Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

31 Aralık 2007

Otuz Dokuz-Kırk

2007-12-30 20:12:00
2007 de bitti. 2000 senesinden beridir zamanın nasıl geçip gittiğine aklım ermedi bir türlü. Bunun sayılarla mı yoksa yoğun iş-güç telaşından mı kaynaklandığı hakkında bir fikrim yok doğrusu. Geride kalan zamanları özlediğim de yok.

Yarından sonra ay hesabıyla otuz dokuz yaşımda olacağım. “Otuz dokuz” mesele değil de, “kırk’ında olmak”la ilgili sevgili bir ahbabımla aralıklarla da olsa bir süredir yaptığımız sohbeti, yazılı bir çalışmaya dönüştürmek konusunda düşüncem var. Kendi düşüncemi yerlerde süründürmemeyi umarım. “Kırk” rakamı hakkında değerli okuyucu şimdiye kadar kafa yordu mu bilmem. Lakin, hayatımızın birçok alanına sirayet etmiş “kırk” mevcut.

Karşılıklı konuşuyoruz; neden 10, 20, 50 değil de kırk? İçinde 3’ten, 7’den 9’dan, 70’dan söz edilen darb- meseller, şahıslar az iken, bu 40 neyin nesidir? Türkçede kolay geldiği için mi konuşma aralarında yerini bulmuştur? Bu arada hurufî filan değiliz. 40 sayısını toplayıp çıkarmaya, bölüp çarpmaya niyetimiz yok. Aşağıdaki örneklerden bazılarını yazı, bazılarını da rakamla yazıyorum.
Sıralıyoruz, rastgele bir sıralama ile:
Peygamber Efendimize nübüvvetin kırkında gelmesi bize ne anlatmalı? Bu, kişisel genel olgunluğun bir ifadesi midir? Kırk, Âdemoğlunun görünüm itibarıyla da sözünün dinlenilebilirliğinin bir alameti midir?
Neden 40 hadis?
Beş vakit namaz, sünnetleri ile beraber kırk rekat.
Medine’de kırk vakit namaz kılınır hac sonrası.
Dört Kapının yanında neden Kırk Makam öğretisi var?
“Kırkından sonra azanı teneşir paklar” diyor atasözü. Kadınlara değil de erkeklere işareti kesin bu atasözü, erkeklerin tehlikeli olabileceklerini mi söylüyor?
Bunları tek tek değerlendirmeye yerim dar. Bu yüzden sözü kısa keserek örneklere devam ediyorum:
Üçler ve yedilerle birlikte “kırklar” var.
Zekat ölçüsü % 2,5. Yani 40’da 1.
Tasavvufî bir ıstılah olarak halvet 40 gün sürer.
Rivayete göre Musa Nebi, Tur-i Sina’da 40 gün 40 gece bekler.
Hz. Ali, bir harf öğretenin, kırk yıl kölesi olacağını vaat eder.
Masallarda “kırk gün kırk gece” düğün yapılır.
Nerededir bilmiyorum “Kırk ambar”.
“Kırk odalı saray”dan çıkar gider masal kahramanı.
“Kırk Harami”leri, Ali Baba dize getirir.
“Kılı kırk yarar” bazıları.
“Kırklar”a karışanlar olur.
Kırklareli’ye, Kırkpınar’a gidersiniz işiniz düşerse.
Hanımlardan “kırk yama” el işlerine düşkün olanları vardır.
Kırk yıllık Kâni nerede yaşamış?
“Kırk dere”den suyu kim getirir?
Ölenin “kırkıncı gecesi”ni kim icad etti?
“Kırk yılda bir” işe yaradı dersiniz gıyaben.
“Kırk katır mı kırk satır mı”?
Kırk günlük kış dönemine erbain denir. Erbain kırk demektir.
Yahudiler çölde “kırk yıl” dolaşırlar.
Kırklar meclisi nerede toplanır?
Kırgızistan adı “kırk-kız”dan mı gelir gerçekten?
Bir yağış türüdür “Kırkikindi.”

Bu konuda daha başka örnekler var bizde. Bu meseleyi derinleştirip geliştirmem gerekiyor.
Kırk yahut kırk yaş deyip geçmemek lazım.

1 Ocak 2008 günü Mekke’nin fethi, 10 Ocak ise Hicri Yılbaşı. Kameri ayın her sene 10 gün geriden geldiğini düşünürseniz, 2009 Miladi yılbaşı ile Hicri yılbaşı arasında sadece 2 gün kalmış olacak.
Bilvesile 2008 Miladi, 1429 Hicri senenin Konya’ya, Türkiye’ye ve bütün dünyaya sağlık ve huzur getirmesini temenni ediyor, değerli okuyucularıma muhabbetlerimi sunuyorum.

30 Aralık 2007

Bu Rubai Kime Ait?



2007-12-27 20:45:00
“Gel, ne olursan ol, yine gel
Kâfir, Mecusî, putperest olsan da gel
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gel.”
(İranlı Şair Ebu Said Ebu’l-Hayr'dan)


Mevlana kadar şöhretli şu rubai hakkında, Prof. Dr. Emine Yeniterzi’nin kitabında* bazı açıklamalar mevcut. Amacım bu konuyu okuyucu ile sadece paylaşmak olduğundan özetle aktarıp birkaç satır değerlendirme yapmak uygun düşer: Mevlana’ya atfedilen bu rubai, “Mevlana Müzesi’nde bulunan el yazması bir Divan-ı Kebir’in kabında kayıtlı ve diğer Divan-ı Kebir nüshalarında rastlanmayan, herhangi birisi tarafından oraya yazılmış ve Mevlana’ya ait olmayan bir şiir” imiş. Bazı araştırmacılar, rubainin gerçek sahibinin İranlı Şair Ebu Said Ebu’l-Hayr olduğunu ifade etmişler. Yeniterzi, kitabında şu açıklamayı yapıyor: “İlginç olan konu; Mevlana’nın altmış bin beyte ulaşan şiirlerine rağmen öncelikle bu mısralarla hatırlanması ve diğer yandan böylesine şöhret kazanmış şiirin ilk söyleyeninin unutulmasıdır. … Mevlana, evrensel bir çağrının sahibidir. Bu yüzden rubainin muhtevası ile Mevlana’nın düşünceleri arasında bir çelişki yoktur.” Yeniterzi, rubainin Türkçe çevirisinin yanlış olduğunu belirttikten sonra şöyle bir değerlendirmeye gidiyor: “ şiirde “bâz â şeklinde geçen ibare “gel” veya “yine gel” şeklinde tercüme edilmiştir. Asıl çeviri; “vaz gel” yani “vazgeç, tövbe et” şeklinde olmalıdır. Dolayısıyla bu rubainin mesajı; gel, gel ama geldiğin gibi kalma; değiş, geliş, olgunlaş; hamlıktan kurtul; temizlen; sevgiden nasip al şeklinde anlaşılmalıdır.”
Meraklılarına duyurulur ki, buradan iki netice çıkıyor ortaya. Birincisi, rubainin Mevlana’ya ait olmadığı, diğeri de ifadem mazur görülsün, “ne halt edersen et, Allah tövbeni kabul edecektir” çıkarımının elde edilemeyeceği. Yüz kere tövbeyi bozmuş olma ihtimalinden, insanın Rabbine karşı samimiyetsizliği sonucundan başka bir şey çıkmaz. Kaldı ki tasavvufî gayretin önceliği, kişinin Rabbine ve dinine samimi ülfetini ifade eder.

Bu durumda, ilgililerinin muhtelif programlarda evvelen okudukları bu rubai yerine başka bir rubai veya beyti okumaları lazım gelir.
Fotoğraf: Dr. Muammer ULUTÜRK
***

MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ YETKİLİLERİNE

Kültür Merkezi, etkinlikler süresince bir mesele hariç üzerine düşeni yaptı diye düşünüyorum. Ben de dahil, fotoğrafçıların ortak şikayetini ileteyim ki, bir hal çaresine bakılsın. Kültür Merkezi’nin üst kısmında kameraman ve fotoğrafçılara ayrılmış bir bölüm var. Özellikle sema anında, yukarıdan gelen sert ışıkların dengesizliği zemin üstünde parlamalara yol açıyor. Bundan kaçabilmek için köşe bucak gezmek zorunda kalıyor fotoğrafçılar. Makineden kaynaklanan ışık patlaması olmadığı halde, zemine yayılan spot ışığı ışık patlaması zannına yol açıyor, keyif kaçırıyor. Dünyada ışığın ölçümleri ve ısısı ile ilgili bilim dalı bile var. Sahne ve görsel alanlarda özellikle Philips firması bu değerler ve hesaplara göre aydınlatma yapan malzemeler üretiyor.

Fotoğrafçılar emek veriyorlar en iyiyi sunmak adına. Buraya sadece Konyalı fotoğrafçılar gelmiyorlar. Üyesi olduğumuz yerli fotoğraf sitelerinde benzer şikâyetlere de rastladım. Bu sene rekor seviyede sema ve semazen fotoğrafı çekildi, yayınlandı ve sergilendi. Semayı etkili kılan en önemli unsurun ışık olduğu aşikâr. Hal böyle olunca, izleyiciyi ve özellikle fotoğrafçıyı rahatsız etmeyen dünya standartlarında bir ışıklandırma için yetkilileri haberdar etmek istedim.

(*) Emine Yeniterzi, Sevginin Evrensel Mühendisi Mevlana, Konya, 2007, s. 132-133

13 Aralık 2007

Muhterem Hoca’nın Mekânı Cennet Olsun


2007-12-13 19:10:00
Müspet ya da menfi yaşayış biçimleriyle öne çıkmış ve vakti saati gelince ahiret yolcusu olmuş zevatın cenaze merasimlerine dikkat kesiliyorum. Milletin değerleriyle mücadele içinde hayat sürmüş adamların, camilerin tenha avlularında bekleyen cenazelerini görmek beni rahatsız etmiyor. Zerre kadar da üzülmüyorum. Hangi minval üzere yaşamışsanız öylece gidersiniz. Gidişinizin etkisi de kalanların gözünde o ölçüde değer bulur. Menderes’i bilirsiniz lakin onu darağacına yollayanları hatırlamazsınız. Serdengeçti’yi bilirsiniz de, onunla uğraşanları hatırlamazsınız. 27 sene öncesinin ortalığı titreten mevta paşayı şimdi kaçınız hatırlar? İnsanlar hakkındaki değerler silsilemiz böylece devam eder durur. Fatih Camii avlusuna sığmayan cemaat çoğu kere bana, başlar üstünde giden birinin hayrı ile aynı büyüklükte görünür.

Ademoğlunun ölümünden sonra, defterini açık tutan hususlardan biri faydalı bir ilim bırakması. Diğer ikisi, hayırlı evlat ile sadaka-i cariye. Sabahattin Zaim Hoca, Hakk’a yürürken bunların hepsini hadis-i şerifte anlatılan şekliyle gerçekleştirdi. İnsanlar da buna şahit oldular. Mütevazı şahsiyetini bilgiyle, bilinçle ve bizim değerlerimizle yoğurarak geriye kendisinden faydalanılacak ilim ve insanlar bıraktı. Cenazesinde insanlar sel olup aktı. Kendilerini hakkaniyete ve adalete teslim edenlerin, milletinin kutsallarıyla mücadele etmeyenlerin, ülkesine faydalı olmaktan başka ülküsü olmayanların, digergâm olmayı başaranların akıbetleri hayırlı, cenazeleri böyle rağbetli oluyor işte.

1948 seçimlerinde kaymakamlık görevini yürüten Sabahattin Zaim, açık oy gizli tasnif yapıldığı için seçimlere katılmayan halkın yanında yer alır. İçişleri Bakanlığı tarafından, kaymakamlara talimat verilerek seçimlerde oy vermeyenlerin isimlerinin tespit edilmesi istenir. Bu talebi reddeden kaymakamlar arasında bulunan Hoca, görevi bırakır, bu vesile ile de ilmi çalışmalarını hızlandırır. İlerleyen dönemlerde Saraybosna Üniversitesi’nin Kurucu Rektörü ve Sakarya üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nin de kurucu Dekanı olur. 1998-2000 yılları arasında YÖK üyeliğinde bulunur. Naif ve gayretli ömrünü insan yetiştirmekle geçirir.

Hoca’nın vefatının ardından hoş bir vefa haberi okuduk. Adapazarı Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Duran’ın, kendi adını taşıyan Aziz Duran Bulvarı'nın isminin Prof. Dr. Sabahattin Zaim Bulvarı olarak değiştirilmesi için Büyükşehir Belediye Meclisi'ne sunduğu teklif kabul edilmiş. Ne güzel işlerdendir bunlar.

Cenaze namazında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Raşit Küçük’ün dilinden dökülen, “Sabahattin Zaim’in peygamber olmayan bir dönemin sahabesi gibi yaşadığına şahit oldum” cümlesi ne kadar mânidar. Hoca’nın örnek hayatına ve yetiştirdiği insanlara bakar mısınız? Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan, vekil yahut üst düzey bürokrat olmuşlar. Bir de geçtiğimiz günlerde, işleri nihayetlenen YÖK yöneticilerine bakın. İkna odalarının kurucusu yeni vekile bakın. Hele onun Meclis’te yaptığı, “gün olur devran döner” cinsinden açıklamalarına… Çehrelerinden kendileri gibi düşünmeyenlere nefret dökülen insanlardan hayır mı gelir? Bu nasıl bir bilim insanlığıdır? Hayır dua alacakları kaç insan olmuş bugüne kadar? Sahi onlar hayır dua nedir bilirler mi? Bir gün toprağın altında yok olup gideceklerini hiç mi düşünmezler. Aldıkları beddua hayatlarında olmasa bile son yolculuklarında boyunlarına dolanacaktır onların. Lakin hak ile bâtılın tabiatı, aklını başına almayanlar için kaçınılmaz şekilde cereyan etmeye devam edecek. Herkesin burhanı önünde zira. Sabahattin Zaim hakkında birkaç kelam ettiğim şu yazımda, bunları mukayese maksadıyla da olsa anmaktan rahatsızım aslında. Ataları hemşehrim Muhterem Hoca’nın mekânı cennet olsun.

10 Aralık 2007

2007 Mevlana Yılı Etkinlikleri Nasıl Geçti



2007-12-06 19:54:00

Konya’da Mevlana Yılı etkinlikleri halihazırda bir takım programlarla devam ediyor. Yerel bir gazetenin dün itibarıyla web sayfasına düşen anket sonucunu aktardıktan sonra “neler yapılmış” sorusuna cevap olacak birkaç hususu zikretmek niyetindeyim.
Anket sorusu şöyle: “Kamu kuruluşları ve STK’ların 2007 Dünya Mevlana Yılı münasebetiyle Konya’da düzenledikleri etkinlikleri nasıl değerlendiriyorsunuz?”
Katılımcıların % 33,33’ü başarılı, % 44,17’si başarısız, % 22,50’si idare eder demişler. Ankete katılanların değerlendirme ölçüsünü bilemiyoruz.

Dikkatimizden kaçan başka etkinlikler olabileceğini hatırlatarak, Mevlana Yılı’na dair Konya’da ve yurtdışında neler yapılmış ona bakalım.
Büyükşehir Belediyesi 2 milyon YTL’lik bütçeyle 19 ülkede, 65 program gerçekleştirmiş. Ülke ve program sayısı hakkında rivayetler üç aşağı beş yukarı değişiyor. Başkan Akyürek, “Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Konya Büyükşehir Belediyesi’nin yurtdışında 2007 Mevlana Yılı’nı dolu dolu yaşattığını” bir konuşmasında ifade etmişti. Hatta, 2007 Mevlana Yılı kutlamaları çerçevesinde Avusturya’nın en önemli kilisesi olan Votiv’de bir sema gösterisi yapılmış.
MKM’de düzenlenen sema törenlerini bugüne kadar yaklaşık 74 bin kişi izlemiş. Sayı elbette artacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi, kadrolu tek postnişini Mustafa Holat önderliğindeki Sema grubu, 2007 Mevlana Yılı’nda 17 ülkede birçok gösteri sunmuş. Konya’da geçen yılki etkinliklerde sunulan 23 sema gösterisinin bu yıl 33’e çıkmış. Semazenlerin en yoğun yılı 2007 olmuş.
Mevlana Konulu Şiir ve Kompozisyon yarışmaları yapılıp sonuçlandırılmış.
Sergiler açılmış, söyleşiler ve televizyon programları yapılmış.
Bir de, gelenlerin yer bulamayıp da büyük tepkilerine sebep olan Atatürk Stadyumu’ndaki sema gösterilerinden söz etmek lazım. Oradaydık ve olup bitenlerden son derece rahatsız olmuştuk. Bunlara bakılarak, etkinliklerin genelinin sema gösterileri olarak gerçekleştirildiği söylenebilir.
Türkiye’de üretimi yalnız Konya’da yapılan semazen sikkelerine ve Mevlana’nın sözlerinin yazılı olduğu ürünlere yoğun ilgi olmuş. Hiç değilse Mevlana Dergâhı civarında bulunan esnaf umduğunu bulmuştur umarız. Otellerde doluluk oranı %90’ları geçmiş. İhtifal günlerinde konukların yer sorunu yeniden gündem konusu olacaktır. Mevlâna Kültür Merkezi’nde düzenlenecek Şeb-i Arus için bastırılan biletlerin tamamı aylar öncesinden tükenmişti. Vuslat yıldönümü etkinliklerine rezervasyon yaptırmak ve bilet almak için Konya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’ne başvuranların sayısı 100 bini geçerken sadece 17 Aralık gecesi için başvuranların sayısı 7 bine yaklaşmış.

Bunların dışında Galler Prensi Charles’ın Konya ziyareti, bütün etkinliklerden daha çok ses getirdi. Charles nereye gitse başlı başına haber oluyor.

Neler yapılıyor, yapılacak sorusuna gelince, hafta başından itibaren giderek artan bir program yoğunluğu dikkat çekiyor. 4. Uluslararası Mistik Müzik Festivali kapsamında İran, Gürcistan, Azerbaycan, Tunus, Pakistan, Fransa ve Moğolistan'ın ardından Türkiye Nevşehir Hacıbektaş Semah Grubu'nun 10 Aralıkta vereceği konserle bu etkinlik sona erecek. Sema gösterileri ile Ahmet Özhan konserleri hiç olmadığı kadar sıklıkla devam ediyor. Bir ara Ahmet Özhan, 1-17 Aralık arasında gündüz ve gece 33 konser vereceğini ve bunun bir rekor olacağını ifade etmişti.

Uluslararası Mevlâna Sempozyumu 13–14–15 Aralık 2007 tarihlerinde Selçuk Üniversitesi Kültür Merkezi 30 Ağustos ve Malazgirt Salonları’nda gerçekleştirilecek. İhmal edilmemesi gereken etkinliklerden biri de buydu.

“Simyacı” kitabının yazarı Paulo Coelho, şarkıcı Sertab Erener ve kompozitör-piyanist Sabri Tuluğ Tırpan, Mevlana Yılı’nın son etkinliğinde 24 Aralık Noel gecesi, ellerini barış için birleştireceklermiş. Bu etkinlik İstanbul’da yapılacak. Bu tür faaliyetlere kızıp tepki gösterenler de eksik olmuyor.

Etkinlikler, geçmiş yıllara göre kıyaslanmayacak ölçüde yoğun geçti. Ancak bunların Mevlana ve Konya’yı ne ölçüde yansıttığını zaman gösterecektir. Emeği geçenlere teşekkür ediyoruz.







Hayatın Farkında Olanlar

2007-11-29 19:25:00
Sahip olunan her ne ise, onun verdiği güven duygusunun sürekli olacağı zannına dayanarak yaşamanın adı aptallık, bunun faillerine de aptal denebilir. Bu bakımdan “hayatta en emin olmadığım şey, hiçbir şeyden emin olmadığımı bilmemdir” tarzında bir önermenin arkasında durmak tecrübe sahibi olmanın delaletidir.

Hayatın farkında olanlar bilirler ki, insana ev sahipliği yapmaya başlamasından beri yeryüzü, emin olan aptallarla emin olmayan bilenlerin arasındaki çekişmelerin tanığı olmuştur. Onlar bunu hayatta her şeye hazır olmak bilinci ve sonu olmak farkındalığı ile akledederler.

Hayatın farkında olanlar, hadlerini bilmek üzere hayat sürdüklerinden cevr-ü cefaya da bilinçle katlanmayı bilirler. Hayata hazırdır onlar. Geliştirdikleri davranış modellerinin ölçülü başlangıç ve sonuçları vardır. Olayların kendilerini kontrol etmesine izin vermezler. Olayları kontrol edememeleri halinde özgürlüklerinden olacaklarını iyi bilirler. Heveslerinin kaçmasına engel olacak durumları ortadan kaldırırlar. Onları kavrar ve çoğaltırlar. Hayatı sona ermeyecekmiş gibi yaşarken, günün birinde hesapta olmayan sonuçlarla karşılaşanları ibretle hatırlarlar. Aslında hayat, çoğu zaman kendi senaryosuna, hesapta olmayan ancak hesabı altüst eden detaylar koymayı ihmal etmez. Onlar bunu, altüst eden detayların etkilerini görmüş olmalarının farkındalığı ile bilirler.

Hayatın farkında olanlar, anlaşmazlıkları ortadan kaldırmanın yolunun empatiden geçtiğini çoktan kavramış olanlardır. Kendilerini, benzer fikirde olmayanların tartışma ortamlarına atmazlar. Hassas konularda iknayı, iknanın psikolojisini ile kullanırlar.

Hayatın farkında olanlar, bir yol keşfedilmemişse onu kendileri yaparlar. Ulaşılabilir, anlaşılabilir ve başarılabilir hayalleri başkalarında olmayan yöntemlerle geçekleştirirler. Kusur aramanın işe yaramadığını görmüş olarak, çare peşinde bulunurlar. Mükemmel olma çabası süreçlerinde muhtemel başarısızlığın kendilerine öğrettiklerinden ibret alırlar. Başarısızlıkları ile kendilerini kandırmadan yüzleşirler. Diğerleri için fedakarlık, kendi beklentilerinin önünde bulunur.

Hayatın farkında olanlar, çok şeye hazırlıklı durumda bulunurlar. Yoksulluklara, hastalıklara, ölümlere, çaresizliklere karşı muhtemel yıpranmanın seyri onlarda bu sebeple yok edici olmaz. Onlar, karakteri şekillendiren şeyin başa gelenler olmaktan çok onların nasıl karşılanacağı problemini önceden öğrenmişlerdir.

Hayatın farkında olanlar, acil durumlarda gerçek ve ideal kişiliklerini ortaya çıkararak liderliklerini de ispat etmiş olurlar. Yeteneklerini asla küçümsemez ve güçlendirmenin mücadelesini bırakmazlar. Tamamlarlar ve yetenekleri olanlar desteklemekten geri durmazlar. Kaybederken egolarını kontrol altında tutabilirler. İntikam duygusundan arınmışlardır.

Elbette hayatın farkında olmak, bu satırları yazan için de kolay değildir. Bunun başarılması için “her şeyin bir gün nihayetleneceği, yok olup gideceği” bilgisinin içselleştirilmesi gerekecektir. Şu halde hayatın farkında olmak; her an, her şeyin olabilme ihtimalinin akıldan çıkarılmamasından başka bir şey değildir.


Sevgili Öğretmenler Övgüler Sizedir

2007-11-22 19:43:00
Yarın öğretmenler günü.
24 Kasım.
Haklarını hiçbir surette ödeyemeyeceğimiz kıymetli öğretmenlerimizin günü.
Onlar senede bir gün de olsa vefalı öğrencileri tarafından hatırlanacaklar.

Hatırlanmaya değer bulduğunuz bir öğretmeninize ne olur gidin, hatırını sorun. Uzaktaysanız iletişim kurmayı deneyin. Bunları yapamıyorsanız, az da olsa zaman ayırıp okulda okuyan çocuğunuzun öğretmenine içten bir selam verin.

Ya öğrenenin ya da öğretenin tarafında yerini almak ne güzel. Hele öğreten tarafında bulunup da bundan ecirler almak ne kadar kutlu. Çocuk dimağlara şekil verme azminde olmak, genç nesli vatana hayırlı kılmak isteği ne kadar yüce. Emeklerin zayi olmadığını görmek ne kadar kıvanç verici. Onlar işte bunu yapıyorlar.

Hafta içinde, ilkokul öğretmeninin izini süren, okuyup büyük adam olmuş bir hanımefendi telefonla aradı. Öğretmeninin son görev yerinin adını vererek, sesini duymak istediğini, hatta bulursa ziyaret edebileceğini anlattı. Fevkalade duygulandım. Yardımcı olmaktan mutluluk duyacağımı ifade ettim. Üst düzey makamlara gelmiş birinin böyle bir arayışta olacağı aklıma hiç gelmezdi. Gıyabında bu vefa için tebriklerimi sunuyorum.

24 Kasım arefelerinde eğitim camiasının sorunlarını dile getirmek ile onların kıymet bilinesi çalışmalarına övgüler düzmek arasında bocalıyorum. Muhtelif zeminlerde sıkça söz konusu edilmesine rağmen sadra şifa vermeyen sonuçlara bakarak birincisinden vazgeçmek istiyorum. Bu konuyu söyleyecek sözü olanlara bırakmak geliyor içimden. İkincisini her daim yapabilirim kalemimin mürekkebi bitene kadar.

Anadolu’nun ücra köşelerinden, köylerinden, beldelerinden geçerken gözüm hep okul arar. Tek katlı, kimi dışarıdan bakınca bakımlı, kimi ilgi beklediği her halinden belli okullara rastlarım kimi zaman. Memleketinden hayli uzakta genç bir öğretmenin buralardaki mesaisini düşünürüm. Acaba ortamını sevmiş midir, etrafı ile iyi bir iletişim kurabilmiş midir, öğrencilerine heyecanını bulaştırabilmiş midir, kafa yorarım. Mesleğin ilk tecrübelerini bu tür ortamlarda yaşayan özverili öğretmenlerin sohbetini dinlemek doyumsuzdur. Çünkü onlar müfredatı yetiştirme çabasının dışında başka işlerin de muhatabı olurlar. Sobalı evde hiç oturmamış genç hanım öğretmenler kış bastırınca odun kırarlar, ilk defa soba yakma tecrübesi yaşarlar. Üstü başı kir içindeki köy çocuklarına kıyafet aramaya çıkarlar. Çocukların okumasına karşı çıkan insanlarla baş etme gayreti içinde olurlar. Üniversitede okurken akıllarına gelmeyen, coğrafyanın neresinde olduğunu bilmedikleri köylere, kasabalara tayinleri çıkar çünkü. Aday öğretmenlik dönemlerini de şehir yahut ilçe merkezlerindeki okullarda geçirdiklerinden zor bir yerde göreve hazır olmak ihtimali pek düşünülmez nedense. Üstelik onların öğrenciliğinde, zor şartlara nasıl karşı konulabileceğinin dersi de verilmemiştir. Çocuk zihinlerine şekil veren eller, aynı zamanda kendilerinin hayat tecrübelerini de tamamlamış oluyorlar böylece.

Geçen sene Konya Mimarlar Odası’nda, İletişim Fakültesinden bir grup öğrencinin hazırladığı “Çalı” adlı kısa metrajlı bir film seyretmiştim hayranlık içinde. Bütün sahneleri hafızamda çakılı kaldı. Bitlis’in ağacı olmayan bir dağ köyünde, karların altında çalı aramaya çıkan öğrenci velilerinin çabası anlatılıyordu.

Memleketin her yeri böyle değil elbette. Modern imkânların kullanıldığı, donanım açısından yeterli okul sayımız giderek artıyor. Artmalıdır da. Öğretmenler sadece işlerini yapmalılar. Nasıl olsa hayat hem göreve yeni başlayan öğretmenleri, hem de bu tecrübeleri yaşamış diğerlerini durmadan eğitmeye devam ediyor. Ben üzerimde emeği olan değerli öğretmenlerime saygılar sunuyor, muhabbetlerimi gönderiyor ve kendilerine yaraşır eğitim ortamlarındaki mesailerinde başarılar diliyorum.


Sözün Kısası; Kendi Engelini Ortadan Kaldırmak

2007-11-08 19:50:00
Üniversiteden mezun olup hayata tutunma mücadelesi veren genç ve büyük bir nüfusa sahibiz. İş bulma eşiğine kadar okul ortamlarında harcanan emeği sıralamaya kalktığınızda, başınız dönüyor. Öğretimin hemen her aşamasını sınav kaygıları ile geçiren öğrenci ve ailelerin yıpranışını izleyen yeni engeller bitmek bilmiyor.

Okullara ücretli öğretmen olarak atanan, görev süreleri kısıtlı gençlerle zaman zaman sohbetlerim oluyor. Onların çehrelerinden bana yansıyan şeyin umut olmasını ne çok isterdim. Buna rağmen işe yaramaktan, okul ortamlarını tecrübe etmekten şimdilik memnuniyet duymuyorlar değil. En azından öğretim yılının sonuna kadar da olsa bir kimliğe sahipler. Küçük yaşlardan itibaren etliye sütlüye karışmamak uyarılarıyla başlayan büyüme serüvenimiz, bir memuriyete kapağı atmak hedefiyle nihayet buluyor. Bu sebeple “kendim için başka ne yapabilirim” alternatifine kafa yormak zahmetine uzak kalıyoruz. Hayatın nihai amacı elbette dünyalık biriktirmek, bunun için kırıp dökmek olmadığına ve içinde yaşadığımız ortamda yukarıda sözünü ettiğim sebeplerden kaynaklanan fırsat çeşitliliği bulunmadığına göre, geleceği daha güzel inşa etmek için kendimizin farkına varmaktan başka seçeneğimiz kalmıyor. Gençler böyle düşünmeliler. On sene sonra nerede ve nasıl olmaları gerektiğinin planlarını ciddi şekilde akıl süzgecinden geçirmeliler. Bunun ne demek olduğuna dair aile ve çevreyi de kapsayan bir eğitim anlayışından gelmiyoruz. İmkansız saydıklarımız, bize öğretilen ve davranageldiğimiz süreçlerin sonunda imkansız hale geliyor. Başarı, insana bağışlananın değil, kazanılması için mücadele verilenin adıdır oysa.

Hayat görebilene, inanabilene onu doğru kullanabilene fırsatlar tanır. Bunun için kafayı kaldırıp neler yapılabileceğinin hayal kurgusu kâğıt üstünde, söz içinde muhakkak yer bulmalıdır. Anne-babalara açıkçası mühim işler düşüyor.
Muhammet Ali, on iki yaşındayken, komşularının kapılarının zillerini çalıp, böbürlenerek boks maçını nasıl kazanacağını anlatır, komşular bundan çok hoşlanır ve neler olacağını görmek için maça giderlerdi. Aynanın önünde saatlerce prova yapar, idman yapmaktan nefret etmesine rağmen, çektiklerinin karşılığını bir gün göreceğini ve hayatının kalan kısmını bir şampiyon gibi yaşayacağını düşünürdü. Öyle de oldu. Bir olimpiyat, üç de ağır sıklet şampiyonluğu.” Aynanın karşısında, 70’li yılların sosyal hayatını etkileyeceğini elbette düşünmemişti. İnanmak lazım.
Jeff Bezos, e-ticaretin gelecekte piyasalardan önemli paylar alacağına inandığında yıl 1995’ti. Ülkemizde bize has güvensizlik sebebiyle e-ticaret henüz oturmuş değil. Yeterince kullanıcı da var aslında. Amazon.com, 1995’te bir milyon kitap satışına ulaştı. 2000 yılı rakamları 18 milyon ürünü gösteriyor. Kitap değil sadece. Risk almadan fayda olmuyor. Bizde bu riski göze alanlar, meyvelerini toplamaya başladılar bile.
Michael Jordan, lisede basketbol takımından ihraç edildi. Bill Gates, okuldan ayrıldı. Henry Ford’un, 1903 yılında ilk arabasını satmadan önce cebinde 223 doları vardı. Teksaslı bisikletçi Lance Armstrong’un, kanseri yenmedeki azmi ve yaşama çabasını duymayanımız yok. Venus ve Serena Williams kardeşler büyük turnuvaları, babalarının kendilerine her gün altı saat boyunca attığı tenis topunu karşılayarak başarıya ulaştılar.

Bu örneklerin ecnebi oluşunun, aynı şartların bizde olmayışının vs. itirazını işitir gibiyim. İnsan her yerde aynı. Türkiye’de cep telefonu ve servis sağlayıcı piyasasının neredeyse ülke nüfusunun üçte birini ilgilendireceğini 10 sene önce kim söyleyebilirdi. Bizde de sıfırdan kotarılmış başarı örnekleri çok. Bir başka yazımızda buna değiniriz.

İki kişi bir araya geldiğimizde şikayeti odak konusu yapmayı huy edinmiş bir toplumuz. Ne yapılması gerektiğini düşünerek icraata geçince bir şeylerin kıpırdayacağını fark ettireceğimiz genç bir nesil için ilk görev aslında bizim. Değilse konunun muhatabı doğrudan kendinizsiniz. Unutmadan: Çuvaldız bana…