Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

16 Kasım 2007

Tarihi Demiryolu Canlanıyor mu


2007-11-15 19:31:00

Gazetelerden öğrendim. Hicaz Demiryolu, İstanbul-Mekke Demiryolu oluyormuş. Tarihimize, ecdadımıza, şimdi bizim olmayan büyük coğrafyamıza hürmetimden, sevindirik oluyorum böyle projelerin yeniden hayata geçirileceğini okuyunca.

Hicaz Demiryolu ifadesi Osmanlı’yı çağrıştırdığı gerekçesiyle, Arap yetkililerini huylandırmış. Bu sebeple 99 yıllık Hicaz Demiryolu’nun adı İstanbul-Mekke Demiryolu olarak değiştirilmiş. Böyle olunca güzergâhtan başka bir şey mi murad edilecek, anlamak zor. Mühim olan isim değil zaten. Yolun hangi amaçlara hizmet edecek oluşu. Suriye ve Ürdün’ün de desteklediği projenin bir sorunu var. Suudi yetkililer şayet başka takıntıları dayatmayacak olur ve onay verirlerse hayata geçirilebilecek. Başkalarına yapamadıklarını kendi dindaşlarına yapma konusunda umarız aklı başında olurlar.

İstanbul-Mekke Demiryolu Projesi, İstanbul’dan başlayıp Türkiye’de İstanbul, Ankara, Konya ve Adana’dan geçtikten sonra, Suriye’de Halep, Şam ve Deraa boyunca ilerliyor. Ürdün’de Amman’dan geçecek olan demiryolu hattı, Suudi Arabistan’da Kurayyat, Hail ve Medine hattını izleyerek Mekke’de son buluyor.

İstanbul-Ankara, Ankara-Konya Hızlı Tren Projeleri tamamlanıp Konya, Karaman ve Adana (Suriye sınırına kadar olan) demiryolu hattı da modernize edilirse, İstanbul’dan sınıra kadar hacı adaylarını seri bir yolculuk beklemiş oluyor böylece. Normal şartlarda, demiryolu taşımacılığının hesaplı, güvenli ve rahat oluşu sadece hac yolcularını değil, ticaret erbabı ile gezginlerin de işini kolaylaştıracaktır. Trafik kazalarında kaybettiğimiz can ve mal göze alındığında, demiryolu taşımacılığının diğer ulaşım araçlarına göre güvenli oluşu gerçeği konusunda söylenecek bir şey de yok. Başından bir trafik kazası geçmeyen, bu konuda hikâyesi olmayan tek bir vatandaşımız yok nerdeyse.

Ağustos sonunda Toros Expresinin son durağı olan Gaziantep’e kadar yolculuk etmeyi göze almış biri olarak, demiryollarında zaruret sebebiyle seyahat eden insanımızın söyleyecek çok sözü olduğunu iyi biliyorum. İstanbul-Gaziantep hattında hiç okumadığınız kadar gazeteler, dergiler okuyabilir, orta hacimli bir kitap bitirebilir, insanlara dair gözlemler yapabilir hatta kafanız basıyorsa uzun vadeli hayaller bile kurabilirsiniz. Canınızın çıkmak üzere olduğu hususunu geçiyorum. Pozitif olmak lazım ne de olsa!

İşler yolunda giderse, 2012 yılında tamamlanması umulan demiryolu, bizim hat güzergâhındaki ülkelerle aramızdaki türlü mesafeleri de ortadan kaldırmış olacak. Suriye’ye geçen haftalarda yaptığımız gezi notlarımızda bunlardan keyifle bahsetmiş, Hicaz Demiryolu’nun önemli duraklarından Şam İstasyonu’nda nasıl heyecanlandığımızdan dem vurmuştuk. Üstelik ata yadigarı tren garının kapısından çıkınca caddenin karşısına düşen Şam Mevlevihanesi’ni görüyorduk. Proje tamamlanırsa bu hattın ilk yolcularından biri olmayı şiddetle istiyorum. İlk istasyonda binip son istasyonda inen biri olarak da değil.

Bu projenin dışında, ülkeler arası iki ayrı demiryolu hattı da gündemde. Hafta içinde Türkiye’ye gelen Gürcistan heyeti ile Kars-Tiflis-Bakü demiryoluna ilişkin görüşmeler yapıldı. Diğeri de, Türkiye’yi İran üzerinden Türkmenistan’a bağlayacak demiryolu projesi. Bu projelerin gerçekleşmesi, ticaret ve kültürel etkileşimin gelişmesine imkân verecek, insanımızın gözünün açılmasına vesile olacaktır.


Sözün Kısası; Kendi Engelini Ortadan Kaldırmak


2007-11-08 19:50:00
Fotoğraf için not: Bunu Şam'da Hamidiye Çarşısı çıkışında görüntüledim. Ne amaçla yapıldığı konusunda bir fikrim yok. Aleacele Mevlana Halid'e gitme telaşındaydık. Durup deklanşöre bastım o kadar. İş bulamayan genç okumuşlarımız böyle bir işyeri! açabilirler demeye getirmiyorum.
Kendi engelini bir şekilde aşma gayretinde birinin çabası...

Üniversiteden mezun olup hayata tutunma mücadelesi veren genç ve büyük bir nüfusa sahibiz. İş bulma eşiğine kadar okul ortamlarında harcanan emeği sıralamaya kalktığınızda, başınız dönüyor. Öğretimin hemen her aşamasını sınav kaygıları ile geçiren öğrenci ve ailelerin yıpranışını izleyen yeni engeller bitmek bilmiyor.

Okullara ücretli öğretmen olarak atanan, görev süreleri kısıtlı gençlerle zaman zaman sohbetlerim oluyor. Onların çehrelerinden bana yansıyan şeyin umut olmasını ne çok isterdim. Buna rağmen işe yaramaktan, okul ortamlarını tecrübe etmekten şimdilik memnuniyet duymuyorlar değil. En azından öğretim yılının sonuna kadar da olsa bir kimliğe sahipler. Küçük yaşlardan itibaren etliye sütlüye karışmamak uyarılarıyla başlayan büyüme serüvenimiz, bir memuriyete kapağı atmak hedefiyle nihayet buluyor. Bu sebeple “kendim için başka ne yapabilirim” alternatifine kafa yormak zahmetine uzak kalıyoruz. Hayatın nihai amacı elbette dünyalık biriktirmek, bunun için kırıp dökmek olmadığına ve içinde yaşadığımız ortamda yukarıda sözünü ettiğim sebeplerden kaynaklanan fırsat çeşitliliği bulunmadığına göre, geleceği daha güzel inşa etmek için kendimizin farkına varmaktan başka seçeneğimiz kalmıyor. Gençler böyle düşünmeliler. On sene sonra nerede ve nasıl olmaları gerektiğinin planlarını ciddi şekilde akıl süzgecinden geçirmeliler. Bunun ne demek olduğuna dair aile ve çevreyi de kapsayan bir eğitim anlayışından gelmiyoruz. İmkansız saydıklarımız, bize öğretilen ve davranageldiğimiz süreçlerin sonunda imkansız hale geliyor. Başarı, insana bağışlananın değil, kazanılması için mücadele verilenin adıdır oysa.

Hayat görebilene, inanabilene onu doğru kullanabilene fırsatlar tanır. Bunun için kafayı kaldırıp neler yapılabileceğinin hayal kurgusu kâğıt üstünde, söz içinde muhakkak yer bulmalıdır. Anne-babalara açıkçası mühim işler düşüyor.

Muhammet Ali, on iki yaşındayken, komşularının kapılarının zillerini çalıp, böbürlenerek boks maçını nasıl kazanacağını anlatır, komşular bundan çok hoşlanır ve neler olacağını görmek için maça giderlerdi. Aynanın önünde saatlerce prova yapar, idman yapmaktan nefret etmesine rağmen, çektiklerinin karşılığını bir gün göreceğini ve hayatının kalan kısmını bir şampiyon gibi yaşayacağını düşünürdü. Öyle de oldu. Bir olimpiyat, üç de ağır sıklet şampiyonluğu.” Aynanın karşısında, 70’li yılların sosyal hayatını etkileyeceğini elbette düşünmemişti. İnanmak lazım.

Jeff Bezos, e-ticaretin gelecekte piyasalardan önemli paylar alacağına inandığında yıl 1995’ti. Ülkemizde bize has güvensizlik sebebiyle e-ticaret henüz oturmuş değil. Yeterince kullanıcı da var aslında. Amazon.com, 1995’te bir milyon kitap satışına ulaştı. 2000 yılı rakamları 18 milyon ürünü gösteriyor. Kitap değil sadece. Risk almadan fayda olmuyor. Bizde bu riski göze alanlar, meyvelerini toplamaya başladılar bile.

Michael Jordan, lisede basketbol takımından ihraç edildi. Bill Gates, okuldan ayrıldı. Henry Ford’un, 1903 yılında ilk arabasını satmadan önce cebinde 223 doları vardı. Teksaslı bisikletçi Lance Armstrong’un, kanseri yenmedeki azmi ve yaşama çabasını duymayanımız yok. Venus ve Serena Williams kardeşler büyük turnuvaları, babalarının kendilerine her gün altı saat boyunca attığı tenis topunu karşılayarak başarıya ulaştılar.

Bu örneklerin ecnebi oluşunun, aynı şartların bizde olmayışının vs. itirazını işitir gibiyim. İnsan her yerde aynı. Türkiye’de cep telefonu ve servis sağlayıcı piyasasının neredeyse ülke nüfusunun üçte birini ilgilendireceğini 10 sene önce kim söyleyebilirdi. Bizde de sıfırdan kotarılmış başarı örnekleri çok. Bir başka yazımızda buna değiniriz.

İki kişi bir araya geldiğimizde şikayeti odak konusu yapmayı huy edinmiş bir toplumuz. Ne yapılması gerektiğini düşünerek icraata geçince bir şeylerin kıpırdayacağını fark ettireceğimiz genç bir nesil için ilk görev aslında bizim. Değilse konunun muhatabı doğrudan kendinizsiniz. Unutmadan: Çuvaldız bana…