Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

18 Kasım 2018

İlk Fetih Kutlamaları

İstanbul'da müstesna bir gün…
11 Haziran 1914...
Osmanlı, İstanbul’un fethini, II. Meşrutiyet sonrasında, 1910'dan itibaren kutlamaya başlar. Ancak I. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde, 1914'teki kutlamalar, gerçek bir doruk noktasıdır.

Popüler TARİH / Mayıs 2003 /Vahdettin Engin

II. Meşrutiyet önce­sinde, bu tür alışkanlıklar, böylesi bir gelenek de yoktur
İstanbul'un fethinin yıl­dönümleri, II. Meşruti­yet dönemine kadar herhangi bir kutlamaya vesile teşkil etmez. Esas itibariyle, II. Meşrutiyet önce­sinde, bu tür alışkanlıklar, böylesi bir gelenek de yoktur. 1908 yılından sonra ikti­dara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti, bu tür anlamlı gün­leri kutlamayı bir gelenek ha­line getirmek ister. Örneğin, İkinci Meşrutiyet'in ilan günü olan, Rumi 10 Temmuz 1324, Miladi 23 Temmuz 1908 tari­hi, 'millî bayram' ilan edilir, İttihat ve Terakki iktidarının dünya görüşü, milli de­ğerleri sahiplenme­yi öngörmektedir. Bu nedenle, söz ko­nusu dönemde, mil­li hassasiyetler ön plana çıkarılır. 




1910 yılın­dan beri, fethin yıldönümü kutlanmaktadır
 Bu bağlamda hayata geçirilen bir uygulama da, İstanbul'un fetih gününde kut­lama törenleri yapılması olur. Bu kutlamaların en görkemli­lerinden biri, 1914 yılında yapılan törenlerdir.
Esas itibariyle, 1910 yılın­dan beri, fethin yıldönümü kutlanmaktadır. Ama 1914 yılındaki kutlamalar, gerçek­ten çok muhteşem olur. Dö­nemin gazetelerinin belirttiği­ne göre, kutlamalara yüz binin üstünde bir topluluk katılır.




Tarih farklılığı…
İstan­bul'un fethi 11 Hazi­ran'da kutlanıyordu
'Fetih günü kutlaması' de­yince, bir konuya öncelikle açıklık getirmekte fayda var: Osmanlı, İstanbul'un fethini, günümüzde oldu­ğu gibi, Miladi 29 Mayıs'ta değil, Rumi 29 Mayıs'ta kutluyordu. Hal böyle olunca, tö­renlerin gerçekleş­tirildiği Rumi 29 Mayıs günü, Mi­ladi olarak, 11 Haziran'a denk ge­liyordu. Yani daha açık bir ifadeyle,  İstan­bul'un fethi 11 Hazi­ran'da kutlanıyordu.
Nitekim o dönemde Fransızca yayımlanan ve Mila­di takvimi temel alan 'Monite­ur Oriental' gazetesinin, fetih günüyle ilgili olarak, "11 Hazi­ran 1453; İstanbul'un fethinin yıldönümü kutlanıyor" başlığı­nı kullandığını görüyoruz.
Çok görkemli geçen 11 Haziran 1914 tarihli kut­lamalar, dönemin gazetelerinde geniş bir şe­kilde yer almıştır...

Tanin'deki haberler
Şimdi, Ta­nın gazetesine yansıyan ha­berlerden tö­renin gelişimi­ni adım adım izleyelim:
"Dün, İstanbul müstesna günlerinden birini daha yaşadı. Yakın vakte ka­dar milli heyecanın bu kadar beliğ bir misaline tesadüf ede­memiştik. Fetih gününün ebe­di bir yadigârı olmak üzere, günümüze kadar ge­len Ayasofya ile Fa­tih'in türbesi arasın­da yer alan bütün caddelerde, dükkan­lar kapanmış, pen­cerelerden, kapılar­dan bayrakların kır­mızı ve beyaz dalga­ları taşmış, havanın çok kötü olmasına rağmen, bütün halk takım takım yolla­ra düşmüştü."
Haberin sonraki paragraf­larında, Tanin gazetesi muha­biri, şiddetli yağmur altında, caddelerde ilerlemeye çalışan İstanbul halkının nasıl zaman zaman bir saçak altına sığındı­ğını, sonra hava yeniden açtı­ğında, 'yolların nasıl geçilemeyecek kadar dolduğunu' aktarır.




En önde, üç Yeniçeri
Daha sonra Ta­nin gazetesi muhabi­ri, törenin bütün ay­rıntılarını okurlara tek tek aktarır:

"Merasim ka­filesi, program dahilindeki ter­tibat ile Ayasofya'dan Fatih'e doğru hareket etti. Bu milli ve dini kafilenin en önünde, Os­manlı tarihinin canlı bir gölge­si şeklinde, üç yeniçeri gidiyor­du. Sokaklarda gittikçe taşan halk, her taraftan birer parça daha artıyor ve kalabalığa bir­çok bin adetleri katılıyordu. Artık Fatih Meydanı'na gelin­diği zaman, koca meydanda insandan bir kitle, kımıldaya­mayacak bir parça meydana getirmişti."
Resmi merasim ve konuş­malar da tek tek gazetenin sayfalarına yansır:
"Kutlama merasimine Fatih Camii'nin arka tarafında ve merdivenle­rin bulunduğu mahalde baş­lanmıştır. Evvela bu milli tö­reni hazırlayan Mehmet Ziya Bey tarafından uzun bir ko­nuşma yapılmış ve çok alkış­lanmıştır."

Hamdullah Suphi kürsüde

Tanin sütunlarında, töre­nin akışı sürmektedir:
"Ziya Bey'in bu hararetli nutkundan sonra Türk gençlerinden Hü­seyin Ragıp Bey pek vatanper­verane ve uzun bir nutuk irad etmiş ve alkışlanmıştır."


Hüseyin Ragıp Bey'in ar­dından 'Türk Ocağı namına Hamdullah Suphi Bey' konu­şur: "Türklük mefkuresinin ulviyetinden" söz eden, "Türk imparatorluğunun (...) Avru­pa'yı gıpta ettirecek cesaret ve cihangirlikler göstermeye mu­vaffak olacağını" vurgulayan bu konuşmada, yaklaşan sa­vaşın havasını koklamak mümkün olur...
Hamdullah Suphi'nin (Tanrıöver) ardından, önce 'İstanbul Sultanisi 7. sınıf tale­besinden Refet Efendi' sonra da şair Aka Gündüz ve 'mual­lim Celalettin Arif Bey' konu­şurlar.
Ömer Naci konuşuyor

Celalettin Arif Bey'den sonra kürsüye, dönemin ünlü isimlerinden Ömer Naci gelir. Güçlü bir hatip olan Ömer Naci'nin ardından, dönemin 'Bahriye Nazırı' Cemal Paşa irticalen bir konuşma yapar. Tanin muhabiri, bu konuşma­yı gazetenin sütunlarında ay­nen aktarır. (merakediyorum notu: hazırlayanlar merakediyorum grubu) Cemal Paşa'nın kısa söylevi, uzun bir alkış dalgasıyla karşıla­nır...







 Cemal Paşa halka sesleniyor:
'Bir milleti yükselten nedir?'

"Vatandaşlar, Türklük ve Osmanlılık ve İslamiyet alemini temsil eden Osmanlıların, bugün Türklerin en büyük hakanının mübarek kabri önünde kemal-i hicapla toplanan milletin bu utançtan kurtulması, ancak çok çalışmakla mümkündür. Ben hayatımda, büyük Fatih'in çocukluğunda geçirmiş olduğu bir olaya her zaman çok büyük önem verdim... Bir gün, Hazreti Fatih'in hocası Akşemsettin-i veli, Fatih'in odasına hiddetle girdi. Fatih hazretleri böyle sopa ile gelmesinin sebebini sorduğu zaman hocası, 'Eğer çalışmazsan seni döveceğim' dedi. Ey gençlik! Size hitap ediyorum. Eğer siz de çalışmazsanız Fatih'in ruhu sizi sopa ile dövecektir... Bir milleti yükselten iki şeydir: Biri dimağındaki ve diğeri kolundaki kuvvettir. Dimağındaki kuvveti uyuşanlar yalnız maddiyat ile boğuşurlar. Dimağında kuvvet olanlar ise ilim ile uğraşanlardır. Bizler daima ilme doğru gitmeli, dimağımızla uğraşmalıyız. Böyle yaparsak, her şey hasıl olur ve millet servete nail olur. Bize donanma lazımsa onun için para bulur. Ümit edelim ki, gelecek sene bugün buraya geldiğimiz zaman, bugünkü hataların silindiğini görür ve buna mukabil birçok yeni övünülecek vasıflar ile geliriz ."
Paşa'dan sonra Donanma Cemiyeti Reisi Şefik Bey, yapı­lan konuşmalarda temenni edilen başa­rıya ulaşmanın yolu­nun ve Fatih'in İs­tanbul'u fethindeki 'hikmet ve sebebin' yalnız do­nanma olduğunu söyler ve halkı, donanmaya yardıma davet eder... (merakediyorum notu: hazırlayanlar merakediyorum grubu) Savaş kapıdadır; İttihat Terakki iktidarı, ordu­yu güçlendirme hazırlıklarının peşindedir...
Daha sonra dualar oku­nur, Fatih Sultan Mehmet'in ve şehitlerin ruhlarına fatiha­lar okunarak tören noktala­nır.
Merasimden sonra Öğret­men Okulu öğrencileri tara­fından Fatih Marşı söylenir ve Ertuğrul Bandosu tarafından, 'selam havası' çalı­narak bir resmi geçit yapılır:
"Önce silah­lı Bahriye taburları, onu takiben Küçük Zabit Numune Mektebi talebesi, il­miye mensupları, Öğretmen Okulu, Darülfünun, sultani ve idadi mektebi öğrencileri, es­naf cemiyetleri birer birer geçit resmi ile Osmanlı bay­rağının kırmızı rengini selam­layarak geçmişlerdir."



Hazırlayanlarmerakediyorum grubu üyeleri merakediyorum@googlegroups.com 
Kaynak : Popüler Tarih Mayıs 2003 550. yıl özel sayısı "Vahdettin Engin-İstanbul'da müstesna bir gün" başlıklı yazıdan alınmıştır.  Resim ve başlıklar yazıya eklenmiştir.



Osmanlı Avrupa'yı Nasıl Etkiledi?




Noel Baba Daha Dünkü Çocuk




14 Kasım 2018

Din Bile Kurmayan Konfüçyüs Nasıl Tanrılaştırıldı?



Konfüçyüs’ün etkisi, öğrencileri ve takipçileri sayesinde ölümünden kısa süre sonra görülmeye başlandı. Takipçilerinden Mensiyüs ile Hsun Tzu, Konfüçyüsçü düşünceye kendi fikirlerini, kendi vurgularını da katarak, seçkinlerin eğiticisi oldular. Kısa ömürlü Ch’in hanedanlığı döneminde (MÖ 221-MÖ 205) Konfüçyüs ve ekolü yok sayıldı. Fal, tıp ve tarım kitapları dışındaki kitapların yakıldığı bu dönemde Lun Yu da yakılan kitaplar arasındaydı. Ancak geçici bir unutuluştan sonra hükümdarlar Konfüçyüs’ün kuramının, feodal toplumun istikrarı için çok yararlı olduğunun farkına vararak, Konfüçyüsçülüğe devletin yasal öğreti ideolojisi konumunu tanıdılar. Aynısının Konfüçyüs’e de sunulacağına dair ferman yayınlamıştır.Konfüçyüs’ün adına mabedler inşa etme geleneği bu asrın başlarına kadar devam etmiştir.
**
Konfüçyüs’ün etkisi, öğrencisi Tseng-Tzu, erkek torunu Tzu-Ssu, en büyük takipçisi Mensiyüs ve Hsün-Tzu’un öğretileri sayesinde, ölümünden kısa süre sonra artmaya başlamıştır. Kısa ömürlü Ch’in hanedanlığı döneminde geçici bir unutulmuşluktan sonra o, Han hanedanlığı döneminde (M.Ö. 206-M.S.225) meşhur olmuş; ahlâkî ve politik etkileri de giderek artmaya başlamıştır. Hatta dönemde onu tanrılaştırma teşebbüsleri bile olmuştur. Böylece, yeni bir din ortaya koymayı düşünmediği halde, Lu’nun prensi onun onuruna bir mabed inşa etmiş ve onun adına kurbanlar sunulmaya başlanmıştır. Bu durum, Konfüçyüsçülüğün bir din olarak başlangıcı sayılmıştır.

Daha sonra Konfüçyüs’ün öğretileri, imparatorluk törenleri ve imparator tarafından Gök’e yapılan ibadetle irtibatlandırılmaya başlanmıştır. Çin yönetimine bağlı bütün bölgelerde Konfüçyüs’e de ibadet edilmesi emredilmiştir. Böylece Konfüçyüsçülük, Çin’in resmî ve millî dini haline getirilmiştir. Konfüçyüsçülüğün millî din olarak kabul edilmesinde, imparatorun, kendisinin “Göğün Oğlu” olduğu şeklindeki tasavvurunu dinin merkezine daha fazla yerleştirmesi etkili olmuştur. Han hanedanlığı döneminden itibaren, pek çok aile tarafından riayet edilen atalarla ilgili törenler bilgin sınıfının resmi kültü haline gelmiştir. Konfüçyüs’e ibadet de, atalara tapınmanın bir uzantısı, özel bir tatbik şekli olarak telakki edilmiştir. Çünkü başlangıçta Konfüçyüs’e kendi torunları tarafından, alışılmış olduğu şekilde tapınılmış; daha sonra Han hanedanları tarafından mezarı başında kurbanlar sunulmaya başlanmıştır. M.Ö 125’te ona, imparatorlara verilen şeref ve paye verilmiş; M.S.1’de Dük12 adı verilmiş; 492’de kendisine, “Saygı değer Ni, iyi yetişmiş Bilge” ünvanıyla hitap edilmiştir. 609’da her eğitim yerinde onun adına bir mabed yapılması emredilmiş ve “En Büyük Muallim”; 659’da “K’ung, eski Muallim, gerçek Bilge” ünvanı verilmiş; 739’da Prens denilmiştir. İmparator Yuan Tsung (M.S.713-776), ona “İyi Yetişmiş Bilge Kral” ünvanını vermiştir. Cheng Tsung (1068-1086) onu, “imparator” ünvanına yükseltmiştir13. 1308’de “Kusursuz Büyük İnsan ve En Büyük Bilge” ünvanına layık görülmüştür. Nihayet 1906’da İmparatoriçe Dowager, Gök’e sunulan kurbanların aynısının Konfüçyüs’e de sunulacağına dair ferman yayınlamıştır.

Konfüçyüs’ün adına mabedler inşa etme geleneği bu asrın başlarına kadar devam etmiştir. Ayrıca, 1912’ye kadar imparator onun şerefine, ilkbahar ve sonbaharda olmak üzere, yılda iki defa kurban sunmuştur.
 
(Ahmet Güç, Konfüçyüs ve Konfüçyüsçülük, ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ
Cilt: 10, Sayı: 2, 2001 ss. 43-65)

Konfüçyüsün temel amacı ve ideali “tartışmalardan uzak ve tümüyle uyum içerisinde yaşayan bir toplum ve dünya kurmak”tı. Bu ideale ulaşabilmek için ise, ideal insanı tanımlamak ve onun ortaya çıkmasına yardımcı olmak gerekiyordu. Öğretisinde öteki dünya, tanrı, ruhlar, doğaüstü varlıklar ve benzeri kavramlara ve olgulara yer vermemişti. Çünkü bu alan, onun ilgi alanına girmiyordu. Konfüçyüs bir din kurucusu, ya da bir reformcu olarak ortaya çıkmamış, bozulmuş ve yıkılmak üzere bulduğu Kadim Çin dinini canlandırmaya çalışmıştır. Misyonunu, “Ben eskiye inanan biriyim; bir kurucu değil bir aktarıcıyım.” sözleri ile tarif etmiştir. Dört kavram üzerinde durur:
Anaya ve babaya saygı (, xiao),
İnsancıllık / merhametlilik (, ren),
Adalet (, yi),
Yazıtlar / ayinler

12 Kasım 2018

KIRMIZI İBİKLİ KÜÇÜK TAVUK

İngiltere’de ilkokul çocuklarına okutulan ders kitabından bir alıntı hikâye. İngiltere Devleti bu hikayeyi kendi çocuklarına başkalarına köle olmamaları için ne yapmalarını öğrenmeleri amacıyla mı, yoksa başkalarını nasıl köle yapacaklarını öğrenmeleri amacıyla mı ders kitabına koymuş acaba?
Bir zamanlar dünyanın en emperyalist ülkesinin İngiltere olduğunu düşününce.


Zamanın birinde bir çiftikte küçük bir kırmızı tavuk yaşarmış. Tavuk kendi yiyeceğini kendi bulur ve bu güzel çiftlikte çok mutlu bir hayat yaşarmış. Bir gün buğday taneleri bulmuş ve bunları ekerek daha çok yiyecek elde edeceğini düşünmüş. Ancak nasıl ekeceğini bilmediği için arkadaşlarından yardım istemiş:
- Bu buğday tanelerini ekmek için kim bana yardım edecek?
Ördek cevaplamış:
- Ben yardım edemem, ancak istersen sana kahve tohumu satabilirim. Buğday yerine kahve ekersen, çok para kazanır ve istediğin kadar buğday alırsın.
Domuz oradan seslenmiş:
- Ben de yardım edemem, ancak kahve ekersen ürünlerini ben satın alırım.
Fare hemen atlamış :
- Ben buğday ekiminden anlamam ancak kahve ekmek için gereken parayı sana borç verebilirim, sonra ödersin.
Ticaretten ve tarımdan anlamayan şirin kırmızı tavuk, bu sözler sonrasında kahve ekmeye karar vermiş ve buğdaydan vaz geçmiş. Ancak kahve nasıl ekilir bilmediğinden yine yardım istemiş:
- Kahve ekmek için kim bana yardım edecek?
Ördek:
- Ben yardım edemem, ancak kahvenin çabuk büyümesi için gereken gübreyi sana satabilirim demiş.
Domuz: - Ben kahve yetiştirmekten anlamam ancak kahveleri zararlı böceklerden korumak için ilaca ihtiyacın var, istersen sana satarım demiş.
Fare de:
- Gübre ve ilaç için gereken parayı istersen sana borç olarak veririm demiş.
Sonunda küçük kırmızı tavuk çalışmaya başlamış, çalışmıııııış çalışmış. Kahve yetiştirmek buğday yetiştirmekten daha zormuş ve daha çok gübre ve ilaç gerekiyormuş. Ama tavuğumuz sonunda çok zengin olacağını hayal ederek sabretmiş. Ve sonunda hasat zamanı gelmiş ve gerçekten de tavuk çok miktarda ürün elde etmiş, kendisine yol gösteren arkadaşlarına seslenmiş:
- Kahveleri satmama kim yardım edecek?
Ördek:
- Ben yardım edemem, ancak kahveleri işlemek ve paketlemek için benim fabrikama getirmelisin.
Domuz:
- Ben de yardım edemem, zaten her önüne gelen kahve ektiği için kahve fiyatları çok düştü, senin kahven beş para etmez.
Fare:
- Ben bu işlerden anlamam, ayrıca artık sana verdiğim borçları ödemen lazım.
Sonunda küçük kırmızı tavuk gerçeğin farkına varmış ve buğday yerine kahve ekmenin büyük bir hata olduğunu anlamış, çünkü borç içinde imiş ve yiyecek tek bir lokması yokmuş. Açlıktan ölmemek için yine yardım istemiş:
- Yiyecek bir kaç lokma bulmama kim yardım edecek?
Ördek:
- Ben yardım edemem, senin hiç paran yok.
Domuz:
- Ben de yardım edemem, zaten herkes kahve ektiği için buğday eken de kalmadı, yiyecek yok.
Fare: - Ben yiyecek bulamam. Ancak bana borçlarını ödemediğin için para yerine senin tarlanı almak zorundayım, iyi bir tavuk olursan, belki senin o tarlada boğaz tokluğuna çalışıp, benim için buğday yetiştirmene izin verebilirim.
Şimdilerde bizim küçük kırmızı tavuğumuz, artık farenin olan eski tarlasında buğday yetiştiriyor ve karnını doyurmaya çalışıyormuş ...
Not: Bu öykü İngiltere'de ilkokullarda okutulan "Little Red Hen" adlı kitaptan alınmıştır.
 

Kaynak : Ingiltere de ilkokullarda okuma kitabi olarak okutulan 'The Little Red Hen' kitabi