Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

31 Aralık 2012

MERAM BİBLİYOGRAFYASI

MERAM BİBLİYOGRAFYASI
Ahmet Kuş 
GİRİŞ
Konya, 15 Haziran 1987 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla büyükşehir oldu ve Karatay, Selçuklu, Meram olmak üzere üç merkez ilçeye ayrıldı. Meram ilçesinin ilk belediye başkanı 26 Mart 1989 seçimlerinde seçildi. Meram ilçe olmadan önce de Türkiye genelinde çok bilinen bir bölgemizdi. Yeşil dokusuyla adeta Konya’nın simgesi olan Meram, günümüzde de bağ ve bahçeleri ile gönüllere huzur veren bir beldemizdir. Tarih boyunca Meram’ın güzelliği dillere destan olmuş, seyyahlar, şairler ve edipler buradan ilham alıp çok kıymetli eserler üretmişlerdir. Meram hakkında yazılan eserleri, araştırmaları ve yazıları tespit etmek amacıyla bu çalışmayı hazırladık. Çalışmamızın kapsamını kitaplar, dergiler, ansiklopediler, tezler ve Konya gazetelerinin verdiği kültür-sanat ilaveleri ile sınırlandırdık. Aslında kapsamlı bir bibliyografya çalışması için özellikle Konya’da yayınlanan günlük gazeteleri de taramak gerekirdi. Ancak bu çalışmamız için süre kısıtlı olduğundan gazeteleri araştırmamıza dahil edemedik. Nihai hedefimiz Konya gazetelerini de tarayıp bibliyografyayı çok  geniş kapsamlı bir kitap halinde yayınlamaktır. Bu araştırma sırasında her ne kadar en küçük bilgiyi dahi değerlendirmiş olsak da yine gözümüzden kaçan veya ulaşamadığımız yazılar mutlaka olmuştur. Her şeye rağmen hazırlamış olduğumuz Meram Bibliyografyası’nın bu konuda çalışma yapacak araştırmacılar için iyi bir kaynak ve yol gösterici çaba olduğuna inanıyoruz. Çalışmamıza dahil ettiğimiz yazılar içerisinde bir takım bilgi eksiklikleri veya küçük yanlışlarımız da olabilir, fakat çok titiz bir çalışma ile hataları en aza indirmeye çalıştık. Zaten bibliyografyalar hiçbir zaman biten veya tamamlanabilen çalışmalar değildir. Araştırma konusuyla ilgili her an yeni bir yayın olabilir. Çalışmamız makale olarak yayınladıktan sonra da sürekli olarak güncel gelişmelerle takviye etme niyetindeyiz.                   
MERAM BİBLİYOGRAFYASI
A) KİTAPLAR
KOMAN, M. M.-UĞUR, M. F., Selçuk Veziri Sahip Ata ile Oğullarının Hayat ve Eserleri, İstanbul, 1934.
KÖROĞLU, Hüseyin, Konya Lisesi Tarihi 1889-1989, Konya, 1989.
MİYASOĞLU, Mustafa, Yollar ve İzler, İstanbul, 2002.
ODABAŞI, A. Sefa-ÖZÖNDER, Hasan-KARPUZ, Haşim, Eskimeyen Meram, Konya, 2000.
ÖZÖNDER, Hasan, Evvel Zaman İçinde Meram, Konya, 1997.
ÖZÖNDER, Hasan, Su, Yeşil ve Tarih Kucağı Meram, Konya, 2003.
SAKAOĞLU, Saim, Çaybaşı Yazıları, Konya, 2000.
TORU, Fatma-ÖZÇELİK, Selahattin, Adım Adım Meram-Meram İlçesi Mahalle/Sokak Rehberi, Konya, 2003.
YARDIMCI, Saime, Bağ Evinin Asırlık Yemek Sırları, Konya, 2007.
B) TEZLER
AKIN, Mehmet Çetin, Konya Gazi Lisesi ve Tarihi Gelişimi, Konya, 1995 (S.Ü.S.B.E. basılmamış doktora tezi).
AKKURT, Murat, Meram İlçesi Bağcılığı ve Yörede Yetişen Üzüm Çeşitlerinin Ampelografik Özelliklerinin Belirlenmesi Üzerinde Araştırmalar”, Ankara, 1997 (A.Ü.F.B.E., basılmamış yüksek lisans tezi).
ALTINTAŞ, E., Konya Meram İlçesine Bağlı Köylerde Geleneksel Kıyafetler, Konya, 1999 (S.Ü., Fen-Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi, basılmamış lisans tezi).
ARSLAN, Kadir, Konya Meram İlköğretim Okulunun Eğitim ve Öğretim Yönünden İncelenmesi, Konya 2002, (S.Ü.S.B.E., basılmamış yüksek lisans tezi). 
ÇAPA, İbrahim, Sahib Ata Fahreddin Ali ile Oğulları, Konya, 1994 (S.Ü.S.B.E.,  basılmamış yüksek lisans tezi).
DÜNDAR, S., Konya’da Sahip Ata Külliyesi, İstanbul, 1970 (İ.Ü. Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi, basılmamış lisans tezi)
ELCAN, M.-TATLI, S., Konya Sahip Ata Manzumesi Süslemeleri, Konya, 1998 (S.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi, basılmamış lisans tezi)
EMİROĞLU, Seyit, Meram İlçesi (Konya) Masalları Üzerine Bir İnceleme, Konya, 1996 (S.Ü.S.B.E., basılmamış doktora tezi).
İÇAÇAN, K., Loras Dağı’ndaki Anonim Yapı, Konya, 1984 (S.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi, basılmamış lisans tezi).
İNCESAKAL, Mustafa, Orta Anadolu Bölgesi Bağ Evlerinin Tasarım ve Yapım İlkeleri, Konya, 1996 (S.Ü.S.B.E., basılmamış doktora tezi).
ŞENER, F., Konya İli Sırçalı Medrese Çinileri, Konya, 1995 (S.Ü. Mesleki Eğitim Fakültesi, El Sanatları Eğitimi, basılmamış lisans tezi)
TOPÇU, Filiz Yıldız, Sahib Ata Fahreddin Ali ve Sahib Ataoğulları, Konya, 2005,  (S.Ü.S.B.E., basılmamış doktora tezi).
YILMAZ, Mehmet, Konya Vilayetinde Muhacir Yerleşmeleri (1854-1914), Konya, 1996 (S.Ü.S.B.E., basılmamış doktora tezi).
C) MAKALELER
AKAY, Hasan, “Gizli Meram”, Dergâh, sayı 19, İstanbul, 1991, s. 8-9
AKMAYDALI, H., “Konya Merkez Tahir ile Zühre Mescidi”, Röleve ve Restorasyon, sayı 3, Ankara, 1982, s. 101-104
AKOK, M., “Konya’da Sahib Ata Hanıkâh Camii’nin Rölöve ve Mimarisi”, Türk Arkeoloji, sayı XIX/2, Ankara, 1970, s. 5-38
ALAGÖZ, Hüseyin, “Söylemez Zaviyesi ve Şeyh Fazıl Hüseyin Efendi”, Kışta Meram, sayı 10, Konya, 2001, s. 32-34
ALAGÖZ, Hüseyin, “Yozlaşan Benliğimiz ve Ulvi Sultan”, Yazda Meram, sayı 11-12, Konya, 2002, s. 27-29
ANBARLI, İsmail, “Loras Dağı’nın Düşündürdükleri”, Yeni İpek Yolu, sayı 188, Konya, 2003, s. 54-55
APALI, M. Ali, “Cambaz Deli Osman Ağa ve Çayırbağı Suyu”, Kışta Meram, sayı 2, Konya, 1999, s. 24-25
AYHAN, Lütfi, “Loras’tan Gelen Mektup”, Kışta Meram, sayı 18, Konya, 2003, s. 28-30
BAHAR, Hasan, “Konya-Hatip’te Bulunan Yeni Bir Hitit Anıtı”, Arkeoloji ve Sanat, sayı 73, İstanbul, 1996, s. 2-7
BAKIRCI, Naci, “Konya Meram Şekerfuruş Türbesi 1996 Yılı Kazı ve Temizlik Çalışması”, VIII. Müze Kurtarma Kazıları Semineri, Ankara, 1997, s. 159-170
BAŞTAK, Naci Fikret, “Meram’ın Eski Yaz Günlerinden Birinde”, Konya, sayı 24-25, Konya, 1938, s. 1339-1341
BİLDİRİCİ, Mehmet, “Meram’da Eski Zamanlarda Bir Gezi”, Kırkambar-Yeni Gazete, Konya, 2 Ocak 2000, s. 4
BİLDİRİCİ, Mehmet, “Çaybaşı Yazıları Üzerine”, Kırkambar-Yeni Gazete, Konya, 10 Nisan 2001, s. 8
BÜLBÜL, Nail, “Başka Meram Yok ki!”, Kışta Meram, sayı 6, Konya, 2001, s. 26-27
ÇALIK, Ziya, “Jeoloji ve Hidroloji Bakımından Meram Deresi”, Konya, sayı 31, Konya, 1940, s. 1648-1659
DELBEUF, R., “Meram’ın Eski Yaz Günlerinde”, Konya, sayı 24-25, Konya, 1939, s. 1339-1341
DEMİRCİ, İbrahim, “Şeyh Galib’in Meram’ı”, Büyükşehir Belediyesi Konya Dergisi, sayı 9, Konya, 1996, s. 10
DOĞAN, M. Sabri, “Selçuklu ve Osmanlı Dönemi Meram Su Vakıfları”, Güzde Meram, sayı 5, Konya, 2000, s. 22-25
DOĞAN, M. Sabri, “Çayırbağı Suyu”, Büyükşehir Belediyesi Konya Dergisi, sayı 28, Konya, 2001, s. 49-51
DOĞAN, M. Sabri, “İdealini ve İddiasını Gerçekleştiren Bir Adam: Aydın Çavuş (Aydın Aydınöz)”, Yeni İpek Yolu, sayı 207, Konya, 2005, s. 54
DOĞAN, M. Sabri, “Bağdat Demir Yolu Hattı ve Meram”, Meram, sayı 2, Konya, 2006, s. 36-39
EFE, Ahmet, “Cemel Ali Dede Türbesi ve Camisi”, Yeni İpek Yolu, sayı 133, Konya, 1999
ELGİN, Necati, “500 Yıl Önce Konya’nın Yetiştirdiği Bir Musikî Üstadı-Megaribe Mescidi-Abdal Mümin”, Konya, sayı 118-119, Konya, 1948, s. 39-41
EMİNOĞLU, Mehmet, “Hacı Fettah Mezarlığı”, Büyükşehir Belediyesi Konya Dergisi, sayı 10, Konya, 1996, s. 38-39
EMİNOĞLU, Mehmet, “Hicrandan Benzi Atan Hasbey Dar’ul Huffazı”, Büyükşehir Belediyesi Konya Dergisi, sayı 11, Konya, 1997, s. 42-43
EMİNOĞLU, Mehmet, “Meram’da Osmanlı Ahkâm-ı Urfiyyesinden Birkaç Örnek”, Güzde Meram, sayı 1, Konya, 1999, s. 26-27
EMİNOĞLU, Mehmet, “Hacı Fettah Mezarlığı II”, Kışta Meram, sayı 14, Konya, 2002, s. 30-33
ERDOĞAN, Abdülkadir, “Meram Bağları”, Konya, sayı 7, Konya, 1937, s. 424-428
ERDOĞAN, Muzaffer, “Konya Tarih ve Folklorunda Meram”, Güzde Meram, sayı 1, Konya, 1999, s. 9-11
ERDOĞAN, M., “Konya’nın Eski ve Ünlü Mesiresi Meram”, Tarih Coğrafya, C. 2, sayı 8, İstanbul, 1959, s. 121-123
ES, Selçuk, “Meram Suyuna Ait Bilgiler”, Baharda Meram, sayı 3, Konya, 2000, s. 14-15
GÖLCÜK, Şerafeddin, “Sadreddin Konevî”, S.Ü. Selçuk Dergisi, sayı 4, 1. Sadreddin Konevî Özel Sayısı, Konya, 1989, s. 13-15
GÜLDAĞ, Ahmet, “Otuzlu Yıllardan Bugüne Yeşil Meram”, Kışta Meram, sayı 6, Konya, 2001, s. 22-23
GÜLDAĞ, Ahmet, “Otuzlu Yıllardan Bugüne Yeşil Meram”, Baharda Meram, sayı 7, Konya, 2001, s. 11-13
GÜLDAĞ, Ahmet, “Kırklı Yıllardaki Yeşil Meram’dan”, Yazda Meram, sayı 11-12, Konya, 2002, s. 35-37
GÜNDOĞDU, Mehmet K., “Meram’dan Loras’a Zorlu Tırmanış”, Kırkambar-Yeni Gazete, Konya, 3 Nisan 2001, s. 4
HALICI, Feyzi, “Çağrı’nın Meram Hikâyesi”, Güzde Meram, sayı 1, Konya, 1999, s. 14-15
HALICI, Feyzi, “Meram Sohbeti”, Kışta Meram, sayı 2, Konya, 1999, s. 22-23
HALICI, Feyzi, “Meram Trafiği”, Yazda Meram, sayı 4, Konya, 2000, s. 18-19 
HALICI, Nevin, “Ateşbaz-ı Velî ve Konya”, Büyükşehir Belediyesi Konya Dergisi, sayı 29, Konya, 2002, s. 111-112
IŞIK, Ali, “Meram Güzellemesi”, Çağrı, sayı 518, Ankara, 2003, s. 13-14
İNCESAKAL, Mustafa -TOZOĞLU, D.D.-ULUSOY, Mine, “Konya Meram’da Bağ Evi Örneği”, S.Ü. Müh.-Mim. Fak. Dergisi-Prof. Dr. Yılmaz Önge Özel Sayısı, C. 8, sayı 1, Konya, 1993, s. 37-52
İNCESAKAL, Mustafa, “Geleneksel Konya Bağ Evleri”, Yeni İpek Yolu, Özel Sayı I, Konya, 1998, s. 223-244
İNCESAKAL, Mustafa, “Geleneksel Konya Bağ Evlerinde Batı Etkileri”, Yeni İpek Yolu, sayı 145, Konya, 2000, s. 17-21
KALE, M. Tanju, “Meram’ın Eski Yaz Günleri”, Yazda Meram, sayı 8, Konya, 2001, s. 14-15
KARA, Celalettin, “Bir Tırmanış Öyküsü ve Loras Dağı”, Konya Life, sayı 8, Konya, 2006, s. 50-51
KARPUZ, Haşim, “Meram Sit Alanları ve Aydın Çavuş”, Baharda Meram, sayı 3, Konya, 2000, s. 23-26
KOMAN, M. Mesud, “Şeyh Sadreddin Mescidi ve Şeyh Cüneyd”, Konya, sayı 31, Konya, 1940, s. 1629-1637
KÜÇÜKDAĞ, Yusuf, “Konya’da Söylemez Zâviyesi ve Vakfiyeleri”, Yeni İpek Yolu, Özel Sayı I, Konya, 1998, s. 155-194
ODABAŞI, A. Sefa, “Meram’a Giden Üç Yol”, Kırkambar-Yeni Konya, Konya, 9 Eylül 1995, s. 6
ODABAŞI, A. Sefa, “Meram ve Çevresindeki Üzüm Bağları”, Güzde Meram, sayı 1, Konya, 1999, s. 12-13
ODABAŞI, A. Sefa, “Muhacir Pazarı ve Romanlar”, Tarih ve Kültürüyle Konya-Konya Postası, Konya, 18 Ekim 2000, s. 93-94
OKTAÇ, A. Deniz, “Meram Apalı Bağı Örneğinde Konya Bağ Kültürü ve Bağ Mimarisi”, Yeni İpek Yolu, Özel Sayı V, Konya, 2002, s. 377-390
ÖNDER, Mehmet, “Konya’da Tavus Baba Efsanesi”, Türk Folklor Araştırmaları, sayı 53, İstanbul, 1953
ÖNDER, Mehmet, “Meram-Nâme”, Çağrı, sayı 283, Ankara, 1981, s.17-18
ÖNDER, Mehmet, “Konya’nın Tarihî Gül Bahçeleri”, Çağrı, sayı 306, Ankara, 1983, s. 16-17
ÖNDER, Mehmet, “Geçmişten Günümüze Meram”, Büyükşehir Belediyesi Konya Dergisi, sayı 11, Konya, 1997, s. 24-27
ÖNDER, Mehmet, “Konya’nın Meram’ı”, Güzde Meram, sayı 1, Konya, 1999, s. 32-36
ÖNGE, Yılmaz, “Konya’nın Meram Mesiresindeki Mimari Bir Manzume”, Vakıflar, sayı 10, Ankara, 1973, s. 367-384
ÖNKAL, Hakkı, “Konya’da Ateşbaz-ı Veli Türbesi”, Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dergisi, sayı 1, Erzurum, 1975, s. 223-238
ÖZÖNDER, Hasan, “Türbeönü’nde Evi, Meram’da Bağı Olmak”, Kışta Meram, sayı 2, Konya, 1999, s. 7-9
ÖZÖNDER, Hasan, “Yaz Olunca Var Meram Üzre Safâsı Konya’nın”, Yazda Meram, sayı 4, Konya, 2000, s. 9-11
ÖZÖNDER, Hasan, “Vefanın Timsali Meramlı Şeyh Vefâ”, Güzde Meram, sayı 5, Konya, 2000, s. 12-13
ÖZÖNDER, Hasan, “Meram’da Sonbahar”, Akademik Sayfalar-Konya Postası, Konya, 19 Ekim 2000, s. 65-68
ÖZÖNDER, Hasan, “Başka Meram Yok, Meram Veran Olmasın”, Kışta Meram, sayı 10, Konya, 2001, s. 16-18
ÖZÖNDER, Hasan, “Nahiye Oluşunun 47. Yıldönümünde Meram”, Yazda Meram, sayı 11-12, Konya, 2002, s. 9-11
ÖZÖNDER, Hasan, “Meram’a Vuslat”, Yazda Meram, sayı 16, Konya, 2003, s. 16-17
ÖZÖNDER, Hasan, “Meram’ın Efsunkâr Bağları”, Meram, sayı 1, Konya, 2006, s. 32-33
ÖZTÜRK, Kazım, “Meram İlçesinde Bulunan Tarihî Semt İsimleri”, Yeni İpek Yolu, Özel Sayı VII, Konya, 2004, s. 389-401
ÖZULU, Deniz, “Tarihin En Güzel Sesi Konya Lisesi”, Konya Life, sayı 4, Konya, 2006, s. 130-133
SAKAOĞLU, Saim, “Şu Konya’nın Meram’ı”, Kültür ve Sanat, C. 4, sayı 15, 1992, s. 5-7
SAKAOĞLU, Saim, “Kızlar Kayası”, Kışta Meram, sayı 2, Konya, 1999, s. 18-19
SAKAOĞLU, Saim, “Eski Meram Yolu Düz Gitmez”, Cönk-Yeni Gazete, Konya, 2 Kasım 1999, s. 129
SAKAOĞLU, Saim, “Meram Yolunda”, Cönk-Yeni Gazete, Konya, 1 Aralık 1999, s. 169-170
SAKAOĞLU, Saim, “Şu Konya’nın Bağları”, Yazda Meram, sayı 4, Konya, 2000, s. 12-14
SAKAOĞLU, Saim, “Kar mı Yağmış Şu Meram’ın Dağına”, Kışta Meram, sayı 6, Konya, 2001, s. 14-15
SAKAOĞLU, Saim, “Benim Meram Fotoğraflarım”, Yazda Meram, sayı 8, Konya, 2001, s. 6-9
SAKAOĞLU, Saim, “Orada Bir Köy Var Yakında-Hatıp ile Gödene Uğurlar Olsun Gidene”, Güzde Meram, sayı 9, Konya, 2001, s. 6-7
SAKAOĞLU, Saim, “Eski Meram Fotoğrafı Üzerine Düşünceler”, Kışta Meram, sayı 10, Konya, 2001, s. 13-15
SAKAOĞLU, Saim, “Son Kitabım: Çaybaşı Yazıları”, Akademik Sayfalar-Konya Postası, Konya, 1 Şubat 2001, s. 33-34
SAKAOĞLU, Saim, “Eski Bir Meram Evi”, Akademik Sayfalar-Konya Postası, Konya, 19 Nisan 2001, s. 116-117
SAKAOĞLU, Saim, “Eskimeyen Bir Meram Evi-II”, Akademik Sayfalar-Konya Postası, Konya, 17 Mayıs 2001, s. 143-144
SAKAOĞLU, Saim, “Şiirimizde Meram-I”, Akademik Sayfalar-Konya Postası, Konya, 14 Haziran 2001, s. 183-185
SAKAOĞLU, Saim, “Şiirimizde Meram –II”, Akademik Sayfalar-Konya Postası, Konya, 19 Temmuz 2001, s. 215-217
SAKAOĞLU, Saim, “Şiirimizde Meram-III”, Akademik Sayfalar-Konya Postası, Konya, 16 Ağustos 2001, s. 247-249
SAKAOĞLU, Saim, “Şiirimizde Meram-IV”, Akademik Sayfalar-Konya Postası, Konya, 20 Eylül 2001, s. 287-289
SAKAOĞLU, Saim, “Meram Efsane Kokuyordu”, Kışta Meram, sayı 14, Konya, 2002, s. 12-14
SAKAOĞLU, Saim, “Bir Yeni Meramlı’nın Not Defteri”, Yazda Meram, sayı 11-12, Konya, 2002, s. 6-8
SAKAOĞLU, Saim, “Benim Meramlı Ağaçlarım”, Güzde Meram, sayı 13, Konya, 2002, s. 6-9 
SAKAOĞLU, Saim, “Benim Meramlı Çiçeklerim”, Baharda Meram, sayı 15, Konya, 2003, s. 6-10
SAKAOĞLU, Saim, “Bir Meram Vardı”, Yazda Meram, sayı 16, Konya, 2003, s. 6-9 
SAKAOĞLU, Saim, “Bir Masaldı Meram”, Konya Life, sayı 4, Konya, 2006, s. 26-28
SAKAOĞLU, Saim, “Fahrünnisa Mahallesi’nden Hatıralar”, Akademik Sayfalar-Merhaba, Konya, 27 Aralık 2006, s. 410-411
SAKMAN, M. Tahir, “Konya Türkülerinde Meram”, Kışta Meram, sayı 2, Konya, 1999, s. 28
SAKMAN, M. Tahir, “İki Meram”, Cönk-Yeni Gazete, Konya, 11 Ağustos 1999, s. 44
TER, Ümmügülsüm Özkan, “Konya Kentinin Açık-Yeşil Alan İçinde Meram Bağlarının Önemi”, Güzde Meram, sayı 9, Konya, 2001, s. 10-13
UĞUR, M. Ferit, “Konya’da Tursunoğlu Camii”, Konya, sayı 10, Konya, 1937, s. 636-642
UĞUR, M. Ferit, “Tavusbaba”, Konya, sayı 37, Konya, 1941, s. 15-17
ULUTÜRK, Muammer, “Dere’nin Değirmenleri”, Yazda Meram, sayı 8, Konya, 2001, s. 20-21
ULUTÜRK, Muammer, “Noras Dağı Eteklerinde Bir Yayla Yahut Erikli Yaylasında Eski Günler”, Güzde Meram, sayı 9, Konya, 2001, s. 18-19
ULUTÜRK, Muammer, “Meram’ın Yaylaları”, Yazda Meram, sayı11-12, Konya, 2002, s. 14-16
UZUNPOSTALCI, Mustafa, “Şeyh Sadreddin Konevî’nin Vasiyeti”, S.Ü. Selçuk , sayı 4, 1. Sadreddin Konevî Özel Sayısı, Konya, 1989, s. 37-44
YASA, Azize Aktaş, “Selçuklu Dönemi Konya’sında Şehrin Yeşil Dokusu”, Vakıflar, sayı 27, Ankara, 1998, s. 65-74

27 Ekim 2012

Kayısı Kurusu




İş yerimdeki mini buzdolabında unuttuğum kayısı kurusu kesesini çıkarıp özenle bağlanmış ağzını açtım. Derin derin kokladım. Çocukluk günlerimin unutulmaz sahneleri yüreğimin gizli delhizlerinden koşturup geldiler. Annemin “elma kakı, yonüz eriği” deyimi kulağımda çınladı. Uzun kış gecelerinin misafirliklerinde türlü türlü çetnevir olacak değildi ya şimdiki gibi. Muhabbet sofrasını meyve kuruları, iğde, ceviz, badem, yayla alıcı, izbelerde saklı elma, armut ve ayvadan mürekkep ikramlar süslerdi.
Yazar yerinde “Vakıf”tır, şimdikilerinse “Makıf” dediği pek de büyük olmayan bahçemiz, suları o yıllarda hiç kesilmeden akan Meramderesinin kenarındaydı. Annem babam ve aynı evde vefatlarına kadar birlikte yaşadığımız Mehmet Dedem ve Zehra Nenem’le çocukluğum boyunca kayısı ağaçlarıyla dolu o bahçeye gittim. Bahar geldi mi, karşı bahçede sıra sıra kocaman susamlar açardı. Çayın azgın sularının filan tarihte bir çocuğu alıp götürdüğüne dair büyüklerden duyduğum ve aklımdan hiç kovamadığım düşünce beni suya yaklaştırmaz, birkaç metre gerisindeki göğerik ağacına yaslanır otururdum. Kavak ağaçlarının gölgesi geçip gittikçe yeşilin onlarca tonu çıkardı ortaya. Radyoda “arkası yarın” dinleyip kaneviçe işleyen ablalarımla arkadaşlarından duyardım yeşilin başka renklerini de; acı yeşil, kara yeşil, açık yeşil…Çim kokusu, tavını henüz almış toprak kokusu, önümden akan suyun kokusu, elma çiçeklerinin kokusu, karşıdaki susamların kokusu, bahçenin çimenliğini yapraklarıyla boydan boya örten kocaman ceviz ağacının kokusu… Kokular ve renklerden sonsuz cümbüş olurdu ilkbaharla sonbahar arası.
Mandallar, puştalar açılır bunların araları merizlerle ayrılır, ağaçlar budanırdı. Bir oraya bir buraya koşturulur, çay için işe ara verildiğinde bizim gibi bahar hazırlıkları yapmaya gelmiş bahçe komşularıyla hasbihal edilir, Dutlu Kırı ile Hocacihan bağlarına bir fırsat bulup da gidilemediği muhakkak dile getirilirdi. Uzaktı oralar ve herkesin arabası atı yoktu. Dutlu kırı şuracıktaysa da Hocacihan’daki bağlara gitmek için illa bir araya gelinirdi. Yılda bir defa baharda üzüm budamaya, sonra sonbaharda bağbozumuna. Etrafına badem ağaçları sıralanmış çukur bağlar ne çoktu oralarda. Bağbozumu zamanlarının ve Eylül sözününbendeki etkisi hep masal tadındadır. İlkinin mor ve sarı renkleri, diğerinin yakmayan sıcağı, üşütmeyen soğuğu vardır.  
Delibeylerin Ahmet Dede’yi namaz vakitleri haricinde her daim bahçesinde ve kimi görse tiz sesiyle hayırlar dilemede görürdük. Selamsız geçen kimse olmazdı çayın kenarından uzayıp giden yolda. Omuzuna beli uzatıp bahçesine giden bir adam, ardında eskimiş camadanı ve mor donu ile yürüyen bir kadın. Mor don, eskimiş şalvarın diğer adıdır. Camadan, önünde ince bir iple arkaya doğru bağlanan gömlek gibi bir şey. İş kıyafetinin adıdır kadında. Orta yaşı çoktan geçmiş kadınlar pek bakımsız görünürlerdi bana. 
Kahverengi üniforması ve beline takılı copuyla kolcu, çayın derin yerlerine yüzmeye yahut bahçelerden çağla, salatalık, çilek çalmaya gelmiş olması muhtemel çocuklar için gezinir dururdu. Tahsili yoktu ama otoritesi çoktu kolcunun.
Bahçe tavındayken günler öncesinden bellenir, toprak buhara durduğunda işler sıraya dizilirdi. Bahar aylarında hafta sonları bahçe işi ile başlar, Kasım ayazlarına kadar sürerdi. Güz gelince, yapraksız kalmış kayısı ağaçlarının altında öylece kalan kocaman göbekli lahanalara bakar garip bir yalnızlık hissine kapılırdım. Kışın çok sığırcık olurdu. Yerden kalkmayan kar yüzünden yiyecek arayan karga sürüleri bir de. Çay donunca da yeşil başlı ördekler inerdi. Belli bir zaman aralığında gelen göçmen kuşların dereyi konaklama için kullandıklarını çok sonra öğrendim. Şimdi hepsi başka yerlere gittiler.
Kasaba ile şehrin karıştığı bir yerde, bahçeler içinde büyümenin anlattırdığı pek muhtasar şeylerdi dediklerim. Meram ve çevresinde çocukluk yaşamak, yediğim kayısı kurusu tadındadır. Yılın bütün mevsimleri daima iç içedir.
Muammer Ulutürk
(K+ ilk sayısından)





10 Ağustos 2012

Hayata Dair Notlar: Zamansız Yağmur

Osmanlı 21. Asırda Arakan'da


Türkiye nihayet bakan düzeyinde bir heyetle Arakan'da... 
Dünya'da başka konuya aldıran ülke yok.
Arakan bölgesine Başbakan Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan ve Sare Davutoğlu ile birlikte insani yardım götüren Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Budistler tarafından haftalar süren katliam ve saldırılara maruz kalan Müslümanlar tarafından gözyaşları içinde karşılandı.

"Türkler geldi, bizi kurtaracak" heyecanıyla Ahmet Davutoğlu'na sarılan Müslümanların hâli, Emine Erdoğan'ın gözyaşlarına boğulmasına neden oldu.


Dışişleri Bakanı Davutoğlu, ''Hem Myanmar'a açılmak hem de Arakan'a ulaşmak istiyoruz'' dedi.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Emine Erdoğan, Sare Davutoğlu, Sümeyye Erdoğan, bazı milletvekilleri, bürokratlar, yardım kuruluşlarının temsilcileri ve gazetecileri taşıyan uçak Myanmar'ın başkenti Naypidav'a geldi.
Uçakta basın mensuplarına ziyaretle ilgili bilgi aktaran ve soruları yanıtlayan Davutoğlu, ziyaretin iki ülke arasındaki üst düzey ilk ziyaret olacağını belirtti.
Myanmar'daki rejimin yavaş yavaş dünyaya açıldığını ifade eden Davutoğlu, bunu gözlemledikleri için Myanmar'da büyükelçilik açmaya karar verdiklerini söyledi.
Arakan bölgesinde yaşayan Rohingya Müslümanlarının uzun zamandır ihmal edildiğine dikkati çeken Davutoğlu, ''Hem Myanmar'a açılmak hem de Arakan'a ulaşmak istiyoruz. İkisini bir arada gerçekleştirmek istiyoruz. Aslında ziyareti kabul etmeleri Türkiye'nin uluslararası alandaki etkisinin bir yansıması. Herhangi bir ülkeye böyle birşey yapmadılar. Bizim büyükelçimiz iyi çalıştı'' dedi.

Davutoğlu'ndan iki talimat
Kendisinin Myanmar'a atanan büyükelçiye iki talimat verdiğini anlatan Davutoğlu, bunlardan birincisinin I. Dünya Savaşı sırasında Çanakkale ve Mısır'dan götürülen ve Myanmar'da şehit düşen yaklaşık bin 500 askerin mezarlarının bulunması olduğunu söyledi.
Buradaki şehitlerin mezarlarının yaptırılacağını ifade eden Davutoğlu, bedelli askerlikten elde edilen fonun şehitliklerin yapımı için kullanılacağını bildirdi.
Büyükelçiye verdiği ikinci talimatın da Arakan bölgesindeki Müslümanlarla temas kurması olduğunu anlatan Davutoğlu, o bölgede olaylar başlayınca, Arakan ve şehitliklerle ilgili Myanmar Dışişleri Bakanı'na mektup yazdığını söyledi.
Türkiye'nin Arakan'la ilgili diplomatik girişimleri hakkında bilgi aktaran Davutoğlu, Myanmar devletinin şu ana kadar bölgeye sadece BM'nin girişine izin verdiğini, BM dışında ilk kez sadece Türkiye'ye izin verildiğini belirtti.
Arakan bölgesindeki problemin onyıllardır devam ettiğini dile getiren Davutoğlu, Arakan'da ölenlerin sayısının binlerle ifade edilebileceğini tahmin ettiklerini söyledi.
Getirdikleri yardımı Müslümanların kampının yanı sıra Budistlerin kampına da götüreceklerini kaydeden Davutoğlu, ''Bizim için şu anda birinci hedef Myanmar yönetimiyle iyi ilişkiler kurup, insani yardımı Arakan'a ulaştırmak'' dedi.
Sıcak karşılama
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Myanmar Dışişleri Bakanı Wunna Maung Lwin ile görüştü.
Myanmar Dışişleri Bakanlığı'ndaki görüşmede Davutoğlu, konukseverliğinden dolayı Myanmar'lı muhatabına teşekkür etti.
Türkiye ve Myanmar'ın Asya'nın iki büyük devleti olduğunu belirten Davutoğlu, ziyaretinin Türkiye'den Myanmar'a gerçekleşen ilk üst düzey ziyaret olduğunu kaydetti.
Lwin ise, sıcak sözleri için Davutoğlu'na teşekkür etti ve ''ülkemize hoşgeldiniz'' dedi.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu, I. Dünya Savaşı'nda İngilizler tarafından esir alınarak getirildikleri Myanmar'da şehit olan Türk askerlerinin mezarlarını ziyaret etti.
MEKTİLA - Murat Ünlü
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve eşi Sare Davutoğlu, Mektila'daki Türk şehitliğine çelenk koyarak şehitlerin mezarlarına gül bıraktılar. Şehitlerin ruhu için Kur-an'ı Kerim okunmasının ardından konuşan Bakan Davutoğlu, "Bugün burada tarihi bir buluşmaya, bir vuslata şahit oluyoruz. I. Dünya Savaşı'nda çok değişik cephelerden, Filistin'den, Mısır'dan, Irak'tan, Suriye ve diğer cephelerden toplanarak, esir olarak Basra'ya getirilip, daha sonra Basra'dan Karaçi'ye gemilerle, Karaçi'den Kalküta'ya trenlerle, Kalküta'dan da Yangon'a, oradan da buraya esir kamplarına getirilen dedelerimizin huzurundayız" dedi.
Cevapsız mektuba cevap
Askerlerin pek çok mektup yazdığını, yazdıkları mektupların önce İngiltere'ye gittiğini daha sonra Kızılhaç üzerinden Kızılay'a, oradan da ailelere verildiğini anlatan Davutoğlu, bu mektupların çoğunun da karşılıksız kaldığını belirterek, bu mektuplardan biri olan Koşikavaklı İsmail'in mektubunu okudu.
Muhtemelen Koşikavaklı İsmail'in mektubunun annesinin eline hiç ulaşmadığını söyleyen Davutoğlu, yoksa böyle bir mektup eline geçen bir annenin mutlaka cevap vereceğini belirtti. Davutoğlu, şöyle devam etti:

"Şimdi biz bu mektuplara, fiilen buraya gelerek bir cevap getiriyoruz. Diyoruz ki, aziz ve muhterem şehitlerimiz, Koşikavaklı İsmail, Bigalı Hakkı, Manisalı Muhammed, Konyalı Veli, İstanbullu Ahmet, sizlerin aziz huzurunuzdayız ve sizlere, mektuplarınıza 75 milyondan cevap getirmek için buradayız. Biliniz ki siz hiçbir zaman bizim gönlümüzden, zihnimizden ırak olmadınız.
Size burada bugün aziz milletimizin selamlarını getirirken, bu cevapsız kalan mektupları da telafi etmeyi ümit ediyoruz. Buradan aldığımız toprakları, sizin toprağınızı Çanakkale'ye götürmek üzere yanımızda taşıyacağız.
Artık sizin o büyük davanız, sizin ilettiğiniz mesaj, sadece Çanakkale'de değil, Yemen'de, Kut'ul Amara'da, Sarıkamış'ta, Galiçya'da, Romanya'da, Mısır'daki bütün şehitliklerde yankılanacak. Sahipsiz değilsiniz, bizden ırak değilsiniz.
Aziz milletimiz sizleri hiçbir zaman unutmadı unutmayacak. Aynen onların ifadesiyle, ben de tekrar etmek istiyorum.
75 milyon adına evladınız Ahmet."

Şehitlerin mezarlarına Türkiye'den su
Bakan Davutoğlu, daha sonra Türk Şehitliği Cami İmamı Ali İbrahim Ali'ye bayrak ve Kur-an'ı Kerim hediye etti. İmam Ali de Davutoğlu'na Türk şehitliğinden toprak verdi. Bu sırada Bakan Davutoğlu ve İmam Ali bir süre birbirlerine sarıldılar.
Daha sonra Bakan Davutoğlu ve İmam Ali Türkiye'den getirilen suyu şehitlerin mezarlarına döktüler.
Ziyaretin ardından Bakan Davutoğlu ve eşi Sare Davutoğlu, şehitlikte bulunan Myanmarlı çocuklarla bir süre sohbet ettiler ve onlara para ve oyuncak dağıttılar.

 Kaynak: AA

Kapuçino ve Kapusenler Tarikatı

Kapusenler (Fratres Minores Capucinorum), Hıristiyanlıkta katolik kilisesine bağlı Fransisken tarikatının bir koludur.

1520 yılında Marches bölgesinden Matteo da Bascio adlı bir Fransisken müridi tarafından devrin keşişlerinin Aziz Fransis'in uyguladığı gibi bir yaşam sürmediği yolunda tanrıdan ilham gelmesi üzerine kurulmuştur. Matteo Aziz Fransis'in uyguladığı gibi inzivaya ve günahların affı için acı çekerek olabildiğince ilkel bir yaşam sürmeye geri dönmeyi istemiştir.

Üstleri tarafından bu fikirler baskı altında tutulmaya çalışılmıştır. Bu yüzden Matteo ve arkadaşları kiliseden ayrılıp, tutuklanmaktan kaçmak için saklanmışlardır. Kendilerine Camaldoli manastırından Benediktin keşişleri sığınma vermişlerdir. Matteo ve arkadaşları Benediktin keşişlerine minnetlerini belirtmek için onların giydiği kapşonlu cübbeleri giymeye başlamışlardır. Kapusen ismi giydikleri bu kıyafete istinaden İtalyanca da kapşon anlamına gelen capuccio kelimesinden gelmektedir.
Kapusenler'in kurcusu Matteo de Bascio
1528 yılında birader Matteo Papa VII. Clement tarafından kabul edilmiş, keşiş olarak yaşamasına ve fakirlere vaaz vermesine izin verilmiştir. Bu izinler aynı zamanda ona katılmak isteyen Aziz Fransis'in kurallarını yaşatmak isteyen diğer keşişler için de geçerli idi. Matteo ve kiliseden beraber ayrıldığı arkadaşlarına kısa sonra başkalarıda katıldı. Bu grup Fransiskanların alt kolu olarak tanındı ve Küçük Keşiş Biraderler (Fratres Minores) olarak adlandırıldılar. Giydikleri sivri başlıklı keşiş kıyafeti yüzünden kapusen Capucinorum ismi de eklendi.

Bir kahve içeceği olan kapuçino ve kapuçin maymunu bu rahiplerin kıyafetlerinde kullanılan kahverengi tonuna istinaden bu şekilde adlandırılmışlardır.

1538'de Azize Clare'in yolundan giden manastır rahibeleri tarafından kapusenlerin kadın kolu kuruldu.

2007 Aralık ayında İzmir'in Bayraklı semtinde bulunan Saint Antuan Kilisesi'nde pazar ayinini yönetirken 19 yaşındaki Ramazan Bay tarafından bıçaklı saldırıya uğrayan İtalyan Rahip Adriano Franchini, Kapusenlerdendir.
Kaynak:wiki

30 Temmuz 2012

Zamansız Yağmur

http://www.youtube.com/watch?v=0HDplle5XZo

31 Mayıs 2012

PATRİK: DUA TÜRKÇE YAPILACAK SÜRYANİCE YOK


Yıl 1937, yer Elazığ. Vatandaş Türkçe Konuş kampanyasının sürdüğü yıllar. Gazeteci Elazığ'daki Süryani Kilisesi'ni ziyaret ediyor ve manzarayı tarihe not ediyor. Manzara özetle şu: Süryaniler gene bir adım önde. Patrik, Süryanice dua etmeyi yasaklamış anlatılana göre...

Cumhuriyet Gazetesi'nin 2 Nisan 1937 tarihli haberini aynen aktarıyorum:

"Elâzizdeki Süryanii kadim Kilisesi, Bütün Dualarını ve Vazilerini Öz Türkçe İle Yapıyor

Elâziz (Hususi)- Yurdumuzdaki ekalliyetler arasında güzel türkçemize asırlardan beri bağlı kalarak onu öz dillerinden daha ileride tutmuş olan tek bir müessese vardır. O da Elâziz Süryanii Kadim kilisesidir.

Geçenlerde şehrimiz mabedinde yapılan dini toplantıya gittim ve ruhani ayini en hararetli devresinde, herkes huşu içindeyken rahibin türkçe olarak okuduğu dualar arasında: "Sulh ve selameti ve Cumhuriyeti berdevam eyle. Biz günahkarların kusurlarını affedip aziz tut! Bizim Tanrımız, bunu rahmetinden isteriz" Şeklindeki niyazlarını dinleyince cidden mütehassis oldum ve ayinden sonra kendilerile görüşerek türkçemizi kullanmalarına teşekkür edecek oldum. Fakat onlar: "Bu ötedenberi böyledir. Hatta yirmi dört sene evvel Patrik Abdülmesih buraya gelmişti, rütbe itibarile bir derece dunünde olan Mıtran bir cemile olarak Süryani lisanile bir dua okumak istedi.

Patrik amirane ve asabi bir tavırla: "Dua türkçe...Süryanice yok.. dedi ve türkçeyi Süryanii kadime kalb için yapılan teşebbüs bu suretle suya düştü. Bu hadiseden sonra Mıtran, Süryani cemaatini teşkil eden bütün ferdlerin Türk isimlerini almak ve manen de onlara yaklaşmak için beyannameler neşretti, nutuklar verdi. Onun için içimizden pek çoklarının Türk adları vardır" dedi. Yurdumuzun diğer azlıklarının bu güzel ve samimi harekete uymalarını temin için yapılan neşr,yat ve teşebbüslere buradaki müsbet tablo ile iştiraki lüzumlu buldum. (Cumhuriyet gazetesi 2 Nisan 1937 sf.5) "
...
Rahmetli bir Papazımızın o çarpık Türkçesi ile nikahlarda hep kullandığı söz aklıma geldi. Nikah kıyarken Rahmetli hep şunu derdi: "Sizi koca karı ilan ediyorum.."

Bizim devlet ile ilişkimiz biraz buna benzemiş...Zoraki öğrenilmiş Türkçe ile "koca karı" ilişkisi...
Rıfat Bali'den o döneme ait bir anektodu sizlerler paylaşmak istiyorum: Otuzlu yıllarda bir nüfus sayımı sırasında sayım memuru Balat’taki bir Yahudi ailenin evine gelir ve sorularını sıralamaya başlar. Evdeki yaşlı anne Türkçe bilmediğinden her seferinde kızına “ke dişo?” (“ne dedi”?) diye sormakta, kızı suali Yahudi İspanyolcasına tercüme etmekte, yaşlı anne de tek tek cevap vermekteydi.

Sayım memuru “ana diliniz nedir?” sualini sorduğunda yaşlı anne yeniden “ke dişo?” diyerek gözlerini kızına yöneltti. Sualin tercümesini duyduktan sonra sayım memuruna yüksek sesle “Turkça” cevabını verdi!
(Aktaran: Rıfat Bali)

Yazıya Dr Gabriel Oussi tarafından yapılmış bir katkı: Bilindiği gibi patrik Abdülmesih akıl hastalığı yüzünden makamindan indirilip yerine patrik Ilyas Şakir seçilmişti. Patrik Ilyas da sonradan sürgün edilerek Hindistan'da gömüldü. Patrik Abdulmesihin akıl hastalığı ne derece baskıların sonucuydu bir araştırma konusu olabilir.

Rıfat Bali'nin Yahudi hikayesine benzer bir hikayeyi ben de Mardinlilerden duydum. Türkçe konuşmayanlara ceza vermek için zaptiye memurları vardı Mardinde. Türkçe konuşmayan birini zabıta memuru yakalayinca ceza kesti ve ondan parayı vermesini istiyor. Adam bildiği birkaç Türkçe sözle: -Yok memur beg ben arapça kelam etmek. Ben Türkçe kelam etmek gibi sözleri tekrar ederek kendini savunmaya çalışıyor. Ama sonunda öfkelenen memur, bu öfkesi yüzünden kontrolü kaybedip kendisi Arapça konuşmaya baslar; - de cti verek inte kaçamt arabi. (Cezayi ver ulan, sen arapça konuştun işte ver cezayı).

Halk baskıları hafifletmek için fikralara dönüştürüyordu. Bu örnekler Kültürel soykırımın delilleri olarak gösterilebilir. (Aktaran Dr Gabriel Oussi)

Kaynak: http://www.suryaniler.com/konuk-yazarlar.asp?id=1132

21 Mayıs 2012

Mustafa Çokay'ın Gözüyle Enver Paşa

Aşağıda okuyacağınız makale Mustafa Çokay tarafından "Orta Asya ve Sovyet Rusya'da Enver Paşa" başlığıyla kaleme alınarak, 15 Haziran 1923 tarihli 'Doğu-Batı' (Orient et Occident) isimli bir Fransız dergisinde yayımlanmıştır. Makale Çokay'ın çok mühim tespitlerini içermektedir. Enver Paşa'nın Moskova ile ilişkileri, Türkistan'da niçin başarısız olduğunun sebeplerini ortaya koymaktadır. Dönemin Türkistan aydınlarının kendisine yazdığı mektuplarla verdikleri bilgiler çerçevesinde Enver Paşa'yı değerlendiriyor.

 

Bolşevik gazetelerindeki haberler ile Türkistan ve Afganistan'dan gelen mektuplara göre Enver Paşa, 4 Ağustos 1922 tarihinde Doğu Buhara'nın Belcuvan kasabasında vefat etmiştir. Osmanlı Ordusu Başkomutanı'nın bir Bolşevik kampında bulunması, Enver Paşa'nın rakiplerini şaşırtmamıştı. Onlar, bu durum karşısında, 'Enver Paşa'dan herşey beklenir' dediler. Moskova ile iki yıl süren iyi ilişkilerinin ardından Enver Paşa, Orta Asyalı ihtilal karşıtlarının yanında yer aldığında da aynı durum söz konusu olmuştu.
Orta Asya ve Sovyet Rusya'da Enver Paşa 
Bazılarına göre Enver Paşa, Bolşevik desteğini Orta Asya Müslümanlarının bağımsızlığı uğruna kullanmak istedi. Pravda gazetesine göre, daha önce öldürülmüş olan Cemal Paşa dâhil bazı kişiler, Enver Paşa'nın bu hareketini 'şöhret düşkünlüğü ve popüler olma hırsı olarak değerlendirmişlerdi.' Pravda gazetesinin ifadesini örnek verdim; çünkü bunları 1922′de Avrupa'da Cemal Paşa'yla yaptığımız görüşme sırasında kendisi aynen söyledi.
Enver Paşa'yı Jön Türk hareketi döneminden beri yakından tanıyan tarafsız kişiler de ilk bakışta onun karakterinde birtakım çelişkiler bulunduğunu sezinliyorlardı. O Müslüman halkların hürriyeti için gerçekten mücadele verdi. Popüler olma hırsı da onu aklı başında insanların cesaret edemeyeceği bir maceraya sürüklüyordu. Bolşeviklerin Enver Paşa'ya verdiği değer üzerinde durmaya gerek yok. Bolşevikler için o saygıdeğer ve sevilen bir dosttu; çünkü Enver Paşa, Bolşevikler için iyi bir propaganda aracı idi. Bolşevikler, Enver Paşa aracılığıyla Müslüman halklara yönelik politikalarını rahatça yürütebileceklerdi. Enver Paşa, muhalif saflara geçince 'İngiliz Hükümeti'nin kiralık ajanı' olarak adlandırıldı.

 

Orta Asya, Buhara ve Türkistan halklarının Enver Paşa'ya bakış açıları farklıydı. Kuzey Kafkasya Müslümanları ona sırt çevirmediler. Bolşevik diktatörlüğünden kurtulma ümidiyle yaşayan bu insanların ruh halini anlıyordum. Onlar, Enver Paşa'nın Abdülhamit istibdatından Türkiye'yi kurtarması gibi kendilerini de Moskova despotizminden kurtaracağı ümidini bir an olsun kaybetmediler.
Türkistan, Buhara ve Azerbaycan halkları, Paşa'nın Balkan Slavlarından Adriyanopol'ü (bir Türk şehri olan Edirne'nin eski adı) kurtardığı gibi, Bolşevik yağmasından şehirlerini koruyacağı ümidini taşıyorlardı. Enver Paşa'nın kudretine körü körüne inanıyorlardı. Sovyet iktidarının bu halklara ara sıra ılımlı davranması ise Enver Paşa'nın etkisiyle oluyordu. Enver Paşa'nın Moskovalı dostlarının idaresindeki zavallı insanlar, 'Bizim güvenliğimizi O üstlendi' diyorlardı. Ancak, Bolşevik kampında kalmaya devam eden Paşa, insanların kendisine beslediği inancı göremiyordu adeta. Hindistan'dan İngilizleri çıkartmak veya Sovyet deyimiyle söylersek, 'bütün Müslüman âlemini köleleştiren, Avrupa emperyalizminin en büyük canavarının zehirli dişlerini sökmek' arzusuyla yanıp tutuşan, Üçüncü Enternasyonal Yönetimi'yle ittifakı gittikçe güçlendiriyordu.

 

Enver Paşa Bolşeviklere güveniyordu, onları sadık ve dürüst birer müttefik olarak görüyordu. O, Bolşeviklere hayran bir insan samimiyetiyle inanıyordu ve onların asıl amacını açığa vurmaya çalışan kimselerin seslerini duymazlıktan geliyordu. Paşa, Doğu Halklarının Kongresi'ne Zinovyev ve Radek ile aynı vagonda gitti. Bolşevikler, Enver Paşa'yı Orta Asya, Hindistan, Kafkasya ve Afganistan temsilcilerinin kongresinde büyük bir koz olarak kullanmak niyetindeydiler.
Müslümanlar, telgraf aracılığıyla Paşa'nın gelişinden hemen haberdar oldular. Bakü tren istasyonunda büyük bir kalabalık, grubu karşılayıp, Paşa'yı törenle şehre götürdü. Bir Azeri ihtiyar heyecandan titreyen sesiyle Enver Paşa'ya hitaben, 'senin ordun Eylül 1918′de Bakü'yü kurtardı. Ondan sonra biz seni görmedik. 1920 yılının Eylül ayında Bakü Sovyetlerin eline geçti. Bugün biz tekrar esaret altında yaşıyoruz, sen ise bizim düşmanlarımızla zaferi kutluyorsun, buna ne cevap verirsin?' dedi. Enver Paşa bu soruya, 'Azerbaycan Azerilere ait olmalı' diye cevap verdi. Bu cümle bütün kalabalıkta ağızdan ağıza yayıldı.
Bu durumdan tedirgin olan Bolşevikler 'yersiz' soru ve cevapları önlemek amacıyla konuşmasına izin vermeden onu kalabalıktan uzaklaştırdı. Kongrede Paşa'nın tebliği sekreteri tarafından okundu. Tebliğin bazı bölümleri üzerinde durmakta fayda var. 'Sadık ve samimi dost Üçüncü Enternasyonal Komitesi'ni selamlama geleneği ve teşekkür ifadelerinden sonra Osmanlı ordusunun eski yüksek komutanı, Türkiye'nin Birinci Dünya Harbi'ne katılma sebebini açıkladı. Tebliğinde Enver Paşa, 'Yoldaşlar, Türkiye'nin savaşa girdiği sırada, dünya iki kısma ayrılmış bulunuyordu; birinde eski Kapitalist ve Emperyalist Çarlık Rusyası ve onun müttefikleri diğerinde ise her şeyi ile Rusya'ya benzeyen Almanya ve müttefikleri bulunuyordu.

 

Bizi imha etmek isteyen Çarlık Rusyası, İngiltere ve onun taraftarları aleyhinde mücadele eden biz ise, bu ülkelerden farklı olarak hayatta kalmamızdan yana olan Almanya tarafını tuttuk. Alman kapitalistleri kendi emperyalist hedeflerine ulaşmak amacıyla bizim gücümüzü istismar etti. Bizim ise bağımsızlığımızı muhafaza etmek için başka imkanımız yoktu' diyordu.
Gayet açıktı ki, Türkiye ve Almanya açısından kaçınılmaz olan bu ittifak, mazlum halklar için bir avantaj niteliğindeydi; çünkü Türkiye kendi Boğazlarına girişi engelleyerek doyumsuz Çarlık Rusyası'nın çöküşünü tetiklemiş ve bütün mazlumların gerçek müttefiki olan Sovyet Rusya'nın kuruluşuna zemin hazırlamıştı. Böylece Türkiye, dünyayı kurtarmak için yeni bir istikamet belirlemek düşüncesiyle Sovyetler'le işbirliğine girmişti.
'Dünyayı kurtarma' konusunda kendi rolüne değinen Enver Paşa, şöyle devam etti: 'Yoldaşlar, Dünya Harbi sırasında ben çok büyük sorumluluk taşıyan, mevki sahibi biriydim ve Alman emperyalizmi safında savaşmak zorunda kaldığımı üzülerek belirtiyorum. İngiliz emperyalizminden olduğu kadar, Alman emperyalizminden de nefret ediyorum. Çalışmadan servet sahibi olmak isteyenler yok edilmeyi hak etmektedir. Benim emperyalizm konusuna bakış açım budur.'
Sovyet Rusya ile münasebetlerine ilişkin ise Paşa, şunları söyledi: 'Yoldaşlar, bugünkü Sovyet Rusya o zaman olsaydı ve şimdiki hedeflerine ulaşmak amacıyla mücadele etseydi, şimdi yaptığımız gibi, bütün gücümüzü sarf ederek onunla beraber hareket edeceğimizi temin ederdim. Söylediklerimin doğruluğunu açıkça göstermek için şunu da ifade ediyorum: Rusya ile işbirliği yapmaya karar verdiğimiz sırada, Yudeniç Ordusu Petrograd'ı tehdit ediyor, Denikin Moskova'ya güneyden yaklaşıyordu. Vahşi dişlerini gösterip pençelerini uzatarak savaşı kazandığını zanneden Antanta, harekete geçmişti. Bu durumda biz Rusya'ya yardım elimizi uzattık, şayet Karadeniz'deki fırtına benim gemimi parçalayıp geri dönmek zorunda kalmasaydım.'
Paşa sözlerine şöyle devam etti: 'İçinde benim de bulunduğum uçak düşmeseydi, Kovno ve Riga hapishanelerinin parmaklıkları olmasaydı, ben de Rusya'nın zor anında sizlere yetişirdim. Fakat, bu şahsi meseleleri bazı arkadaşlara açıklamaya imkanlar el vermedi.'
Enver Paşa daha da ileri giderek sadece zalimlere karşı mücadelede destek bulma arzusunun değil ayrıca hemen hemen aynı görüşe sahip olmalarının, kendisini ve arkadaşlarını üçüncü Enternasyonal ile ittifaka ittiğini söyledi. Paşa, kendi sosyo-politik programını şöyle açıkladı: 'Biz, kendi kaderini kendisi tayin etmesi için, halkın isteğine dayanarak mücadeleye başladık. Bizimle aynı görüşte olanlarla sağlam ve daimi ilişkilerde bulunacağız. Diğerlerine ise kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi hakkını tanıyoruz. Biz savaşa karşıyız. Demek ki, iktidarın insanları yok etmesi, onları esaret altına alması taraftarı değiliz. Sırf nihai barışı sağlamak için biz, Üçüncü Enternasyonal ile aynı safta yürüyoruz. Bu hedef uğrunda, bütün engeller karşısında yılmadan, yürütmekte olduğumuz kanlı savaşın sonuna kadar gitmeliyiz. Biz halkın refahı için mücadele ediyoruz ve bunu suiistimal edenler ile başkalarının emeğine el koyanların düşmanıyız. Bu gibi insanlara karşı kararlı davranmak gerekiyor. Biz inanıyoruz ki, sadece yüksek şuura sahip bir halk refahına ve hürriyetine kavuşabilir. Çalışarak elde edilen sağlam bilgilerin, gerçek özgürlüğümüzün garantisi olmasını ve ülkemizi aydınlatmasını istiyoruz. Bu bakış açısından, bizim için, bizimle el ele olanların kadın ya da erkek olması bir önem ifade etmez. Sosyal politikadaki görüşümüz budur.'
Ancak Enver Paşa'nın beş dakikalık konuşmasındaki ihtilal ruhu ve her yeni konuya başlarken 'yoldaşlar' diye seslenmesi ve bu hitabı konuşması boyunca on beş defa kullanması bile, insanların ona olan güvensizliğini ortadan kaldıramadı.
Kongre Oturum Başkanı Macar Bela Kun, Paşa'nın tebliğine karşılık şöyle dedi: 'Kongre, daha önce yabancı kapitalistlerin lehine Türk işçi ve köylülerinin mücadelelerine önderlik eden ve zengin kesimle yüksek rütbeli subayların haklarını korumak isterken, Türkiye'nin işçi kitlelerini ikili tehlikeye atan kişilerin sözlerine dikkat edilmesi gerektiğini uygun görüyor. Kongre, bu 'mücadelecilere', daha önce yaptıkları yanlışlıklarını düzelterek halka hizmet etmeye hazır olduklarını ispatlamayı öneriyor.'
Bolşevikler görüldüğü gibi, Türkiye'nin, Dünya Harbi'ne Çarlık Rusyası'nı yenmek arzusuyla katıldığını; ancak Sovyet Rusya'nın doğması ve 'dünyayı kurtarmak için yeni bir yol'un açılmasına zemin hazırladığını dile getiren Paşa'nın teorisini duymadılar bile. Onlar, Paşa'ya teşekkür etmek yerine, halkına olan sadakatini ispatlayarak, 'eski günahlarından temizlenmesi'ni önerdiler.
Sadece Moskova'da bulunduğu sürece Müslüman halka faydalı olabileceğini düşünen Bolşevikler, Enver Paşa'yı Bakü'den neredeyse zorla geri getirdiler. Bakü İstasyonunda aynı kalabalık, Paşa'yı 'Yaşasın Enver' sloganlarıyla uğurladılar. Enver Paşa'nın Moskova'daki hayatı ve faaliyetleri hakkında benim bir bilgim yok. O, muhakkak Sovyet yöneticileri tarafından özel ilgi görüyordu. Afganistan ve diğer Doğu ülkelerinden gelen heyetlerin şerefine verilen ziyafetlerde saygıdeğer misafir olarak bulundu. Fakat Orta Asya, Kafkasya ve Azerbaycan ile olan bağlantılarına devam etti.

 

Paşa'nın Bolşevikler'le ilişkileri, Sovyetler'in İngiltere ile ticaret anlaşması imzaladığı 1921′in Mart ayından itibaren bozulmaya başladı. Paşa anladı ki, Sovyet Rusya, Müslüman ülkeleri nüfuz alanlarına göre parçalamaya hazırdır, işte o zaman, Bolşevik kordonunu yararak Orta Asya ve Kafkasya ile bağlantı kurmaya çalıştı.
1921′de Yunan saldırısı ve İsmet Paşa komutasındaki Türk ordusunun geri çekilmesi, Sovyetler tarafından dahi, Mustafa Kemal ve taraftarlarının başlattığı hareketin başarısızlığa uğradığı şeklinde değerlendirildi. Bu durum, eski Başkomutan'ın, gönüllüleri ve Milli Ordu'dan geriye kalan askerleri bir bayrak altında birleştirmek suretiyle istilacılara karşı mücadeleyi devam ettirmesine; gerektiğinde, Küçük Asya topraklarına girmek düşüncesiyle, Anadolu'ya komşu olan Kafkasya'ya gitmesine neden oldu. Enver Paşa'yı, sırf “Misak-ı Mil”nin geleceği için endişelenen Mustafa Kemal'e kıyasla, daha yumuşak ve uysal kabul eden Sovyet Hükümeti bu planı destekledi.
Planın gerçekleştirilmesi, Acaristan'daki feci olaylara zemin oluşturdu. Paşa ise, Bolşeviklerin elinde oyuncak olduğunu anladı. Ancak geriye dönüş yoktu. Paşa'nın geçmişte yaptıkları, adının yavaş yavaş unutulmasına neden oldu. Türkiye, ona istenmeyen kişi muamelesi yapıyordu. Ayrıca Rusya, Paşa'ya 'dünyayı kurtarmak üzere yeni bir yol' göstermedi. O, en azından, zorluğu daha az, ama daha çok güvenilir bir yeni yol aramak zorundaydı. Dolayısıyla Enver Paşa, çok ünlü olduğu tek bölge olan ve Türklerin beşiği sayılan Türkistan'a doğru yol aldı.

 
Türkler, hiçbir zaman Orta Asya ile ilgilenmediler. Tarihten biliyoruz ki, Osmanlı Devleti sadece bir olay nedeniyle Orta Asya ile ilgilendi. 18. yüzyılın ikinci yarısında, II. Katerina'nın yönetimindeki Rusya ile savaşan Türkler, kendilerine yardım edilmesi için Buhara Emiri aracılığıyla, bir kısmı Rus esareti altında bulunan Kırgızlara [Aslında Kazaklar. O dönemde Ruslar Kazaklara, Kırgız, Kırgızlara Kara Kırgız diyorlardı. Büyük ihtimalle Çokay makalesini Rusça yazdı, sonra onu bir başkası Fransızcaya çevirdi – Abdulvahap Kara] başvurdular. Buhara, Türkistan ve Kırgızlar harekete geçtiler. Buhara Emiri Şah Murat'ın seferberlik yönündeki çağrısı, Rus yanlısı politika yürüten Han'larından memnun olmayan Kazakların lideri Sırım Batur'a kadar ulaşıyor. Sırım Batır, Peygamber temsilcisi Buhara Emiri'nin isteklerine itaat etmeye hazır olduğunu söyledi.
O günden itibaren, yani 1788′den bu yana dek Türkler, Orta Asya ve orada yaşayanlarla ilgisini kesti. Ben Türklerle sık sık ilişki içerisinde oldum ve konuştuğum insanların hemen hemen hepsinin Türkistan hakkında hiçbir bilgisi olmadığını gördüm. İstanbul'un önemli gazetecileri bana, 'Kazaklar Müslüman mıdır? Hangi dilde konuşuyorlar?' gibi şaşırtıcı sorular sordular. Bu Türk ülkesinin tarihi, orada yaşayanların yapısı birer meçhuldü. Ancak Bolşevik Devrimi'nden sonra Osmanlı Türkleri Türkistan topraklarını ziyarete başladılar. Bazı aydın kişiler Orta Asya halklarının tarihine samimi bir şekilde ilgi gösterdiler.
Fakat, milliyetçilik duygularına yenik bu aydınlar sadece bütün Türklerin tek bir millet halinde yaşadığı dönemlere ait gelenek ve görenekleri araştırmakla yetindiler. Onlar, kendine has özellikleri bulunan Türkistan'ın o günkü hayat koşullarını araştırmayı ihmal ettiler. Osmanlı Türklerinin birçoğu için Türkistan'ın meçhul bir ülke olmasının sebebi budur.
Enver Paşa 1921 yılının sonbahar ve kış aylarını Türkistan'da geçirdi. Bu muazzam bölgenin her köşesinde onun adı biliniyordu. Özbekler ve göçebe Kazakların en ücra köylerinde bile Edirne Savaşı, Tripolitan savunmasıyla ününü duyuran ve Birinci Türk İhtilali'yle kahramanlaşan Jön Türklerin lideri Enver Paşa'nın adını taşıyan çocukları görmek mümkündü. Enver Paşa Taşkent'e giderken Buhara'ya uğradı. Buhara'da ilk kez halkların Bolşeviklerce kurtarılmasının gerçekte ne anlama geldiğine şahit oldu. Rus Generalinin yaveri ve Genel Vali'nin aile saltanatını sürdürdüğü Buhara, Kızıl Ordu yöneticileri ve komiserlerinin komünizmi hayata geçirme konusunda deneyler yaptığı bir kamp haline gelmişti.
Bağımsız ve egemen Sovyet Cumhuriyeti'nin başkenti olan Buhara şehri, Kermine (1958′de Navoyi olarak değişti) ve Karçi, Kerki, Termez, Çarcov, Hatırçi vb. büyük şehirler Rus askerlerinin eline geçmişti. Rus askerlerinin masrafları Buhara'nın sınırlı bütçesine ağır yük oluyordu. Ülkenin bütün serveti 'Yoldaş Lenin'e ya da 'minnettar Buharalıların Kremlin'e armağanı olarak' Moskova'ya götürülüyordu. O sıralarda, Türkistan'da 'kurtarıcılara' karşı bitmez tükenmez bir savaş sürüyordu. Moskova tarafından aldatılan ancak aynı zamanda da Buhara halkını kandırıyormuş gibi gösterilen yenilikçi genç Buharalılar, Enver Paşa'nın beklenmedik gelişiyle, Buhara'daki durumu iyileştirmeye ve hiç olmazsa onun yardımıyla bağımsızlık antlaşmasının biraz da olsa uygulanacağını umarak seviniyorlardı. Onlar, Moskova ile görüşmelerde arabuluculuğu en iyi Enver Paşa'nın yapacağını düşünüyorlardı.
Enver Paşa, bu görevi kabul etti ve Moskova'ya, Buhara'nın bağımsızlığını ilan etme isteğini dikkate almasını öneren ilk telgrafını gönderdi: 'Eğer Buhara, Sovyet Rusya'nın himayesinde bağımsızlığına kavuşursa, biz de Müslüman Asya'yı İngiliz Emperyalizmi'nden kurtarma misyonumuzu daha çabuk yerine getireceğiz. Ben Halk Komiserleri Konseyi'nden burada işgalci gibi davranan Kızıl Orduyu geri çekmesini isteyeceğim. Askerler, şikâyetleri artan aç ve Müslüman insanları ekmeğinden ediyorlar. Konsey, istimlak kararlarına ve gıda maddeleri ile değerli eşyaların ülke dışına çıkarılmasına son vermelidir. Doğu Buhara'da halk Kızıl Orduya karşı ayaklanıyor ve bu başkaldırmalar Cumhuriyetin diğer bölgelerine sıçrayabilir. Yönetici konumundaki Buhara Komiserleri, Rus askerleri tarafından saldırılara uğramakta ve bu duruma karşı çaresiz kalmaktadır. İhtilal yanlısı genç Buharalılar arasında tepkiler büyüyor. Ben Sovyet Hükümetine Doğu cephesinin ciddi tehlike oluşturduğunu haber veriyorum. Buhara halkına tam hürriyet ve kendi kaderini kendileri belirleme hakkı verilmeli. Buhara halkının seçimi ve tasvibiyle ben Sovyet Rusya ile yapılan görüşmelerde onları temsil ediyorum. Konseyin isteklerimi çabucak değerlendirmesini, yetkili temsilciler tayin etmesini, buluşma yeri ve zamanı belirlemesini arz ediyorum. 1921 Aralık ayının sonunu, yer olarak da Buhara şehrini teklif ediyorum.'
Biz bu telgrafın Moskova'ya ne denli tesirde bulunduğunu bilemiyoruz. Ancak, bu telgraf Buhara ve bütün Orta Asya'da büyük yankı uyandırdı. Milletvekilleri büyük kalabalıklarla Enver Paşa'ya gidiyordu. Ayaklanan Fergana'dan, Sovyet Türkistanı'nın başkenti Taşkent'ten, Semerkant'tan ve her taraftan Enver Paşa'nın adına minnet ve saygı mesajları geliyordu. Sovyetlerin Türkistan'daki temsilcileri alarma geçti. Artık Enver Paşa Orta Asya'da popülerdi. Bu duruma zemin hazırlayanlar da Enver Paşa'nın Moskovalı arkadaşlarıydı.
Şubat 1922′de Özbekistan'daki arkadaşlarımdan biri bana mektubunda şöyle yazıyordu: 'Enver Paşa'nın buraya gelmesi milli mücadelemizin başarıya ulaşma şansını yükseltiyor. Enver Paşa'nın Orta Asya'nın ihtiyaçlarını bilmemesi ve anlamamasından dolayı siyasi hayatımızda telafisi mümkün olmayan hatalar yapabileceği yönündeki uyarılarınız bizce abartılı bir durum. Şimdi Paşa, demokrasi ve cumhuriyet yönetimlerinin ateşli savunucusu durumundadır. Dahası Enver Paşa, Rus Kızıl Ordusu'nun himayesinin olmadığı Sovyet Yönetim şeklinin koruyucusu ve taraftarı olarak karşımıza çıkıyor. O, Rusya ile bağlantıda ve uyum içerisinde faaliyetine devam ediyor. Sizden Enver Paşa'nın siyasi planlarına ilişkin şüphe taşımamanızı istiyoruz. Ülkedeki durum ve Sovyet iktidarıyla yıllarca süren işbirliği Paşaya çok şey öğretti.'
Buhara, Taşkent ve Fergana'dan aldığım hemen hemen bütün mektuplarda bu görüşler bulunmaktaydı. Şu açıkça biliniyordu ki, halkın önderlerine olan güveni tamdı ve sadece kendilerini Bolşevik eziyetinden kurtarmakla kalmayacak, Orta Asya'da, gelişme yolunda sağlam temeller üzerine demokratik bir devlet kuracağı inancı bütün halkı sarmıştı.
Ne yazık ki Enver Paşa, Orta Asya koşullarını bilmiyordu. Yeni nesil ise Türkistan'ın İslam Alemi'ndeki rolünü anlamaya muktedir görünmüyordu. Enver Paşa'nın Orta Asya'da kullanmak istediği 'reçete', midesinden rahatsız olan hastaya göz tedavisinde kullanılan ilaçları yazan ve üstelik 'gözleri sağlam olsaydı, bu saçma ilaçları reddederdi' şeklinde kendini savunan acemi doktorun reçetesi gibidir.
Hürriyet yolunda, mevcut olan bütün güçleri bir kutsal birlik etrafında toplamak varken, Enver Paşa genç Buharalıların tavsiyelerine bakmaksızın eski Emirle görüşmeye yöneldi. Bu hareketi, basiretli düşünen insanların Enver Paşa'ya sırt çevirmesine neden oldu ve onu yavaş yavaş Emirin yandaşlarına o kadar yaklaştırdı ki, 'Kutsal Buhara Sultanının büyük veziri haline geldi.' Ruslara karşı isyan edenler böylece kendi aralarında birbirine düşmanlık besleyen iki gruba ayrıldı. Fergana isyancıları, Buhara Emiri'nin 'büyük veziri'nin yetkilerinin tanımadı. Ülkede Paşa aleyhinde dizginsiz bir propaganda başladı ve yayıldı. Onun dünkü hayranları düşman oluverdiler.

 

Enver Paşa'nın sempati duyduğu Müslüman Türkistan'ın tarafsız çevreleri, onun hakkında daha çok Bolşeviklerin söylediklerine kulak astılar. Bolşevikler, Enver Paşa'nın İngiliz Hükümetince satın alındığına, İngiliz emperyalistlerinin ajanı olarak Buhara'yı ve hatta bütün Orta Asya'yı İngiliz sömürgesi haline getirmek niyetiyle Londra'yla işbirliği yaptığına dair dedikodular yaydılar. Enver aleyhtarı ve Emir iktidarının yeniden oluşacağına inanmayan çevreler oluştu. Türkistan'da az miktarda insan İngiliz tehlikesinden çekiniyordu. Hatta çoğu kimse hiç çekinmiyordu. Gaddar Albiyon'dan Türkistan'ı 'korumayı' üstlenen sözde 'Sovyet kurtarıcılarının himayesini' her gün üzerinde hisseden kimseler, İngilizler'den bir tehlike olabileceğini düşünmüyordu. Buhara'yı Kızıl Ordu Askerlerinin başıboş hareketlerinden kurtarmaya karar veren ve Sovyet Rusya ile açık mücadeleye giren Enver Paşa, İngiltere'ye karşı duyduğu milli nefrete rağmen, onlardan çok Sovyetler'in büyük tehlike oluşturduğunu anladı.
Türkistan ve bütün Orta Asya'yı İngiltere'ye karşı mücadelede öncü ve 'kızıl tehlike'yi İngiliz sömürgesi olan Hindistan'a kolayca yaymak için bir köprü kabul eden kimseler böyle düşünmüyorlardı. Onlara göre, Orta Asya Müslümanlarının başına gelen felaket, büyük kalabalıkların geçtiği anda köprüyü yakmaktan öteye geçmeyen bir harekete benziyordu. Onların tek baş ağrısı 'İngilizlere darbe indirme fırsatını kaçırmamak' idi. Bu insanlardan biri olan Cemal Paşa, Türkistan Milli Mücadelesi ve Enver Paşa önderliğindeki Buharalı asilerle ittifakı ile ilgili konuşurken bana, 'Bütün bunlar besbelli, İngilizlerin lehine yapılıyor' dedi. Herkes Enver Paşa konusunda hayal kırıklığına uğradı. Ancak, Belcuvan ve Duşanbe bölgelerinde binlerce asi onu desteklemeye devam etti. Böylece, göçebe Kırgızlar ve Özbek köylüleri tarafından bile saygıyla anılan, Birinci Türk İhtilali kahramanı, Osmanlı Ordusu'nun eski Başkomutanı, Doğu Buhara dağlarında fanatik asi gruplar arasında, Orta Asya'da yeni hayat kurucuları (Bolşevikler) ve idealist yenilikçiler tarafından terk edilerek, bir başına kalakaldı.
Paşa'nın güçlü iradesi ve adeta fışkıran enerjisinin bataklığa saplanıp kaldığını görmek çok acı idi. Bunun başlıca sebebi de, Paşa'nın Orta Asya'nın sosyal durumunu ve Buhara Yönetimi'nin karanlık rolünü tam olarak anlamamış olması idi. Türkistan'da yaşlı neslin temsilcilerinden biri olan, 1919′da Buhara Emiri tarafından haince öldürtülen, büyük insan, alim, şeriatçı-molla Mahmut Hacı Behbudi, 'Buhara'da Emir'in otokrasi yönetimi devam ettiği sürece, Orta Asya üzerindeki karanlık dağılmaz' demişti.

 

Avrupa bölgesinden gelen ve Türk ihtilali'nin verdiği dersi unutan Enver Paşa, karanlıklar kaynağı olan Buhara Emiri'nin iktidarını tekrar canlandırmaya karar verdi. Paşa'yı Emir'le yakınlaştıran bir diğer sebep de Bolşevik provokasyonu idi. Türkistan Dışişleri Halk Komiseri Geppner, Enver Paşa'nın nasıl bir tehlike oluşturduğunu sezerek, 'Buhara halkına şayet gerekliyse' eski Buhara Emiri ile iktidarını canlandıracağı konusunda söz vererek görüşmelere başladı. Bu görüşmelerde halkı Enver Paşa'ya karşı kışkırttı. Emiri kudret sahibi olarak gören Enver Paşa ise onun gücünden ve kuvvetinden faydalanmak için Bolşeviklerden önce davranmaya çalıştı. Kahraman bir geçmişe ve Enver diye yüce bir isme sahip olan bir kişiden maceraperest davranışlar değil, büyük işler bekleniyordu. Enver Paşa, büyük Türk isimlerini aklında tutan Türkistan'ı iyi tanımamanın kurbanı oldu.

Mustafa Çokay 

30 Nisan 2012

TÜRK ARŞİV TARİHİ’NİN EN ESKİ FOTOĞRAFI

Sinan ÇULUK
 
Türk Arşivcilik Tarihi’nin tespit edilebilen en eski fotoğrafı, Berlin Kongresi kararları gereği teşkilatlandırılan Bulgaristan Komiserliği’nin dosya usulü evrakına dair fotoğrafıdır.
İlk kez Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin çıkardığı “Osmanlı Arşivi Galerisi” adlı katalogda yayınlanmıştır. Ortadaki sandığın üzerinde “Bulgaristan Komiserliği’nin dosya usulüyle tertib ve tanzim edilen yirmi iki senelik evrakıdır. Sene 1318 [1902-1903] Ali Ferruh” ibaresi mevcuttur.
Ali Ferruh Bey’in bir önceki görevi Washington Elçiliği idi. Oradan diplomasi ve idare mesleğindeki başarıları üzerine Bulgaristan Komiserliği’ne getirildi. Onun belgeye ve arşive verdiği önemi de gösterir görev süresinde hazırlanan bu dosyalar zamanla artarak yaklaşık üç yüz elli bin belge sayısına ulaşmıştır. Maalesef bu arşivin tanziminden bir sene sonra genç yaşta vefat etti. Temelini attığı arşiv sayesinde Balkanlardan terk-i diyar ederek geldiğimizde oradaki arşivimize bir zarar gelmedi. 
Büyük devletler sırasında sayılmanın şartlarından olarak devletimiz bu arşive sahip çıkmış ve fedakâr arşivcilerin çabalarıyla gün yüzüne çıkarılmasına az kalmıştır. 
 
http://sinanculuk.blogspot.com/2013/07/turk-arsiv-tarihinin-en-eski-fotografi.html


01 Nisan 2012

Halil Sahillioğlu'na Saygı

Halil Sahillioğlu'na saygı

M. Şükrü Hanioğlu

Sahillioğlu'na göre, Osmanlı'nın gelirler için güneş, harcamalar için ay yılını kullanması bütçede açığa yol açıyordu. Hoca, "sıvış yılı" adı verilen bu arada ortaya çıkan mali buhranları ve toplumsal neticelerini irdelemişti
Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz, tarihçiliğimizin seçkin simalarından Profesör Halil Sahillioğlu'nun vefatı gazete iç sahifelerindeki küçük notlar ve tarih ve arşivcilik iletişim sitelerindeki kısa yazılarla kamuoyuna duyuruldu. Tarihçiliğimize önemli katkılar yapmış, kelimenin gerçek anlamıyla âlim bir bilim insanının kaybının bu denli ilgisizlikle karşılanması fazlasıyla üzücüdür.
Bu ilgisizlik toplumumuzun her alanında geçerli olan bir Gresham Kanunu'ndan bahsetmenin mümkün olduğunu göstermektedir. Diğer bir ifadeyle her alanda "kötü," "iyi"yi piyasadan kovmaktadır. Bilginin hızla ticarîleştiği, bu nedenle de popülerleştirildiği bir ortamda "içerik" ve "kalite"nin yerini "sunum" ve "çarpıcı"lık alırken, her alanın "iyi"si piyasadan çekilmekte, "kötü"sü ise revaç bulmaktadır.
 
Sahillioğlu ve tarih

Merhum Profesör Sahillioğlu, tarihin sadece popüler değil akademik seviyede de bir "şuur aşılama aracı" olarak görüldüğü, bu nedenle de "ihtişam dolu bir geçmişin" yeniden inşaı amacıyla üretildiği bir toplumda ona farklı yaklaşılması gerektiğini düşünen akademisyenlerden birisiydi. Kendisi bunun yanısıra, Hicrî 951-52 Tarihli Mühimme Defteri gibi çok önemli vesikaların transliterasyonlarını yayına hazırlamakla birlikte, belgenin sadece yeniden neşrinin değil, tahlilinin ve tarihsel bağlamına oturtulmasının gerekli olduğunu analitik araştırmalarıyla ortaya koyuyordu.
Merhum Sahillioğlu bu alanda kişisel bir tavır sergilemekten ziyade tarihçiliğimizdeki bir okulun görüşlerini dile getiriyordu. Braudel ve Annales Okulu'ndan etkilenen Profesör Ömer Lütfü Barkan'ın Osmanlı tarihine onun iktisadî temelleri çerçevesinde yaklaşılmasının gerekliliğini savunarak İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde başlattığı çalışmalar, Türkiye'de gerçek anlamda bir tarih metodolojisi değişimine neden olmuştu. Bu açıdan bakıldığında merhum Barkan'ın tarihçiliğimize sadece ürettiği son derece değerli eserlerle değil, getirdiği kapsamlı yaklaşım değişikliğiyle de büyük bir katkıda bulunduğunu belirtmek gereklidir.
Barkan ile başlayan bu yaklaşım değişikliği, Osmanlı geleneksel iktisadî yapısının temellerini ele alan, sanayileşmenin gerçekleşmeme nedenlerini tartışan Mehmet Genç, Tanzimat öncesi modernleşme çabalarının malî arka plânını ortaya koyan Yavuz Cezar, on dokuzuncu asır Osmanlı ziraî ekonomisinin nasıl işlediğini açıklığa kavuşturan Tevfik Güran gibi seçkin akademisyenler tarafından sürdürüldü. Bu çalışmalar sadece Osmanlı tarihinin anlaşılmasını değil, onun Avrupa ve dünya tarihi içindeki yerinin de daha iyi kavranmasını sağladılar.
Profesör Sahillioğlu bu son derece önemli yaklaşım değişikliği çerçevesinde Osmanlı para tarihini, bilhassa on sekizinci asır ortalarına kadar tüm detaylarıyla inceleyerek, para kullanımının toplum üzerindeki etkilerini ayrıntılı çalışmalarla ortaya koydu. Bir mücevher ustası gibi en ince detayları üzerinde çalışarak para tarihimizi yeniden inşa ettiği doktora ve doçentlik tezleri (17. Yüzyıl Sonlarına Kadar Osmanlı Para Tarihi ve Bir Asırlık Para Tarihi, 1640-1740) uzun süre basılmamakla birlikte bu alandaki en önemli araştırmalar olma özelliklerini korudular. Bu konuda yeni çalışmalar, meselâ Profesör Şevket Pamuk'un kapsamlı eseri A Monetary History of the Ottoman Empire ile bayrağın daha yükseklere çıkarıldığı gerçektir. Ama bayrağı göndere ilk defa çekme onurunun merhum Sahillioğlu'na ait olduğunu belirtmek gerekir.
Profesör Sahillioğlu para tarihi dışında kölelik, ticaret, bütçeler, esnaf örgütlenmeleri ve gümrükler benzeri konularda Osmanlı iktisadî ve toplumsal yapısını aydınlatan örnek çalışmalar kaleme aldı. İstatistikler ve bâzıları kısmî ekonomik model tahlillerini de kullanan bu çalışmalar bir anlamda 1960'larda Journal of Economic History tarafından başlatılan Yeni İktisat Tarihi (Cliometrics) devriminin Türkiye'deki yansımaları olarak görülebilirler. İlginçtir ki, Amerika ve Avrupa'da iktisat tarihçilerinin tarih bölümlerinden ekonomi bölümlerine geçmeleri sonucunu doğuran bu devrim, Türkiye'de Barkan sonrasında daha erken bir tarihte yaşanmıştı.

Sıvış yılı buhranları

Merhum Sahillioğlu zikrettiğimiz çok yönlü katkıları ve öncü eserlerinin yanısıra 1967'de, Osmanlı tarihindeki değişik siyasî ve toplumsal buhranların temel nedenlerinden birisinin malî bir uygulama olduğunu savunan ufuk açıcı bir çalışma da kaleme almıştı. Yayınlanmadan önce Londra'daki bir konferansta tebliğ olarak sunulan bu araştırma, Osmanlı maliyesinin gelirler için güneş, harcamalar için ise ay yılını kullanmasından yola çıkarak, iki yıl arasındaki 11 günlük farkın, her 33 Hicrî yıl için 32 bütçe yapılması zorunluluğu doğurduğunu, bunun ise bütçede bir yıllık masraf tutarında bir açık yarattığını ortaya koyuyordu.
Sıvış yılı adı verilen bu arada kaynayan, "sıvışan" senelerde ortaya çıkan malî buhranları ve bunların siyasî ve toplumsal neticelerini irdeleyen bu çalışma, ekonomist vurgusunun kuvvetliliğine karşın, gerçekten de tarihçiliğimizin en parlak analizlerinden birisidir. Bu tahlil sadece Osmanlı İmparatorluğu'nun değil, bütçe yapımında benzer yöntemler izleyen İslâm devletlerinin tarihlerinin anlaşılmasına da yardımcı olacak neticeler ortaya koymuştur.

Hoca'ya saygı

Tarihçiliğimizin yüzaklarından birisi olan merhum Sahillioğlu son derece mütevazi bir insandı. Başta okunması zor siyakat olmak üzere değişik yazı türlerine olan fevkâlâde hâkimiyeti nedeniyle Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde çalışırken, sökemedikleri kelimeler konusunda kendisinden yardım isteyenleri, araştırmasını bölme pahasına kırmaz ve çoğunu tanımadığı tarihçilere âdeta gönüllü yardım servisi hizmeti sunardı.
Başka bir ülkede yaşasaydı aldığı ödülleri koyacak yer bulmakta zorlanacak olan merhum Halil Hoca, tevazu'un zaaf olarak algılandığı, bilgiyi popülerleştirerek ticarete hazırlayanların el üstünde tutulduğu bir ortamda fazlasıyla hakettiği övgülerin pek azına nâil olabildi. Kendisinin vefâtı sonrasında değeri daha iyi anlaşılan âlimler zümresine katılacağı şüphesizdir. Yaşarken tamamlandığını göremediği eserlerinin toplu yayını tarihçiliğimize yaptığı önemli katkıların daha iyi değerlendirilmesine yardımcı olacaktır.
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/hanioglu/2012/04/01/halil-sahilliogluna-saygi