Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

12 Eylül 2023

Meriç Ailesi Hakkında İki Yazı



Birinci Yazı: 

Fevziye Meriç: Sevgisiyle ve sabrıyla "hayat veren" kadın 

 Fatma Karabıyık BARBAROSOĞLU

Fevziye Menteşoğlu; Ali Haydar Menteşoğlu ile Nazire hanım'ın son çocukları olarak 1905 yılında Beyrut'ta dünyaya gelir. Dünyaya gelirken yalnız değildir. Naciye ismini alacak ikizi kendisine eşlik etmektedir.

Baba Ali Haydar bey hakimdir. Maraş, Girit, Beyrut ve Konya hakimliklerinde bulunur. İkiz kızları Fevziye ve Naciye henüz iki yaşında iken Ali Haydar bey vefat eder ve Şems-i Tebrizi türbesine gömülür.

Sancaktar Ali Bey'in sanat ehli kızı Nazire hanım ise arkasında altı çocuk bırakarak ikizler 1-1,5 yaşlarında iken Ali Haydar beyden aşağı yukarı bir yıl önce terk-i dünya etmiştir.

Ali Haydar bey ile Nazire Hanım'in ilk çocukları olan Mehmed Emin Bey ittihat ve terakkinin en parlak simalarından biridir.

Mehmet Emin Bey, 1915 yılında doktor olarak Bağdat'a gider ve askerden aldığı tifo mikrobu neticesinde şehit olur.

Menteşoğlu ailesinin ikinci oğlu Ahmet Reşit Menteşoğlu bir müddet hukuk okur fakat anasız ve babasız kalmış ailedeki, üç kız kardeşinin üzerine binen mesuliyeti ile çalışmaya başlar.

Hiç evlenmemiş olan Sıdıka teyze, bir taraftan gürcü dadı ile beraber ikizlerin bakımını üstlenir, bir taraftan balık ağı yaparak satar. Bir gün küçük balıklar için ağ örmek ister. Fakat nasıl örüldüğünü bilmemektedir. O gün akşama kadar düşünür. Nasıl yapabilirim diye. Gece rüyasında küçük balıklar için ağ yapmak öğretilir.

Fevziye ve Naciye Menteşoğlu okul çağı geldiği halde öksüz ve yetim kalmanın sıkıntıları içinde okula başlayamazlar. Adile Sultan'ın, Kandillideki sarayı Kız Lisesi olarak açılınca teyzeleri kızların elinden tutarak Milli Eğitim Müdürüne götürür. Küçük Fevziye'ye nasıl konuşması gerektiği hususunda sıkı bir temrin yaptırılır. Yıl 1915'tir ve büyük ağabey Mehmet Emin Bey'in şehid düştüğü haberi yeni gelmiştir. Yaşından beklenmeyecek güzellikte bir konuşma yapan küçük Fevziye, Bağdat'ta şehit düşen Mehmet Emin Bey'in ağabeysi olduğunu söyler.Milli Eğitim Müdürü çok etkilenir. Kandilli Kız Lisesine meccanen kayıd edilme hakkını kazandığını söyler. İkizi kendisini dışarıda beklemektedir. "Efendim beni dışarıda bekleyen bir ikizim var" diyerek kardeşinin de kayıt edilmesini sağlar.

Kandilli Kız Lisesinde on beş günde bir eve çıkılmaktadırlar. Okulun son derece disiplinli Alman Müdiresi vardır. Kandilli Kız Lisesi'nin en parlak öğrencisi olur Feviziye. Okulu başarıyla bitirir ve 1925 'te Erenköy Kız Lisesi'ne kayıt olur ikizi ile birlikte. Erenköy Kız Lisesinde Reşad Nuri Edebiyat, Mualim Cevdet Farsça hocası olur.

Çalıkuşu yeni çıkmıştır. Bütün kız öğrenciler kendilerini çalıkuşu Feride olarak görmektedir. Bir gün okula Reşad Nuri Bey'in tayininin çıktığı haberi gelir. Bütün okul daha görmeden Çalıkuşunun müellifine aşıktır. Fakat kavruk, çelimsiz kara kuru Reşad Nuri'yi karşılarında görünce aşkları bir anda söner. Ta ki Reşad Nuri kürsüye geçip ders verinceye kadar. Konuştuğu her anda kızların hayranlığını yeniden kazanır Reşad Nuri.

Reşad Nuri'nin daha sonra karısı olacak olan Hadiye, Fevziye ve Naciye'nin sınıf arkadaşıdır. Annesi İngiliz olan Hadiye sınıfta piyano çalmakta olan Naciye'ye "Hadi sen kalk nasıl olsa evinizde piyano" yok der. Kardeşine söylenen bu söz Fevziye hanımı o kadar çok etkiler ki, yıllarca içinde taşır.1980 yılında yanında kızı Ümit olduğu halde Hadiye Güntekin ile karşılaşır. Ayaküstü hal hatır sorulmasından sonra Hadiye Hanım "Naciye nasıl?" diye sorar. Fevziye hanım yıllarca içinde sakladığı kırılmışlığın intikamını alır: "Çok iyi. O piyanoya meraklıdır biliyorsun. Piyano çalıyor." Hakikaten de evlerinde piyano olmadığı gerekçesiyle okuldaki piyanodan kaldırılmaya çalışılan Naciye, bir piyano tüccarıyla evlenmiştir.

1928 yılında Erenköy Kız Lisesinden mezun olur Fevziye ve Naciye. Bir yıl ara verdikten sonra Darülfünun'a kayıt yaptırmaya giderler. Niyetleri biyoloji okumaktır. Fakat biyoloji dersleri Zeynep Hanım Konağının kasvetli binasında yapıldığı için coğrafyaya kaydolurlar.

Dersleri Naciye takip etmekte Rum okulunda idarecilik yapan kardeşinin yerine de imza atmaktadır. Esasında Fevziye, Üniversitede hayal kırıklığına uğramıştır. Hocalarını pek umduğu gibi bulamamıştır.

1933 yılında İstanbul Darülfünunun son öğrencisi olarak Üniversiteyi bitirir.1

İstanbul'un kızlı erkekli rahat atmosferinden sonra Anadolu'ya doğru yol alır, genç öğretmen 1934 yılında, Coğrafya muallimi olarak Mustafa Kemal'in Sivas Kongresini yapmış olduğu lisede vazifeye başlar.

Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde bir İstanbul kızı olarak öğretmenlik yapar.Üstü başı dağınık,ayakkabıları yırtık çocuklara "ben karşımda yarının iş adamlarını,hakimlerini,doktorlarını görüyorum" diyerek seslenir.Öğrencilerinden biri de Sabri Ülker olmuştur.Tam da Fevziye Öğretmenin dediği gibi Türkiye'nin önde gelen iş adamları listesine adını yazdıracak kadar gayret timsali olarak.

Fevziye Meriç oldukça geç yaşta, 37 yaşında evlenir Cemil Meriç ile.Çünkü evleneceği erkekleri 1915'te yitirmiş olan kuşaktandır o da. Cemil Meriç kendisinden yaşça küçüktür. Ama o Cemil Meriç'in "kafası"nı beğenmiştir ve hayatı boyunca bu beğeninin bedelini seve seve ödemiştir. O kadar ki,Üstad gözlerini yitirip bunalıma düştüğünde "Cemil git, ne istersen yap, kiminle görüşürsen görüş ve yeter ki yaşa" diyecektir.

Bu gün Cemil Meriç'in ölüm yıldönümü. Onu anarken dağlar gibi yaslandığı kadını da bir parça bilin istedim.

----------------------

Fevziye Meriç hakkındaki bilgileri, kızı ve benim hocam olan Prof.Dr.Ümit Meriç'ten dinledim.. Görüşme 7.5.2003 tarihinde Ümit Meriç'in Ataköy 9. Kısımdaki dairesinde, 12-17 00 saatleri arasında gerçekleştirilmiştir. 

Kaynak: https://www.yenisafak.com/arsiv/2006/haziran/13/fbarbarosoglu.html (erişim: 12.09.2023)

 

İkinci Yazı:

 

PROF. DR. ÜMİT MERİÇ İLE SÖYLEŞİ; ÖLÜM TAZE BİR SONBAHARDIR

"Büyük determinizmi yakalayamayan küçük determinizmler iflaslarını ilan edeceklerdir. Sosyoloji zaten küçük determinizmi bile yakalayamıyor. Dolayısıyla sosyolojiyi üç talakla boşadım, İslamiyet'le evlendim." Bu cümleler Türkiye'nin en önemli sosyologlarından birine ait: Cemil Meriç'in kızı Prof. Dr. Ümit Meriç'e. Dergimizde her sayıda ünlü bir simayı konuk ediyor ve portresini siz okuyucularımızla paylaşıyoruz.
 
Bu sayıda da Ümit Hanımefendi'yi portre olarak işlemeyi düşündük. Kendisi çok yoğun bir tempoda çalışmasına rağmen röportaj talebimizi kırmadı ve Çengelköy'deki evinde bizi ağırladı. Ümit Hanım ile hem kendisi hem de ailesi ve ecdadı üzerine derinlemesine bir söyleşi yaptık. Ailenin, manevi havasının nereden geldiğini ve nasıl bir geçmişe sahip olduğunu öğrendik. Üniversitede bir sosyoloji profesörü iken neden istifa etti? Başörtüsü ve başörtüsü yasağı onun için ne anlam ifade ediyor? Hayata ve ölüme nasıl bakıyor?
 
İçerisinde Naima tarihinin de bulunduğu zengin bir kütüphanesi olan Ümit Meriç Hanımefendi ile yaptığımız bu zengin söyleşide onun ruh hâlini, hayatında yaşadığı gelgitleri bulacaksınız. Ailesi konusunda hafızası şaşılacak şekilde geniş olan Ümit Meriç, kendisiyle ilgili çok önemli bilgileri bizimle paylaştı... İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz...
Biz ilk sorumuzu biraz da derin geçmişinizle ilgili olarak sormak istiyoruz. Derin geçmiş derken rahmetli Cemil Meriç üstadı şimdilik bir tarafa koyup dedeniz ve dedenizin dedesi ile ilgili birkaç soru sormak istiyoruz. Dedeniz bir hâkimmiş. Kendisine bir rüşvet teklif edilme mevzusu var. Dedenize rüşvet teklif edildiğinde "Demek ki benim yüzümde rüşvet kabul edebilecek bir insanın manası varmış." deyip hâkimlik görevinden istifa etmiş. Bir de dedenizin dedesi (Hafız İdris Efendi)nin namaz kılarken cübbesinde kaybolduğunu söylüyorsunuz. Biraz bunlardan bahsedebilir misiniz?
 
Tabi şimdi efendim ilk ceddim Hz. Âdem ve Hz. Havva. Sonra da Şit (a.s.)'in torunlarından olduğumu tahmin ediyorum. Çünkü İsrailiyat'a göre bütün peygamberler ve bütün evliyaullah, bütün ehl-i iman Şit (a.s.)'in sulbünden gelmektedir. Zaten müstearım da Zeynep İdrisoğlu'dur. Arada kopmalar olsa da ilk insanın halk oluşundan itibaren ecdadımı biliyorum.
Allah'tan, soru oraya kadar gitmedi...
 
Şimdi tabi siz bana hep baba tarafını sordunuz. Ben bir anneden dünyaya geldim. Teneşirde de annemin adı zikredilecek, babamın adı zikredilmeyecek. Dolayısıyla annemden de bahsetmek istiyorum.
 
Sorularımız arasında annenizle ilgili bölümler de var.
 
Peki önce baba tarafına gidelim. Babamın babasının adı Mahmut Niyazi Bey. Aile biliyorsunuz Dimetokalıdır. Dimetoka, Meriç Nehri'ne birkaç km mesafede Tunca nehri ile Meriç'in çizdiği bir üçgenin içinde kalmaktadır. Türkiye'ye o kadar yakın bir Batı Trakya şehridir. Çıktıktan birkaç dakika sonra Selimiye Cami'sinin minareleri gözükmektedir. Yani gerçekten de Dimetoka'nın Yunanistan'da kalmış olması benim için bir hicran konusudur. Hatta, şu Meriç'in yatağını Dimetoka'yı da içine alacak şekilde biraz daha batıdan geçirsem de orayı da biz alıversek, diye kendi kendime şaka yapıyorum. Ben Dimetoka'ya Bayrampaşa Belediyesinin Balkanlarda ramazan programı düzenlediği sırada gittim.
 
Aileniz 1912 Balkan Harbi'yle Rumeli'den ayrılıyor.
 
Evet. Onlar ayrıldıktan 95 yıl sonra oraya ilk giden ben oldum. Dimetoka'da I.Mehmet zamanında, Yıldırım Beyazıt'ın oğlu zamanında, yapılmış olan bir camimiz var. Dedemin dedesi olan Hafız idris Efendi bu şehirde müftülük yapmış. Yıldırım'ın oğullarından Musa Çelebi tarafından devlet merkezi ilan edilen bir şehir. Gerçekten gördüğüm küçük güzel şehirlerden birisi, coğrafi konumu itibariyle çok hoş. Zaten i.Ö. 500'lerden kalma kaya evler var. Çok eski bir yerleşim merkezi Dimetoka. Dedemin, Mahmut Niyazi Bey'in, babası Kaymak Ahmet Bey, yakışıklı olduğu için böyle isimlendirilmiş bir insan. Onun da babası Hafız idris Efendi Dimetoka müftüsü. Bin bir tane Kur'an yazmış. Bana hep öyle geliyor ki benim islam'la kucaklaşmamda Hafız idris Efendi'nin bir duası etkili.
 
DEDEMİN DUASI BENDE ÇOK ETKİLİ
 
Sizin için dua mı etmiş?
 
Dedemin dedesi "Soyumdan gelen bir insan, secde-yi rahmanı pek dünya ehli olduğu bir sırada bulsun ve zulmetten nura kavuşsun." diye dua mı etmiş acaba, diye düşünürüm. Çünkü gerçekten de aldığım terbiyede islami bir boyut yok biliyorsunuz. Hafız, duası Allah indinde makbul olduğuna inanılan bir insan ve öldükten sonra da türbe olmuş mezarı ve hatta nur indiği rivayet edilmiş. Bunlar benim babamdan, halamdan duyduğum ve yani bizim, tırnak içerisinde, hurafe dediğimiz şey... Ben hurafelere bayılırım, parantez içinde bırakılan toplumsal hafızamızdan bir sayfa. Ramazan Mahfi Efendi var. Koca Mustafa Paşa'da Mimar Sinan'ın yaptığı bir caminin türbesinde yatar. Onun da böyle cübbesinin içerisinde namaz kılarken kaybolduğu rivayet edilirmiş.
 
Bir de selvi ağacı hikâyesi var galiba...
 
Ramazan Mahfi Efendi bir gün abdest alacağı sırada sarığını çıkarmış, yanında selvi ağacı var, o sırada selvi ağacı hemen kol çıkarmış üzerine sarığını koysun diye. Koca Mustafa Paşa'ya giderseniz görürsünüz. Ramazan Mahfi Efendi. Mahfiliği oradan geliyor. Bizim Hafız idris Efendi'nin de mahfi olduğu rivayet ediliyor. Allah sizlerin de bizlerin de yazıları okuyacak olanların da geçmişlerine rahmet eylesin. Kaymak Ahmet Efendi tüccardan zengin bir zat. Yakışıklı ve herhangi bir özelliğini bilmiyorum bunun dışında. Oradan Mahmut Niyazi Bey'e geliyoruz. Mahmut Niyazi Bey evlenmeden önce hacca gitmiş. Hacı, son derecede mutekit. Beş vakit namazına tahmin ediyorum ki beş vakit daha katan bir insan. Akrabasından Zeynep Zinnet hanımla yani babaannemle evleniyor. Babam dedeme benzerdi. Ben Uygur Türkü olarak değerlendiriyorum. Hatta bir gece rüyamda babamı böyle Yusuf Has Hacib gibi Uygur Sarayı'nda gördüm. Babaannemse beyaz tenli, mavi gözlü, çok güzel bir kadındı. Sarışın. Akrabalar evleniyorlar. Bunlara girmeme gerek var mı?
 
Devam edebilirsiniz.
 
1903'te Zehra halam doğuyor. Sonra 19101 2'lerde olsa gerek, Nadide halam dünyaya geliyor. Sonra Ahmet adlı bir çocuk oluyor. Fakat o ölüyor. Arkadan Balkan Harbi yılları ve dedem Tırnova'da hâkimlik görevini icra ediyor. Geceleri Bulgar çetecileri basıyor Tırnova'yı ve babaannem -ürkek bir hanım-dedeme "Bizi buradan götür, savaşın olmadığı bir yere gidelim." diyor. O sırada Kaymak Ahmet Efendi'nin Hatay Dörtyol'da görevli olan öbür oğlu Kolağası Hamit Bey'in yanına tayinini istiyor ve nitekim tayini Kefertharim'e çıkıyor.
 
Bugün Suriye-Türkiye hududunda Reyhanlı'ya gelirken kolunuzun değeceği kadar yakın bir mesafeden geçiyorsunuz. Dedem orada çalışmaya başlıyor. Fakat bir mahkeme sırasında davalıların birinden dedeme rüşvet teklifi geliyor. Bunu duyunca dedem fevkalade muğber oluyor ve "Demek ki benim yüzümde rüşvet kabul edebilecek bir insanın manası varmış. O hâlde benim bu görevi yapmama imkân yok." diye düşünerek görevinden istifa ediyor.
 
Malumunuz yüz ilmi diye bir ilim vardır. Hani bazı insanlara bazı şeyler teklif edilemez. Sadece bu gerekçeyle emeklilik maaşını da reddederek istifa ediyor ve Ziraat Bankası'na müdür oluyor. İşte bu arada 1 2 Aralık 1916'da Reyhanlı'da babam doğuyor. Ailenin tek oğlu, çok sevilen bir çocuk. Osmanlının o dönemde kazandığı bir zafere atfen adını Muzaffer koymak istiyorlar. Fakat bu arada aileye gidip gelen bir binbaşı var. Dedemin sevdiği bir insan ve adı Hüseyin Cemil. O isminin konmasını istiyor ve Hüseyin Cemil oluyor babamın adı. Fakat garip bir şey. İnşallah kitabım çıkacak benim, "İçimdeki Cennete Yolculuk" başlığını taşıyor. Orada herhâlde zaman zaman bahsettim ama hayatımda çok önemli, ikinci babam diyeceğim kadar önemli bir rolü olan Muzaffer Ozak'tan bahsediyorum. Diyorum ki, Cemil Meriç bedenimin babası, Muzaffer Ozak ruhumun babası; ve ne kadar garip ki babamın adı aslında Muzaffer olacaktı. Yine de ikinci babamın adının Muzaffer olması dolayısıyla ne diyeyim, bir tarih başka bir manada tekerrür etmiş oldu. Ben isimlere çok mana yüklerim. Mesela Mustafa Canbey benim için çok güzel bir isim.
 
BÜYÜK DETERMİNİZMİ SEVİYORUM
 
Teşekkür ederim. Kitabınızın ismi secdeyle ilgili mi?
 
Hayır. İlk adı "Secdeden Önce Secdeden Sonra"ydı. Onu Mustafa Armağan Bey koymuştu. Ben ismini koymadığım için biraz beni tedirgin ediyordu. Başlıklardan birisinin, hacla ilgili yazımın başlığının, içinde geçiyor: "Hac: İçimdeki Cehennemden İçimdeki Cennete Yolculuk". O "içimdeki cennete yolculuk" düşüncesini kitaba başlık olarak vermiş oldum. Kitabın ilk röportajı "Her Dem Yeniden Doğarız" başlığını taşıyor.
 
Hocam bu arada annenizden bahsedebilir misiniz?
 
Tamam, bunu bitirip anneme geçeceğim. Şimdi Muzaffer Efendi bir anlamda, beni yeniden dünyaya getirdi, dedim: Muzaffer Efendi manevi dünyaya doğmamın ebesi oldu. Fakat ilginç bir şey tabi, Sosyoloji Bölümü'nde, 1969'ta asistanı olduğumda kürsü başkanın adı Nurettin Şazi Kösemihal'di. Yani adı Nurettin'di bölüm başkanımızın. Bizim pirimizin ismi de Nurettin. Asistanımızın adı Muzaffer Sencer'di. Benim Efendi'min adı da Muzaffer. Yani böyle çok garip bir biçimde üniversitedeki isimlerle manevi dünyamdaki isimler aynı. Nurettin ve Muzaffer. Biz tesadüf zannediyoruz, büyük determinizmi bilmediğimiz için. Anne tarafıma gelince doğrusu mizacımın babamınkine daha yakın olduğunu tahmin edemiyorum. Fakat asli çizgilerde annemden çok esaslı renkler var.
 
BENİM ASIL GENLERİM ANNEMDEN
 
Meçhul bir kahraman, diyorsunuz anneniz için. Neden meçhul bir kahraman?
 
Meçhul bir kahramandır annem, evet. Annemden çok esaslı genler almış olduğumu tahmin ediyorum. Benim annem Menteşoğullarından. Menteşoğulları biliyorsunuz bugünkü Muğla, Köyceğiz, Marmaris, Milas bölgesinde hüküm sürmüş olan bir beylik. Menteş Bey, asıl kurucu olan Türkmen beyi ve Menteşoğulları. Türkmenlerin ilk denize açılan boyu. Denizciler. Mesela Rodos'a gidiyorlar. Rodos şövalyeleriyle savaşıyorlar. Denize adımını atan ilk Türkmen beyliği. Burada da garip bir tevafuk var. Aradan yüzyıllar geçiyor. Ailem İstanbullu. Anneannem İstanbullu. Anneannemin babası Sancaktar Ali Bey Fatihli. Anneannem vasıtasıyla annemlere intikal eden iki ev bir de arsa var Zeyrek'te. Annemin çocukluğu Zeyrek'te geçiyor. Şimdiki Unkapanı, Atatürk Bulvarı açılırken bu evler ve arsa istimlak ediliyor ve ailenin eline bir miktar para geçiyor. O sırada Kadıköy Belediyesinden Reşit dayımın bir arkadaşı "Reşit Bey Caddebostan'da bir bostan satılıyor. Burayı al. Beyaz Ruslar geliyor. İstanbul'da plaj modası başlar. Sen burayı plaj yapar işletirsin." diyor. Dayım da peki diyor ve orayı alıyor. Şimdi bakın Menteşoğulları bir deniz beyliği, bizim de İstanbul'da aldığımız arsa deniz kenarında bir arsa, hâlen de ailemize ait orası. Hani böyle tarihi kader bir biçimde tekrarlanıyor gibi.
 
Her şey aslına rücu ediyor aslında.
 
Aslına rücu ediyor gibi evet. Timur'la Yıldırım Beyazıt arasındaki savaş sırasında Menteşoğulları Timur'u tutuyorlar. Bunu neden yaptıklarını bilmiyorum. Yani ahirette öğrenmek istediğim tarihî konulardan birisi bu. Böyle bir defterle gideceğim, koltuğumun altında. Mesela anneannelerimi çok merak ediyorum. Hz. Havva'dan beri, rahimlerinden doğduğum hanımlar kimlerdir? Diyelim ki İsa'dan önce 1. yüzyılda Ege'de yaşamış anneannem kimdi? Onunla tanışıp bir zeytin ağacının altında oturup, anneannemin hayatını bana anlatmasını isteyeceğim. Ya da İsa'dan sonra 1 800, o kadar ileri gitmeyeyim, 1 1 76'da acaba mesela Şirvan'da yaşayan bir anneannem var mıydı? Fakat illaki bu rahminden doğduğumuz kadınlar zincirindekiler, anneanneme kadar ulaşanlar kimlerdi, bunlar hakkında özel bir merakım var.
 
Ama ailenizle ilgili müthiş bir zihinsel hafızanız var gerçekten...
 
Bu zamanla teşekkül etti.
 
Belli ki araştırma yapmışsınız.
 
Menteşoğulları ile ilgili bulduğum her şeyi okudum. Mesela Menteşoğulları'nın Mevlevi olduğunu biliyor muydunuz? Ünlü denizci İbn Battuta, Vasco De Gama'nın üç katı yol yapmıştır. İbn Battuta Peçin'e geliyor ve orada Menteşoğulları'nın beylik merkezinde bey evinde ağırlanıyor. O bey evi hâlâ var. Peçin Kalesi'ne giderseniz görürsünüz. Milas'a 8 km mesafede. Bodrum yolu üzeri, masa gibi bir dağ var. O dağın tepesinde bir kale, bir türbe ve büyük ağaçlar görüyorsunuz uzaktan. Yukarı çıktığınız zaman orada bir düzlük var. Doğu Roma zamanından kalma kilise ve hamam harabe de olsa hâlâ duruyor. Dağın başında su fışkırıyor. Peçin Kalesi'ne geliyor ibn Battuta ve o dönemin şehzadelerinden birini ibn Battuta ile Konya'ya yolluyorlar. Ulu Arif Çelebi'nin zamanı. Yani Hz. Mevlana'nın torununun. Sultan Veled'in oğlu Ulu Arif Çelebi. Şehzade orada Seyr-i Sülûk'unu tamamlıyor ve geri dönüyor. Balat'ta bir Mevlevihane var. Doğrusu gördüğüm Mevlevihanelerin en ilkeli ama bir Mevlevihane yani. Hamuşanı duruyor.
 
DEDEM MEVLANA'NIN YANINDA YATIYOR
 
Az önce sözünü ettiğiniz bir konuyu biraz konuşalım isterseniz. Osmanoğulları'nın çok güçlü olduğu bir dönemde Menteşoğulları neden Timur tarafını tutuyorlar?
 
Bu sorunun cevabını bilmiyorum. Timur'un yanında yer almışlar. Tabi Osmanlı toparlanır toparlanmaz bu üç şehzadenin birini Erzurum'a, birini Kıbrıs'a, diğerini de Safranbolu'ya sürüyor. işte bu Safranbolu'ya sürülen şehzadeden de benim dedemin dedesi geliyor. Aile orada yüzyıllar boyu Bulak Köyü'nde kalıyor. Sonra ilk defa annemin babası Ali Haydar Bey Safranbolu Medresesi'ni bitiriyor. Fatih Medresesi'ne geliyor. Orada Cevdet Paşa'nın talebesi oluyor ve kızlarından birine Cevdet Paşa'nın kızının adını veriyor: Fatma Aliye. Dedem Ali Haydar Menteşoğlu, Zeyrekli Nazire Hanım'la evleniyor. Maraş, Girit, Beyrut ve Konya'da hâkimlikler yapıyor ve 1907 yılında Konya'da ölüp Şems-i Tebrizî Haziresi'ne defnediliyor. Bu da tuhaf bir şey. Aile yüzyıllar öncesinden Mevlevi, sonunda da dönüp geliyor yine Ali Haydar Bey Konya'da Hz. Mevlana'nın yanına gömülüyor.
 
Bir nevi özüne kavuşuyor...
 
Aynen öyle. Üstadının yanına defnediliyor. Sonradan oradan bir cadde geçti ve mezarın taşlarını bir kümbetin içine koydular. Yani şu anda dedemin mezarının yerini bilemiyoruz ama orada Şem-si Tebrizî'nin haziresinde olduğunu biliyoruz. Dayılarımdan birisi Mehmet Emin Bey, tıp doktoru, çok parlak bir çocukmuş, öğrenciymiş. 33. dereceden mason olan Ekrem Tok Bey vardı, Beylerbeyi'nde oturuyordu, onu ziyarete gittiğimizde, "Mehmet Emin sınıfımızın en parlak öğrencisiydi. ittihat ve Terakki'de de çok üstün bir yere sahipti. Eğer yaşasaydı çok önemli mevkilere gelirdi." dedi. Bu dayım aynı zamanda iyi bir ressam. Fakat işte bu dönemde I. Dünya Savaşı başlıyor. Hani Galatasaray'dan Tıbbiye'ye bir sene mezun verilmiyor ya işte o yıl benim dayım da gönüllü olarak Bağdat cephesine gidiyor.
Cephede neferi tedavi ederken tifüs mikrobu kapıyor, hastalanıyor ve ölüyor. Ölüm haberi bizim Zeyrek'teki eve geliyor. Bir gün kapı çalınıyor. Ev ahşap, dört katlı. Büyük teyze kapıyı açıyor. Bakıyor karşısında bir subay, elinde kırmızı mühürlü bir berat ve bir kese para. Anlıyor ki Mehmet Emin dayı şehit oldu. Büyük teyze yere düşüp bayılıyor.
 
Aileden Peçin Kalesi'ni ziyaret eden ya da sonradan oraya dönen yok mu hiç?
 
Yani zannediyorum ki 1 5. yüzyıldaki sürgünden sonra aileden Peçin Kalesi'ne giden olmadı. ilk defa ben gittim. Gittiğim zaman çok acayip bir hâl yaşadım. Onu anlatayım mı anlatmayayım mı bilmiyorum. Bir arkadaşımın ailesinin orada çiftliği var. Sanat tarihçilerle beraber gittik. Benim Menteşoğulları'ndan olmam nedeniyle Peçin Kalesi'ne gittik. ilk defa görüyorum Peçin Kalesi'ni. Etrafındaki yokuştan yukarıya çıktık. Gazi Ahmet'in türbesi var orada. Solda kale, bir yol, yine o tarafta Doğu Roma'dan kalma bir kilise, sadece temel duvarları kalmış bir cami... Hatta daha sonra gittiğimde bu caminin mihrabında namaz kıldım. Camilerin mihrabında namaz kılmaya özel olarak meraklıyımdır. Bir mihrap gördüm mü dayanamam, hemen "er kişi niyetine" diye namaza dururum. inşa tarihinden bugüne kadar Süleymaniye caminin mihrabında namaz kılmış tek hatun kişi beni md ir di ye dü şü nüyorum . Süleymaniye'nin mihrabında namaz kıldım.
 
CAMİLERİN MİHRABINDA NAMAZ KILMAYI SEVERİM
 
O zaman Peçin'de de fırsatı kaçırmamışsınızdır.
 
Evet, orada sadece temel duvarları kalmış caminin mihrabında namaz kıldım. O ilk gidişimizde Gazi Ahmet'in türbesine geldik. Çünkü o medrese türbe -yani erken Osmanlı'da gördüğümüz gibi medreseyi yaptıranın türbesi de içinde- açık avlulu, iki katlı, küçük, yani bir minyatür medrese türbe ama hâlen bütün güzelliğini koruyor. Orada büyük ağaçlar var. Bey konağı var. Muhtemelen ibn Batuta'nın misafir edilmiş olduğu Menteşoğlu Beyi'nin evi. Onu da restore ettiler. Şu anda oranın ayağa kalkması için milyon dolarlarla yapılabilecek restorasyonlar lazım. Medresenin bir taş giriş kapısı var, fakat kapalı. ilk gittiğimizde çok daha haraptı. Medrese açık avlulu, türbenin üstünde ise bir kubbe var. Orada da iki tane mezar var yan yana. Her tarafına bezler bağlanmış. Birisinin kime ait olduğu bilinmiyor, öbürü Menteşoğlu Gazi Ahmet, tarihte adı geçen bir Menteş beyi. Şimdi ben bir Menteşoğlu olarak orada dedemle karşılaşmış oldum. 1381 sanıyorum vefatı.
 
Peki, bir insanın 600 yıl önceki bir dedesinin yanına gitmesi nasıl bir duygu?
 
Gerçekten benim için anlatması güç bir tecrübe. Bir dedemle karşılaşmış oldum ve ayakucuna diz çöktüm. Gözlerimi kapattım anımda da dört arkadaş var hepsi de sanat tarihçisi... Hayatımda başka hiçbir mezarda yaşamadığım, sadece burada yaşadığım, beni çok fazla etkilemiş olan hâllerden birisidir bu. Gözlerim kapalı, Gazi Ahmet'in, artık ne kadarı kaldıysa, kemikleri de orada ve altı yüz yıl kadar sonra bir torunu geliyor, onun aile ağacından bir yaprak açıyor ayakucunda. O da orada bir dal olarak, çok yukarılarda bir dal olarak duruyor. Gözlerimi kapattım ve bir anda, yani mezarla aramda bir manevi köprü kurduğum anda, kendi kemiklerimi onun kemiklerine fosforla ışınlanmış gibi hissettim. Yani benim kemiklerim onun kemikleri onun kemikleri benim kemiklerim; iki kemik aynı. Hayatımda ilk defa röntgenden geçirilmiş gibi kemiklerimi hissettim ışıltılı bir vaziyette, fosforlu. Ve orada yatan Gazi Ahmet'in kemiklerini hissettim. Bu bir vehim değildi böyle bir hâl yaşadım.
 
GAZİ AHMET'İN TÜRBESİNDEKİ GÖKKUŞAĞI
 
Bu tür hâlleri günümüz modern insanına anlatmak biraz zor.
 
Evet. Vehim diyor bazı hâlleri yaşamayanlar. Yani yaşamayan bilmez tabiî ki. Bu ihsas ya da bu ihtisas beni çok afallattı, şaşırttı ve birden bire ağlamaya başladım. Dedem "Sen bensin, ben senim, hoş geldin, yüzyıllardan beri bana Fatiha okuyan bir tek torunum gelmemişti." dedi sanki lisan-ı hâl ile ve ben de dedemin huzurunda olmaktan çok büyük bir haz, şeref, hasretin kavuşmakla sonuçlandığı bir vuslat duygusu hissettim diyebilirim. Ailemden yüzlerce yıl önce yaşamış olan bir insanla mahşerde kucaklaşır gibi orada sanki kucaklaştık. O zamana kadar hava gayet güzeldi. Sabah biz yukarı çıktığımızda bir iki bulut vardı sadece. Nasıl oldu, bilmiyorum bir anda benim gözümün birinden on bir diğerinden on bir yaş fışkırdığı anda bir sağanak başladı. İnanılır gibi değil, yani paldır küldür koca koca damlalar düşüyor, o iç avluya. Ben ağlıyorum, yağmur yağıyor. Ben ağlıyorum gökler ağlıyor. O sırada arkadaşlarım da arkamda.
 
Yağmur size eşlik etmiş.
 
Aynen. Öncü benim yani. Arkadaşlar da arkada duruyorlar. Artık bir tiyatro, daha çok opera sahnesine benziyor...
 
Bir kıvılcım ormanı yakar misali.
 
Opera sahnesi gibi. Sonra dedim ki, kendimi toparlamam lazım. Yani bu kadar insanla beraberim, koyuvermemem lazım kendimi. Kendimi toparladım. Gözyaşlarım on birden beşe, oradan bire indi. Yağmur da önce beşe ve sonra bire indi. Ben gözyaşımın sonuncusunu sildiğim anda yağmur da kesildi. Hayatımda böyle bir olay yaşamadım. Oradaki şahitlerden, dört kişiden üçü hayatta biri vefat etti; Allah rahmet eylesin... Sanat tarihi profesörü çok sevdiğim bir insandı. Sonra biz oradan dışarı çıktık. Kaleye gidelim dedik. Kaleye yöneldik. O anda kalenin üzerinde bir gökkuşağı peyda oldu. Tam ona göre. Taç gibi giydi kale o gök kuşağını, tam o anda öbürünün üzerinde daha geniş, altındaki gök kuşağını da kucaklayan ikinci bir gökkuşağı oluştu. Yani kale karşımızda ama böyle gökkuşakları. Acayip. Gerçekten opera sahnesi gibiydi. Yani normal olarak ne bir yazar muhayyilesi buna yetebilir ne de bir şair böyle bir şey hayal edebilir. Ama oluştu. Girdik kaleye. Gökkuşakları kayboldu. Gezdik. Yani dünyevileştik ve oradan çıktık. Tekrar arabaya binmek üzere Gazi Ahmet'e gidiyoruz. Ben bir daha bakmak istedim kaleye. Döndüm. Üç tane şahit var hayatta dediğim gibi. Birinci alaimisema yine aynen kalenin üzerinde ve ikinci gökkuşağı da yine onun üzerinde aynı şekilde oluştu ve ben böyle adeta -ecdadım tarafından bando mızıkayla değil belki ama- yağmur ve gökkuşaklarıyla "Hoş geldin ey torunumuz, asırlardır neredeydin?" denilir gibi karşılandım.
 
DEDEM GAZİ AHMET İLE BULUŞTUM
 
Müthiş bir şey.
 
Müthiş. Bu yaşanmış bir olay olunca gerçekten çok etkileyici. O gece şunu düşündüm. Yüzyıllardan beri hiç kimse gelmedi oraya o aileden. İlk defa ben geliyorum. Ne oluyor, gökten mi koşup geliyor ervah. Cenab-ı Hakk onlarla benim aramda nasıl bir terkip üzere, nasıl bir irtibat kuruyor, anlamlandıramıyorum. Hayatımdaki en güzel olaylardan biriydi bu ziyaret. Namaza yeni başlıyorum ve biliyorsunuz ki rüyalar falan çok olur namaza ilk başlayanlarda Allah şımartır adeta acemi kulunu. Gece uyuyamadım. Odanın içi silikonla dolu gibi üzerimde nasıl yoğun bir baskı var. Dedim, rahmet okuyayım. Ve fatiha okuyorum, deli gibi tekrar tekrar okuyorum. 17. Fatiha'da hava normale döndü. Menteşoğullarına yolluyorum okuduklarımı... Bir hesap ettim, bir yüzyıl 3 kuşaktır. Her yüzyılda, 33'er yıldan 3 kuşak var. 6 yüzyıl geçmiş: 3 kere 6, 18 ve tam ben 18'i geçtim havadaki o baskı sona erdi. Her şey normale döndü. Ben böylece Menteşoğlu ile tanışmış kucaklaşmış oldum. Başıma gelen bu hâllere benzer acayip bir durum da üniversitedeyken yaşadım. Onu da paylaşayım sizinle.
 
Lütfen.
 
ibrahim Hakkı hazretlerine geleyim müsaadenizle. Ben namaza başladığım zaman 1978'de, önce Kur'an mealini daha sonradan Kütüb-ü Sitte'nin dört tanesini, ardından da tasavvufla ilgili kitaplar okudum. Bu arada Ahmet Eflaki Dede'nin Ariflerin Menkıbeleri'ni okudum. Bunları yazdım mı yazmadım mı bilmiyorum. Çünkü insanlar, sosyoloji profesörü ne zırvalıyor, diye düşünebilir. Fakülte deki odamdayım. Dersler bitmiş öğrenciler gitmiş. Ariflerin Menkıbeleri'nden okuyacağım, akşamın da yorgunluğu var üzerimde biraz. Okurken aklımdan şöyle bir şey geçti: Birçok muhterem kişiden bahsediliyor ve ben de pek edepli oturmuyorum, öyle ayaklarımı uzatmış oturuyorum ve kitaptan okuyorum. Acaba edebe aykırı mıdır, diye düşündüm, okuduğum sayfayı çevirdim. Yeni sayfayı okumaya başladım.
 
Hazreti Mevlana'nın en has dairesindeki isimlerden birisi Mevlana'ya "Zaman zaman sizin yanınızda bedenimizi kullanmayı bilemiyoruz ama size karşı edepsizlik olmuyordur inşallah." diyor. Mevlana da cevap olarak "Ne yaparsan yap, gönlün önü arkası yok." diyor. Ben biraz önce söylediklerimi düşünürken bir anda bu konuşma ile karşılaşıyorum. Okuyunca dondum. Çünkü cevap tam sorumun cevabı. Rahatımı bozayım mı bozmayayım mı, diye düşünürken sekiz yüz yıl önceden soruma cevap verildi.
 
HİÇ ARA VERMEDEN 800 GÜN ORUÇ TUTTUM
 
Mevleviliğe büyük ilgi duyuyorsunuz. Bu nereden kaynaklanıyor?
 
Mevlevilikle irtibatım belki şuradan kurulabilir. Ben namaza başladıktan sonra gelen ilk Ramazan'da oruca başladım. Sonra 15 yıllık oruç borcum var, diye düşünerek oruçlarımın kazasını yaptım. Ve bir kefaretim vardı. Tam 511 gün oruç tuttum. Aralıksız tuttum. Hatta babam kızmıştı aralıksız tuttuğuma. Bitti fakat ben orucu çok sevdim ve oruca devam ettim.Aşağı yukarı sekiz yüzüncü oruca geldiğim sıralarda Muzaffer Efendi bozdurdu ve "Artık sana oruç yok." dedi. Alışkanlığın ötesinde bağımlılık olmuştu bana. Öğleden sonra ben mutluluktan uçuyordum. Müthiş bir hafiflik veriyordu bana. Tabiî bu da nefse hoş gelen bir şey oluyor. Nefsi bozmak adına 800'lü günlerin başlarında ben orucu bıraktım. Mevleviler Seyr-i süluka başlamak için 1001 gün oruç tutarlar. Orucumla tam olamasam da 10'da 8 mübtedi bir Mevlevi dervişi sayılabilirim.
 
Norveç sevginiz nereden geliyor?
 
Unesco 2007'yi Mevlana yılı ilan etti. İstanbul'da Ailem Derneği "Hazret-i Mevlana ve Kadın" toplantısı düzenledi. Orada ben bir açılış konuşması yaptım. Unesco Norveç'te Oslo Üniversitesi ile Mevlana programı düzenlemiş, beni de çağırdılar, Oslo'ya gittim. Ben Norveç'lileri çok severim. "Gayrimüslim mümin" tanımına uygun düşmekteler. Son derecede temiz ruhlu, ahlaklı, iyi niyetli, temiz, fedakâr ve diğerkâm insanlar. Benim tanıdığım bütün Norveçliler böyle. Hayatımda bu kadar temiz bir şehir görmedim. Bende, abdest almış bir şehir olduğu duygusu uyandı... Rabbime "Ya Rabbim bu şehri İslam'la müşerref eyle." diye dua ettim. Orada yaptığım konuşmayı da irticalen yaptım. Dersine çalışmış çocuklar gibi kâğıttan yapılan konuşmaları sevmiyorum. Ben bazı insanların gözlerini çok severim. Bazı insanların da gözlerinden hoşlanmam, zaten onlar da benim gözlerime bakmazlar. Norveç'te de Türkçe konuştum. Norveçliler Türkçeyi bilsinler diye. Türkçe'nin ne kadar zengin olduğunu,nasıl bir ahengi olduğunu bir kere olsun görsünler istedim.
 
Siyasete girmeyi hiç düşündünüz mü?
 
Hayır. Tayyip Bey beni siyasete çağırmıştır evime kadar gelerek. Ama ben "Başörtüsüne büründüm ve onu kesinl ikl e çıkarmayacağım." dedim. "Siyasetin ruhu bende yok, soy ismimi de siyasete karıştırmak istemiyorum." dedim.
 
Not tutma da size göre bir özellik sanırım, her şeyi yazıyorsunuz?
 
Evet, bu benim bir özelliğim. Her şeyi değil önemli şeyleri yazıyorum. Bu, kitapta da geçiyor.
 
Bir röportajınızda "Hacca gitmem sosyologluk kalıplarımı kırdı." diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
 
Sosyoloji en ilkel tanımına göre toplumların, toplum içindeki insanın ilmidir. Dolayısıyla sosyolojide toplumlar söz konusudur. Büyük "t" ile yazılan bir tek toplum yok, toplumlar var. İnşallah büyük "ü" ile yazılan bir ümmet olacak. Hacda ise bu toplumların ümmete dönüştüklerini, orada kullaşarak ümmetleştiğini gördüm. Hacda, büyük "ü" ile yazılması gereken bir tek İslam Ümmeti vardı.
 
O zaman sosyolojinin en büyük birimi kullardan oluşan bir toplum oluyor.
 
Tabi ki öyle. Daha doğrusu buna "tabi ki öyle" dememem lazım çünkü sosyolojinin tuzağına düşmüş olurum. Vatandaşlık idrakimin intihar edip onun yerine kulluk idrakimin gelmesi namazla birlikte oldu.
 
Sosyoloji dünyasının dünyeviliği kutsadığı, bir dönemde nasıl oldu da Müslüman oldunuz?
 
Ben Agnostisizm (Bilinemezcilik)'in dünyasından secdeye geldim. Ben Cenabı Allah'ın varlığının bilincindeydim. Aczimin
dibe vurup Kudretullah'ın zirvesiyle buluştuğum gün secdeye gitmekle bilinemezliğin içindeki bilinilirlik ile, -Bana kendimi bildirmek sevdirildi, buyrulur ya!-bu hududun içine girdiğimi hissettim.
 
Yani sizin ki de bir nevi hazreti Ömer'in yaşadığı gibi mi?
 
Hz. Ömer'de bir anda Kuran-ı Kerim tilavetiyle oldu. Benimkisi Hazreti Ömer'inkinden biraz daha farklı. Sıkıntım büyüktü. Namaz benden kabz hâlini aldı ve beni basta geçirdi. Bu bast hali 30 yıldır devam ediyor. Arada ufak kabzlarım tabi ki oluyor ama hiçbir zaman 30 yıl önceki gibi yoğun değil. Ufak kabzları hepimiz belli dönemlerde yaşarız. Ben ölmekten hiçbir zaman korkmam. Bunu bütün samimiyetimle söylüyorum. Benim için ölüm yeni ve çok cazip bir seyahatin başlangıcıdır. Öldüğüm anda küreler arası seyahat başlıyor. Her an teslim-i nefese hazırım. Rabbim son nefesimizi de hayırla vermemizi lütfetsin. Fakat secdeden kovulmaktan deliler gibi korkarım. Benim için cehennem secdeden kovulmak korkusudur. "Dualar ve Aminler"i okudunuz mu bilmiyorum. Dualar ve Âminler kitabında şöyle bir duam var: Ya Rabbi, diyorum, sana olan aşkımı bu dünyadaki secdelerim gidermeye yetmedi, cennette de inşallah, eğer layık bulunursak, bana bir köşe yapsınlar sana olan secdelerime devam edeyim. O yüzden ben diyorum ki, ben secde delisiyim. 30 yıldır, elhamdülillah, Allah kabul etsin, namazımı kılıyorum. Birkaç yatsı kazam var.
 
Bugün toplumumuzun yaşadığı başörtüsü sıkıntısı var.
 
Başkalarının yaşadığı sıkıntıları ben yaşamadım. Sosyal olarak yaşamadım. Ekonomik olarak yaşamadım. 30 yıl üniversitede hocalık yapmıştım, başımı örttüm. 30 senedir devlet memuruyum, kanunu bilirim, aykırı hareket edemem. Şartları kabul ederim ama ne yaparım? Emekliliğimi isterim. Bitti gitti. Elveda üniversite. O kadar da memnunum ayrıldığıma.
 
Şu anda Büyükşehir Belediyesine danışmanlık yapıyorsunuz galiba.
 
Şu an Büyükşehir Belediyesine danışmanlık yapıyorum. Tarihî Yarımada projesinin 15 danışmanından birisiyim. Bütün tarihî yarımadadaki odak grup çalışmalarına katılıyorum, yönetiyorum ve raporlarını üst mercilere sunuyorum.
 
O çalışmalarınız nasıl gidiyor bu arada?
 
Raporlar var, göstereyim. Önce başörtüsü hikâyesini bitirelim, bitmedi çünkü. Dolayısıyla benim için bir sosyal dışlanma ve ekonomik kayıp söz konusu değildir. Fakat bu benim çok özel konumumdan kaynaklanıyor. Ben Allah'ın iltimaslı bir başörtülüsüyüm. Fakat bazen düşünüyorum. Mesela, emekliliğim gelmeden önce, profesör olmadan önce bu durumla yüzleşseydim acaba ne yapardım? Bu konuda cevap vermem sahtekârlık olur. Çünkü bilemem. Bana 30 yaşında bölüm başkanıyken geldi bu karar alma idraki. Bu konuda herkes kendi kararını kendi almalıdır. Yalnız şunu da söylemek istiyorum, başörtüsü bir imtiyazdır. Hatun kişilere tanınmış olan bir ayrıcalıktır. Ben mesela dikkat ederseniz, fevkalade parlak renklerde eşarp kullanıyorum. Hiç öyle grilerle dolaşmıyorum. Körün gözüne parmağımı sokuyorum, ben başörtülüyüm, diye. Ve bunun en büyük gururunu uluslararası büyük havaalanlarında yaşıyorum. Bir Müslüman kadın olarak hiç gurura kapılmışlığım yoktur hayatımda ama ben Allah'ın islam olmak şerefiyle yaşattığı bir kulum ve başımda bayrağımı taşıyorum.
 
Öncesinden ölüm sonrasına kadar İstanbulluyum. Dolayısıyla şehrim kendimden farklı bir şey değil. Ben İstanbul'la meşgul olurken kendimle meşgul oluyorum. Kendi geçmişimle, kendi hâlimle ve kendi geleceğimle. Ve İstanbul'un nefesini alıyorum. Bu şehrin nefesi ciğerlerime doluyor. İstanbul'a karşı olan minnetimi ödemek mecburiyetindeyim. İkincisi İstanbul'un dünyanın en önemli şehri olduğu kanaatindeyim. Eski dünyanın zaten merkezidir. Yeni dünyanın da merkezi olmaya çok fazlasıyla adaydır. Layıktır.
 
 

Bir röportajımızda ünlü mimar Turgut Cansever de öyle söylemişti.
 
Dolayısıyla bu şehir için bir dünya vatandaşı olarak çalışmak mecburiyetindeyim. Üçüncüsü ve en önemlisi ise Hazret-i Peygamberin, mevzu olup olmadığı konusunda tartışmalar olsa da mevzu olmadığı kanaatine sahip olduğum hadis-i şerifi: "Konstantiniyye bir gün elbet fetholunacaktır, ne mutlu onu fetheden kumandana ve ne mutlu onun askerlerine." O insanların türbeleri bugün ziyaret edilen mekânlar hâlinde şehrimizde bulunuyor. İstanbul bize peygamberimizin hediyesidir. İstanbul 6. yüzyıldan itibaren bize aittir. İslam dünyasınındır. Ve İstanbul, 6.-7. yüzyılda fem-i saadet risalet-penahilerinden sadır olunduğu günden itibaren bize aittir. İslam dünyasınındır. Ne kaldı başka.
 
SOSYAL DÖNÜŞÜM ÇOK ÖNEMLİ
 
Kentsel dönüşüm yapılırken, sosyal dönüşüme dikkat ediliyor mu?
 
Bu kentsel dönüşüm,sosyal dönüşüm çok geniş bir mesele. Çok bilinmeyenli bir denklem dolayısıyla biz de çok detaya inerek çalışma yapıyoruz. Yani butik çalışma diyorum ben buna. Süleymaniye geçen yaz bitti. Hanlar bölgesi, Cankurtaran, Sultanahmet, Gedikpaşa, Zeyrek bitti, diğerleri devam ediyor. Yani raporları gelecek. 96 tane ayrı odak grup çalışması yaptırıyorum. Bunların hepsi bin sayfalık bir dosya oluşturuyor. On bölge tarihî yarımada. Mesela hanlar bölgesinde hamallarla konuştuk. 9 tane hamalla konuştuk. Şimdi toptancılık oradan kaldırılıyor. Peki, bu hamalların istikbali ne olacak? Hamal başları falan var, çok farklı raconları olan işler bunlar. Ama bu insanlar ne olacak? İmalathanelerin gittiği yerlere gidip oralarda mı iş görecekler? Ya da buradan İkitelli'deki organize sanayi bölgesine değil de diyelim ki Kartal'daki, hamalların varlığına daha çok ihtiyaç hissedilen bir bölgeye mi taşınacaklar? Kendileri hâllerini nasıl değerlendiriyorlar, geleceklerini nasıl değerlendiriyorlar. Muhtarlar, STK'lar ve akademisyenlerle her grupta odak grup çalışması yapıyorum.
 
Bu çalışmalar başarılı olacak mı sizce?
 
Bu kentsel dönüşümün sosyal dönüşüm hâline gelmesi için gerekli olan altyapı çalışması tarafımdan sürdürülmektedir. 96 taneden 80 tanesi bitti. Ve tabiî çok önemli bulgular elde ediyoruz. Her bölümde bir değerlendirme var, en sonunda da genel bir değerlendirme, birtakım teknik sorular. Mesela yayalaştırma konusu: Yayalaştırmanın nerelerde olması iyi olacaktır, nerelerde olmaması iyi olacaktır, oradaki esnafla konuşuyoruz. Bu, uygulama projesinin sosyal altlığını oluşturacaktır. İstanbul yeniden dönüşürken buraları yeni gelecek ahaliye hazırlamak lazım. Bu yeni kim olacak? Nasıl evler yapılacak? Süleymaniye bölgesindeki eski konaklarda kim oturur? Ya da onun yanındaki her katında bir oda bulunan ahşap evde kim oturur? Ahşap, kullanılan malzeme olarak iyi midir? Değil midir? Deprem paranoyasıyla yaşatılan bu şehirde ahşap ev paranoyayı azaltır mı? Peki eski yangınlardan korunmak için İstanbul'da ne tür tahtalar kullanılmalı? Hangi kimyevi maddelere batırılmış olarak, kerestelerle bu evler inşa edilmeli? Zaten doğalgaz var ve artık havagazı ocağının patlaması söz konusu değil. Ve sair, sonsuza kadar inen detaylar üzerinde çalışıyoruz. Bizimkisi tasarı projesidir. Uygulamaya girizgâh yapmaktadır. Uygulamanın başarılı olması için böyle bir ön çalışma yapılması fevkalade gereklidir.
 
Odak grup çalışmalarının arasında, sokaklarında dolaşıyorum şehrin. Mesela şimdi Samatya ile ilgili araştırmada, Koca Mustafa Paşa'da iki odak grup çalışması esnasında bir mahalle turu yaptım. O zaman şunu gördüm. Çok dar bir alanda 10 tane kilise var. Rum Ortodoks kilisesi ve bunlar her sabah 8'de ve akşam 4'te çanlarını çalıyorlar. Bütün İstanbul'da zaten 1 500 tane Rum var. Onların da kısmı azamisi bu tarafların dışında oturuyor. Bu çanlar kimin için çalıyor. Bu çanlar çok önemli bence. Bu çanlar çalmaya devam etmeli. Ben bir Müslümanım. Dünya, Müslüman olsun diye dua ederim ama Müslüman olmayanların da ibadet etmelerini Müslümanların ibadet etmelerini istediğim gibi isterim. Hocam sizle sohbet etmek gerçekten çok güzeldi, teşekkür ediyor ve gelecek yaşamınızda gönül zindeliğinde bir yaşam temenni ediyoruz.
 

Kaynak: http://www.sosyalpolitikalar.com/SayfaDetay.aspx?id=39 (erişim: 12.09.2023)