal ve Ekonomik Yapı örneklerle anlatıldı. Bu anlatımlarda Nogayların bugün çoğunlukla Kafkasya'da varlıklarını sürdürmekte olan bir Türk topluğu olduğu, Nogay adının kavim adı olarak Altın Ordu şehzadelerinden olan Nogay’dan geldiği açıklandı. Nogayların tarihinde Nogay'dan çok Edige Bey'in adının geçtiği, Nogay Ordası'nın bütün bey ve mirzalarının Edige soyundan olduğu ve kaynaklarda Nogayların atalarının Edige olduğu hakkında bilgiler verildi. Nogay Türklerinin Astrahan, Kuzey Kafkasya, Kırım, Romanya ve Türkiye'de Nogay adı ile; Türkistan'da, özellikle Buhara ve Hive'de Mangıt adıyla tanındığı örneklerle açıklandı. Günümüzde tüm dünyada yaklaşık 300.000 civarında oldukları tahmin edilmektedir. Nogayların yaşadıkları yerlerin isimleri ayrıntılı bir biçimde şöyle verilmiştir: Dağıstan Muhtar Cumhuriyetinin Nogay Bölgesi, Kızılyar, Babayurt, Hasavyurt, Tarumovka Bölgeleri, Stavropol Krayı'nın Neftekum Bölgesi, Koçubey Bölgesi (Karamurza Köyü) ve Mineralovod Şehri (Kanglı Köyü), Çeçen-İnguş Muhtar Cumhuriyetinde Kargalin, Turum ve Şelkovskoy Bölgeleri, Karaçay-Çerkez Cumhuriyetinde Adıge Habl ve Habez Bölgeleri (Erkin Yurt, Erkin Halk, Adil Halk, Üyken Halk, Kızıl Yurt, Kuban Halk ve Kızıl Togay Köyleri), Çerkessk Şehri, Prikubañ Bölgesi'ndeki Put İlyiça Köyü, Romanya'nın Dobruca Bölgesi, Türkiye'de Konya, Yozgat, Bursa, İzmir, Adana, Ankara, İstanbul, Sakarya ve Eskişehir'in bazı köyleri.
Kafkasya'da Nogaylar
Nogay kültüründen de örnekler verilen konuşmada Evlenmede "beşik kuda" (beşik dünürleri), "nışan saluv" (nişanlanma), başlık parası, yüz görümlüğü, süt hakkı gibi âdetlerinin bulunduğu, çocuğa isim vermede, sünnette, çocuğun eğitiminde, düğünde, ölümde, cenazede geleneklere önem verildiği, kadınların önemi halk şiirlerinde, atasözlerinde vb.de her fırsatta vurgulandığı, boşanmalara çok sık rastlanılmadığı, çok çocuklu olmanın evlilikte mutluluğa işaret olduğu, loğusalara musallat olduğu düşünülen "albastı" vb. birçok inanç ve geleneklerin bütün Türk dünyasında olduğu gibi Nogay Türklerinde de yaygın olduğu örneklerle açıklandı. 
Konya ve çevresinde bugünkü Nogay yerleşimi

İkinci konuşmayı Cem ARSLAN (Nogay Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Genel Sekreter) Bey, Nogay Türklerinde Edebiyat başlığı ile yaptı. Buna göre geçmişte çok zengin sözlü edebî gelenekleri olan Nogayların, mensur eserlere değer vermedikleri, böyle eserlere "kara söz" diye ifade edildiğini, sadece nazımla söylenen sözleri kıymetli saydıkları ifade edildi. 
Nogayların sahip olduğu dilin Kıpçak Gurubuna ait olduğu ifade edildikten sonra Nogay Türkçesi'nin üç ağzının bulunduğu ve bunların; Dağıstan'da Kara Nogay ağzı, Karaçay-Çerkez Cumhuriyeti'nde Ak Nogay ağzı, Stavropol bölgesinde ise Asıl Nogay ağzı olarak adlandırıldığı ifade edildi. Nogay Edebiyatının günümüzde Karaçay-Çerkez Cumhuriyeti ile Dağıstan'da gelişme imkânı bulduğu, Dağıstan'da meydana getirilen eserlerde Kara Nogay ağzının etkisi görülse de edebî dil olarak Kuban Nogaylarının kullandığı Ak Nogay ağzının kullanıldığı açıklandı.  Nogaylar bugün bir yazı diline sahip olmalarına rağmen, bu yazı diliyle yazılan ve basılan eserlerin sayısının az olduğu, bu nedenle de Nogay yazı dilinin geleceğinin tehlikede olduğu belirtildi.
Aksu (Buğ, Pivdennyy Buh) ve Özi (Özü, Dinyeper) nehirleri, Ukrayna
Nogayların geçmişteki eserlerinden günümüze ulaşanların çok az olduğu ve birçoğunun çeşitli sebeplerle yok olmuş veya yok edilmiş olduğu dile getirildi. Nogay Türklerinin Arap harflerini 15. yy.'dan itibaren kullanmaya başladıkları, Stavropol bölgesinde yer alan bir arşivde 19. yy.'a ait, Nogay Türkçesi ile yazılmış Arap harfli 7000'den fazla evrak bulunduğu dile getirildi.Nogaylarda yazılı edebiyatın XX. yy.'ın başlarında teşekkül ettiği, 1928'e kadar Arap alfabesini kullanan Nogay Türklerinin bu tarihte Latin alfabesine geçtikleri ve 1938 yılından itibaren de Kiril alfabesini kullanmaya başladıkları örneklerle anlatıldı. Nogay destanlarının toplum içerisinde önemli bir yere sahip olduğu dile getirildikten sonra tanınmış olanları şöyle sıralanmıştır:
Kahramanlık destanları: "Aysıldıñ Ulı Amet Bätir ", "Edige", "Mamay", "Şora Bätir", "Er Kasay", "Müsevke", "Nogaydıñ Kırk Bätiri", "Adil Soltan", "Er Targıl", "Koplanlı Bätir", "Kazı Tuvgan". Bunların konusu, Nogay Türklerinin komşu halklarla ilişkileri, vatan sevgisi, zalim hanlar (Altın Ordu hanları), mirzalar ile yapılan mücadeleler ve savaşlardır.
Aşk destanları: "Kozı Körpeş Bayan Sıluv", "Karaydar Man Kızıl Gül", Tölegen Men Kız Yibek", "Boz Yigit", "Ariz Ben Hanber", "Şah İsmail" vb. Bu eserlerde halkın sosyal hayatı, âdetleri, kahramanlar arasındaki sınıf farkı, onların talihsizliği anlatılmaktadır.
Tarih destanları: "Azavlıdıñ Er Dosmambet", "Ümbet Ali", "Arslanbek", "Şeyh Şamil", "Stambılga Köşüv" vb. Tarih destanlarının konusu 17.-19. yy. arasında Nogay halkının yaptığı savaşlar ve halk hayatında meydana gelen değişikliklerdir.
Nogaylarda eskiden beri söylenen destanlardan birisi olan "Boz Yigit" Destanından da örnekler verilmiştir. Bu örnekler şöyledir:
Temir altın bolmastı, Demir altın olmaz,
Seniñ süygen Zaytonıñ, Senin sevdiğin Zayton,
Bozyigittey bolmastı, Bozyiğit gibi olmaz,
Bozyigittiñ süyegin Bozyiğit'in kemiğini
Mıñ Zaytonga bermespen. Bin Zayton'a değişmem.
Bozyigittiñ bir tügin, Bozyiğit'in bir tüyünü
Altın üyge bermespen. Altın eve değişmem.
Nogay Türklerinde var olan çok zengin atasözü geleneğinden de bahsedilerek şu örnekler verilmiştir:  
Akşasız bazarga barganşa, kebinsiz körge kir.
Parasız pazara gideceğine, kefensiz mezara gir.
Kelgenşe konak uyalar, kelgennen soñ konakbay uyalar.
Gelinceye kadar misafir utanır, geldikten sonra ev sahibi utanır.
Tuvgan eldiñ yeri yennet, suvı serbet.
Doğduğun yerin yeri cennet, suyu şerbettir.
Yahşı özi ölse de, onıñ sözi ölmeydi.
İyinin kendisi ölse de sözü ölmez.

Üçüncü konuşmacı Muharrem YILMAZ (Nogay Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Genel Başkan Yardımcısı) Ankara Nogay Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Drneğinin kuruluşu ve faaliyetlerinden bahsetti. Derneğin 03 Mart 1998 tarihinde kurulduğu ve faaliyetlerde bulunduğu şu örneklerle açıklandı:
Ankara - Şereflikoçhisar - Akin köyünde ve Konya - Kulu - Kırkkuyu köyünde AĞAÇLANDIRMA VE BAHAR ŞÖLENİ yapılmış, on binden fazla ağaç dikilmiştir. Şölen, TRT'nin Avrasya kanalında yayınlanmıştır. Konya - Kulu - Mandıra köyünde BAHAR ŞÖLENİ yapılmış ve bu şölene de çok sayıda bürokrat ve Türk Dünyası ile yakın ilgisi olan kişi ve kuruluş temsilcileri katılmıştır. 02 Haziran 1998 tarihinde Dağıstan'dan gelen soydaşlarımızın da katkılarıyla Altındağ Belediyesi Yunus Emre Kültür Merkezinde MÜZİK VE FOLKLOR ŞÖLENİ düzenlenmiş olup, bu şölene çok sayıda bürokrat ve Türk Dünyası ile yakın ilgisi olan kişi ve kuruluş temsilcileri katılmıştır.
Kafkasya'daki soydaşlarımızın Türkiye'ye öğrenci göndermeleriyle ilgili sorunlarıyla ilgilenilmiş, haberleşme eksikliğinden kaynaklanan sorun Başbakanlıktaki ilgili bürokratlara iletilmiştir. Dernek yönetim kurulundan 5 kişilik bir heyet soydaşlarımızın yaşadığı bölgelere, Kafkasya'ya İNCELEME GEZİSİ yapmıştır. Türk Dünyası ile ilgili çok sayıda gönüllü kuruluş yöneticileri ve siyasetçilerle bire bir görüşmeler yapılmış ve Derneğimizin amaçları hakkında bilgi verilmiştir.

Son konuşmacı Hakan BENLİ (Nogay Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Yönetim Kurulu Üyesi) ise derneğin yayın organı olan NogayTürk Dergisi ve dernek neşriyatları hakkında bilgi verdi. Buna göre Ocak 2007 tarihinden itibaren "NOGAY" isimli üç aylık dergi çıkarılmaya başlandığı, Mayıs 1998 tarihinde başlamak üzere dört kez HABER BÜLTENİ çıkarıldığı, Üç kez TRT'nin Avrasya kanalında Nogay Türklerini tanıtıcı program yapıldığı, İki kez, Nogay Türkleri Uluslar arası Bilgi Şöleni düzenlendiği, 05 Kasım 1998 tarihinde Keçiören Belediyesi Kültür Sarayında, Cumhuriyetimizin 75. Yılı Kutlamaları çerçevesinde NOGAY TÜRKLERİ KÜLTÜR VE FOLKLOR SÖLENİ düzenlendiği ve bu şölene de çok sayıda bürokrat ve Türk Dünyası ile yakın ilgisi olan kişi ve kuruluş temsilcilerinin katıldığı hakkında bilgiler verdi.  
Konuşmacıların sunumlarının tamamlanmasından sonra Doç. Dr. Salih YILMAZ ise Türkiye’de ve başta Kafkasya’da yaşayan Nogayların genel durumunu özetleyen kısa bir kapanış konuşması yaptı ve yoğun bir katılımın olduğu toplantı, fotograf çekimi ve plaket takdiminin ardından sona erdi.

23 Nisan 2014
Doç. Dr. Salih YILMAZYildirim Beyazit Üniversitesi, Insan ve Toplum Bilimleri Fakültesi
Tarih Bölümü Ögretim Üyesi

12 Nisan 2014

Selefilik


İslam düşüncesinin tarihte yaşadığı ve günümüze de miras kalan en büyük bunalımı, hayatın problemlerini kendi içsel bütünlüğü içinde değerlendirmek yerine “nas”tan hareket ederek çözmeye çalışmaktan kaynaklanıyor. Sanki hakikat geçmişte belirlenmiş; ‘din’ Allah ve resulünün kutsadığı ilk nesiller eliyle tamamlanmış; selef asrında İslam ümmetinin ihtiyaçlarına dayanan en faydalı meseleler çözülmüş; bütün beşeri ihtiyaçlar temin edilmiş, doğrudan bizim çözmemize bağlı hiçbir mesele bırakılmamıştır. Cevherin tükenmiş olduğu böylece kabul edildiği için, insanın yaratıcı orijinalliğine bağlı bir değişim ve gelişimin dinsel temeli, İslam düşüncesinde hâkimiyet kuramamış görünüyor.  İnsan böyle bir düşünce düzlemi içinde adeta Allah tarafından üzerine dil, ahlak, hakikat fikri yapıştırılmış olan aciz, şahsiyetsiz, kendiliğinden bir şey yapmaya kabiliyeti olmayan bir heykel, bir taş parçasıdır.  Mutluluk gelecekte görülmediği için onu geçmişteki bir “altın çağ”da tahayyül etmek doğaldır. Oysa İslamın saf halinin yaşandığı, en sahih ve komplekslerden en uzak bulunduğu, mezheplerin ortaya çıkmadığı, dolayısıyla birliğin bozulmadığı, diğer milletlerin kültürlerinin İslama girmediği, bunun da ötesinde dinin asıllarını anlamada bir idrak ve düşünce birliğinin olduğu “ideal bir devir” farz etme, günümüz Müslüman bilincinin zaaflarından, yanılgılarından en önemlisidir. Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Mehmet Zeki İşcan, İslam’ın “pişmiş ve kotarılmış” bir sistem, alelade bir formüller serisi, bir kimlik bildirim formu olarak ruhsuz bir makine haline getirilişine etki eden dinsel söylemlerden birinin tarihsel kökenlerini araştırıyor ve “radikal İslam” olarak bilinen anlayışların hangi zeminlerden kaynaklandığını aydınlatıyor.
Kaynak:http://www.kitapyayinevi.com/

Hacı Beşir Ağa



Beşir Ağa’nın hayat hikâyesi, Osmanlı İmparatorluğunun en güçlü kişisi haline gelen Habeşistanlı bir kölenin hikâyesidir. Afrika köle ticaretinin acımasız girdabına sürüklenen, Yukarı Mısır’da iğdiş edilen, Kahire’de satılan, sonra Topkapı Sarayına getirilen Habeşi oğlanlardan biridir Beşir Ağa. Bütün zorlukların üstesinden gelmiş, Darüssaade ağalığı makamını kendinden önceki ve sonraki bütün ağalardan daha uzun süre, tam 29 yıl işgal etmiş ve makamı siyasi ve askeri nüfuzunun zirvesine ulaştırmıştı. 18. yüzyıl başlarından itibaren, veziriazam fiilen sultanın yerine geçerken; Beşir de, veziriazamların seçiminde, hamiliğinde ve hatta azledilmesinde en güçlü kişi haline gelmişti. Beşir Ağa Osmanlı saray kültürünü, yerel siyasi kültürü ve imparatorluk siyasetini etkilerken, Osmanlı Sünni İslam anlayışının şekillenmesinde de kilit bir rol oynadı. Mekke ve Medine vakıflarına nezareti ve Hz. Muhammed’in Medine’deki kabrine muhafızlık eden türbedar ağalarının şeyhülharemi olarak hizmeti sayesinde, hac ziyaretlerinin ve peygambere hürmetin usulleri üzerinde kendi izlerini bıraktı. Kütüphaneler, kuran mektepleri ve imparatorluğun birçok kritik noktasında medreseler kurarak resmî Hanefi mezhebini güçlendirdi. Beşir Ağa, tasavvuf tarikatlarına ait yapıların da hamisiydi. 18. yüzyıl sırasında Arap topraklarındaki Halveti ve Nakşibendi tarikatlarının Beşir Ağanın katkılarıyla güçlenmiş olduğuna hiç kuşku yoktur. Osmanlı sarayına iğdiş edilmiş bir köle olarak gelen Beşir Ağa, uzun ömrünün sonunda Sünni Müslüman bir üstat, bir devlet adamı, bir edip, bir mutasavvıf ve kitapsever olarak tarihte iz bıraktı. Geride bıraktığı eserler arasında İstanbul, Cağaloğlu’ndaki Hacı Beşir Ağa Külliyesi, Eyüp’teki Beşir Ağa Darülhadisi, İstanbul’un çeşitli semtlerindeki çeşmeleri, Kahire’deki sebil-mekteb ve Bulgaristan Ziştovi’deki medrese sayılabilir. Ama belki de günümüze bıraktığı en önemli miras, bir bölümünü Beşir Ağa Külliyesi’ne (1007 cilt), bir bölümünü Eyüp Darülhadisi’ne vakfettiği bugün Süleymaniye Kütüphanesi’nde korunan zengin kütüphanesidir. Profesör Jane Hattaway Ohio State Universitesi Tarih Bölümünde Osmanlı tarihi öğretim üyesi.
Kaynak:http://www.kitapyayinevi.com/

02 Nisan 2014

Şerefüddin Ali Yezdi Emir Timur (Zafername)

Bu hafta elimize ulaşan yeni kitaplardan birisi Emîr Timur ile ilgili baş kaynaklardan olan Şerefüddin Ali Yezdi'nin meşhur Zafername isimli eserinin Türkçe çevirisidir. Çeviri Ahsen Batur tarafından yapılarak, titiz bir baskıyla, sayfa aralarına renkli minyatür resimleri konarak geçen sene İstanbul’da Selenge yayınlarından yayımlanmış.


Önsöz’de çevirmen Ahsen Batur Timur ile ilgili kaynaklar hakkında şunları söylemektedir: “Timur ve zamanının üç temel birinci el kaynağı vardır. Bunlardan biri Nizameddin Şamı'nin "Zafernâmesi", ikincisi ve ondan daha önemli olanı Şerefüddin Ali Yezdî'nin "Zafernâmesi", üçüncüsü ise İbni Arabşah'm "Acaibu'l Makdur" adlı eseridir. Bunların dışında Timur'dan bahseden başka birinci el kaynaklar da vardır, fakat bunların büyük bir kısmına yukarıda adları sayılan bu üç eser kaynaklık etmiştir. Eserinin yaklaşık 200 sayfalık bir kısmını Timur'a ayıran İbni Tagrıberdî, bir noktaya kadar bu konuda dördüncü kaynak sayılabilir. Elbette Uygur kroniklerini, Mirhand'ı, Hafız-ı Ebrû'yu da unutmamak gerekir.
Bu sözü edilen dört temel kaynağın tamamı elinizdeki bu eserle birlikte Türkçeye çevrilip yayınlanmış durumdadır. İbni Arabşah, Şerefüddin Ali Yezdi ve İbni Tagrıberdi, bu satırların yazarı tarafından orijinallerinden çevrilerek yayınlanmış; Nizameddin Şamı'nin "Zafernamesi" ise Necati Lugal tarafından tercüme edilmiş ve TTK tarafından neşredilmiştir.”
Selenge yayınları sahibi Ahsen Batur bu eserle Türk tarihinin önemli kaynaklarından birini daha Türk okuyucularının istifadesine sunuyor. Kendisine bu önemli katkılarından dolayı teşekkür ediyor, son olarak kitabın arka kapak yazısından bilgiler sunuyoruz.


“ Emir Timur dünyanın tanıdığı en büyük fâtihlerden biridir. Biz ki, melik-i Turan, emîr-i Türkistanmiz; biz ki, halkların en kadimi, Türk'ün başbuğuyuz” diyerek Türklüğüne vurgu yapan, Sultan Bayezid'le gönülsüzce savaşa giren, savaştan sonra da "Bu, hiç hesapta olmayan bir savaştı. Atlarınızın ayaklarına bez bağlayın ki, bu fesat toprağı burada kalsın ve Türkistan'a ulaşmasın!" diyen komutan odur. Timur'un Sultan Bayezid'in hanımı ve cariyelerini çırılçıplak soyarak sakilik yaptırdığı iddiası, Arap asıllı İbni Arabşah'ın onu karşı duyduğu kinle uydurduğu bir iftiradır. Çünkü hükümdarlar birbirlerini akraba kabul ettiklerinden, esir de almış olsalar, düşmanının hanımlarına karşı asla saygısız davranışlar sergilemezler. Timur'un devleti sağlığındayken son derece sağlamdı, fakat ardı arkası kesilmeyen fetihlerden sonra prensipsiz ve teşkilatsız bir şekilde kurulduğu için, bu yüce fâtihin ölümünden hemen sonra temellerinde çatlaklar oluşmaya başlayacaktı. Bu kitapta, İbni Arabşah'ın eserindeki Timur'un aksine, merhametli, melek yüzlü, himmet deryası bir Timur bulacak; Bayezid-Timur çatışmasında kimin haklı olduğu konusunda bir hükme varacaksınız.”
Kitabın Künyesi: Şerefüddin Ali Yezdi, Emir Timur (Zafername), (Çev. D. Ahsen Batur), Selenge Yayınları, İstanbul, 2013, 512 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 14 x 23 cm, ISBN : 9789758839971, Fiyatı 50 TL.

Prof. Dr. Abdulvahap Kara

26 Mart 2014

Gagauzya (Gagauz Yeri) ve Gagauzlar

Moldova Cumhuriyeti'ne bağlı bir özerk devlettir. Ülkeye ismini veren Gagavuzlar Oğuz Türkü kökenlidir ve Gagavuz kelimesinin Gök-oğuzdan türediği düşünülmektedir. Paul Wittek'e göre Gagavuz kelimesi Anadolu Selçuklu Hükümdarı II. İzzeddin Keykavus ile bağlantılıdır.
Gagauzlar toplu olarak Moldova Cumhuriyeti’nin güney tarafında, Bucak denilen bir arazide, Gagauz Yeri Özerk Bölgesi’nde yaşamaktadırlar. Gagauzlar Moldova nüfusunun %4’ünü teşkil etmektedirler. Sayıları 170 000 civarında olan bu halkın dili Anadolu Türkçesine çok yakındır.

Gagauzlar Hristiyanlığın Ortodoks Mezhebine bağlıdırlar. Gagauzların tam sayısı 300 000 civarındadır. Yayılma coğrafyası geniştir. Kuzeydoğu Bulgaristan'da (30000), Romanya'da (1500), Ukrayna'da (35000), Yunanistan’da (30000), Kazakistan'da (1000), Rusya'da (15000), Türkiye'de (15000), Amerika'da ve Brezilya'da da Gagauzlar yaşamaktadırlar. 






GAGAUZ CUMHURİYETİ
Gagavuzlar, 21 Ağustos 1990'da Özerk Gagavuz Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ni, güneyde Gagavuzların en yoğun yaşadığı Komrat yöresinde ilan etmişlerdir. Bu karar, Moldova Yüksek Sovyeti tarafından iptal edilmiştir. 

25 Ekim 1990'da Gagavuzlar, Gagavuz Cumhuriyeti'ni oluşturmaya yönelik seçimler yapmış, ancak Moldova milliyetçileri bu girişimi, yöreye 50,000 silahlı gönüllü göndererek önlemeye çalışmış ve Rus askerlerinin müdahalesiyle şiddet önlenmiştir. Devam eden seçimler sonucunda 31 Ekim'de Komrat'ta yeni bir Gagavuz Yüksek Sovyeti kurulmuş, Stepan Topal Başkan seçilmiştir. Moldova'nın bağımsızlığını ilan etmesinden sonra (27 Ağustos 1991), Gagavuzlar da kendi cumhuriyetlerini ilan etmişlerdir. 

Mari Kız Türküsü. Tıkla dinle.


Moldova Meclisi 23 Aralık 1994 tarihinde " Gagavuz Yeri " Özel Hukuki Statüsünü yasa olarak çıkarmıştır. Yasaya göre, Gagavuzlara Moldova Anayasası'na ters düşmemek şartıyla, çeşitli sahalarda yasa çıkarma hakkı verilmiştir. Gagauz Yeri'nin en yüksek mercii Başkandır ve Gagavuz Yeri'nin tüm makamları Başkan'a bağlıdır. 

Gagauz Yeri'nin Resmi dili Gagavuzca, Rumence ve Rusça'dır. Gagavuzlara bu kanunla Geleceklik Hakkı tanınmıştır. Gagavuzlara özel statü tanıyan bu yasaya göre (Madde 113), Millet Kongresi, kültür, bilim, eğitim, iskan, belediye hizmetleri, sağlık, spor, bütçe, ekoloji, finans ve ekonomi alanlarında Moldova Anayasası'na ters düşmemek kaydıyla kanun yapmaya yetkili kılınmıştır.

14 Mart 2014

Münzevinin Aynaları


Münzevinin Aynaları
Ya olmasaydın, Tanrım,
Ya olmasaydın!
İnsanların en hakiri olduğumu düşünüp de
Ruhumu oruçlarla, erdemlerle
Kırbaçladığımda
Bakışlarımdaki kibri aynada
Yakaladığım zaman
Utançtan yüzümü avuçlarımla
Kime kapardım, Tanrım?

Ya olmasaydın!
İnsanların en kibirlisi olduğumu düşünüp de
Onurları kırılmışların önünde
Yere kapandığımda
Varlığım bu küçümen tanrıların ayaklarıyla
Bir kenara itildiği zaman
Yakınmalarımı, sitemlerimi
Kime yapardım, Tanrım?

Ya olmasaydın!
Harami ininde mürüvvet,
Köle pazarında paye dağıtılırken
''Bir kenarda kalma'yı marifet,
Ve unutulmayı marifet bilerek
Beyliği sultanların katında
Aramaya çıkıpta sonra
Yarı yoldan dönmeyi başardığım zaman
Sürurumu kime gösterip, kime
Kurum satardım, Tanrım?

Ya olmasaydın!
Sürurla dolup taştığım anlar
Dağları, sır yüklü develer gibi,
Yerinden oynatabileceğimi,
Yürütebileceğimi
Düşünüp coştuğum ve naralarımla
Yalnızca fareleri ürkütüp,
Vaşakları, dağ keçilerini...
Sonunda uyuyan aslanı
Uyandırdığım zaman
Hercai gönlümü can tasasıyla
Kimin yılkısına
Katardım, Tanrım?

Ya olmasaydın, Tanrım,
Ya olmasaydın!
Yürüdüğüm yollar tükendiğinde
Dostlar yabancıya,
Sıla gurbete benzediğinde...
Kırbamda su, heybemde azık
Ve türkülerimde...
Türkülerimde söz bittiğinde;

İnsanın kıt
Gecenin yıldızsız
İfritlerinse, daim peşimde
(Hem uyanıkken hem de düşümde)
Olduğu zaman,
Kimin kapısını omuzlayarak
Hoyratça açar da, kimin
Aynalarını parçalayarak
Canımı içeri atardım, Tanrım,
Sen olmasaydın?
 
Cahit Koytak