Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

29 Aralık 2013

Loras Dağı, Perse ve Meduse Efsanesi


29 Kasım 2013

İbrahim Demirci – Konuşan Türkiye

I
Türkçe konuşmak istiyorum
Ya şovenist diyorlar ya faşist
Bu gâvurca kelimeler ne? diyorum
Laiklik kırbacını şaklatıyorlar
Çok değerli, tarihsel bir kırbaçmış
Öyle söylüyorlar
Oysa ben yalnızca konuşmak
Kendimi ortaya koymak
Ve paylaşmak istiyorum.
II
Eşitçe konuşmak istiyorum ben
Geri kalmışlığını sakın unutma, diyorlar
Geri dönüp ileri geçmek istiyorum
Ayaklarıma çağdaşlık prangaları vuruyorlar
Son model, sağlam prangalarmış
Öyle söylüyorlar
Yeraltına merdivenler döşüyorum çaresiz
Casus güvercinlerden sakınarak
Gizli kuyular kazıyorum göklere doğru
Köstebekleri atlatarak.
III
İnsanca konuşmak istiyorum ben
Papağanları övüyorlar bana
Ucuz ve kullanışlı kasetlerimiz de var diyorlar
Ön ödemesiz peşin fiyatına taksitle
İstersen kredi de açarız sana
Atam diyorum, Âdem diyorum, adam diyorum
Charles Darwin Cd Rom’u yolluyorlar maymunlarla
IV
Müslümanca konuşmak istiyorum ben
Allah’ı oyuna sokmak kurallara aykırı diyorlar
Kuralları kim koyuyor peki? diyorum
Biz diyecek kadar açık sözlü değiller
Akıl diyorlar, bilim diyorlar, tarih diyorlar
(Para kasalarını, silah sandıklarını, arsenik şişelerini görmediğimi sanıyorlar)
Aklın kulağında şeytan fısıltıları var oysa
Bilimin gözünde şeytan gözlükleri
Tarihin dehlizlerinde şeytanın kahkahaları
Eûzü billâhi mineş-şeytanir-racîm diyorum
Şaşırıyorlar
-Bugün cuma mı? Cami nerede? Cenaze mi var?
V
Erkekçe konuşmak istiyorum ben
Parfümlerle bayıltmaya çalışıyorlar beni
Uyuşturucularla ayıltmak istiyorlar sonra
-Odamıza dağları çağıralım kadınım
Yaylaları serelim balkonumuza
Kızımızın ellerine kına yakalım
Kınayanın kınamasına aldırmadan
Erliğine mukayet olsun oğlumuz
Kıskançlıkla koruyalım namusumuzu
Gözümün nûru, gönlümün sürûru…
VI
Kürtçe konuşma diyorlar bana, bölücülük yapma
Kurtça konuşma diyorlar, hukuk var, adalet var
Kartça konuşma, kabalığın lüzumu yok
İstersem Kertçe, Kirtçe ya da Kortça konuşabilirmişim
Azgelişmiş toplumlar için üretilmiş
Özel ulusal dillermiş bunlar
Sözcüklerin anlamı duruma göre değişirmiş
Aptalca konuşmaya zorluyorlar beni
Oysa ben aptal değilim
Aptal numarası yapmaktan da sıkıldım artık
Fransızca konuşursan enteldir adın
İngilizce konuşursan işbirlikçi sayılırsın
Arapça konuşursan ya ümmetçi ya mürteci
Farsça artık Mevlâna’nın değil, mollaların dili
Almanca’da Hitler kokusu var, Rusça’da Stalin tortusu
En iyisi diyorlar bana, ey Türkiye vatandaşı, sen
Vazgeç şu konuşma sevdasından
Avuçların patlayıncaya kadar alkışla
VII
“Ya ben öleyim mi söylemeyince” demişti şair
Söyledi ve ölmedi, konuşuyor bugün bile
Ben de kendimce konuşmak istiyorum ey
Bezm-i Elest’te ‘belâ’ diyen dilimle
Tanrılarınıza ve putlarınıza ‘lâ lâ’ diyen dilimle
‘İllallah, illallah, illallah’ diyen dilimle
Konuşmak istiyorum ey
Dinleseniz de, dinlemeseniz de
(Mahalle Mektebi 14)

31 Temmuz 2013

Nusayrilik ve Nusayriler



Yrd. Doç. Dr. Muammer ULUTÜRK

Nusayrîler Suriye’de Lazkiye, Banyas ve Tartus, Türkiye’de Hatay, Adana ve Mersin illerinde yaşayan; İslam, Hıristiyanlık, Ortadoğu’da mevcut bazı fırkalar ve diğer yerel inanışların harmanlanması sonucu ortaya çıkmış –senkretik- dinî bir inanç topluluğudur.
Nusayrilik, Şia’nın ilk Mezhepler Tarihi yazarlarından en-Nevbahti’ye göre, IX. yüzyılda Muhammed b. Nusayr en-Nemiri (Öl. M. 883) tarafından kurulmuş batıni bir fırkadır (Fığlalı, 1993:180). Kaynaklarda genellikle Nusayrilik, bazen de Nemiriyye adıyla anılan fırka, XX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Alevilik, mensupları da Aleviler diye anılmaya başlanmıştır. Bu fırka, I. Dünya Savaşı’nın ardından bölgeyi ele geçiren Fransızların talebi, mensuplarının da uygun görmesiyle Alevi adıyla anılmaya başlanmıştır (Üzüm, 2007:271). Bu yapıya Anadolu Aleviliğinden farklılığına işaret etmek üzere Nusayri Alevilik, Akdeniz Aleviliği, Arap Aleviliği, Çukurova Aleviliği, Hatay Bölgesi Aleviliği, mensuplarının genellikle çiftçilikle uğraşmalarından dolayı Fellah gibi isimler de verilmiştir (Üzüm, 2007: 271; Büyükkara vd., 2010:157). 

Nusayrilik, Hz. Ali’nin tanrılaştırılması, Hızır ve türbe inancının güçlü oluşu, tenasüh inancı, te’vil ve takiyye ile belirginleşen; bütün dinlerin, bütün peygamberlerin ve hatta bilgi üretenlerin kutsal sayıldığı; kapalı cemaat örgütlenmesi ve gizlilik esasına dayanan, bâtınî İslamî bir fırka (Türk, 2005:279) olarak, Uzak Doğu kültürleri, Orta Doğu kültürü, Hıristiyanlık, eski Türk toplumlarının şamanist inançları ve Arap kültürü gibi unsurlardan etkilendiği görülmekle birlikte, bu bulgulara dayanarak Nusayrilerin etnik kökenleri hakkında belirgin bir saptama yapmak olanaksızdır (Türk, 2005:288).
Dünya genelinde yaşayan yaklaşık 3.000.000 Nusayri yaşamakta olup bunların büyük bölümü Suriye (2.500.000), Lübnan (100.000) ve Türkiye’de (350.000) yaşamaktadırlar. Bu sayıları ile Nusayrîler Suriye nüfusunun % 8-12’sini oluşturmaktadırlar. Suriye yönetimindeki Esedlerin de mensubu olduğu Nusayriler, günümüz Suriyesi’nde sayıca azınlık (toplam nüfusunun %14’ü) olmalarına rağmen iktidardadırlar. Nusayrilerin Hatay ilin genel nüfusu içindeki oranı ise il merkezdeki oranın altındadır. Adana ve Mersin’de yaşayan yerel halk tarafından Fellah (çiftçi) olarak adlandırılan Arap halkıyla etnik köken ve dini inanç bakımından ilgileri bulunmamaktadır.
Orta Doğu’da yaşayan Nusayrilerin tarihi kökenlerini ortaya koyan en önemli eser, Osmanlı döneminin vilayet müfettişlerinden Muhammed Emin Galib et-Tavil tarafından yazılmıştır. Et-Tavil bu eserinde Nusayriliğin ayrı bir mezhep olarak ortaya çıkmasında Gadir Hum ve Kerbela hadisesinin önemli olduğunu ileri sürmektedir. Hicretin 10. yılında Gadir Hum denilen yerde gerçekleşen hadise, Nusayrilerin en büyük bayramı olarak kutlanmaktadır. Nusayrilere göre Hz. Muhammed, Allah’ın emriyle kendisinden sonra Hz. Ali’nin vâsi ve veli olduğunu ilan etti. Hz. Muhammed’in vasiyetine uyulmaması ve Hz. Ali’ye düşmanlıklarıyla bilinen Emevilerin halife olarak Ebubekir’i tanımaları sonucunda Hz. Ali taraftarları Ebu Bekir’e biat etmeyi reddettiler. Halifelik Emeviler üzerinde devam ederken, Hz. Ali taraftarları da  Ehl-i Beyt’ten olan imamlara biat ettiler. İmam Ali ve onun oğlu Hasan’dan sonra üçüncü imam olan Hüseyin, kendisine inanan 70 kişiyle birlikte, Muaviye tarafından Kerbela’da şehit edildi. Soyundan Zeynel Abidin dışında kimse kalmadı. Bu olayın ardından Müslümanlar Aleviler ve Sünniler diye ikiye bölündü (2003 et-Tavil’den Türk, 2005:41).
Gadir Hum ve Kerbela hadisesinden sonra Aleviler, Emevi ve daha sonra da Abbasi halifelerine biat etmemişler, Ehl-i Beyt soyundan on iki İmam’a biat etmişlerdir. Bu imamlardan altıncısı olan İmam Cafer es-Sadık’ın (699-766) ölümünden sonra, Alevilerin bir kısmı imametin Cafer es-Sadık’ın büyük oğlu İsmail’in hakkı olduğuna, diğerleri ise öteki oğlu Musa el-Kazım’ın hakkı olduğuna inanıyorlardı. İsmail’in imametine inananlar “İsmaililer” olarak öteki Alevilerden ayrıldılar. Onların büyük çoğunluğu ise Musa el- Kazım’ın imametini tanıyarak “on iki İmamcılar” olarak isimlendirildiler. Nusayriler de bunların arasında yer almaktaydı. Onlar, on ikinci İmam Muhammed el Mehdi’nin henüz çocuk yaştayken gözden kayboluşuna (gaybetine) bakarak imametin son bulduğuna, Mehdi’nin ölmediğine beklenen kişi olduğuna inanmışlardır. Ali taraftarları onu “Hüccet” (delil) ve Muntazır (beklenen) adlarıyla anarlar. Onlara göre Mehdi, diridir ve zamanı gelince cevr ile dolan arza kurtarıcı olarak geri dönecektir. Mehdi’nin gaybetiyle birlikte, Hz. Muhammed’in; “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısı” sözünden yola çıkan Nusayriler, on iki İmamın her birinin bir bâbı (kapı) olduğu ve dini inancın bu bâblar yoluyla yürütülmesi gerektiğine inanmaya başladılar (2003 et-Tavil’den Türk, 41-42).
Nusayriler imamlardan sonra bâbı yetkili bildiler; ne var ki bu konuda uzlaşamadıkları için üç temel gruba ayrıldılar. Daha sonra da pek çok kola ayrıldılar. Bunlar:
-Nusayriyye: Seyyid Ebu Şuayb Muhammed b. Nusayr’a bağlı olanlar,
-İshakiler: İmam Hasan el-Askeri’nin ashabı olan Ebu Yakub İshak en-Nâhi’ye bağlı olanlar (bu kişi, Askeri’nin asıl babının kendisi olduğunu iddia etmiştir.),
-Caferiyye: Bâb’a bağlanmadan altıncı imam Cafer es-Sadık’ın kitaplarını rehber bilenlerdir.
İsnâaşeriyye’nin onuncu İmamı Ali el-Hâdi en-Nâki ile on birinci İmam Hasan el-Askerî zamanında yaşayan İbnu’n-Nusayr, Ali el-Hâdi en-Nâki’nin ilahlığını, kendisinin de onun peygamberi olduğunu iddia etmiş, tenasühü benimsemiş, haramları helal saymak gibi aşırı görüşler ileri sürmüştür (Üzüm, 2007: 271; bkz. Fığlalı, 181). Nusayr, Askeri’nin adamı ve meclisinde eksik olmayan sadık bir müridiydi. Muhammed b. Nusayr, Hasan el-Askeri’den sonra, Samerra’ya yerleşerek Nusayrilere yol gösterdi. Nusayriler, 1048 yılına kadar bâb ve ardılları tarafından dini yetkili olarak idare edildiler. Halep, Lazkiye ve Bağdat dini merkez oldu. Ondan sonra da bâb, yani dini önderler bu görevi üstlendi. Bunlardan Muhammed el-Cennân el-Cünbulânî, dini başkanlık görevini yürüttü. Bunların döneminde Alevi Nusayriler ve İslam âlemi için bir anarşi ortamı yaşandı. Öyle ki, bir mezhebin üyeleri, ötekinin üyelerinin kanlarını dökmeyi mübah saymaya başladı. Bu dönemde, Mısırlı Alevi Nusayri Hüseyin b. Hemdân el-Hasîbî ortaya çıktı ve Alevilere bağımsızlık ve hakimiyet fikrini aşıladı. Bu nedenle Muhammed b. Nusayr’dan sonra bu mezhebin öncülerinden en önemlisinin Hasîbî olduğu kanaatinin doğru olması muhtemeldir (bkz., Fığlalı, 181; Üzüm, a.y.). Aslında Muhammed b. Nusayr, mezhebin kurucusu değildi. Kendisi Ehl-i Beyt ahlak ve kültürüne uygun öğrenciler yetiştirmişti. İşte bunlardan biri de Ebu Abdullah Hüseyin b. Hamdan el-Hasîbî idi. Büveyh ve Hamdani devletinin kurucuları bile onun öğrencileriydi. Hasîbî’yi tarikata alan, Irak’ta yaşayan ve Alevi Cünbülânî tarikatını kuran el- Cünbülânî idi. Irak’ın Cenbela kasabasında doğan Cünbülânî, Nusayr’in öğrencilerine katılarak Ehl-i Beyt’in ilim ve fıkhı konusunda önemli çalışmalar yaptı. Zamanın en büyük alimlerinden sayılırdı. Bu nedenle Nusayr, kendisinden sonra yerine onu tayin etmişti. Cünbülânî bir yandan çalışmalarını sürdürdü, bir yandan da öğrenciler yetiştirdi. Evi adeta bir üniversiteyi andırıyordu. Yetiştirdiği öğrencileri, çevre ülkelere dağılarak Ehl-i Beyt inancından kaynaklanan Aleviliği tanıtıyorlardı (2001 İstanbullu’dan Türk, 44). Cünbülânî’nin şöhretini duyan ve ondan ders almak isteyen Hasîbî, bu amaçla Mısır’dan göç ederek Cenbela kasabasına yerleşti. Başarılı çalışmalarıyla Cünbülânî’nin gözüne girdi. Cünbülânî’nin ölümü ve vasiyeti üzerine de Alevi Nusayrilerin başkanı oldu ve din işlerini yürüteceği Halep’e yerleşti. Elliden fazla öğrenci yetiştirdi. Onun zamanında bağımsızlığını ilan eden bütün Alevi-Nusayri hükümdarlıklar, onun dini egemenliği altındaydı. Ayrıca Hasîbî’nin Şam’da vekilleri; hükümdarlardan ve emirlerden de öğrencileri vardı. Bunlar Büveyhoğulları, Hamdanoğulları ve Fatımilerdendi (2000 et-Tavil’den Türk, 44). Hasîbî, İsmailiyye ile birleşme teşebbüsünde bulunmuşsa da başaramamış, hareketin dini-mistik karakterinin gelişmesi ve yayılması için verdiği mücadelenin sonunda “dinin şeyhi” (Şeyhüddin)  diye anılmıştır. M. 969’da Halep’te ölen Hasîbî, şii biyografi kaynaklarında genellikle “yalancı, lanete uğramış, itikadı bozuk, fikirlerine itibar edilmemesi gereken kimse” gibi ifadelerle eleştirilmiştir (Üzüm, 2007:271).
Hasîbî’den sonra biri Halep, diğeri Bağdat olmak üzere iki dini merkez ortaya çıktı. Bugünkü Nusayri halkını oluşturmuş olan Hasîbî’nin kurduğu Cünbülâni tarikatının son genel şeyhi et-Tebârânî (965-1035)’den sonra ise tarikat liderliğine kimse geçmedi. Her şeyh kendi bulunduğu bölgede bağımsız olarak şeyhliğini sürdürdü. Nusayri tarihindeki son dönem, bölgesel şeyhlerin liderliğinde birçok Alevi-Nusayri devletinin bağımsızlıklarını ilan etmeleriydi (2000 et-Tavil’den Türk, 45). Bunlar; Fatımi Devleti (909-1171, Mısır), Büveyhoğulları Devleti (934-1055, Hazar Denizi Bölgesi), Hamdanoğulları Devleti (868-1104, Musul-Halep), Aridoğulları Devleti (939, Şam, Trablus, Teberiye; Rayıkoğlu Muhammed'in kurduğu bu devlet onun ölümüyle de yıkıldı), Tunuhîler Hükümeti (968-1084, Lazkiye), Hammudoğulları Devleti (1071-1113, Kurtuba, Malka), Ahmeroğulları Devleti (1232-1490, Zaragosa) ve Muhrizoğulları hakimiyeti idi.  
Nusayriler, Memlük Sultanı Baybars (1277) zamanında sünni olmaları yönünde baskı görmüşlerdir. Bu baskılar Sultan Kalavun zamanında da (1277-1290) sürdürülmüştür. İbn Teymiye’nin Nusayriler hakkında çeşitli hakaretler ve karalamalar içeren fetvası da Sultan Kalavun zamanında çıkartılmıştır. İbn Teymiye’nin bu fetvasını başka fetvalar izledi. Bu fetvalar yüzünden Nusayrilerin malları yağma edildi, kadınları hakkında uygun düşmeyen yakıştırmalar yapıldı ve on binlerce Nusayri öldürüldü. Mercidabık Savaşı (1516) sonrasında Nusayriler Osmanlı idaresine girmiş, uzun süre Halep’te mahalli şeyhlerin denetiminde serbest bir hayat yaşamışlardır (Üzüm, 271). Nusayriler Yavuz Sultan Selim döneminde (1470-1520), büyük baskılarla karşı karşıya kaldıklarını ileri sürerler. Bu dönemde Yavuz Sultan Selim’in Alevi illerini ele geçirmesi, bölgedeki Alevi egemenliğinin de yıkılmasına neden oldu. Mısır-Anadolu yolunun güvenliğinin sağlanması için Türkler, Alevi-Nusayri bölgelerine yerleştirildi. Bu dönemde Nusayra Dağlarına yaklaşık yarım milyon Türk yerleştirildi. Bugün onlardan yalnızca Bayır, Bucak ve bazıları da sahil tarafında olmak üzere on beş bin Türk kalmıştır. Bunlar Türk kimliklerini koruyabilmişlerdir Baskılar nedeniyle Antakya’dan ayrılan Nusayriler, Kanuni Sultan Süleyman zamanında bu bölgeye geri dönmeye başladılar. Geri dönenler Antakya’dan Süveydiye’ye, Adana çevresi ve Tarsus’a kadar uzanan bölgeye yerleştiler. Bugün bu bölgede varlıklarını sürdürmektedirler (2000, et-Tavil’den Türk, 46). Fığlalı, Yavuz Sultan Selim döneminde Nusayrilere baskı yapıldığına dair görüşün et-Tavil’in yazdıklarının haricinde başka kaynak kullanmayanlar tarafından iddia konusu yapıldığını, yazılanların doğru olmadığını, Osmanlı Devletinin ülkedeki her inanç ve ırktan kavme, devletin bağlayıcı ve birleştirici felsefesi olan İslam kardeşliği anlayışının en muslihane tezahürünü gösterdiğini (Fığlalı, 1993: 181) belirtmektedir.
II. Abdülhamid zamanında, toplumsal bütünlüğün korunması amaçlanarak Nusayrilere karşı sünnileştirme politikaları izlenmiştir. Bu dönemde Nusayrilerin bölgelerine camiler yapılmıştır. I. Dünya Savaşı’nın akabinde Fransızlarla Suriyeli yetkililer arasında gerçekleşen görüşmelerin ardından 1920’de “Alevi toprağı” adı altında idari bir birim kurulmuş, bu isim 1922’de Aleviler Devleti olarak değiştirilmiştir. 1936’da burası Suriye Devletinin bir vilayeti kabul edilmiş, 1939’da Fransa Lazkiye bölgesine müstakil bir statü vermiş, 1942yılında Lazkiye idaresi Suriye’ye katılmıştır (Üzüm, 272). Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne katılması (1939) ve laik politikalarla birlikte Nusayriler büyük oranda Atatürk’ü desteklemişlerdir. Tarih boyunca aile, soy, aşiret, şeklinde kapalı bir hayat yaşayan Nusayriler, Suriye ve Türkiye’de milli devlete adapte olmakta zorluk çekmemişlerdir.

Kaynakça:
Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, Selçuk Yayınları, 6. Baskı, İstanbul, 1993.
İlyas Üzüm, “Nusayrilik”, D.İ.A., XXXIII, İstanbul, 2007, s. 270-272.
Hüseyin Türk, Nusayriler (İnanç Sistemleri ve Kültürel Özellikleri), Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2005.
Mehmet Ali Büyükkara vd., “Nusayrilik”, İslam Mezhepleri Tarihi, Eskişehir.

30 Haziran 2013

İslam Düşüncesinde İbn Haldun’un Yeri



Yrd. Doç. Dr. Muammer Ulutürk

Hayatı
Tarihçi, sosyolog, filozof, siyaset ve devlet adamı olan İbn Haldun, 27 Mayıs 1332’de Tunus’ta doğdu. Aslen Yemen-Hadramut’lu oluşu sebebiyle Hadramî, Tunus’ta doğmuş olduğu için Tunûsî, hayatının önemli bir kısmını Kuzey Afrika’da geçirdiği için Mağribî nispetleriyle anılmıştır. Endülüs’ün fethinden sonra bugünkü Sevilla (İşbiliye) şehrine yerleşen saygın bir aileye mensuptur. Dedesi haciplik yapmış, babası siyasete girmemiş, kendisi ise sürekli ilimle meşgul olmuştur. 

Başta babası Muhammed olmak üzere, el-Hasâyirî, ez-Zerzâlî, Ahmed b. Kassâr, el-Vâdiâşî gibi ilim adamlarından Arap dili ve edebiyatı; Muhammed b. El-Kasîr, el-Ceyyânî gibi üstatlardan fıkıh tahsil etti. Tunus’ta el-Hadramî, es-Sattî, el-Zavavî gibi âlimlerden faydalandı. Yetiştiği siyasi ve sosyal ortam İbn Haldun’un ilmi kişiliğinin oluşması bakımından büyük önem taşır. Gençlik yıllarında Mısır’dan Fas’a kadar bütün Kuzey Afrika ve Endülüs’te birbirleriyle mücadele eden devletlerin taht kavgalarına ve işgallerine tanık oldu. 1348’deki veba salgınında anne ve babasını ve hocalarından bazısını kaybetti. Hafsîler’in Tunus’u yeniden ele geçirmelerinden sonra Sultan Ebu İshak’ın “alâmet katipliği” görevine getirildi. Merinî Sultanı Ebu İnân’ın daveti üzerine dönemin başkenti Fas’a gitti ve burada sultanın ilim meclisini oluşturan âlimler arasında yerini aldı. Bu sırada Fas’taki kütüphanelerde çalışmalar yaptı. Bulunduğu memuriyeti küçük görerek Ebu İnân aleyhine bir komploya katıldığı anlaşılınca iki yıl hapiste tutuldu. Sultanın ölümünden sonra taht kavgaları başladı ve bir ayaklanmaya başa geçen Ebu İnân’ın kardeşi Ebu Sâlim’e verdiği destekten dolayı İbn Haldun’un itibarı arttı. Sır kâtipliği ve hâkimlik görevlerinde bulundu. Her iktidar değişikliğinde görevde kalmayı başaran İbn Haldun, 1362 kışında Granada’ya (Gırnata) gitti. 1361-1375 yılları arasında ardı ardına gelen ayaklanmalar ve siyasi karışıklıklarda farklı devlet adamları tarafından görevlendirildi veya görevlerinden uzaklaştırıldı. 1375 yılında Ben-i Ârif kabilesi arasında kalarak el-İber adlı tarihini yazmaya başladı. Bu eserin birinci kitabını oluşturan Mukaddime’yi iki yıl sonra tamamladı. 1382 Aralık ayında Kahire’ye ulaşan İbn Haldun, Memlük Sultanı Berkuk’un sultanlığının başlarında Ezher Camii’nde ders vermeye başladı, burada büyük ilgi gördü. Kamhiye Medresesinde müderris sıfatıyla verdiği derslerde birçok ilim ve devlet adamı hazır bulunuyordu. Berkuk döneminde Kadılkudat görevine getirilen İbn Haldun, çıkarları zedelenenlerin baskısıyla görevinden alındı ve müderrisliğe döndü. Timur’un Kahire’yi zabtı sırasında onunla görüşmeler yaptı ve ona övgüler düzdü. Mısır’da iken el-İber’i genel bir tarih kitabı haline getirdi, Mukaddime’ye ilaveler yaptı. 1401-1406 yılları arasında dört defa kadılık görevine getirildi. Bu görevde iken 17 Mart 1406’da vefat etti. Kabrinin yeri tam olarak bilinememektedir. Hayatının ilk 20 yılını Tunus’ta, 26 yılını Cezayir, Fas ve Endülüs’te, 4 yılını yine Tunus’ta, son 24 yılını da Kahire’de geçiren İbn Haldun, iyi bir eğitim almış, bazen sultanlar ve emirler kadar etkili işler yapmış, iktidar değişikliklerinde aktif roller üstlenmiş ancak siyasi hırslardan kendini kurtaramamıştır. Denilebilir ki, çağdaşı birçok ilim adamının kendisi hakkındaki kanaatlerinin farklı oluşu bu özelliğinden ileri gelmiştir. İbn Haldun, Lübabü’l-Muhtasar fi usûli’d-din, Şifaü’s-sâil li-tezhibi’l-mesail ve içinde Mukaddime’nin de yer aldığı Kitabu’l-İber adında önemli eserler kaleme almıştır (Uludağ, 1999). 

İlmi Yönü ve Görüşleri
Genel kabule göre teşekkül devri dışta bırakılırsa İslam düşüncesi VII-XIII. asırda güçlü temsilcilerini bulmuş ve en üst seviyede sözünü söylemiştir. Tasavvuf düşüncesinde zirve kabul edilen İbn Arabi (öl. 1240), kelam mektebinin son güçlü temsilcisi Fahruddin Razi (öl. 1209) ve Selefiye hareketinin en üst temsilcisi İbn Teymiye’den (öl. 1328) sonra gelen İbn Haldun böyle bir kültür birikimini en iyi şekilde değerlendiren ve el attığı sahalarda kendine has eserler ve etkiler bırakan önemli kişilerden biridir. Döneminde İslami ilimlerde yoğun bir taklit ve nakil işiyle uğraşanlara nispetle İbn Haldun, tenkitçi bir yol izlemeyi seçerek farkını ortaya koymuştur. Mukaddime’sinde naslardan çıkmamış, bazı ayetleri açıklarken kişisel görüşlerini serbestçe yazmıştır. Sosyolojideki şöhreti ağır basan İbn Haldun hadis ilmindeki yeteneğine rağmen hadis alimi olarak görünmez ancak Kahire’de Surgatmışiye Medresesinde hadis hocalığına tayin edilmiştir. Metin ve senedinde sıhhatinde şüphe gördüğü rivayetleri tenkit etmiştir. Söz gelimi tıbb-ı nebevî hadislerinin tümünü, ibtidai “Arap örfünün tedavi usulleridir, şeriatla ilgili değildir” diyerek bağlayıcı vasfının bulunmadığını öne sürerek modern bir hadis usulü ortaya koymuştur. Bir Maliki kadısı olarak İslam hukuku, miras, fıkıh usulü, adalet konularında veciz tespitlerde bulunmuştur. İbn Haldun, kelam ilminde sonrakilerin açıklamalarını; ibarelere, metinlere ve lafızlara tapma adını vererek bu ilmin bunun ötesinde olduğunu savunmuştur. Felsefenin batıl olduğuna inananmış ve İbn Teymiye kadar sert olmasa da felsefeye bulaşan kelam ilmine de, tasavvufa da karşı durmuştur. Aristo, İbn Sina, İbn Rüşd ve bunların takipçilerini reddederek görüşlerinin asılsız olduğunu belirtmiştir. Onun tasavvufi bir hayat yaşadığına, bir tarikata girdiğine dair bir vesika bulunmamakla birlikte, Mukaddime’nin muhtelif yerlerinde tasavvuftan bahsetmiştir. Amel, ibadet ve ahlaktan ibaret olduğuna inandığı tasavvuf, gayb alemini müşahede etmek, his perdelerini aralamak değildir. Dil ve edebiyatta iyi bir eğitim aldığı anlaşılan İbn Haldun, dil, kabile lehçeleri, lügat vs konularında uzmandır. Külfetli söz sanatlarına aşina gelenekçi, taklitçi yazarların aksine kendine has kolay anlaşılır, açık bir üslup geliştirmiştir. Umran, ilm-i umran, beşeri-ictimai hadarilik, bedevilik gibi ıstılahları ilim dünyasına kazandırmıştır. Beşeri coğrafya üzerinde duran İbn Haldun, coğrafi şartların, yeme içme alışkanlıklarının insanın fizik ve diğer özelliklerini etkilediğine, matematiğin doğru kıyas ve çıkarımlar yapmaya yarayan bir ilim olduğuna, pedagojik bir süreç olarak ilmin çeşitli yaş gruplarına göre tahsil edilmesinin gerekli bulunduğuna dair görüşler ileri sürmüştür ki bütün bunlar modern zamanlarda bile inceleme konusu olmaya devam etmektedir. İbn Haldun kendi hal tercümesini ve hayat hikayesini yazan ilk müellif olarak da dikkati çekmektedir. Bu durum tarih sahasına yeni bir alt bilim dalı açmak anlamına gelmektedir. “Et-Tarif b’İbn Haldun ve rihletuhu” adlı hatırat eseri bu türde eser kaleme alanlara örnek teşkil etmiştir. O aynı zamanda çok sayıda manzum eserlere imza atmış bir şairdi de.
Eski zamanlarda olayı tespit edip yazmaktan ibaret görerek mübalağalı destanlara dönüştüren tarihçilere karşı İbn Haldun, bu anlayışı yıkmış olayların sebep ve sonuçlarını muhakeme ile değerlendiren yeni bir çığır açmıştır. Onun bu yaklaşım tarzı tarih felsefesinin de önünü açmıştır. Tarihi kaynakları tenkit ve olaylar arasındaki münasebetler zincirini tespit eden bu yöntem birçok araştırmacıya kılavuz olmuştur. O, tarih bilimini, “yolu kutsal, faydası çok, gayesi şerefli bir ilim” olarak tanımlar. Tarihsel rivayetlerin sıhhati konusunda yeterli araştırma yapılmamasını, olayların sebepleri üzerinde yeterince düşünülmemesini bu eksiklikler arasında zikreder. Rivayetleri tenkitçi bir gözle ele alan tarihçinin nakledilenleri kabul ve red konusunda ölçüsünün kendisi olması ona göre tarih yazıcılığının en önemli ilkesidir. Ona göre, tarihçilerin mensubiyet kaygısı ile sabit bir görüşe bağlı olmaları yüzünden haberin doğruluğuna bakmadan nakletmeleri büyük hatalardandır. Bu hata, umrandaki ahvalin tabiatını bilmemelerinden kaynaklanır (Görgün).
Felsefe tarihinde ilk kez İbn Haldun’la birlikte tarih felsefî bir disiplin olarak ele alınmış ve bilimsel temelleri araştırılmaya başlanmıştır. O, tarihsel olguları ve bunların toplumsal yaşam alanındaki tezahürlerini, toplumun doğuşu, gelişmesi ve çöküşlerini ve bunların nedenlerini olgusal bir yöntemle ilk kez inceleyip ortaya koyan kişidir. Böylece kendisinin de farkında olduğu ve belirttiği üzere yeni bir bilim dalının kurucusu olarak kabul edilir. Bu anlamda İbn Haldun, kurmuş olduğu bu yeni bilim dalının yöntemini, temel kavram ve problemlerini, bölümlerini ve bu bölümlerde işlenen konuları belirler. Bu yeni bilim dalının konusu insanın toplumsal hayatıdır; malzemesi ise tarihsel ve gözlemlenebilir toplumsal olgulardır (Yıldız, 2010).
Onun asıl başarısı toplumsal olayların tahlili konusunda ortaya koydukları olmuştur. Mukaddime’nin temel konularını oluşturan geniş muhteva içinde sosyolojinin metodolojisi, toplum-insan-çevre ilişkisi, toplum tipleri, demografik yapı, din, aile, ahlak, hukuk, siyaset, ekonomi, sanayi, devlet, ilim ve sanat gibi başlıklar yer almaktadır. Mukaddime’nin temel kavramlarını ise asabiyet, bedevilik-hadarilik, umran ve iktisat oluşturmaktadır. (bkz. Uludağ, 2011).
İbn Haldun, toplumsal olgu ve olayları aydınlatmaya yönelik kendisinden önceki düşünürlerden farklı bir yöntem ortaya koyması, toplumun ve devletin doğal bir kökeni olduğu ve doğal bir tarihsel gelişim süreci geçirdiğini ileri sürmesi, bu tarihsel gelişim sürecinin betimlemesini yaparak bir devlet kuramı ortaya koyması bakımından düşünce tarihinde önemli bir yere sahiptir (Yıldız, 2010). Onun düşünce sisteminin merkezini, ilk defa temellendirdiği “umran ilmi” oluşturur. Umran ilminin amacı, insanları taklitten kurtarıp daha önce olmuş bitmiş olanla daha sonra olacak olanın anlaşılması konusunda bir bakış açısı kazandırmaktır. İbn Haldun’u öne çıkaran hususlardan biri, tarihte olayları sebep sonuç ilişkisi içerisinde ele almak gerektiğine dayalı metodolojiye yaptığı vurguda değil, o güne kadar fark edilmeyen tarihi-toplumsal varlık alanını keşfetmiş olmasıdır. İnsanın toplumsal bir varlık oluşu onun düşüncesinin hareket noktasını teşkil eder. İnsan ancak bir toplumun içerisinde ve toplumsal olarak var olur. Yetişme döneminde aldığı felsefe ve mantık eğitimi ona tarih yazıcılığı alanında tenkidi bir tavır ortaya koyma imkanı sağlamıştır.
İbn Haldun, orijinal bir filozof olmasına rağmen son asırlarda batıda yetişen önemli ilim adamlarıyla mukayese edilmiştir. Tarih ve siyaset biliminde Nicolo Machiavelli (1469-1512) ile mukayese edilen İbn Haldun, amaca varmak için her yolu mübah sayan Machiavelli gibi aşırı değilse de, siyasi ve toplumsal kanunların gerçekleşmesi için her türlü tedbire müracaat edilmesi gerektiğini savunur. Coğrafi şartların insan ve toplum üzerindeki etkilerinin incelenmesi bakımından Montesguieu (1669-1755); tarihi gelişimin devamlılığı, felsefi inkişafın medeni gelişmelere bağlı oluşu konularında Vico (1668-1744); nüfus artışı ve kültürel faaliyetlerin yoğunlaştığı dönemlerde çevrenin insanı bozduğu ve şehir dışında yaşanması gerektiği görüşleri bakımından J.J. Rousseau (1712-1778); galip ve hakim toplumların, gelişmemiş toplumlarca taklit edilmesi görüşü sebebiyle Gabriel de Tarde (1843-1904); toplumsal olayların bir metod kullanılarak incelenmesi zaruretine inanan görüşü ile Auguste Comte (1798-1857); üretilen mal ve hizmetlerin değerinin, insan emeğinin değerine eşit olduğunu söylemesi sebebiyle Karl Marx’a (1818-1883) benzetilmiştir.

Eserleri
1.Kitâbu’l-İber: Bir tarih kitabı niteliğinde olan ve İbn Haldûn’un ismini ölümsüzleştiren bu görkemli eser, 7 ciltten ibarettir ve 3 bölüme ayrılmıştır:
Birinci bölüm: Önsöz ve girişten oluşan bu bölüm zamanla Mukaddime adını almıştır ve aynı zamanda eserin 1. cildidir.
İkinci bölüm: Eserin 2. 3. 4. ve 5. ciltlerini içeren bu bölümde Arap tarihi yanında Suriye, Fars, Yahudi, Eski Mısırlı, Yemen, Roma, Türk, Franklılar gibi milletlerin tarihi anlatılmaktadır. Ayrıca Emevî ve Abbasî gibi Müslüman hanedanlıkların tarihine de yer verilmektedir.
Üçüncü bölüm: 6. ve 7. ciltlerden oluşan bu bölümde ise Berberilerin ve Kuzey Afrika’daki Müslüman hanedanların tarihi anlatılmaktadır.
Mukaddime;
İbn Haldun kendi ifadesiyle bu eseri hakkında şunları söylemektedir:
Eseri bir mukaddime ve üç kitap olarak tertip ettim. Mukaddime; tarih ilminin fazileti, tarihte takip edilen usullerin tahkiki ve tarihçilerin hata ettikleri noktalara temas edilmesi hakkındadır. Birinci Kitap; umran ve mülk, hükümdarlık, kazanç, geçinme, sanatlar, ilimler, bunların illetleri ve sebepleri türünden olmak üzere umrana ârız olan “avârız-ı zâtiye” hakkındadır. İkinci Kitap; yaratılıştan bu yana günümüze gelinceye kadar Araplar, onların nesilleri ve devletleri ile ilgili haber, tarihi ve rivayetler hakkındadır. Bu bölümde nebat, Süryaniler, Fars, İsrailoğulları, Kıbt, Yunan, Rum, Türk ve Frenkler gibi Araplarla çağdaş olan meşhur milletlere ve devletlerine de işaret edilmiştir. Üçüncü Kitap; Berberlere ve onların mevalisi olan Zenâte kabilesine, bunların başlangıçtaki durumlarının ve nesillerinin anlatılmasına, bilhassa Mağrip diyarındaki mülk ve devletlerine dairdir.
Mukaddime, Arap dünyasında etki yaratmasa da Osmanlı tarih anlayışını derinden etkilemiştir. İbn Kemal, Hezarfen Hüseyin, Müneccimbaşı Ahmed Dede, Katip Çelebi, Mustafa Naima Efendi ve Ahmet Cevdet Paşa gibi Osmanlı tarihçileri Osmanlı Devletinin yükseliş ve çöküşünü pek çok defa onun teorileriyle analiz etmiştir. 19. yüzyıldan itibaren ise Avrupalı tarihçiler tarafından keşfedilmiş ve eserleri büyük takdir görmüştür.
2. Lubâb’ul-Muhassal: Fahrettin Râzi’nin kelam ile ilgili el-Muhassal isimli kitabının özetlenmiş bir şekli olup dört bölümden oluşur. İbn Haldûn’un 19 yaşında yazmış olduğu bu ilk eseri İspanyolca’ya da çevrilmiş ve günümüze kadar gelmiştir. İbn Haldun’un yazdığı ilk kitabıdır.
3. Şifâu’s-Sâil li-Tehzîbi’l-Mesâil: Şifâu’s-Sâil diye anılan bu kitabı tasavvufa dairdir ve Mukaddime’den önce 1372 ile 1374 yılları arasında yazmış olduğu kabul edilir. Eser, Muhammed Tavit et-Tanci tarafından 1358’de yayınlanmış, Süleyman Uludağ tarafından da 1977’de Türkçeye çevrilmiştir.
4.Et-Târif bi İbn Haldun (Et-Tarifu bi-İbni Haldun ve Rıhletehu Garben ve Şarken): İbn Haldun’un otobiyografisidir. İbn Haldûn, bir günlük niteliği taşıyan otobiyografisini daha sonra el-İber adlı eserinin yedinci cildine eklemiştir.
5.Kaside-i Bürde şerhi
6.İbn Rüşd felsefesi hakkında bir risale
7.Mantığa dair bir risale (Kitab El Mantık)
8.Hesap hakkında bir risale (Kitab El Hisab)
9.Merakeş sultanına yazılan bir risale
10.Şiire dair bir risale

Kaynakça:
İbn Haldun, Mukaddime, (Haz. Süleyman ULUDAĞ), Dergah Yayınları, İstanbul, 2011
Mustafa YILDIZ, FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2010 Güz, sayı: 10, s. 25-55.
Süleyman ULUDAĞ, “İbn Haldun”, DİA, 19/538-543
Tahsin GÖRGÜN, “İbn Haldun; görüşleri” DİA, 19/543-555

30 Mayıs 2013

Hacı Bektaş-ı Veli ve Mevlana Celaleddin-i Rumi




Yrd. Doç. Dr. Muammer Ulutürk

Hacı Bektâş-ı Velî ile Mevlana Celaleddin-i Rumi, Moğol istilasına tanık olan XIII. asır Türkiye’sinde yaşamış iki önemli şahsiyettir. XIII. asırda, dünya tarihinini etkileyen önemli siyasî, sosyal ve ilmî değişiklikler ve gelişmeler yaşanmıştır. Haçlı Seferleri ile altüst olan, yıkılıp yakılan Anadolu ve Yakın Doğu, bu dönemde Moğol istilası (1218-1258) yaşamış, büyük siyasî, ekonomik ve sosyal problemlerle karşı karşıya kalmıştır. Bu zaman diliminde, tasavvufi düşünce Anadolu’ya açılmış, Anadolu’da filizlenip, kökleşmiştir. Şeyh Ömer Şühreverdî, Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin İrakî, Necmeddin Dâye gibi tasavvuf büyükleri Anadolu’ya gelmiş, saygı görmüşlerdir. Bu devirde Horasan’dan Anadolu’ya gelerek yerleşenlerden biri de Bektaşi tarikatının pîr’i Hacı Bektaş-ı Velîdir.
Biri Selçuklu devletinin başşehri Konya’da daha çok aydın bir çevreye, diğeri Kırşehir taraflarında Türkmen halk topluluğuna seslenen bu iki mutasavvıf arasında manevî bir bağın bulunduğu, meşrep bakımından ayrılsalar bile yollarının aynı olduğu dile getirilmekte ve hiçbir zaman tarikat kurucusu olmadıkları halde vefatlarından sonra kendi adlarına nispetle kurulan Mevlevilik ve Bektaşîlik tarikatları aralarındaki rekabet yüzünden birbirlerine karşı durdukları/durmadıkları tartışmaları sürüp gitmektedir. Bir görüşe göre bu rekabet yaşadıkları döneme aitti ve Hacı Bektaş Veli ile Mevlâna Celâleddin Rumî’nin toplumsal ve siyasal konumları birbirinden farklı olduğu kadar da karşıt durumdaydı. Birisi istilacı Moğollara karşı mücadele siyasetine girmiş bulunan ve onları Rum’dan (Anadolu) çıkarmaya çalışan İzzeddin II. Keykavus’un, diğeri ise Moğol korumacılığını yeğleyen, Cengiz oğullarının bir uç beyliği ya da eyaleti olmayı kabul eden kardeşi Rükneddin Kılıcarslan’ın yandaşıydı. Bu görüşe göre Hacı Bektaş Veli ile Mevlâna Celâleddin birbirine aykırı yaşamış, inançta birleşemedikleri gibi toplumsal ve siyasal yönden de birbirlerinin karşısındaydılar.[1]

 
Ortaya koydukları eserler ve görüşleri incelendiğinde iki çağdaş mutasavvıfın dönemin tarihi olayları karşısındaki tutumlarını ortaya koyacak malzemeyi kendilerinden sonraki tarihi kaynaklarda aramak gerekecektir. Zira birbirlerini yerdiklerine, eleştirdiklerine dair herhangi bir bilgi, kendi yazdıkları eserlerde yer almamaktadır. Selçuklu ve Moğol yöneticileri arasındaki ilişkileri ve bu bağlamda Mevlana ile Hacı Bektaş arasında mevcut olduğu söylenen münasebeti, siyasi/mezhebi görüş, efsanevi rivayetler ve anakronizm üzerinden yapmak ise isabetsiz bir iş olacaktır. Hacı Bektaş hakkındaki bilgi, ikinci dereceden kaynaklarda bulunmaktadır. Bunlardan ikisi; Elvan Çelebi’nin “Menakıbu’l-Kudsiye” adlı aile tarihi ve Ahmed Eflaki’nin “Menakıbu’l-Arifin” adını taşıyan Farsça eseridir.
Doğum ve ölüm tarihi hakkında kesin bir tarih vermek müşkül olsa da Hacı Bektâş-ı Velî’nin 606/1209-1210 tarihinde Nişabur’da doğduğu[2] ve 669/1270-1271 tarihlerinde vefat ettiğine dair bazı rivayetler mevcuttur. Babası, İbrahim Sânî lakaplı Seyyid Muhammed b. Musa Sani, annesi ise bilgin bir zat olan Şeyh Ahmet’in kızı Hatem Hatun’dur.[3] Osmanlı müelliflerinden Taşköprüzâde, onu I. Murat (1362-1389) devri uleması arasında zikreder.[4] Aşıkpaşazâde, onun doğu illerinden geldiğini ve Osmanlılardan hiçbiriyle görüşmediğini[5] Ahmet Eflâkî ise Hacı Bektâs-ı Velî’nin Mevlânâ ile (1207-1273) çağdaş olduğunu söylemektedir.[6] Velâyetnâme’ye göre Hacı Bektaş hayatını geçirdiği bugünkü Hacıbektaş kasabasının bulunduğu Sulucakarahöyük’te ölmüş ve aynı yerde toprağa verilmistir. I. Murat, Bektaş’ın mezarını Yanko Madyan adlı mimara yaptırtmış, II. Bayezit ise mezarın kubbesini kurşunla kaplattırmıştır.[7] Hacı Bektaş’a nispet edilen eserler; Kitabu’l-Fevaid, Fatiha Suresi Tefsiri, Şathiyye, Nasihatlar, Şerh-i Besmele, ve Makâlât adını taşımaktadır.
Aslında iki Hacı Bektaş-ı Veli’den söz etmek yerinde olacaktır. Bunlardan biri, ne Mevlana Celaleddin-i Rumi ne Yunus Emre ne de Anadolu’da yaşamış başka hiçbir sufinin onun kadar güçlü bir kutsallaşmanın konusu olmadığı[8] menkıbevi/mitolojik Hacı Bektaş’tır. Bektaşilikten başka hiçbir tarikatın piri de bu derece muazzam bir kültün, güçlü bir imanın ve kutsallığın konusu olmamıştır. Onun  mitolojik hayatını anlatan malumat da ”Vilayetname” adlı eserden gelir ki, bugünkü Alevi-Bektaşi toplulukları onu bu eserin anlattığı mitolojik çerçevede tanımaktadırlar. Tarihsel Hacı Bektaş-ı Veli ise “Horasan Erenleri” diye bilinen Kalenderiye akımına mensup, dolayısıyla Horasan Melametiyye Mektebinden olduğuna muhakkak nazarıyla bakılan sufilerden biridir. Moğol istilasıyla Anadolu’ya vuku bulan derviş göçleri arasında kendine bağlı bir Türkmen aşiretiyle birlikte gelmiş olmalıdır. Onun, söz gelimi dönemin başkenti olan Konya gibi bir şehirde değil de küçük bir Türkmen köyünde yaşamayı tercih etme gerekçesi Babai isyanından sonra Selçuklu merkezi yönetiminin gayri sünni (hetorodoks) Türkmenlere karşı takip ettiği politika ile sünni meslektaşlarının eleştirilerinden uzak kalmayı tercih etmesi olarak düşünülebilir. Nitekim Mevlana’nın bile gıyaben tanıdığı bu Türkmen şeyhine hiç de iyi bakmadığı bilinmektedir.[9] Selçuklu Anadolu’sunda, Babâi hareketinin lideri Baba İlyas’ın çevresinde ve Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşunda adı geçen Hacı Bektâş’ın, devrinin kaynaklarında hemen hemen hiçbir iz bırakmadığına bakılırsa yaşadığı dönemde yaygın bir şöhrete sahip olmadığı söylenebilir.[10]


Hacı Bektâş-ı Veli, Ürgüp yöresindeki Hıristiyanlarla çok sıkı ilişkiler geliştirmiş, onların ihtidasına zemin hazırlamıştır. Nitekim kendisine yakınlık duyan bölge Hıristiyanları tarafından “Aziz Charalambos” adıyla takdis edilmiştir. Ayrıca o istilacı Moğolların İslam’a girmeleri için yoğun faaliyetler göstermiştir.
Hacı Bektâş-ı Velî’nin, Hoca Ahmet Yesevî tarafından yetiştirilip Anadolu’ya gönderildiğine dair bazı iddialar bulunmasına rağmen[11], yaşadıkları dönemler dikkate alındığında, Ahmet Yesevî (562/1166-1167) ile Hacı Bektâş-ı Velî’nin (669/1270-1271) aralarında yüz yılı aşkın bir zaman dilimi olduğu görülmektedir. Ancak Yesevî ocağından feyz aldığı hususunda, mevcut araştırmalar ittifak halindedirler.[12] Bunlardan Ethem Ruhi Fığlalı’ya göre, Hacı Bektâş-ı Velî tahsilini Nişabur’da yapmış, Arapça ve Farsçayı iyi öğrenmiş ve manevi terbiyesini de aynı yerde tamamlamıştır. Ahmet Yesevî’nin onun ilk hocası olması tarihsel olarak mümkün görünmemekle birlikte, Yesevî etkisi fark edilmektedir.[13]
Âşıkpasazâde, Hacı Bektâş-ı Velî’yi meczup bir derviş olarak zikreder ve onun bir şeyh olacak ve bir tarikat kuracak durumda olmayıp, kendini bilemeyecek kadar cezbe sahip bulunduğunu kaydeder.[14] Elvan Çelebi ise “tâc-ı sultanı istemeyen, Allah’ın kendisine edep, ilim, bilim ve takva verdiği bir şahsiyet olup şeriatı bilip onunla amel eden, tarikatta da ârif vasfına sahip kişi”[15] olduğunu belirtir. Hacı Bektâş’ın Sünni bir mutasavvıf olduğu tezini ileri sürenler, genellikle Makâlat isimli esere dayanırlar.[16] Hacı Bektaş, Asık Paşa, Yunus Emre ve Mevlana gibi o çağların sünni, şeriata bağlı, riyadan, kötü huylardan, ilhad ve ibahecilikten uzak olgun mutasavvıflar zümresindendir.[17]

Mevlana Celaleddin-i Rumi, 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan’ın Belh şehrinde doğmuştur. Hacı Bektaş ile Mevlana’nın gerek doğum gerekse vefat tarihlerine ilişkin rivayetlere bakıldığında aralarında çok az bir zaman farkı olduğu görülmektedir. Mevlâna’nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında “Bilginlerin Sultânı” unvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled’tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur. Sultânü’I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle 1212 veya 1213 yıllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh’den ayrılmak zorunda kalmıştır. On sekiz yaşına gelmiş olan Celaleddin, Semerkandlı Lala Şerafettin’in kızı Gevher Hatun ile evlenmiştir. Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat, Bahaeddin Veled’i Konya’ya yerleşmeye razı etmiş ve babasının vefatından sonra onun vasiyeti, sultanın buyruğu ve Bahaeddin Veled’in müritlerinin ısrarlı ricaları sonucu Celâleddîn babasının yerine geçmiştir. Babasının öğrencilerinden Tebrizli Burhaneddin Muhakkik Şems-i Tebrizî ile buluşması onu ve görüşlerini derinden etkilemiş, Şems’in vefatının ardından Konya’da yaşadığı süre içinde onun yokluğunda kuyumcu Selahaddin Zerkûb ile dost olmuştur. Mevlana; Fahreddin Iraki, ilk zamanlar araları soğukken daha sonra iyi ilişkiler kurduğu Sadreddin Konevi, Kübreviyye tarikatının kurucusu Necmeddin-i Kübra’nın halifesi Necmeddin Daye, Hacı Mübarek Haydar, Sa’di Şirazi, Kudbeddin-i Şirazi ve Hoca Reşidüddin ile de dostluklar kurmuştur.
Mevlana, kamil manada alim, sufi ve şairlik özelliklerine sahip bir şahsiyettir. Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi tarafından irşad edilmiş, Şems-i Tebrizi ile karşılaşması hayatını etkilemiş ve bundan sonra vaazlarını, medresedeki derslerini, müridleri, irşadı bir yana bırakmış, ilahi aşk ve vecdi terennüm eden biri olmuştur. Divan-ı Kebir’deki şiirlerinin büyük bir kısmını Şems ile karşılaşma sonrasında yazmıştır. Onun dini-tasavvufi düşüncesinin kaynağı Kur’an ve sünnettir. “Canım tenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım...” beytiyle bunu dile getirmiştir.
Onun müridleri halktan, her sanat ve meslek tabakasındandı. Dönemin yöneticileri ile kurduğu yakın ilişkileri genellikle nasihat çerçevesinde sürdürmüş, onların aralarındaki çekişme ve rekabete dayalı siyasi mücadelelerin içine girmemeye özen göstermiştir. Moğollarla ilgili bazı açıklamaları sebebiyle Mevlana’nın Moğol sempatizanı olduğu yönünde iddialar öne sürülmüştür. Halbuki Mevlana’nın Moğollar’la ilgili görüşleri olayları ta savvufi perspektiften ele alıp yorumlamasından ibarettir. Mevlana bu çerçevede bir yandan dönemin bu büyük gücünün yükselişini izah etmekte, öte yandan yaptıkları zulümleri dile getirerek uzun ömürlü olamayacaklarını söylemektedir. Nitekim Mevlana’nın öngördüğü şekilde Konya’yı kuşatan Moğol kumandanı Baycu şehre saldırmamış ve Moğollar daha sonra müslüman olmuştur.[18]
Eserleri, görüşleri, hakkındaki çalışmalar ve tercümeler yoluyla dünyada geniş bir kitleyi etkileyen Mevlana 17 Aralık 1273 günü Konya’da vefat etmiştir.

Hacı Bektaş-ı Veli ile Mevlana’nın Bazı Konulardaki Görüşleri:
İnsan
Hacı Bektaş, Allah bütün kâinatın yaratıcısıdır der; gökteki meleklerden cinlere kadar, hayvanât, nebâtât her şey Allah’ın “ol” demesiyle var olmuştur. İnsan yaratılmışlar içerisinde en önemlisi olup “eşref-i mahlukât”tır. Kur’ân’a göre insan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Bu görüşünü şöyle özetler:
“Hararet nardadır, sac’da değildir
Keramet baştadır, tac’da değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te Mekke’de, Hac’da degildir.”
Hacı Bektâş-ı Velî öğretisi evrensel bir yaklaşımla, dünya insanının kardeşliğini, dünya uluslarının dostluğunu savunur: O, insanlığa olan sevgisini “yetmiş iki milleti ayıplamamak”, “yetmiş iki millet birdir bize”, “dünya içinde yaratılmış nesneler eşittir sözleriyle dile getirir. Yukarıda zikrettiğimiz gibi Hacı Bektas-ı Veli’nin Hıristiyanlarla sıkı ilişki içinde olması ve onların dinine karsı hoşgörülü davranması, onların ihtidasına zemin hazırlamıştır.”[19]
Bütün İslâm mütefekkirleri gibi Mevlâna’ya göre de insan, bedeniyle pek küçük ve değersizdir ama, mana cihetiyle o âlemin en kıymetli unsurudur: “Sen görünüşte bu âlemde en küçük şeysin ama taşıdığın mana bakımından en büyük âlem sensin.”[20]
İnsan-ı kâmil, kemâl ufkundaki insan demektir ve din adına da hüsn-ü misâldir. Bugüne kadar insanların arızasız Hakk’a yönelmeleri hep insan-ı kâmiller tarafından temsil edilmiştir. Bu itibarla her mekân parçasının, her zaman diliminin su kadar, hava kadar insan-ı kâmile ihtiyacı vardır. Çünkü insan-ı kâmil, yeryüzünde Allah’ın tam halifesidir. O insanın kendini bilmesi konusunda şöyle der:
“Canının içinde bir can var, o canı ara!
Dağının içinde bir hazine var, o hazineyi ara!
A yürüyüp giden sûfî, gücün yeterse ara;
Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara!”
Mevlâna’ya göre insanı tanımanın yolu, mistik bir çabalamadan geçer. Zahirî ilimlerle insanı tanımanın imkânı yoktur. Zaten böyle bir imkân olsaydı, riyâzet gibi onca ağır uğraşılara ve zahmetlere girip kendini feda etmeye gerek kalmazdı.
İkisinin de ortak görüşü insanın yeryüzündeki varlık sebebinin halife oluşu noktasında toplanmaktadır.
İtikad ve İbadet
Hacı Bektâş-ı Velî’ye göre de iman; “dört kapı, kırk makam” içerisinde şeriat makamlarının birincisidir. O, Allah’ı; Hakk, Çalap, Tanrı, Mevlâ gibi isimlerle zikreder.[21] İmanı hazineye benzeten Hacı Bektaş, “iman bir hazinedir, iblis hırsız, akıl da bekçidir. Eğer bekçi giderse hırsız hazineyi çalar.” der. Bir baska yerde, “insan koyundur ve akıl çobandır ve iblis kurttur. Çoban giderse, kurt koyunu ne yapar? Kapar. Yaratan Tanrı’ya inanmak imandır ve emrini tutmak da imandır. Sakın dediğinden sakınmamak Tanrı’ya inanmamaktır[22] der.
Allah’a karşı yapılacak kulluğun, Allah sevgisinden kaynaklandığını ve bu sevginin gereği olarak O’na gizli-âşikar itaat etmenin mecburiyetinden bahseden Mevlânâ, bunun istenen değerde olabilmesi için elzem olan şartları da açıklamıştır. Bu husustaki bütün öğüt ve açıklamalarında, Kur’ân âyetlerini kendisine ana kaynak edinmiştir. İbadet adına yapılacak iş ve davranışların şekilden ibaret kalmamasını, Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınmayı, Allah’ın yarattıklarına O’nun hatırına sevgi ve şefkât göstermeyi öğütlemiştir.
Tasavvuf
Hacı Bektâş-ı Velî Horasan ilinden almış olduğu icâzetle Anadolu’ya gelmiş, hizmetiyle Anadolu’yu aydınlatmıştır. Etrafına topladığı insanlara tasavvufun inceliklerini anlatmış, insan-ı kâmil olmanın, Hakk’a ulaşmanın, hakikate kavuşmanın yollarını talebelerine öğretmiştir. Sahip olduğu marifet bilgisini müritlerine anlatarak onlara Allah’ı sevdirmiştir. Hacı Bektâs-ı Veli “incinsen de incitme” metodunu kullanarak insanların kalplerini kazanmıştır.[23] Ona göre tasavvuf, Allah’tan başka her şeyden uzaklaşmaktır. Kafadaki her türlü düşünceyi bir kenara bırakmak, elindeki malı ihtiyaç sahiplerine vermektir. Gerçek derviş, hiç kimsenin kendisini incitmesinden incinmez. Er odur ki, kırılmaya layık olanı da kırıp gücendirmez. Dervişlik, açgözlülügü, mal ve para biriktirmeyi bırakmaktır. İnsanın süsü ve güzelliği sözlerinin doğruluğunda ve iyiliğindedir. Olgunluğu ise işinin dürüstlüğündedir.[24] Şeriata bağlılığı mükemmel olmayan kimseye Tarikat, Marifet ve Hakikat
mertebeleri de kapalı kalır. Bu mertebeleri usulüne uygun olarak tamamlayan kimse sonradan Şeriata bağlılığını bozarsa, Tarikat, Marifet ve Hakikati de bozmuş olur.[25]
“Putların anası nefsinizin putudur” diyen Mevlana ise her fırsatta nefsin yok edici, zedeleyici yönünü aktarırken, nefsine uygun davranan varlıkları da hayvan olarak nitelemiştir. Nefsin terbiye edilmesi gerektiğine inanan Mevlana insanlığın hayvanlara mahsus sıfatlardan arınabilmesi için ahlaki bir doygunluğa erişmesi şarttır görüşündedir. Şöyle der:
“Ben insanların çalışıp çabaladıkları, didinip durdukları bu arayış dünyasında, iyi huydan daha iyi bir ehliyet görmedim.”
Hoşgörü
Farklı dini ve etnik kökenlerden ve farklı kültürlerden gelen insanları bir çatı altında toplayan, zayıfı ve güçlüyü dost olarak kucaklayan bir mutasavvıf olan Hacı Bektâş-ı Velî’ye göre, dünyada yaşanan kavga, dövüş ve savaşların altındaki en önemli sebep, insanî değerlerin yoksunluğu; bencillik, hoşgörüsüzlük, kibir, gurur ve haset gibi olumsuzlukların varlığıdır. İnsanlara “Her ne arar isen kendinde ara!” diye seslenen Hacı Bektâş-ı Velî bütün insanlığı sevgi barış ve kardeşliğe çağırmıştır.[26]
İnsanları geçmiş kusurlarından dolayı muâheze etmeden şefkat ve merhametle bağışlamak insan olarak hoşgörü ile karşılayıp hilm ile muâmele etmek Allah Rasûlü’nün hasletiydi. Hz. Mevlânâ da insan olarak herkesin ve her insanın dostuydu. “Ben yetmiş iki millet ile beraberim” derdi. Onun bu sözünü duyan Konyalı Sirâceddîn isimli garazkâr bir adam hiddetlendi: “Mevlânâ bu sözü nasıl söyler?” diye muâheze etmeye başladı ve bir adam gönderip Hz. Mevlânâ’dan bu sözü gerçekten söyleyip söylemediğini tetkîk ettirmek istedi. Gönderdiği adama: “Eğer bu sözü söylediğini kabul ederse ona hakaret et!” dedi. Adam bu sözün Mevlânâ tarafından söylendiği ikrârını kendisinden alınca hakaret etmeye başladı. Hz. Mevlânâ: “Bütün bu söylediğin hakaretlerine rağmen ben seninle de beraberim” dedi.

Sonuç olarak Mevlâna, Konya’da bulduğu kültürel ortamda eserlerini devrin edebiyat dili olan farsça ile vermiş, Arap, Fars ve Türk kültüründen etkilenmiştir. Hacı Bektaş’ın etrafında ise göçebe Türkmenler ve Anadolu halkı vardır. Onlara, onların anlayacağı “Türkçe” ile seslenmiştir. Bu sözler zamanında derlenip toparlanmadığı için günümüzde bile eserlerini bilen azdır. Biri halka, öteki kültürlü ortamlara rehberlik etmiş ve böylece birbirlerini tamamlamışlardır.   





[1] http://www.ismailkaygusuz.com/419/550/273-Hac%C4%B1%20Bekta%C5%9F%20Veli%20ve%20Mevl%C3%A2na%20Cel%C3%A2leddin%20%C4%B0l%C5%9Fkileri.html
[2] Abdülkadir Sezgin, Hacı Bektaş-ı Velî ve Bektaşîlik, Ankara,1990, s.15.
[3] Abdülbaki Gölpınarlı, Vilâyetnâme, İstanbul,1995, s.1-4
[4] Taşköprüzade Ahmet, es-Sekaikun- Numaniyye, nşr. Ahmet Suphi Furat, İstanbul,1985, s.20.
[5] Aşıkpaşazade, Tevarih-i Âl-i Osman, nşr. N.Adsız, İstanbul,1992, s.21.
[6] Ahmed Eflaki, Menâkıbu’l Arifin, Çev. Tahsin Yazıcı, s.412.
[7] Gölpınarlı, a.g.e., s.89-90,
[8] Ahmet Yaşar Ocak, “Hacı Bektaş-ı Veli”, DİA., 14/457
[9] Bkz. Ocak, a.mad.
[10] Ahmet Yaşar Ocak, Hacı Bektaş-ı Velî” DİA., XIV/455.
[11] Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 2003, s.79.
[12] Gölpınarlı, a.g.e., s.5.
[13] E.Ruhi Fığlalı, Türkiye’de Alevilik-Bektasîlik, s.142.
[14] Âşıkpaşazâde, Tevarih-i Âli Osman, s. 204-205.
[15] Elvan Çelebi, Menâkıbu’l Kudsiyye, nşr. İsmail Erünsal-A.Yasar Ocak, s.170-171.
[16] Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sufiliğine Bakışlar, İstanbul 1996, s.161.
[17] Esat Coşan, Makâlât, s.XXXVII-XXXVIII
[18] Reşat Öngören, “Mevlana Celaleddin-i Rumi”, DİA., 29/445
[19] Ocak, “Hacı Bektas-ı Velî”, DİA, XIV/456.
[20] Abdulhakim Yüce, Tasavvufta İnsan-ı Kâmil ve Mevlâna, http://www.tasavvufdergisi.net/Makaleler/260629630_14.6.pdf
[21] Hacı Bektâs-ı Veli, a.g.e. , s.2,6,8,9,30,42
[22] Hacı Bektâs-ı Veli, a.g.e., s.9.
[23] Osman Eğri, Bektaşîlikte Tasavvufi Eğitim, İstanbul 2001, s.12.
[24] Önder Göçgün, “Hacı Bektas-ı Velî ve İnsan İmajı”, I. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş-ı Velî Sempozyumu, (22-24 Ekim 1998) Ankara 1999, s.152
[25] Abdülkadir Sezgin, Hacı Bektaş-ı Velî ve Bektaşîlik, s.84.
[26] Eğri, a.g.e., s.132.