Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

31 Aralık 2007

Otuz Dokuz-Kırk

2007-12-30 20:12:00
2007 de bitti. 2000 senesinden beridir zamanın nasıl geçip gittiğine aklım ermedi bir türlü. Bunun sayılarla mı yoksa yoğun iş-güç telaşından mı kaynaklandığı hakkında bir fikrim yok doğrusu. Geride kalan zamanları özlediğim de yok.

Yarından sonra ay hesabıyla otuz dokuz yaşımda olacağım. “Otuz dokuz” mesele değil de, “kırk’ında olmak”la ilgili sevgili bir ahbabımla aralıklarla da olsa bir süredir yaptığımız sohbeti, yazılı bir çalışmaya dönüştürmek konusunda düşüncem var. Kendi düşüncemi yerlerde süründürmemeyi umarım. “Kırk” rakamı hakkında değerli okuyucu şimdiye kadar kafa yordu mu bilmem. Lakin, hayatımızın birçok alanına sirayet etmiş “kırk” mevcut.

Karşılıklı konuşuyoruz; neden 10, 20, 50 değil de kırk? İçinde 3’ten, 7’den 9’dan, 70’dan söz edilen darb- meseller, şahıslar az iken, bu 40 neyin nesidir? Türkçede kolay geldiği için mi konuşma aralarında yerini bulmuştur? Bu arada hurufî filan değiliz. 40 sayısını toplayıp çıkarmaya, bölüp çarpmaya niyetimiz yok. Aşağıdaki örneklerden bazılarını yazı, bazılarını da rakamla yazıyorum.
Sıralıyoruz, rastgele bir sıralama ile:
Peygamber Efendimize nübüvvetin kırkında gelmesi bize ne anlatmalı? Bu, kişisel genel olgunluğun bir ifadesi midir? Kırk, Âdemoğlunun görünüm itibarıyla da sözünün dinlenilebilirliğinin bir alameti midir?
Neden 40 hadis?
Beş vakit namaz, sünnetleri ile beraber kırk rekat.
Medine’de kırk vakit namaz kılınır hac sonrası.
Dört Kapının yanında neden Kırk Makam öğretisi var?
“Kırkından sonra azanı teneşir paklar” diyor atasözü. Kadınlara değil de erkeklere işareti kesin bu atasözü, erkeklerin tehlikeli olabileceklerini mi söylüyor?
Bunları tek tek değerlendirmeye yerim dar. Bu yüzden sözü kısa keserek örneklere devam ediyorum:
Üçler ve yedilerle birlikte “kırklar” var.
Zekat ölçüsü % 2,5. Yani 40’da 1.
Tasavvufî bir ıstılah olarak halvet 40 gün sürer.
Rivayete göre Musa Nebi, Tur-i Sina’da 40 gün 40 gece bekler.
Hz. Ali, bir harf öğretenin, kırk yıl kölesi olacağını vaat eder.
Masallarda “kırk gün kırk gece” düğün yapılır.
Nerededir bilmiyorum “Kırk ambar”.
“Kırk odalı saray”dan çıkar gider masal kahramanı.
“Kırk Harami”leri, Ali Baba dize getirir.
“Kılı kırk yarar” bazıları.
“Kırklar”a karışanlar olur.
Kırklareli’ye, Kırkpınar’a gidersiniz işiniz düşerse.
Hanımlardan “kırk yama” el işlerine düşkün olanları vardır.
Kırk yıllık Kâni nerede yaşamış?
“Kırk dere”den suyu kim getirir?
Ölenin “kırkıncı gecesi”ni kim icad etti?
“Kırk yılda bir” işe yaradı dersiniz gıyaben.
“Kırk katır mı kırk satır mı”?
Kırk günlük kış dönemine erbain denir. Erbain kırk demektir.
Yahudiler çölde “kırk yıl” dolaşırlar.
Kırklar meclisi nerede toplanır?
Kırgızistan adı “kırk-kız”dan mı gelir gerçekten?
Bir yağış türüdür “Kırkikindi.”

Bu konuda daha başka örnekler var bizde. Bu meseleyi derinleştirip geliştirmem gerekiyor.
Kırk yahut kırk yaş deyip geçmemek lazım.

1 Ocak 2008 günü Mekke’nin fethi, 10 Ocak ise Hicri Yılbaşı. Kameri ayın her sene 10 gün geriden geldiğini düşünürseniz, 2009 Miladi yılbaşı ile Hicri yılbaşı arasında sadece 2 gün kalmış olacak.
Bilvesile 2008 Miladi, 1429 Hicri senenin Konya’ya, Türkiye’ye ve bütün dünyaya sağlık ve huzur getirmesini temenni ediyor, değerli okuyucularıma muhabbetlerimi sunuyorum.

30 Aralık 2007

Bu Rubai Kime Ait?



2007-12-27 20:45:00
“Gel, ne olursan ol, yine gel
Kâfir, Mecusî, putperest olsan da gel
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gel.”
(İranlı Şair Ebu Said Ebu’l-Hayr'dan)


Mevlana kadar şöhretli şu rubai hakkında, Prof. Dr. Emine Yeniterzi’nin kitabında* bazı açıklamalar mevcut. Amacım bu konuyu okuyucu ile sadece paylaşmak olduğundan özetle aktarıp birkaç satır değerlendirme yapmak uygun düşer: Mevlana’ya atfedilen bu rubai, “Mevlana Müzesi’nde bulunan el yazması bir Divan-ı Kebir’in kabında kayıtlı ve diğer Divan-ı Kebir nüshalarında rastlanmayan, herhangi birisi tarafından oraya yazılmış ve Mevlana’ya ait olmayan bir şiir” imiş. Bazı araştırmacılar, rubainin gerçek sahibinin İranlı Şair Ebu Said Ebu’l-Hayr olduğunu ifade etmişler. Yeniterzi, kitabında şu açıklamayı yapıyor: “İlginç olan konu; Mevlana’nın altmış bin beyte ulaşan şiirlerine rağmen öncelikle bu mısralarla hatırlanması ve diğer yandan böylesine şöhret kazanmış şiirin ilk söyleyeninin unutulmasıdır. … Mevlana, evrensel bir çağrının sahibidir. Bu yüzden rubainin muhtevası ile Mevlana’nın düşünceleri arasında bir çelişki yoktur.” Yeniterzi, rubainin Türkçe çevirisinin yanlış olduğunu belirttikten sonra şöyle bir değerlendirmeye gidiyor: “ şiirde “bâz â şeklinde geçen ibare “gel” veya “yine gel” şeklinde tercüme edilmiştir. Asıl çeviri; “vaz gel” yani “vazgeç, tövbe et” şeklinde olmalıdır. Dolayısıyla bu rubainin mesajı; gel, gel ama geldiğin gibi kalma; değiş, geliş, olgunlaş; hamlıktan kurtul; temizlen; sevgiden nasip al şeklinde anlaşılmalıdır.”
Meraklılarına duyurulur ki, buradan iki netice çıkıyor ortaya. Birincisi, rubainin Mevlana’ya ait olmadığı, diğeri de ifadem mazur görülsün, “ne halt edersen et, Allah tövbeni kabul edecektir” çıkarımının elde edilemeyeceği. Yüz kere tövbeyi bozmuş olma ihtimalinden, insanın Rabbine karşı samimiyetsizliği sonucundan başka bir şey çıkmaz. Kaldı ki tasavvufî gayretin önceliği, kişinin Rabbine ve dinine samimi ülfetini ifade eder.

Bu durumda, ilgililerinin muhtelif programlarda evvelen okudukları bu rubai yerine başka bir rubai veya beyti okumaları lazım gelir.
Fotoğraf: Dr. Muammer ULUTÜRK
***

MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ YETKİLİLERİNE

Kültür Merkezi, etkinlikler süresince bir mesele hariç üzerine düşeni yaptı diye düşünüyorum. Ben de dahil, fotoğrafçıların ortak şikayetini ileteyim ki, bir hal çaresine bakılsın. Kültür Merkezi’nin üst kısmında kameraman ve fotoğrafçılara ayrılmış bir bölüm var. Özellikle sema anında, yukarıdan gelen sert ışıkların dengesizliği zemin üstünde parlamalara yol açıyor. Bundan kaçabilmek için köşe bucak gezmek zorunda kalıyor fotoğrafçılar. Makineden kaynaklanan ışık patlaması olmadığı halde, zemine yayılan spot ışığı ışık patlaması zannına yol açıyor, keyif kaçırıyor. Dünyada ışığın ölçümleri ve ısısı ile ilgili bilim dalı bile var. Sahne ve görsel alanlarda özellikle Philips firması bu değerler ve hesaplara göre aydınlatma yapan malzemeler üretiyor.

Fotoğrafçılar emek veriyorlar en iyiyi sunmak adına. Buraya sadece Konyalı fotoğrafçılar gelmiyorlar. Üyesi olduğumuz yerli fotoğraf sitelerinde benzer şikâyetlere de rastladım. Bu sene rekor seviyede sema ve semazen fotoğrafı çekildi, yayınlandı ve sergilendi. Semayı etkili kılan en önemli unsurun ışık olduğu aşikâr. Hal böyle olunca, izleyiciyi ve özellikle fotoğrafçıyı rahatsız etmeyen dünya standartlarında bir ışıklandırma için yetkilileri haberdar etmek istedim.

(*) Emine Yeniterzi, Sevginin Evrensel Mühendisi Mevlana, Konya, 2007, s. 132-133

13 Aralık 2007

Muhterem Hoca’nın Mekânı Cennet Olsun


2007-12-13 19:10:00
Müspet ya da menfi yaşayış biçimleriyle öne çıkmış ve vakti saati gelince ahiret yolcusu olmuş zevatın cenaze merasimlerine dikkat kesiliyorum. Milletin değerleriyle mücadele içinde hayat sürmüş adamların, camilerin tenha avlularında bekleyen cenazelerini görmek beni rahatsız etmiyor. Zerre kadar da üzülmüyorum. Hangi minval üzere yaşamışsanız öylece gidersiniz. Gidişinizin etkisi de kalanların gözünde o ölçüde değer bulur. Menderes’i bilirsiniz lakin onu darağacına yollayanları hatırlamazsınız. Serdengeçti’yi bilirsiniz de, onunla uğraşanları hatırlamazsınız. 27 sene öncesinin ortalığı titreten mevta paşayı şimdi kaçınız hatırlar? İnsanlar hakkındaki değerler silsilemiz böylece devam eder durur. Fatih Camii avlusuna sığmayan cemaat çoğu kere bana, başlar üstünde giden birinin hayrı ile aynı büyüklükte görünür.

Ademoğlunun ölümünden sonra, defterini açık tutan hususlardan biri faydalı bir ilim bırakması. Diğer ikisi, hayırlı evlat ile sadaka-i cariye. Sabahattin Zaim Hoca, Hakk’a yürürken bunların hepsini hadis-i şerifte anlatılan şekliyle gerçekleştirdi. İnsanlar da buna şahit oldular. Mütevazı şahsiyetini bilgiyle, bilinçle ve bizim değerlerimizle yoğurarak geriye kendisinden faydalanılacak ilim ve insanlar bıraktı. Cenazesinde insanlar sel olup aktı. Kendilerini hakkaniyete ve adalete teslim edenlerin, milletinin kutsallarıyla mücadele etmeyenlerin, ülkesine faydalı olmaktan başka ülküsü olmayanların, digergâm olmayı başaranların akıbetleri hayırlı, cenazeleri böyle rağbetli oluyor işte.

1948 seçimlerinde kaymakamlık görevini yürüten Sabahattin Zaim, açık oy gizli tasnif yapıldığı için seçimlere katılmayan halkın yanında yer alır. İçişleri Bakanlığı tarafından, kaymakamlara talimat verilerek seçimlerde oy vermeyenlerin isimlerinin tespit edilmesi istenir. Bu talebi reddeden kaymakamlar arasında bulunan Hoca, görevi bırakır, bu vesile ile de ilmi çalışmalarını hızlandırır. İlerleyen dönemlerde Saraybosna Üniversitesi’nin Kurucu Rektörü ve Sakarya üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nin de kurucu Dekanı olur. 1998-2000 yılları arasında YÖK üyeliğinde bulunur. Naif ve gayretli ömrünü insan yetiştirmekle geçirir.

Hoca’nın vefatının ardından hoş bir vefa haberi okuduk. Adapazarı Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Duran’ın, kendi adını taşıyan Aziz Duran Bulvarı'nın isminin Prof. Dr. Sabahattin Zaim Bulvarı olarak değiştirilmesi için Büyükşehir Belediye Meclisi'ne sunduğu teklif kabul edilmiş. Ne güzel işlerdendir bunlar.

Cenaze namazında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Raşit Küçük’ün dilinden dökülen, “Sabahattin Zaim’in peygamber olmayan bir dönemin sahabesi gibi yaşadığına şahit oldum” cümlesi ne kadar mânidar. Hoca’nın örnek hayatına ve yetiştirdiği insanlara bakar mısınız? Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan, vekil yahut üst düzey bürokrat olmuşlar. Bir de geçtiğimiz günlerde, işleri nihayetlenen YÖK yöneticilerine bakın. İkna odalarının kurucusu yeni vekile bakın. Hele onun Meclis’te yaptığı, “gün olur devran döner” cinsinden açıklamalarına… Çehrelerinden kendileri gibi düşünmeyenlere nefret dökülen insanlardan hayır mı gelir? Bu nasıl bir bilim insanlığıdır? Hayır dua alacakları kaç insan olmuş bugüne kadar? Sahi onlar hayır dua nedir bilirler mi? Bir gün toprağın altında yok olup gideceklerini hiç mi düşünmezler. Aldıkları beddua hayatlarında olmasa bile son yolculuklarında boyunlarına dolanacaktır onların. Lakin hak ile bâtılın tabiatı, aklını başına almayanlar için kaçınılmaz şekilde cereyan etmeye devam edecek. Herkesin burhanı önünde zira. Sabahattin Zaim hakkında birkaç kelam ettiğim şu yazımda, bunları mukayese maksadıyla da olsa anmaktan rahatsızım aslında. Ataları hemşehrim Muhterem Hoca’nın mekânı cennet olsun.

10 Aralık 2007

2007 Mevlana Yılı Etkinlikleri Nasıl Geçti



2007-12-06 19:54:00

Konya’da Mevlana Yılı etkinlikleri halihazırda bir takım programlarla devam ediyor. Yerel bir gazetenin dün itibarıyla web sayfasına düşen anket sonucunu aktardıktan sonra “neler yapılmış” sorusuna cevap olacak birkaç hususu zikretmek niyetindeyim.
Anket sorusu şöyle: “Kamu kuruluşları ve STK’ların 2007 Dünya Mevlana Yılı münasebetiyle Konya’da düzenledikleri etkinlikleri nasıl değerlendiriyorsunuz?”
Katılımcıların % 33,33’ü başarılı, % 44,17’si başarısız, % 22,50’si idare eder demişler. Ankete katılanların değerlendirme ölçüsünü bilemiyoruz.

Dikkatimizden kaçan başka etkinlikler olabileceğini hatırlatarak, Mevlana Yılı’na dair Konya’da ve yurtdışında neler yapılmış ona bakalım.
Büyükşehir Belediyesi 2 milyon YTL’lik bütçeyle 19 ülkede, 65 program gerçekleştirmiş. Ülke ve program sayısı hakkında rivayetler üç aşağı beş yukarı değişiyor. Başkan Akyürek, “Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Konya Büyükşehir Belediyesi’nin yurtdışında 2007 Mevlana Yılı’nı dolu dolu yaşattığını” bir konuşmasında ifade etmişti. Hatta, 2007 Mevlana Yılı kutlamaları çerçevesinde Avusturya’nın en önemli kilisesi olan Votiv’de bir sema gösterisi yapılmış.
MKM’de düzenlenen sema törenlerini bugüne kadar yaklaşık 74 bin kişi izlemiş. Sayı elbette artacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi, kadrolu tek postnişini Mustafa Holat önderliğindeki Sema grubu, 2007 Mevlana Yılı’nda 17 ülkede birçok gösteri sunmuş. Konya’da geçen yılki etkinliklerde sunulan 23 sema gösterisinin bu yıl 33’e çıkmış. Semazenlerin en yoğun yılı 2007 olmuş.
Mevlana Konulu Şiir ve Kompozisyon yarışmaları yapılıp sonuçlandırılmış.
Sergiler açılmış, söyleşiler ve televizyon programları yapılmış.
Bir de, gelenlerin yer bulamayıp da büyük tepkilerine sebep olan Atatürk Stadyumu’ndaki sema gösterilerinden söz etmek lazım. Oradaydık ve olup bitenlerden son derece rahatsız olmuştuk. Bunlara bakılarak, etkinliklerin genelinin sema gösterileri olarak gerçekleştirildiği söylenebilir.
Türkiye’de üretimi yalnız Konya’da yapılan semazen sikkelerine ve Mevlana’nın sözlerinin yazılı olduğu ürünlere yoğun ilgi olmuş. Hiç değilse Mevlana Dergâhı civarında bulunan esnaf umduğunu bulmuştur umarız. Otellerde doluluk oranı %90’ları geçmiş. İhtifal günlerinde konukların yer sorunu yeniden gündem konusu olacaktır. Mevlâna Kültür Merkezi’nde düzenlenecek Şeb-i Arus için bastırılan biletlerin tamamı aylar öncesinden tükenmişti. Vuslat yıldönümü etkinliklerine rezervasyon yaptırmak ve bilet almak için Konya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’ne başvuranların sayısı 100 bini geçerken sadece 17 Aralık gecesi için başvuranların sayısı 7 bine yaklaşmış.

Bunların dışında Galler Prensi Charles’ın Konya ziyareti, bütün etkinliklerden daha çok ses getirdi. Charles nereye gitse başlı başına haber oluyor.

Neler yapılıyor, yapılacak sorusuna gelince, hafta başından itibaren giderek artan bir program yoğunluğu dikkat çekiyor. 4. Uluslararası Mistik Müzik Festivali kapsamında İran, Gürcistan, Azerbaycan, Tunus, Pakistan, Fransa ve Moğolistan'ın ardından Türkiye Nevşehir Hacıbektaş Semah Grubu'nun 10 Aralıkta vereceği konserle bu etkinlik sona erecek. Sema gösterileri ile Ahmet Özhan konserleri hiç olmadığı kadar sıklıkla devam ediyor. Bir ara Ahmet Özhan, 1-17 Aralık arasında gündüz ve gece 33 konser vereceğini ve bunun bir rekor olacağını ifade etmişti.

Uluslararası Mevlâna Sempozyumu 13–14–15 Aralık 2007 tarihlerinde Selçuk Üniversitesi Kültür Merkezi 30 Ağustos ve Malazgirt Salonları’nda gerçekleştirilecek. İhmal edilmemesi gereken etkinliklerden biri de buydu.

“Simyacı” kitabının yazarı Paulo Coelho, şarkıcı Sertab Erener ve kompozitör-piyanist Sabri Tuluğ Tırpan, Mevlana Yılı’nın son etkinliğinde 24 Aralık Noel gecesi, ellerini barış için birleştireceklermiş. Bu etkinlik İstanbul’da yapılacak. Bu tür faaliyetlere kızıp tepki gösterenler de eksik olmuyor.

Etkinlikler, geçmiş yıllara göre kıyaslanmayacak ölçüde yoğun geçti. Ancak bunların Mevlana ve Konya’yı ne ölçüde yansıttığını zaman gösterecektir. Emeği geçenlere teşekkür ediyoruz.







Hayatın Farkında Olanlar

2007-11-29 19:25:00
Sahip olunan her ne ise, onun verdiği güven duygusunun sürekli olacağı zannına dayanarak yaşamanın adı aptallık, bunun faillerine de aptal denebilir. Bu bakımdan “hayatta en emin olmadığım şey, hiçbir şeyden emin olmadığımı bilmemdir” tarzında bir önermenin arkasında durmak tecrübe sahibi olmanın delaletidir.

Hayatın farkında olanlar bilirler ki, insana ev sahipliği yapmaya başlamasından beri yeryüzü, emin olan aptallarla emin olmayan bilenlerin arasındaki çekişmelerin tanığı olmuştur. Onlar bunu hayatta her şeye hazır olmak bilinci ve sonu olmak farkındalığı ile akledederler.

Hayatın farkında olanlar, hadlerini bilmek üzere hayat sürdüklerinden cevr-ü cefaya da bilinçle katlanmayı bilirler. Hayata hazırdır onlar. Geliştirdikleri davranış modellerinin ölçülü başlangıç ve sonuçları vardır. Olayların kendilerini kontrol etmesine izin vermezler. Olayları kontrol edememeleri halinde özgürlüklerinden olacaklarını iyi bilirler. Heveslerinin kaçmasına engel olacak durumları ortadan kaldırırlar. Onları kavrar ve çoğaltırlar. Hayatı sona ermeyecekmiş gibi yaşarken, günün birinde hesapta olmayan sonuçlarla karşılaşanları ibretle hatırlarlar. Aslında hayat, çoğu zaman kendi senaryosuna, hesapta olmayan ancak hesabı altüst eden detaylar koymayı ihmal etmez. Onlar bunu, altüst eden detayların etkilerini görmüş olmalarının farkındalığı ile bilirler.

Hayatın farkında olanlar, anlaşmazlıkları ortadan kaldırmanın yolunun empatiden geçtiğini çoktan kavramış olanlardır. Kendilerini, benzer fikirde olmayanların tartışma ortamlarına atmazlar. Hassas konularda iknayı, iknanın psikolojisini ile kullanırlar.

Hayatın farkında olanlar, bir yol keşfedilmemişse onu kendileri yaparlar. Ulaşılabilir, anlaşılabilir ve başarılabilir hayalleri başkalarında olmayan yöntemlerle geçekleştirirler. Kusur aramanın işe yaramadığını görmüş olarak, çare peşinde bulunurlar. Mükemmel olma çabası süreçlerinde muhtemel başarısızlığın kendilerine öğrettiklerinden ibret alırlar. Başarısızlıkları ile kendilerini kandırmadan yüzleşirler. Diğerleri için fedakarlık, kendi beklentilerinin önünde bulunur.

Hayatın farkında olanlar, çok şeye hazırlıklı durumda bulunurlar. Yoksulluklara, hastalıklara, ölümlere, çaresizliklere karşı muhtemel yıpranmanın seyri onlarda bu sebeple yok edici olmaz. Onlar, karakteri şekillendiren şeyin başa gelenler olmaktan çok onların nasıl karşılanacağı problemini önceden öğrenmişlerdir.

Hayatın farkında olanlar, acil durumlarda gerçek ve ideal kişiliklerini ortaya çıkararak liderliklerini de ispat etmiş olurlar. Yeteneklerini asla küçümsemez ve güçlendirmenin mücadelesini bırakmazlar. Tamamlarlar ve yetenekleri olanlar desteklemekten geri durmazlar. Kaybederken egolarını kontrol altında tutabilirler. İntikam duygusundan arınmışlardır.

Elbette hayatın farkında olmak, bu satırları yazan için de kolay değildir. Bunun başarılması için “her şeyin bir gün nihayetleneceği, yok olup gideceği” bilgisinin içselleştirilmesi gerekecektir. Şu halde hayatın farkında olmak; her an, her şeyin olabilme ihtimalinin akıldan çıkarılmamasından başka bir şey değildir.


Sevgili Öğretmenler Övgüler Sizedir

2007-11-22 19:43:00
Yarın öğretmenler günü.
24 Kasım.
Haklarını hiçbir surette ödeyemeyeceğimiz kıymetli öğretmenlerimizin günü.
Onlar senede bir gün de olsa vefalı öğrencileri tarafından hatırlanacaklar.

Hatırlanmaya değer bulduğunuz bir öğretmeninize ne olur gidin, hatırını sorun. Uzaktaysanız iletişim kurmayı deneyin. Bunları yapamıyorsanız, az da olsa zaman ayırıp okulda okuyan çocuğunuzun öğretmenine içten bir selam verin.

Ya öğrenenin ya da öğretenin tarafında yerini almak ne güzel. Hele öğreten tarafında bulunup da bundan ecirler almak ne kadar kutlu. Çocuk dimağlara şekil verme azminde olmak, genç nesli vatana hayırlı kılmak isteği ne kadar yüce. Emeklerin zayi olmadığını görmek ne kadar kıvanç verici. Onlar işte bunu yapıyorlar.

Hafta içinde, ilkokul öğretmeninin izini süren, okuyup büyük adam olmuş bir hanımefendi telefonla aradı. Öğretmeninin son görev yerinin adını vererek, sesini duymak istediğini, hatta bulursa ziyaret edebileceğini anlattı. Fevkalade duygulandım. Yardımcı olmaktan mutluluk duyacağımı ifade ettim. Üst düzey makamlara gelmiş birinin böyle bir arayışta olacağı aklıma hiç gelmezdi. Gıyabında bu vefa için tebriklerimi sunuyorum.

24 Kasım arefelerinde eğitim camiasının sorunlarını dile getirmek ile onların kıymet bilinesi çalışmalarına övgüler düzmek arasında bocalıyorum. Muhtelif zeminlerde sıkça söz konusu edilmesine rağmen sadra şifa vermeyen sonuçlara bakarak birincisinden vazgeçmek istiyorum. Bu konuyu söyleyecek sözü olanlara bırakmak geliyor içimden. İkincisini her daim yapabilirim kalemimin mürekkebi bitene kadar.

Anadolu’nun ücra köşelerinden, köylerinden, beldelerinden geçerken gözüm hep okul arar. Tek katlı, kimi dışarıdan bakınca bakımlı, kimi ilgi beklediği her halinden belli okullara rastlarım kimi zaman. Memleketinden hayli uzakta genç bir öğretmenin buralardaki mesaisini düşünürüm. Acaba ortamını sevmiş midir, etrafı ile iyi bir iletişim kurabilmiş midir, öğrencilerine heyecanını bulaştırabilmiş midir, kafa yorarım. Mesleğin ilk tecrübelerini bu tür ortamlarda yaşayan özverili öğretmenlerin sohbetini dinlemek doyumsuzdur. Çünkü onlar müfredatı yetiştirme çabasının dışında başka işlerin de muhatabı olurlar. Sobalı evde hiç oturmamış genç hanım öğretmenler kış bastırınca odun kırarlar, ilk defa soba yakma tecrübesi yaşarlar. Üstü başı kir içindeki köy çocuklarına kıyafet aramaya çıkarlar. Çocukların okumasına karşı çıkan insanlarla baş etme gayreti içinde olurlar. Üniversitede okurken akıllarına gelmeyen, coğrafyanın neresinde olduğunu bilmedikleri köylere, kasabalara tayinleri çıkar çünkü. Aday öğretmenlik dönemlerini de şehir yahut ilçe merkezlerindeki okullarda geçirdiklerinden zor bir yerde göreve hazır olmak ihtimali pek düşünülmez nedense. Üstelik onların öğrenciliğinde, zor şartlara nasıl karşı konulabileceğinin dersi de verilmemiştir. Çocuk zihinlerine şekil veren eller, aynı zamanda kendilerinin hayat tecrübelerini de tamamlamış oluyorlar böylece.

Geçen sene Konya Mimarlar Odası’nda, İletişim Fakültesinden bir grup öğrencinin hazırladığı “Çalı” adlı kısa metrajlı bir film seyretmiştim hayranlık içinde. Bütün sahneleri hafızamda çakılı kaldı. Bitlis’in ağacı olmayan bir dağ köyünde, karların altında çalı aramaya çıkan öğrenci velilerinin çabası anlatılıyordu.

Memleketin her yeri böyle değil elbette. Modern imkânların kullanıldığı, donanım açısından yeterli okul sayımız giderek artıyor. Artmalıdır da. Öğretmenler sadece işlerini yapmalılar. Nasıl olsa hayat hem göreve yeni başlayan öğretmenleri, hem de bu tecrübeleri yaşamış diğerlerini durmadan eğitmeye devam ediyor. Ben üzerimde emeği olan değerli öğretmenlerime saygılar sunuyor, muhabbetlerimi gönderiyor ve kendilerine yaraşır eğitim ortamlarındaki mesailerinde başarılar diliyorum.


Sözün Kısası; Kendi Engelini Ortadan Kaldırmak

2007-11-08 19:50:00
Üniversiteden mezun olup hayata tutunma mücadelesi veren genç ve büyük bir nüfusa sahibiz. İş bulma eşiğine kadar okul ortamlarında harcanan emeği sıralamaya kalktığınızda, başınız dönüyor. Öğretimin hemen her aşamasını sınav kaygıları ile geçiren öğrenci ve ailelerin yıpranışını izleyen yeni engeller bitmek bilmiyor.

Okullara ücretli öğretmen olarak atanan, görev süreleri kısıtlı gençlerle zaman zaman sohbetlerim oluyor. Onların çehrelerinden bana yansıyan şeyin umut olmasını ne çok isterdim. Buna rağmen işe yaramaktan, okul ortamlarını tecrübe etmekten şimdilik memnuniyet duymuyorlar değil. En azından öğretim yılının sonuna kadar da olsa bir kimliğe sahipler. Küçük yaşlardan itibaren etliye sütlüye karışmamak uyarılarıyla başlayan büyüme serüvenimiz, bir memuriyete kapağı atmak hedefiyle nihayet buluyor. Bu sebeple “kendim için başka ne yapabilirim” alternatifine kafa yormak zahmetine uzak kalıyoruz. Hayatın nihai amacı elbette dünyalık biriktirmek, bunun için kırıp dökmek olmadığına ve içinde yaşadığımız ortamda yukarıda sözünü ettiğim sebeplerden kaynaklanan fırsat çeşitliliği bulunmadığına göre, geleceği daha güzel inşa etmek için kendimizin farkına varmaktan başka seçeneğimiz kalmıyor. Gençler böyle düşünmeliler. On sene sonra nerede ve nasıl olmaları gerektiğinin planlarını ciddi şekilde akıl süzgecinden geçirmeliler. Bunun ne demek olduğuna dair aile ve çevreyi de kapsayan bir eğitim anlayışından gelmiyoruz. İmkansız saydıklarımız, bize öğretilen ve davranageldiğimiz süreçlerin sonunda imkansız hale geliyor. Başarı, insana bağışlananın değil, kazanılması için mücadele verilenin adıdır oysa.

Hayat görebilene, inanabilene onu doğru kullanabilene fırsatlar tanır. Bunun için kafayı kaldırıp neler yapılabileceğinin hayal kurgusu kâğıt üstünde, söz içinde muhakkak yer bulmalıdır. Anne-babalara açıkçası mühim işler düşüyor.
Muhammet Ali, on iki yaşındayken, komşularının kapılarının zillerini çalıp, böbürlenerek boks maçını nasıl kazanacağını anlatır, komşular bundan çok hoşlanır ve neler olacağını görmek için maça giderlerdi. Aynanın önünde saatlerce prova yapar, idman yapmaktan nefret etmesine rağmen, çektiklerinin karşılığını bir gün göreceğini ve hayatının kalan kısmını bir şampiyon gibi yaşayacağını düşünürdü. Öyle de oldu. Bir olimpiyat, üç de ağır sıklet şampiyonluğu.” Aynanın karşısında, 70’li yılların sosyal hayatını etkileyeceğini elbette düşünmemişti. İnanmak lazım.
Jeff Bezos, e-ticaretin gelecekte piyasalardan önemli paylar alacağına inandığında yıl 1995’ti. Ülkemizde bize has güvensizlik sebebiyle e-ticaret henüz oturmuş değil. Yeterince kullanıcı da var aslında. Amazon.com, 1995’te bir milyon kitap satışına ulaştı. 2000 yılı rakamları 18 milyon ürünü gösteriyor. Kitap değil sadece. Risk almadan fayda olmuyor. Bizde bu riski göze alanlar, meyvelerini toplamaya başladılar bile.
Michael Jordan, lisede basketbol takımından ihraç edildi. Bill Gates, okuldan ayrıldı. Henry Ford’un, 1903 yılında ilk arabasını satmadan önce cebinde 223 doları vardı. Teksaslı bisikletçi Lance Armstrong’un, kanseri yenmedeki azmi ve yaşama çabasını duymayanımız yok. Venus ve Serena Williams kardeşler büyük turnuvaları, babalarının kendilerine her gün altı saat boyunca attığı tenis topunu karşılayarak başarıya ulaştılar.

Bu örneklerin ecnebi oluşunun, aynı şartların bizde olmayışının vs. itirazını işitir gibiyim. İnsan her yerde aynı. Türkiye’de cep telefonu ve servis sağlayıcı piyasasının neredeyse ülke nüfusunun üçte birini ilgilendireceğini 10 sene önce kim söyleyebilirdi. Bizde de sıfırdan kotarılmış başarı örnekleri çok. Bir başka yazımızda buna değiniriz.

İki kişi bir araya geldiğimizde şikayeti odak konusu yapmayı huy edinmiş bir toplumuz. Ne yapılması gerektiğini düşünerek icraata geçince bir şeylerin kıpırdayacağını fark ettireceğimiz genç bir nesil için ilk görev aslında bizim. Değilse konunun muhatabı doğrudan kendinizsiniz. Unutmadan: Çuvaldız bana…

17 Kasım 2007

Bilad-ı Rum’dan Bilad-ı Şam’a (Anadolu'dan Suriye'ye)

-İlk Hava Şehitlerimiz. Ruhunuz şâd olsun.-

2007-11-03 00:16:00

Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi’nin “Yazılacak Çok Şeyimiz Var” gezilerinin bu seneki ilk yurt dışı etkinliği 26-29 Ekim 2007 tarihleri arasında Suriye’de gerçekleşti. Katıldığım gezilerin içinde ayrı bir yeri olan bu gezi hakkında nasıl ve nereden başlasam soruları arasında kalakaldığımı itiraf etmem gerekiyor. Bir Suriyelinin hayatı boyunca belki de görme fırsatı bulamayacağı şehirleri, ovaları, dağları, antik yerleşim alanlarını ve Müslümanlar yahut gayri Müslimler için hususiyet arz eden ziyaret mahallerini bu kısa süre içinde görebilmek ve bir sonraki mekâna zamanında ulaşabilmek telaşı bizi yorsa da, buna değdi. Gördüğüm yerleri kelimelerle, cümlelerle izah etme gayretim yetersiz kalacaktır, bunun farkındayım. Bunun dışında, son derece seçkin bir topluluk ile birlikte aynı ortamı paylaşmak ve yeni insanlarla tanışmak gezinin güzelliklerinden detaylar olarak hafızamdan silinmeyecek.
Fotoğraf ve gezi notlarımın yardımıyla Suriye’de geçirdiğim birkaç günü paylaşmanın keyfiyle….

Konya, 26.10.2007
Yolculuğumuz ikindi sonrası bir aksilik olmadan başlıyor. Pozantı’da kısa bir molanın ardından bize katılan diğer otobüslerle gecenin karanlığına ve Toros Dağları’na karışıyoruz. Cilvegözü sınırındaki rutin işlemler sebebiyle yaklaşık bir saatlik bekledikten sonra Suriye topraklarına giriyoruz.

Humus, 27.10.2007, 06:30
Namaz için büyük Komutan Halid b. Velid’in medfun bulunduğu camiye giriyoruz. Birazdan gün ağarıyor. 1,5 milyonluk şehirde hayat yavaş yavaş canlanmaya başlıyor. Cami çıkışında, tezgâhını henüz açmış olan salepçiden, Başkan Ahmet Köseoğlu’nun ikram ettiği sıcacık saleplerimizi yudumluyoruz. Humus, turizm açısından pek cazip bir şehir değil. Halep’i hariç tutarsak, Suriye şehirleri arasında düzgün bir yapılaşma göze çarpıyor. Şam karayolu hattında, Asi Nehri’nin imkânlarını kullanan Humus, bir tarım şehri gibi görünüyor. Rehberimiz, buranın hanımlarının güzelliği ve iyi ahlakıyla bilindiği malumatını veriyor. Şam’a 80 km. daha var. Kamyoncuların daha fazla uğradığını düşündüğüm Mercan adlı bir tesiste kahvaltı yapıyoruz. Yol boyunda gördüğüm yerleşim alanları, bana Güneydoğu’da olduğum hissini veriyor. Ayrıca güzergahta kışlalar ve otobüsümüzün solladığı askeri araçlar dikkatimi çekiyor. Geçip gittiğimiz duble yol kenarlarına ağaç dikmeyi ihmal etmemiş insanlar.
Şam, 10.20
Şam’a ulaşıyoruz. Bir hayalim gerçek oluyor. Bağdat bana hep bir masal diyarını çağrıştırır. Henüz gördüğüm Şam da öyle. Ne tecrübe edeceğim hiç önemli değil. Hafızamdaki Bağdat gibi, Şam’ın büyüsünü bozmaya niyetim yok.

-Kasyun Dağı'ndan Şam'ın genel görünümü-

Bilad-i şam… Lübnan, Ürdün, Suriye ve Filistin topraklarına kadim tarihin verdiği isim. Şam kelimesinin gerçek anlamını bilen yok. Aramilerin, İbranilerin, Romalıların, Bizansın, İslam dönemlerinde Emevilerin, Abbasilerin, Atabeylerin, Memlukluların, Selçukluların ve nihayet Osmanlı’nın beldesi. Yabancılar Damascus diyorlar. Buraların yerlisi ise Dımışk veya Dımeşk. Eski ve yeniyi, muhtelif din ve inançları bir arada bulunduran kendi halinde bir şehir Şam.

-Hz. Hüseyin'in kızı Zeyneb Külliyesi'nden. -

Hz. Ali’nin kızı, Şehid Hüseyin’in kız kardeşi Seyyide Zeyneb türbesindeyiz. Külliye, 1992 yılında İran tarafından elden geçirilmiş. Örneklerini sadece şia ağırlığı olan şehirlerde görebileceğimiz aşırı süslü bir mimari göze çarpıyor. Azerilerin bir kısmının ve İran’dan gelen ziyaretçilerin doldurduğu türbede ağıttan başka bir şey duyulmuyor. Avlunun bir yerinde yükselen ağıtlara dikkat kesiliyor, o tarafa yöneliyorum. Ağıt işinden ekmek parası çıkardığı anlaşılan bir zat, Azeri Türkçesiyle orada bulunan kadınlı-erkekli grubu gözyaşlarına boğuyor. Hıçkırıklar birbirine karışıyor. Elimizde kamera ve fotoğraf makineleri ile onları görüntülememizden rahatsız olmuyorlar. Türbe içinde de, bizim inanç gereği iltifat etmediğimiz işler oluyor. Cümle kapısından girilirken kapı eşikleri, pervazları öpülüyor, Zeyneb’in türbesini kuşatan gümüş kaplamalara eller güzler sürülüyor. Kerbela ve Bağdat’ta ilk defa görüp şaşkınlıktan kurtulamadığım birtakım ayinlerin benzerleri, orada gördüklerim kadar aşırı olmasa da, burada da yapılıyor. İran devleti, buranın kubbe düzenlemesi için tam 5 ton altın kullanmış. İfrat-tefrit, külliyeye girer girmez kendini belli ediyor.

Kalacağımız Ebla Cham Palace oteline yerleşiyor, iki saatlik dinlenmenin ardından şehir turumuza Türkmen rehberimiz Halid eşliğinde başlıyoruz. Programın ilk adımında sahabeler başta olmak üzere, birçok mühim eşhasın kabirlerini ziyaret edeceğiz. Önümüze ilk çıkan, ünlü İslam bilgini Hafız İbn Asakir’in küçük bir park içinde fakat ne yazık ki etrafı çöplükten geçilmeyen kabri oluyor. Şam sokaklarının da mütemadiyen temiz olduğunu söylemek zor. Peygamber Efendimiz’in eşleri Ümmü Habibe ve Ümmü Seleme’nin makamlarına uğruyoruz. Suriye genelinde, dinimizin müstesna şahıslarının kabirleri kadar makamları da var. Zeynel Abidin oğlu Abdullah ve peygamberimizin Müezzini Abdullah Ümmü Mektum türbeleri ile aynı alanda bulunan ve Kerbela’da şehid edilen 16 şehidin başının gömülü olduğu türbeleri ziyaret ediyoruz. Kerbela şehitlerine, Sünnilerden daha çok İranlı Müslümanlar rağbet ediyorlar. Fotoğraf çekmek için ne zaman oyalansak grubumuzu gözden kaybediyoruz. Türbe avlusunda, Kerbela şehitlerinin başlarının yıkandığı ve insanı ürperten dairesel bir havuz bulunuyor. Yezid ismi, zihinlerimizde bir kez daha cehennemi çağrıştırıyor. Allah masumlara rahmet etsin, şefaatçi eylesin.

-Ekibimizle Şam Süleymaniye Camii Avlusunda-

Ata yadigarının en güzel örneklerinden olan Süleymaniye Külliyesine geçiyoruz. Burayı Mimar Sinan 1554 yılında Kanuni’nin emriyle yapmış. İki yıl sonra da camiye bir medrese eklenmiş. Büyük Sinan’ın kalfalık eseri olan camide bugünlerde restorasyon çalışmaları yapılıyor. Ziyarete kapalı olduğu için içeriye giremiyoruz. Camiye bitişik çarşı içinde turistik eşya satan dükkânlar bulunuyor. Diğer tarafta ise Türk ziyaretçilere özel olarak açılan bir Osmanlı mezarlığı bulunuyor. Gruplar halinde içeriye alınıyorsunuz. 1926 yılında İtalya’nın San Romeo şehrinde vefat eden son Padişah Vahdettin ile diğer Osmanlı sultanlarının yakınlarına ait kabirler bulunuyor. Hüzünden başka bir şey değil gördüklerimiz. Üzerine bir şey yazmaya yüreğim izin vermiyor. Türkmen olduğunu zannettiğim görevli, tek tek mezarların kime ait olduğu hakkında bilgiler veriyor. Süleymaniye Camii önündeki havuzun kenarında bir Şam hatırası fotoğrafı çekiyoruz.

-Şam'da Muhyiddin-i Arabi Camii. (İbn Arabi, Sadreddin Konevi'nin üvey babasıdır)-

Sonraki güzergâhımız Şam’ın kenar mahallelerinden birinde yer alan Muhyiddi-i Arabî Camii. İkindi ezanı okunuyor. Mahalle ve esnaf eşrafıyla birlikte saf tutuyoruz. Namazın bitiminde bir el musafaha için uzanıyor. Önce Allah kabul etsin diyen biri diye düşünüyorum. Benden daha genç biri yanımdaki. Nerden geldiniz diye soruyor temiz bir Türkçe ile. Ne güzel şeydir bu. Türkmenmiş ve mahallede manifatura dükkanı varmış. Ordan burdan kırk yıllık ahbap gibi sohbet ediyoruz. Cami çıkışı topluluk kısa bir süre için dağılıyor. Tipik bir Osmanlı bedesteninde gezer gibiyiz. Manavın birinden, yollarda kamyonetlerle taşınırken gördüğümüz çok iri taneli, pembe ve bizim Konya’nın alediriz üzümüne benzeyen üzümden alıyoruz. Harika bir tadı var. Bu gezinin içinde keşke Suriye tarlasının, bağının, köyünün de yeri olsaydı diye düşünüyorum.

Buradan ünlü Kasyun Dağı’na çıkıyoruz. Kabil’in Habil’i burada öldürdüğüne dair mitolojik bir rivayet ortalıkta dolaşıyor. Şam’ın bir cephesi burada bittiği için bütün şehir gözümüzün önünde. Tam seyirlik. Söylendiğine göre, Kasyun Dağı eteklerinde Türkiye’de şapka inkılabına karşı çıkıp şapka giymeyi reddedip buralara göç eden Türkler oturuyorlarmış. Gezimiz anormal bir hız ve otobüsün önünden arkaya doğru ilerleyen “daha gelmeyen mi var” nidalarıyla devam ediyor. Böyle olması kötü elbette. Mesela, madem ki buralarda Türkler varmış, o halde niçin bunlardan birini bulup meselenin aslını öğrenmiyoruz? 400 rakımlık Kasyun’a ait diğer söylentilere göre, Hz. İbrahim oğlu İsmail’i burada kurban etmek istemiş, Hz. Meryem İsrailoğulları’ndan kaçarken kucağında İsa ile bu dağa sığınmış.

Şam’a geri dönüyor ve Şam Tren garı’nın merdivenlerinde fotoğraf çekiyoruz. Daha doğrusu iki kolum bileklerime kadar sürüyle fotoğraf makinesi o işi ben yapıyorum. Meraklı gözler bizi izliyor. Nerden geldiğimiz pek aşikâr. Sultan Abdulhamid cenetmekanın büyük vizyonundan ortaya çıkmış Hicaz Demiryolu’nun önemli duraklarından biri burası. Balkon olarak düzenlenmiş üst katına çıkıp geziyoruz. Şam Mevlevihanesi garın çaprazında. Büyük caddeyi geçiverince karşıda. Ah Osmanlı, vah Osmanlı demekten başka dilimden söz çıkmıyor.

Akşam yemeğini pek hoş bir mekanda, el-Kariye’de yiyoruz. Yorgunluğumuz bir parça yok oluyor. Ardından bitişiğindeki modern çarşıya dalıp ürünleri inceliyor, orta yerdeki buz pistinde kayan çocukları seyrediyoruz.

Busra, 28.10.2007
Uzun bir yolculuk bekliyor. Şam’a 130 km. kadar güneyde, Ürdün sınırındaki antik Busra’ya gidiyoruz. Busra muazzam bir Roma şehri. Selçuklu ve memluk ilaveleriyle zamanının büyük yerleşim yerlerinden biri olmuş. Busra’yı bizim için mühim hale getiren ise, Peygamber Efendimizin çocukluğunda amcası Ebu Talip ile buraya gelmiş olması. Bahira adındaki rahip, ondaki peygamberlik nişanelerini fark ettikten sonra, amcasını uyarıp geri göndermişti. Antik yerleşim alanının girişinde yer alan kapalı bölümde, Peygamber Efendimizin devesinin ayak izleri bulunuyor. Bursa gezmekle bitecek gibi görünmüyor. Benim içinse bulunmaz bir yer. Fotoğraf makinemin başına bir şey gelmesinden başka bir endişem yok. Öğleye doğru tekrar Şam’a doğru yola koyuluyoruz.

-Şam Ümeyye Camii-

Emeviye veya Ümeyye Camii… Burayı anlatmak için bir gün yeter mi hiç?
Şam’ın sembolü Emeviye Camii. Vaktiyle bazilika iken 705 yılında Enevi Halifesi Velid b. Abdilmelik tarafından camiye çevrilmiş. Müslümanlar ana kapıdan, yabancılar diğer kapıdan giriyorlar. Muhteşem bir avlu karşılıyor bizi. Sol tarafta Hz. İsa’nın kıyamete yakın zamanda ineceği söylentilerinin dolaştığı Ak Minare bulunuyor. Cami içinde Yahya peygamberin kabri ile –makam değil-, İmam Hüseyin’in Kerbela’da yezidin adamları tarafından kesilen başının defnedildiği bir bölüm mevcut. Bizim şaşkınlıktan atladığımız, Hz. Hud makamı, Hz. Hızır makamı ve Zeynel Abidin makamı da burada. İmam-ı Gazali İhya’sını burada yazmış. Kıblesinde dört mezhebi temsilen dört mihrap yer alıyor. Avluda 8 sütun üzerine yükselen bir hazine kubbesi de bulunuyor. Abbasiler döneminde kamu hazinesi burada korunmuş. Bediüzzaman Said Nursi, 1911 yılında Şam Hutbesi’ni burada irad etmiş. 7000 metrekarelik külliyede bulunan ünlü kumandan hükümdar Selahaddin Eyyubi türbesine gidip dualarımızı gönderiyoruz. Türbe avlusunda ilk Türk hava şehitleri Üsteğmen Nuri, Yüzbaşı fethi ve Üsteğmen Sadık’ın birbirine bitişik mermer sanduka ile örtülmüş kabirleri bulunuyor. Mezar taşlarının üstündeki ay yıldız heyecanlandırıyor bizi. O kadar çok ziyaret alanı var ki, nereye gideceğimiz konusunda tereddüt içinde kalıyoruz hep. Rehberimiz Mehmet Nuri Bey’in peşinden ayrılmıyoruz küçük ekibimizle. Hz. Hüseyin’in kızı Seyide Rukiye Camii’ne uğramayı ihmal etmiyoruz. Sonra külliyeye ve Hamidiye çarşısına bitişik bir kütüphaneye uğruyoruz. Sultan Baybars, etrafı kitaplarla çevrili salonun tam ortasında yatıyor. Hiç görmemiştim böyle bir şeyi. Çarşının kuzey kısmından dışarıya çıkıp rehberimizin ikramı olan haşlanmış mısırları afiyetleyip bir program yapıyoruz. Ana caddeye çıkmadan sol tarafta bulunan Sahabe Ebud-derda Hazretlerinin içinde medfun olduğu camiyi ziyaretten sonra, iki taksi ile pazarlık ettikten sonra Kasyun Dağı eteklerine tırmanıyoruz. Şam’ın dar sokaklarında trafik felç. Taksi, geçemez dediğimiz yerlerden bir fare çevikliğiyle ilerliyor. Yanlış girilen sokakların maliyeti bize pahalıya patlıyor. Taksiciden ilk Suriye kazığını yiyoruz.

-Mevlana Halid-i Bağdadi Külliyesi-

Nihayet, M. 1779 yılında Irak-Süleymaniye’de dünyaya gelen Mevlana Halid-i Bağdadi türbesine ulaşıyoruz. Bizden başka, ekipten gelen yok buraya. Avluda bir matem havası var. Teypten Kur’an okunuyor. Türbedarın kardeşi vefat etmiş. Rehberimiz Mehmet Nuri Bey ile birbirlerine sarılıyorlar. Kasyun dağı kadar yukarıda olmasak da, şam yine ayaklarımızın altında. Türbenin ön kısmı tamamen mezarlık. Büyük bir maceradan sonra Şam’ın merkezine dönmeyi başarıyoruz. Akşam yemeği için el-Kariye kadar modern, harika güzellikteki İndia Gate’de mola veriyor, Hama’ya doğru yola çıkıyoruz.

Hama, 29.10.2007
Geceyi Apamee Cham Oteli’nde geçiriyoruz.
Dönüş sayılır artık. Hama, Suriye’nin dördüncü büyük şehri ve 5000 yıllık. Asi Nehri şehrin içinden geçiyor. Hama, kale demekmiş. Hama’yı ünlü kılan iki şey var. Biri bilenlerce malum Hama Katliamı, diğeri de Su değirmenleri, daha doğrusu dolapları. Yunus Emre’nin, adına şiir söylediği dertli dolaplar bunlar. Bu sebeple Hama’ya Medinetün-nevair, Su Dolabı Şehri de denmiş tarihte. Dünyanın en eski su değirmenlerinden sayılan 17 adet dolap bulunuyor. Zaman kısıtlılığı sebebiyle bunlardan ayak altındaki iki tanesini görüyor ve topluca fotoğraf çektiriyoruz.

Aynı gün, Halep
Halep, son durağımız. Sınırımıza 60 km. mesafede ve 4,5 milyon nüfusa sahip. Neredeyse her yeri Osmanlı olan Halep’in bizim büyük şehirlerimizden pek farkı yok. Arapça dışında Türkçe, Ermenice ve Fransızca konuşuluyor. Halep sokaklarında gezerken küçük öğrencilerin Fransızca biliyor musun sorularıyla karşılaşabilirsiniz.

-Halep Kalesi'nden şehrin kuzeyi-

Halep’te kaleyi görmemek, İstanbul’a gidip de, Süleymaniyeyi görmemekle aynı. Doğal bir tepeye kurulmuş olan kale şehirden 50 metre yükseklikte. Vaktiyle, sonradan Yunan tapınağına çevrilmiş bir Hitit Tapınağı varmış burada. 10. yüzyılda Hamedani döneminde Seyf ed-devle kaleyi haçlılara karşı sağlam hale getirmiş. Şu anda kale dışında yenileme çalışmaları yapılıyor. Kaleye çıkarken adeta dev bir su kemerinin üstünden geçiyorsunuz. Zamanında kalenin içinde 10 bin kişinin yaşadığını duymak benim için çok şaşırtıcı oldu. Kale uçlarından Halep’in bir kısmını seyretmek mümkün. Tıpku Şam’da olduğu gibi Halep’in dar sokaklarında zamana yolculuğa çıkıyoruz. Yolumuza ünlü Bimarhane çıkıyor. Hani şu ortaçağda akıl hastalarının yakıldığı dönemler vardır ya. İşte o dönemlerde bu bimarhanede su ve musiki ile hastalar tedavi edilmiş. Memluk Valisi Argun el-Kamil’in eseri Bimarhane çok güzel bir yapıya ve avluya sahip. Avluya bakan küçük hücrelerde şimdi ünlü İslam bilginlerinin mumyalarını görüyor ve kapı girişlerine asılmış levhalardan kimliklerini öğreniyoruz.

Adını Zekeriyya Peygamberden alan muhteşem bir cami var Halep Kapalı Çarşısı’na bitişik. Şehrin tam merkezinde. Ulu Camii de deniyor. Yapımına Emevi Halifesi Velid b. Abdulmelik zamanında başlanıp, 715-717’de Halife Süleyman zamanında tamamlanmış. Cami içerisinde Hz. Yahya’nın babası Zekeriyya peygamber’e ait türbe bulunuyor.

Ekibimiz dağınık halde Halep’te dolaşıyor. Sokaklarının 10 kilometreden fazla olduğu söylenen Halep Çarşısı 15. yüzyılda yapılmış. Burada alışveriş yapıyor, esnafla pazarlıklara tutuşuyoruz. İstediğiniz her şeyi burada bulmanız mümkün. Okuldan çıkan çocuklarla fotoğrafla çekiyoruz.

Akşam yemeğini çok bakımlı, son derece güzel Ford tesislerinde yedikten sonra, 20.30’da Halep’ten Türkiye’ye doğru yola çıkıyor ve 22.00’de Cilvegözü sınırına ulaşıyoruz.

Suriye anlatılması zor bir yer. Gitmeniz, görmeniz, yaşamanız lazım. Gidin ve görülmedik yer bırakmayın. Şam’da bir ev sahibi olup kış aylarını orada geçirmenin hayalini bile kurabilirsiniz. Piyasa ucuz, insanları cana yakın. Son günlerde gelişen Türkiye-Suriye ilişkileri, halkların yakınlaşmasına vesile olmuş. Darısı diğer komşuların başına.


16 Kasım 2007

Tarihi Demiryolu Canlanıyor mu


2007-11-15 19:31:00

Gazetelerden öğrendim. Hicaz Demiryolu, İstanbul-Mekke Demiryolu oluyormuş. Tarihimize, ecdadımıza, şimdi bizim olmayan büyük coğrafyamıza hürmetimden, sevindirik oluyorum böyle projelerin yeniden hayata geçirileceğini okuyunca.

Hicaz Demiryolu ifadesi Osmanlı’yı çağrıştırdığı gerekçesiyle, Arap yetkililerini huylandırmış. Bu sebeple 99 yıllık Hicaz Demiryolu’nun adı İstanbul-Mekke Demiryolu olarak değiştirilmiş. Böyle olunca güzergâhtan başka bir şey mi murad edilecek, anlamak zor. Mühim olan isim değil zaten. Yolun hangi amaçlara hizmet edecek oluşu. Suriye ve Ürdün’ün de desteklediği projenin bir sorunu var. Suudi yetkililer şayet başka takıntıları dayatmayacak olur ve onay verirlerse hayata geçirilebilecek. Başkalarına yapamadıklarını kendi dindaşlarına yapma konusunda umarız aklı başında olurlar.

İstanbul-Mekke Demiryolu Projesi, İstanbul’dan başlayıp Türkiye’de İstanbul, Ankara, Konya ve Adana’dan geçtikten sonra, Suriye’de Halep, Şam ve Deraa boyunca ilerliyor. Ürdün’de Amman’dan geçecek olan demiryolu hattı, Suudi Arabistan’da Kurayyat, Hail ve Medine hattını izleyerek Mekke’de son buluyor.

İstanbul-Ankara, Ankara-Konya Hızlı Tren Projeleri tamamlanıp Konya, Karaman ve Adana (Suriye sınırına kadar olan) demiryolu hattı da modernize edilirse, İstanbul’dan sınıra kadar hacı adaylarını seri bir yolculuk beklemiş oluyor böylece. Normal şartlarda, demiryolu taşımacılığının hesaplı, güvenli ve rahat oluşu sadece hac yolcularını değil, ticaret erbabı ile gezginlerin de işini kolaylaştıracaktır. Trafik kazalarında kaybettiğimiz can ve mal göze alındığında, demiryolu taşımacılığının diğer ulaşım araçlarına göre güvenli oluşu gerçeği konusunda söylenecek bir şey de yok. Başından bir trafik kazası geçmeyen, bu konuda hikâyesi olmayan tek bir vatandaşımız yok nerdeyse.

Ağustos sonunda Toros Expresinin son durağı olan Gaziantep’e kadar yolculuk etmeyi göze almış biri olarak, demiryollarında zaruret sebebiyle seyahat eden insanımızın söyleyecek çok sözü olduğunu iyi biliyorum. İstanbul-Gaziantep hattında hiç okumadığınız kadar gazeteler, dergiler okuyabilir, orta hacimli bir kitap bitirebilir, insanlara dair gözlemler yapabilir hatta kafanız basıyorsa uzun vadeli hayaller bile kurabilirsiniz. Canınızın çıkmak üzere olduğu hususunu geçiyorum. Pozitif olmak lazım ne de olsa!

İşler yolunda giderse, 2012 yılında tamamlanması umulan demiryolu, bizim hat güzergâhındaki ülkelerle aramızdaki türlü mesafeleri de ortadan kaldırmış olacak. Suriye’ye geçen haftalarda yaptığımız gezi notlarımızda bunlardan keyifle bahsetmiş, Hicaz Demiryolu’nun önemli duraklarından Şam İstasyonu’nda nasıl heyecanlandığımızdan dem vurmuştuk. Üstelik ata yadigarı tren garının kapısından çıkınca caddenin karşısına düşen Şam Mevlevihanesi’ni görüyorduk. Proje tamamlanırsa bu hattın ilk yolcularından biri olmayı şiddetle istiyorum. İlk istasyonda binip son istasyonda inen biri olarak da değil.

Bu projenin dışında, ülkeler arası iki ayrı demiryolu hattı da gündemde. Hafta içinde Türkiye’ye gelen Gürcistan heyeti ile Kars-Tiflis-Bakü demiryoluna ilişkin görüşmeler yapıldı. Diğeri de, Türkiye’yi İran üzerinden Türkmenistan’a bağlayacak demiryolu projesi. Bu projelerin gerçekleşmesi, ticaret ve kültürel etkileşimin gelişmesine imkân verecek, insanımızın gözünün açılmasına vesile olacaktır.


Sözün Kısası; Kendi Engelini Ortadan Kaldırmak


2007-11-08 19:50:00
Fotoğraf için not: Bunu Şam'da Hamidiye Çarşısı çıkışında görüntüledim. Ne amaçla yapıldığı konusunda bir fikrim yok. Aleacele Mevlana Halid'e gitme telaşındaydık. Durup deklanşöre bastım o kadar. İş bulamayan genç okumuşlarımız böyle bir işyeri! açabilirler demeye getirmiyorum.
Kendi engelini bir şekilde aşma gayretinde birinin çabası...

Üniversiteden mezun olup hayata tutunma mücadelesi veren genç ve büyük bir nüfusa sahibiz. İş bulma eşiğine kadar okul ortamlarında harcanan emeği sıralamaya kalktığınızda, başınız dönüyor. Öğretimin hemen her aşamasını sınav kaygıları ile geçiren öğrenci ve ailelerin yıpranışını izleyen yeni engeller bitmek bilmiyor.

Okullara ücretli öğretmen olarak atanan, görev süreleri kısıtlı gençlerle zaman zaman sohbetlerim oluyor. Onların çehrelerinden bana yansıyan şeyin umut olmasını ne çok isterdim. Buna rağmen işe yaramaktan, okul ortamlarını tecrübe etmekten şimdilik memnuniyet duymuyorlar değil. En azından öğretim yılının sonuna kadar da olsa bir kimliğe sahipler. Küçük yaşlardan itibaren etliye sütlüye karışmamak uyarılarıyla başlayan büyüme serüvenimiz, bir memuriyete kapağı atmak hedefiyle nihayet buluyor. Bu sebeple “kendim için başka ne yapabilirim” alternatifine kafa yormak zahmetine uzak kalıyoruz. Hayatın nihai amacı elbette dünyalık biriktirmek, bunun için kırıp dökmek olmadığına ve içinde yaşadığımız ortamda yukarıda sözünü ettiğim sebeplerden kaynaklanan fırsat çeşitliliği bulunmadığına göre, geleceği daha güzel inşa etmek için kendimizin farkına varmaktan başka seçeneğimiz kalmıyor. Gençler böyle düşünmeliler. On sene sonra nerede ve nasıl olmaları gerektiğinin planlarını ciddi şekilde akıl süzgecinden geçirmeliler. Bunun ne demek olduğuna dair aile ve çevreyi de kapsayan bir eğitim anlayışından gelmiyoruz. İmkansız saydıklarımız, bize öğretilen ve davranageldiğimiz süreçlerin sonunda imkansız hale geliyor. Başarı, insana bağışlananın değil, kazanılması için mücadele verilenin adıdır oysa.

Hayat görebilene, inanabilene onu doğru kullanabilene fırsatlar tanır. Bunun için kafayı kaldırıp neler yapılabileceğinin hayal kurgusu kâğıt üstünde, söz içinde muhakkak yer bulmalıdır. Anne-babalara açıkçası mühim işler düşüyor.

Muhammet Ali, on iki yaşındayken, komşularının kapılarının zillerini çalıp, böbürlenerek boks maçını nasıl kazanacağını anlatır, komşular bundan çok hoşlanır ve neler olacağını görmek için maça giderlerdi. Aynanın önünde saatlerce prova yapar, idman yapmaktan nefret etmesine rağmen, çektiklerinin karşılığını bir gün göreceğini ve hayatının kalan kısmını bir şampiyon gibi yaşayacağını düşünürdü. Öyle de oldu. Bir olimpiyat, üç de ağır sıklet şampiyonluğu.” Aynanın karşısında, 70’li yılların sosyal hayatını etkileyeceğini elbette düşünmemişti. İnanmak lazım.

Jeff Bezos, e-ticaretin gelecekte piyasalardan önemli paylar alacağına inandığında yıl 1995’ti. Ülkemizde bize has güvensizlik sebebiyle e-ticaret henüz oturmuş değil. Yeterince kullanıcı da var aslında. Amazon.com, 1995’te bir milyon kitap satışına ulaştı. 2000 yılı rakamları 18 milyon ürünü gösteriyor. Kitap değil sadece. Risk almadan fayda olmuyor. Bizde bu riski göze alanlar, meyvelerini toplamaya başladılar bile.

Michael Jordan, lisede basketbol takımından ihraç edildi. Bill Gates, okuldan ayrıldı. Henry Ford’un, 1903 yılında ilk arabasını satmadan önce cebinde 223 doları vardı. Teksaslı bisikletçi Lance Armstrong’un, kanseri yenmedeki azmi ve yaşama çabasını duymayanımız yok. Venus ve Serena Williams kardeşler büyük turnuvaları, babalarının kendilerine her gün altı saat boyunca attığı tenis topunu karşılayarak başarıya ulaştılar.

Bu örneklerin ecnebi oluşunun, aynı şartların bizde olmayışının vs. itirazını işitir gibiyim. İnsan her yerde aynı. Türkiye’de cep telefonu ve servis sağlayıcı piyasasının neredeyse ülke nüfusunun üçte birini ilgilendireceğini 10 sene önce kim söyleyebilirdi. Bizde de sıfırdan kotarılmış başarı örnekleri çok. Bir başka yazımızda buna değiniriz.

İki kişi bir araya geldiğimizde şikayeti odak konusu yapmayı huy edinmiş bir toplumuz. Ne yapılması gerektiğini düşünerek icraata geçince bir şeylerin kıpırdayacağını fark ettireceğimiz genç bir nesil için ilk görev aslında bizim. Değilse konunun muhatabı doğrudan kendinizsiniz. Unutmadan: Çuvaldız bana…

03 Kasım 2007

Şam Tren Garı’nda

2007-11-02 11:30:00
Seneler evvel Medine Tren Garı’nı görmek nasip oldu. Birkaç gün evvel de Şam Tren Garı’nı. İstanbul’un Haydarpaşa’sı ile zaman zaman önünden geçtiğim Konya Tren Garı’nı bunlarla bir araya getirdiğimde Hicaz Demiryolunun diğer uğrak yerlerinin tamamını görmüş gibi oluyorum.

Şam’daki ata yâdigarı Tren Garı, Şam Mevlevîhanesi’nin çaprazına düşüyor. Binanın muhteşem yapısı, iç mekânın görkemli görüntüsü ile bütünleşmiş bir halde bizi doğrudan cennetmekân Abdulhamid Han’a götürüyor. Geniş sayılabilecek salon içerisinde şimdilerde kitap, dergi satılıyor. Binanın, dört bir tarafı balkon şeklinde düzenlenmiş üst katına, oradan da cadde ve Mevlevihaneye bakan balkonuna çıkıp “iç geçiriyorum”.

Hicaz Demiryolu, Osmanlı’nın son döneminin gerçek olan büyük bir rüyasıydı. Balkanlardan Arap yarımadasına kadar sahip olduğu toprakların her adımına anıt eserler diken büyük Sultan, hatıratına şunları yazmış: “Çok eskiden beri hayâl ettiğim Hicaz demiryolu nihayet hakikât oluyor. Bu yol Osmanlı Devleti için sadece iktisadi bakımdan büyük fayda getirmekle kalmayacak, aynı zamanda oradaki kuvvetimizi sağlamlaştırmaya da yarayacağından, askeri bakımdan da çok ehemmiyetli olacaktır..” Tahta çıkışının 33. yıldönümü olan 1 Eylül 1908 tarihinde, resmi bir törenle bütünüyle işletmeye açılan demiryolunun önemli ayaklarından olan Şam Garı’nın önündeki merdivenlerde, kaldırımlardan geçmekte olan kalabalıkların meraklı bakışları arasında geziye katılan topluluğun fotoğrafını çekiyorum. Adeta, cihan hâkimiyeti mefkûresini yanımıza alarak buraların gerçek sahipleri geldi demek istiyoruz. En azından şahsım adına böyle düşünüyor, seyahatimize iştirak eden güzide topluluğun da bu kanaatte olduğunu zannediyorum.

Demokrasi getirmek iddiasıyla masumların topraklarından hürriyet çalanlar ile sadece şu gördüğüm yapıyı tesis eden adamlığı mukayese etmekten ar ediyorum. Hicaz Demiryolu inşaatı sırasında çok sayıda köprü, tünel, istasyon, gölet, fabrika ve çeşitli binalar, küçük büyük 2666 adet kâgir köprü ve menfez, 7 gölet, 7 demir köprü, 9 tünel, Hayfa, Der’a ve Maan’da 3 fabrika, lokomotif ve vagonların tamir edildiği büyük bir imalathane inşa edilmiş. Medine istasyonunda bir tamirhane, Hayfa’da bir iskele, büyük bir istasyon, ambarlar, dökümhane, işçilere mahsus binalar, boruhane ve işletme binası, bir otel, Tebuk ve Maan’da birer hastane, 37 su deposu yapılmış. Abdülhamid Han, demiryolu hattı mukaddes belde Medine’ye ulaşınca, Resulullah’ın rûhaniyetini rahatsız etmemek için rayların altına keçe döşenmesini istemiş, hatta 5-6 km’lik bir güzergahta sessiz lokomotifler çalıştırılmasını emretmiş. Başka söze ne hâcet!

Şam Tren Garı, Mevlevihane ve Süleymaniye Külliyesi’nden mülhem gururumuz, 1926 yılında İtalya’nın San Romeo kentinde vefat eden son Osmanlı Padişahı Sultan Vahdettin ile son dönem Osmanlı padişahlarının torunlarından bazılarının mezarlarının da içerisinde bulunduğu küçük mezarlıkta kırılıyor. Bakkal borcuyla hayata gözlerini yuman padişahın amelini en doğru şekilde Yüce Mevla bilir. Tarafsız bir tarih algısı sonradan gelenlere günün birinde bunu nakledecektir. Berrak olmayan tarih bilgimiz er-geç doğruları ortaya çıkacaktır. Lakin, padişahın yapıp ettiklerini bizim gibi bilip nakleden rehberimizin sözünü mezarlık kapısından çıkarken işiten bir kadının “nasıl da atıp tutuyor” demesinden rahatsız oluyorum. İçeride, sadece Türk ziyaretçilerin uğrak yerlerinden olan kabristan’da, bu sözü işitenlerin yüzüne yansıyan burukluğu görebiliyorum.


Anlatmaya, yazmaya nereden başlayacağımı bilmekte zorlandığım Suriye öykümüzü, çektiğim sayısız fotoğrafa bakarak anlatmaya çalışacağım hafta sonu sayımızda.

14 Ekim 2007

Fotoğraf Sanatının Etkili Gücü “KONFAD”






14.10.2007/22.21

5 Ekim Cuma günü KONFAD’ın (Konya Fotoğraf Amatörleri Derneği) karma fotoğraf sergisi açılışı vardı. Üç gün açık kalan serginin büyük bir teveccüh gördüğünü gözlemledik. Dernek üyesi fotoğrafçı arkadaşlarımızı son derece memnun eden bu serginin yenilerini ortaya çıkarmaya vesile olması, fotoğraf sanatı ve Konyalı fotoğrafçılar adına en büyük dileğimizdir.

İlgisi olanları 11 yıldan beri bir araya getiren Konfad’ın değerli üyelerinin heyecanlı çabalarıyla Gedavet Parkı’na açılan sergiye gösterilen ilgi, başka neler yapılabilir sorusunu gündemimize getirdi. Bunu birazdan zikredeceğim.

Bununla birlikte ziyaretçilerin bir kısmının, Konya’da böyle bir dernek bulunduğunu bilmediklerini ifade ettiklerine ve fotoğrafların Konya dışından gelen sanatçılar tarafından sergilendiğini zannettiklerine tanık olduk. Fotoğrafların bazılarının müşteri bulması ise, hiç hesapta yoktu doğrusu. İnsanların sergiye gösterdikleri ilgi bununla da kalmadı. Fotoğrafçılarla ziyaretçiler arasında seviyeli bilgi alışverişleri yapıldı. Fotoğrafa yeni başlayanlar yahut başlamak isteyenler, derneğin kurs düzenleyip düzenlemediğini, ne tür bir makine almaları gerektiğini, derneğin yerini, kimlerin katıldığını, hangi fotoğrafın kime ait olduğunun merakı içindeydiler. Derneğimiz, yeni dönemde bu sergi vasıtasıyla yeni üyeler de kazanmış oldu.

Ülkemizde kültür sanat etkinlikleri düzenlemek aslında hiç kolay değil. Özellikle de amatör çabalarla gerçekleştirilen işler, daha fazla emek ve zaman ister. Netice itibarıyla bir başarı da elde edilmişse bunun geri planında ciddi özverilerden söz etmek gerekecektir. Bu sergi böyle bir çabadan vücuda gelmiştir.

165 fotoğrafın görücüye çıktığı sergi, toplam bir yıllık emeklerin ürünüydü. Bir kısmı, Konfad’ın düzenlediği gezilerden, bir kısmı da kişisel çalışmalardan ortaya çıktı. Sanıyorum ki, amacına da ulaştı. Başka neler yapılabilir sorusunu ise arkadaşlarımızla değerlendirmeye çalıştık. Fotoğraf sanatının hem kişisel hem de kurumsal tanıtımlar için vazgeçilmez olduğundan hareketle, özellikle yerel yönetimlere birkaç tavsiyede bulunmak istiyorum. Umarım bunları ciddiye alan olur.

Yerel yönetimlerin en önemli probleminin tanıtımla ilgili olduğunu, Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi’nin “Yazılacak Çok Şeyimiz Var” adlı programlı gezilerinden biliyorum. Konya Şubesi, yıllık çalışma takvimini önceden belirler. Bunlardan geziyle ilgili olanları, gidilecek yörenin yerel yöneticilerinin daveti ve yönetimin istişaresi sonucu gerçekleşir. Bana göre bunlardan Afyon İscehisar ziyareti, anlatmaya çalıştığım hususun belirgin örneklerinden biri oldu. Onlarca gazeteci şair ve yazar arkadaşımızla gittiğimiz İscehisar Belediye yönetimi tanıtım gücünün farkındaydı. “Mermerin Kalbi İscehisar” sloganıyla yola çıkan yönetim, başka bir şehir tarafından keşfedilme düşüncesini gazeteci ve yazarları davet ederek gerçekleştirdi. Geziden elde edilen gözlemler Konya gazetelerinde yazarlarının kaleminden birkaç gün boyunca yayınlandı, internet ortamlarında yerini buldu. Detaylarını daha önce gazetemiz yayınladı bunların. Yerel tanıtım konusunda eksiklik hisseden idrakli yönetici tavrından başka bir şey değildir zikrettiklerim. Bu insanlar, aynı zamanda yaşadıkları yerin kültür, sanat ve tarihlerini de bir vesile ile duyurmuş oluyorlar. Eskişehir Odunpazarı Belediye Başkanı Burhan Sakallı, kalkıp Odunpazarı evleri ve yaptıkları çalışmaları duyurmak için TYB’yi ziyaret etmiş, çalışmalarını anlatmış ve biz bu çabayı takdirle karşılamıştık.

İşin fotoğraf sanatıyla ilgili kısmına gelince… Sayısı çok olmamakla birlikte bazı yerel yönetimler, kurum ve kuruluşlar tarafından düzenlenen fotoğraf etkinlikleri mevcut. Bunlar genellikle yarışma şeklinde gerçekleşiyor. Bir örneğini Şanlıurfa Halfeti’de düzenlenen “Fırat Fotoğrafçılar Buluşması’nda bizzat yaşadık. Ülkenin dört bir tarafından gelen 220 fotoğrafçı, Halfeti’nin tanıtımına önemli katkılar yaptılar. Halfeti Belediyesi, milyarlar harcamadan, ucuz bir tanıtımı böylece kotarmış oldu.

Bize sergide gerekli kolaylığı gösteren Meram Belediyesi benzer bir ev sahipliğini neden yapmasın? Yahut Meram konulu bir fotoğraf yarışmasını niçin açmasın? Böyle bir fotoğraf etkinliği Konya Büyükşehir, Karatay ve Selçuklu Belediyesi tarafından da düşünülmeli bana göre. Konfad’ın değerli yönetimi işbirliğine hazırdır. Elde edilen ürünler sergi, kent fotoğraf kataloğu ve gösteri şeklinde gerçekleştirilebilir.

Bu defa ve bir ilk olarak Meram Belediye Başkanı Refik Bey’in desteğiyle açtığımız serginin yeni ve güzel çalışmalara vesile olmasını ve fotoğrafa gönül veren arkadaşlarımızın karşılıksız çabasının dikkate alınmasını diler, emeği geçenlere; özellikle de fotoğrafçı arkadaşlarımız değerli Ömer Lütfi Bakan, Mustafa Karaçelebi ve İbrahim Karaçelebi’ye şükranlarımı sunarım.

Fotoğraflar: Ahmet Seven

11 Ekim 2007

Sonbaharda Aladağ’ı Keşfetmek


2007-09-30/10:39:00

Erken sonbaharın Eylül’e sirayeti, insan ve yaşam için olgunluk sonrası hüzün başlangıcı gibidir. Bu sebeple Eylül melankolik, kırılgan ve alıngan bilinir. Eylül’de yazılmış kimi şiirlerin verdiği mesajın daha dokunaklı, sonbaharda çekilmiş fotoğrafların daha sakin ama buna mukabil daha rengârenk olduğu söylense, buna kimin itirazı olur?

Konfad üyesi on arkadaşımla birlikte, Yerköprü Şelalesi’nde sonbaharın fısıldadığı ne varsa can kulağıyla dinleyeceğim. Niyetli olduğum için Aladağ yamaçlarının dillere destan üzümünü, şeftalisini yerinde tadamayacağım, ama iftar sonrasına bırakabilirim. Yöre ile anılır olmuş kiraza ise çare yok. Mevsimi geride kaldı onun.

Önce Yerköprü olarak belirlediğimiz fotoğraf alanının giderek genişleyeceğini hesap edemiyoruz. Fotoğraf gezileri böyle oluyor nedense. Bir tür fotomaratona dönüşüyor çoğu zaman. Yol güzergâhımız gidişte Konya, Güneysınır üzerinden; Karaman asfaltı, Güneysınır, Armısın, Kayaağzı, Habiller, Sağa ve Yerköprü Şelalesi. Buna hesapta olmayan ama iyi ki gitmişiz dediğimiz Çiftepınar ve Dülgerler Köylerini dahil ediyoruz.

Sabah toplanmamız geç de olsa bizi bekleyen 110 km.lik yola koyuluyor, fotoğrafa elverişli gördüğümüz kimi yerde kısa molalar veriyoruz. Yollar oldukça dar ve onarıma ihtiyaç duyuyor. Kayaağzı köylülerinin “kumpir” hasadı yaptığı bölgede fotoğraf için duruyoruz. Bizi arabasıyla yakalayan civar köylüsü Zeki Erim, Orman Müdürlüğünden emekli olmuş. Habiller Köyü’nden. “Çirkin Hasan Suyu” üzerindeki kıvrımlı ve dar yol ile az ilerideki tepelikten geçen yolun genişletilmesini ve güzergâh boyunca gördüğümüz çukurların düzeltilmesini istiyor. “Buralarda trafik kazaları eksik olmaz, yazın bunları” diyor. Not alıyoruz söylediklerini. Yolun altındaki kumpir tarlasında yoğun bir söküm çalışması görüyoruz. Tarlaya inip, fotoğraf çekmek için izin istiyoruz. Birkaç aile çoluk-çocuk traktörün işi kolaylaştırdığı tarlada hararetle patates söküyorlar. Hele kadınlara hal hatır sormaya gelmiyor. Bizi televizyoncu zannedip, kumpirin para etmediğinden yakınıyorlar. Oy verdikleri partinin emeklerini görmelerini istiyor birisi hararetle. Tarlanın içinde utangaç çocuklar biraz sonra bize iyiden alışıyorlar. Sabahın 08.30’u. Yarım saat kadar kalıp ayrılıyoruz. Kaptanımız Ersin, âlem adammış. Bir dediğimizi iki etmiyor.

Güneyin yollarında birbirine yakın çok sayıda çeşme görüyoruz. Yağışsız geçen kurak aylardan sonra hepsinin akmasını beklemiyoruz elbette. Aladağ’a uzanan yamaçlarda, başka yerlerde göremeyeceğimiz kadar üzüm bağları dikkatimizi çekiyor. Bağlar bozulmuş çoktan buralarda. Buğday cinsinden ekim alanı, bölgenin coğrafyası sebebiyle oldukça az.

Göksu Vadisi’ne, Yerköprü’ye ulaşıyoruz. Devasa şelaleden çağlayıp akan suyu tepeden izleyip çalışmamıza başlıyoruz. Suyun en yüksek debiye ulaştığı dönem bahar mevsimine isabet ediyor (Mart-Mayıs arası 1800/sn.). Şelâle civarında biri şahsa ait iki tesis var. Diğeri Konya Büyükşehir desteğiyle yapılmış. Son derece güzel, kamelyaları ve büfesi bulunan tesisin yapımına baharda başlanmış. Bitki dokusunun rengârenk hale dönüşünü yani bir ay sonrasını hayal etmeden geçemiyorum. Burada alabalık ve kahvaltılık türünden karnınızı doyurabiliyorsunuz. İsmet Uzer size yardımcı olacaktır.

Ekibimiz dağılıyor. Ben nehir yatağının üzerindeki yoldan yürüyorum. Buradaki tek evin sahibi Hacı Hüseyin ile tanışıyorum. Evin önündeki piknik masasına kurulup ehl-i sohbet 75’lik bu adamı dinliyorum. Ev ile nehrin ayırdığı kiraz tarlasının uzun hikâyesini anlatıyor. Önceki yıl şeftali ekili arazisinin sel suları altında yok oluşunu, kendi imkânlarıyla yaptığı işleri heyecan içinde döktürüyor. Kolumdan tutup, şelale başına kadar götürüyor. Burada yapılması gereken işi özetliyor yaşlı amca: “beş vakit namaz kılacaksın, ağaç dikeceksin.” 10 senedir meyve işiyle uğraşan amcanın sahip olduğu meyve ağacı sayısı tam 2500. Tamamı kiraz ve şeftali ağacı. Kiraz hasadı Haziran’ın 5’in başlayıp Ağustos’un 15’ine kadar sürüyormuş burada. Bu yıl Aladağ’dan 15 tır yüküyle Hollanda’ya kiraz yollamışlar söylediğine göre. Hadim İlçesini dünyaya meşhur eden kirazın hikâyesini soruyorum. Heyecanla anlatıyor. Buraya yakın Küplüce Köyü’nde bir adam 15 sene evvel arazinin kiraz dikimine uygun olduğunu öğrenmiş. Bakmışlar ki bu iş olacak, civar köylüler, üzümü de ihmal etmeden meyveciliğe girişmişler. Para kazanıp kazanmadıklarını soruyorum. “Allah var” diyor, “çok para kazandırdı ağaç bize, ondan dedim ya, beş vakit namaz kılıp ağaç dikeceksin diye.” “Niyetli olmasaydınız da, çay demleseydim size keşke” diyor Hacı Hüseyin. Meyvecilik sohbetinin üzerine, şelâleye yakın “Işıkini Mağarası”nı ve yolunun kötü olduğunu anlatıyor. Dünyanın en uzun ikinci mağarası olduğunu ve şimdilik dağcıların ziyaret ettiğini sözlerine ekleyip, Yerköprü Şelâlesi’nden Karaman yoluna çıkan güzergahı sıralıyor: “Dülgerler Köyü-Göynükkışla-Çuna-Zaladın-Kızılca. Sonra direk Karaman yolu’na çıkarsın.” Oturduğumuz sekinin altındaki yola bakarak, “pek de tekin değildir yollar” diye düşünüyorum.

Şelâle altına yakın yerde ayaklarımız soğuk suyun içinde keyif yapıyor, fotoğraf çekiyoruz uzunca bir süre. Çevresi muhteşem güzellikte. Geldiğimizden beri tesisin yukarısında, kartal yuvasını andıran tepedeki evlere bakıp duruyorum. Aşağıdan bakınca muhkem bir kale görüntüsü veriyor burası. Tahminime göre eski bir yerleşim alanı olmalı. Şelâleye gelen yolun kilometrelerce ilerisinden de görünüyor. İkindi sonrası, geziyi hemen bitirmek istemiyoruz. Kısa bir istişareden sonra Kaptan Ersin arabayı dağa doğru sürüyor. Tozlu topraklı yoldan ilerleyip köye ulaşıyoruz. Burası 30 haneli Çiftepınar Köyü. Köyün yaşlıları cami avlusunda oturuyorlar. Hemen dikkatlerini çekiyoruz. Taş yapılı, sıvasız evlerin arasına dağılıyoruz. Evlerden birinin önünde pekmez kazanı ocaktan henüz indirilmiş. Sıcacık. Köyün ekonomisine küçük katkılar yapıyoruz. Şekersiz, doğal Aladağ üzümünden yapılmış, üstelik taptaze pekmezi nereden bulacaksınız. İnsanlarla hemen kaynaşıyoruz. Yaşlılardan biri bize, yukarıdaki köye muhakkak gitmemizi söylüyor. Kiliseden bozma bir cami varmış. Akşam olmadan geri dönmek niyetindeyken, biraz da benim ricamla daha yukarıda bulunan köye gitmek üzere buradan ayrılıyoruz.

Dülgerler Köyü’ne girdikten sonra ilk işimiz söz konusu camiye gitmek oluyor. Köyün tek camisi köylünün dediği gibi kiliseden bozma değil. Duvarlarında ve önündeki çeşmede bol miktarda, muhtemelen Hitit veya Roma dönemine ait işlenmiş taşlar görüyoruz. Cami ve çeşme etrafında dolaşıp tek tek çekiyoruz bunları. Tam karşıdaki okul binasının avlusunda hareketlilik göze çarpıyor. Konya usulü pilav hazırlığı bu. İftar için. Vakit yakın ve teklif de gelince kalmaya karar veriyoruz.

Köyün centilmen muhtarı Hasan Hüseyin Büyükünlü, bana köy hakkında detaylı bilgiler veriyor. Dülgerler köyünün önceki adı “Düverler” imiş. Karamanoğlu Mehmet Bey’in annesinin bu köyden olduğunu ve yakın zamana kadar ona ait bir evin bulunduğunu belirtiyor. Bildiği kadarıyla bu adın “Oğuz boylarının” birinden geldiğini, Romalılar döneminde ise köyün adının “Artenada” olduğunu söylüyor. Genç muhtar, köyü hakkında epeyce bilgili. Burası vaktiyle en eski yerleşim alanlarından biriymiş. Üç şehirden oluşan yörede en varlıklı yer bu köymüş. Göynükkışla Köyü’nün zamanında askeri üs olarak kullanıldığını söylüyor. Civardaki diğer iki köy Manyan ve Bağdatkırı da bu önemli yerleşim alanını çevreliyor. Okulun olduğu yerde büyük bir yıkıntı olduğunu ve inşaat sırasında çıkan kabartma taşların cami ve çeşmenin yapımında kullanıldığını ifade ediyor muhtar. Çıkarılan buluntulardan dört tanesi okul bahçesinin içinde. Fazlaca zarar görmemiş mermerden bir aslan, üzerinde insan kabartmaları bulunan iki mezar taşı ve irice bir balık kabartması işlenmiş dikdörtgen bir mermer bulunuyor burada.

Arkeoloji Müzesinden ve diğer yerlerden gelen uzmanların anlattığına epey dikkat kesilmiş anladığım kadarıyla. Köyde Hitit, Yunan, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı izleri bulunduğunu, köyün altında ise devasa Işıkini Mağarası’nın yer aldığını sözlerine ekliyor. Burada kazı yapılması halinde her yerden tarihi bir şey çıkacağını ve açık hava müzesi yapmak istediklerini söylüyor.

Dülgerler’in sakinleri konuksever insanlar, çok da cana yakınlar. Aniden gelen rüzgâr köyü toza boğuyor. Dışarıdaki sofralar iki sınıflı okul içerisine taşınıyor hemen. Akşam ezanıyla birlikte susuzluktan yanıp kavrulduğumuz günün iftarını su ile açıyor ve Konya usulü pilav ile karnımızı doyuruyoruz. Ardından Muhtar Hasan Hüseyin Bey’in evinde içtiğimiz çay yorgunluğumuza çare oluyor. İkindi sonrası dönüşe ayarlı fotomaratonumuz, yeni gördüğümüz insanları, köyleri tanımış, fotoğraflamış olarak sona eriyor. İyi ki gelmişiz buralara. Karanlığın bastırdığı Aladağ’ın adeta gizlenmiş yollarından Konya’ya doğru yola çıkıyoruz.


Geziye katılan fotoğrafçı arkadaşlarımız, Hacer Türktemiz, Nimet Türktemiz, Mustafa Karaçelebi, Hasan Karaca, Halis Peker, Adem Karakaya, Tahir Azman, Bilal Solak, Günseli Demirok ve kaptanımız Ersin’e, güzel ve uyumlu yol ahbaplıkları için teşekkür ediyorum.

Ramazan bereketiyle gelir

2007-09-27/20:28:00

İslam coğrafyalarına Ramazan, on bir ay özlenesi sükûn ve sadeliğini yanına alarak gelir. Dünyanın diğer birçok ülkesine de gıpta ettiren görünümüyle…

Kendini karşıdakinin yerine koymak duygusu (empati) zirve yapar bizde.

Oruç tutmasa da, sokakta haya eder bizim insanımız.
Oruç tutmasa da, davranış ölçülerine her zamankinden daha fazla dikkat kesilir. Bu anlamda, yeni ve alışılmamış neyi getirirse getirsin modern zamanlar, mütedeyyin insanların ümidi istikbale dair, kavi hale gelir.

Müslüman Türk milleti, empati sınırlarını, ülkeler ötesine ismi az bilinen diyarlara büyük bir şevk ve aşkla taşır. Uzakdoğu’da bunun adı zekat, Asya içlerinde fitre olur. Bunu öylesine layıkıyla yapar ki, Ramazan ve orucun şöhreti Avrupa’da Avusturyalıların, Fransızların yahut Almanların kent meydanlarına kurduğu iftar çadırları ile karşılık bulur. Düsseldorf’ta iftar yaklaşırken trafik bile sıkışır. Londra ve Stocholm’ün kiliselerden çevrilmiş camilerinde mukabeleler okunur. Yeni Müslüman olmuş Avrupalı hanımlar, sahurun sona ermesini istemezler bir türlü. Hollanda’da Protestan bir aile, sırf Müslüman ailenin Ramazan hassasiyetini görmek, yaşamak ve hissetmek için onları sofralarına davet eder.

İşte, bir süre önce öğrendiğim, Avrupa’da ilk Ramazan çadırının öyküsü:
Hollandalı bir öğretmen bundan üç sene önce turist olarak Türkiye’ye gelmiştir. Ramazan ayıdır. Akşam olduğunda insanların büyük meydanlarda kurulmuş çadırlara girip çıktığını orada yemek yediğini görünce, bunun yılın her günü yapılan normal bir şey olduğunu düşünür ve cebinden para çıkarıp yemek yemek için çadıra yanaşır. Güler yüzlerle karşılanır, yemek ikram edilir, üstelik para da alınmaz. Bunu aklı almaz bayanın. Düşünüp taşınır böyle bir şeyin nasıl olabileceğini. Aklı almaz. Öğrenir ki Ramazan ayına has bir gelenektir Ramazan çadırları... Hollanda’ya döner ve orada tanıdığı birkaç Türk’e yaşadıklarını anlatır. Der ki; “Ben sizde burada hiç böyle bir şey görmedim, siz niye Ramazan’da çadır kurmadınız?

Hollandalının fikriyle ve önayak olmasıyla Avrupa’da ilk Ramazan çadırı Hollanda’nın kadim şehri Haarlem’de iki yıl önce kurulur. İlk çadırın kurulmasına vesile olan bu bayan kısa süre sonra adeta kendisini büyüleyen Ramazan ayının etkisiyle İslam’a yaklaşır araştırır, inceler ve Müslüman olur.

Ramazanda bizim anlatılmaya değer öyle çok iyi işimiz olur ki aslında…
İftar vakitleri geldiğinde digergâm bir eda ile aç açıkta kalanı sorarız yanımızdakilere. Elimizden gelse dünyaları paylaşmak isteriz. Bazen, başkasına yardım etme fırsatı verdiği için ahbabımıza minnettar oluruz. Kavga ortamlarına “oruçlu olmak” engel olur. Mukabeleler okur, duasız gün geçirmeyiz. Teravih, en mühim namazlarımızdan biri olur. Bayram gelince merhamet ve şefkat libası giyeriz.

Ne ki, bayram sona erer de, Şevval’in dördüncü günü gelir, bir tuhaf oluruz.
(Şunca iyiliğimizi anlattıktan sonra yazıyı burada kesmek uygun düşer.)
Şevval’de de Ramazan ruhunun eksilmemesi dileğiyle..

Hilal’in, Baron Coubert Büyük Ödülü’ne Uzanan Hikayesi

2007-09-20/17:38:00

Fenerbahçe-İnter maçının ikinci yarısına yetiştim. Maçı anlatan arkadaş, kendilerine servetler ödenmiş adamların isimlerini telaffuz ediyor. İbrahimoviç, Figo, Roberto Carlos, Alex, Julio Sezar, Stankovic… Futbol cambazları bir arada. 3 dakikalık uzatma dakikaları da hakikaten geriyor insanı. Fenerbahçe, hani öyle denir ya tarihi bir galibiyet alıyor 1-0’lık skorla. Gördüğüm kadarıyla keyifli ve hatasız hakem yönetimiyle maç bitiyor. Kadıköy’de, validemin deyimiyle sanki “Muhammed’in düğünü” var. Hayırlı olsun diyorum. Ne de olsa biz uluslar arası maçlarımızı geçmişi ezikliklere dayalı bir ruh haliyle yaşarız. Bir aralık eziklik problemlerimizi de aşmıştık doğrusu.

Neyse, konumuzu nerden baksanız dedikodusu bir hafta sürecek bu maç ve iş bedelleri milyon avrolarla ifade edilen adamlardan, gazetelerin ancak alt köşelerinde haber olmuş Hilal adında küçük bir çocuğun büyük hikayesine çevirelim. Geçen sene Trabzon’da 104 sporcunun katıldığı okullar arası kros yarışması yapılır. 12 yaşındaki Hilal, iki bin metrelik parkurun son 200 metresine rahatlıkla girer. Birinci olmasına metreler kala arkasından koşan öğrencilerden birinin çığlığını duyar. Yarışı bırakır ve yorgunluktan bitkin düşerek yığılıp kalan sporcunun yanına koşar. Hilal, bitkin Sibel’i kolları arasına alır. Ambulans gelir ve Hilal’in kollarındaki öğrenciye ilk müdahaleyi yapar. Çocuk hastaneye kaldırılır. Müsabaka sonrasında Hilal, ne zaman bir spor yazısı yazsam söylemeden geçmediğim, geçmeyeceğim, belki de o güne kadar hiç duymadığı “fair play ruhu” ile, bunu neden yaptığını soranlara şu cevabı verir: “Arkadaki arkadaşımın koşarken çığlığını duydum. O anda hiçbir şeyi düşünmedim. Geri dönüp onun yanına koştum. Yerden kaldırıp ambulansa götürdüm ve birlikte hastaneye gittik. O olaydan sonra birçok ödül aldım. Bence o yarıştaki birincilikten daha değerliydi hepsi.” Hilal, yarışmayı kazanamadığı gibi, takımı da sıfır puan çekerek dereceye giremez.

Tribün ahlakının, spor kültürünün dibe vurduğu, sonuçları beş para etmez tartışma ve gerginliklerin bir türlü sona ermediği ülkemizde, Hilal’in, büyüklerine ibret olmasını umduğum centilmenliği kendisine çok sayıda ödül getirdi. Onun temiz ve saf çocuk kalbinin sesi, bize hala “düşenin dostu” olabileceğini haykırdı. Biliyorum ki, hafta sonunda oynanacak maçların oyuncu, çalıştırıcı, yönetici ve taraftarları, Hilal’in örnek davranışını hatırlamayacaklar bile. Müsabakalarda taraftarlar, mübarek Ramazan demeyip küfürlerine devam edecekler, birtakım adamlar kameralara hin bakışlar atıp kin güdecek, yaptıklarının karşı tarafa etkisini düşünmeyecekler. Son gittiğim Kayserispor maçında etrafımdan neredeyse küfür etmeyen yoktu. Eğitimsizliğin en bariz göründüğü yerlerin futbol tribünleri olduğunu yeniden düşünüp, acaba maçlara gitmesem mi demeden edemedim. İnsanlar, bir haftalık aile ve iş gerginliklerini burada çıkarıyorlardı adeta. Neyseki, yan tarafta Konyasporlular Derneği’nin çiçeği burnunda taraftarları vardı.

Güzel yüreğiyle Hilal, hedef tahtasına döndürülen memleketi Trabzon’un su kadar ihtiyacı olan şeyi –siz onu biliyorsunuz- bütün dünya adına kendisine, ailesine, okuluna ve şehrine kazandırmış oldu.

Hilal’e şu ana kadar, Atletizm Federasyonu tarafından “Yılın en centilmen sporcusu”, Milliyet Gazetesi’nin 53. yılın sporcu ödüllerinde “Onur ödülü”, Gökçe Karataş 8. Spor, Sanat, Eğitim ve Sağlık Ödüllerinde “Yılın fair-play ödülü”, Trabzon Gazeteciler Cemiyeti tarafından yılın “Jüri özel ödülü”, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi 2006 yılı Davranış Dalı’nda Fair Play Büyük Ödülü” verildi. En büyük ödül kabul edilen ve Modern Olimpiyat Oyunları’nın kurucusu Baron Pierre De Coubertin’in adını taşıyan ödülü de 7-8 Aralık tarihlerinde Paris’te alacak. Hemşehrimiz İsmet Karababa’dan 24 sene sonra gelecek ödül ile, “içimizde böyle insanlar da var çok şükür” diyeceğiz. Biz ortası olmayan bir millet miyiz nedir? İyimiz çok iyi, kötümüz zirvede diyesim geliyor.

Centilmenliğe verdiği önemden dolayı, Gençlik ve Spor Genel Müdür Vekili Mehmet Atalay’a da TMOK tarafından “Fair Play Order” nişanı verildi. Hem Hilal Coşkuner’i, hem Mehmet Atalay’ı, hem de fair playe katkısı olanları bulup çıkaran TMOK Fair Play Konseyi Başkanı Erdoğan Arıpınar’ı, fair play ödülü bol Konya’dan selamlıyor, tebrik ediyorum.