Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

31 Aralık 2011

Sene-i Devriye


Hıristiyan dünyada bütün kutlamalar, İsa Nebinin kimliği etrafında şekillenir ve kilise sakramentleri, törenler ve geleneksel kutlamalar bu çerçevede yapılır. Bütün bunların ortaya çıkışında üç temel hadiseyi görürüz; babasız doğumu, çarmıhta ölümü ve üç gün sonra dirilişi. Doğum tarihi konusunda, doğu ve batı kiliseleri arasındaki farklı tarihler, temel bilgi kaynağı olması gereken Yeni Ahit rivayetlerinin tutarsızlığı ve meselenin sonraki asırlar içinde paganist-mitolojik boyut kazanmasından kaynaklanır.
Konunun yer aldığı, açık ve net bir tarih görmediğimiz Matta ve Luka’dan gelen rivayetler, birbirini tutmaz. Matta’ya göre (2:1) İsa, M.Ö. 37 ila M.Ö. 4 yılları arasında Filistin’i Roma adına yöneten Antipater oğlu Kral Büyük Hirodes zamanında Yahudiye Beytlehem’inde dünyaya gelir. Gökte İsa’nın yıldızını gördüklerini söyleyip Doğudan Kudüs’e gelen müneccimler onu hararetle ararlar. Bunu duyan Hirodes, gelecekte Yahudilerin kralı olacak kişinin kendi saltanatını ortadan kaldıracağı korkusuyla, Beytlehem ve bütün Filistin’de iki yaşından küçük erkek çocukları katlettirir. Melek Cebrail, rüyada Yusuf’a görünerek anası Meryem ile çocuğu Mısır’a kaçırmasını söyler. Yusuf, bir gece vakti denileni yapar ve kalkıp Mısır’a gider, Hirodes’in ölümüne kadar Filistin’e dönmez. Buna göre İsa, Hirodes’in saltanatının en geç M.Ö. 4. Yılında veya bundan birkaç yıl önce doğmuş olmalıdır. İsa’nın doğumunun Hirodes’in saltanatının hangi yılında doğduğu bilgisi bulunmadığından, burada zikredilen bilgiye bakarak bir sonuca ulaşmak mümkün değildir. 
Luka’nın rivayetine göre ise İsa, Roma İmparatoru Augustus’un Suriye Valisi olan Kirinius’un idareciliği döneminde yapılan genel nüfus sayımında dünyaya gelir. Matta ve Luka’da anlatılan bu iki bilgi birbiriyle uyuşmaz. Çünkü iki tarih arasında oldukça farklı bir zaman söz konusudur. Luka’daki bilgiler, İsa’nın doğumunun, Yahudiye ve Samariye bölgesinin idaresinin Suriye’deki Roma Valisinin hakimiyetine geçtikten sonra, yani M.S. 6 yılında veya bundan sonraki bir tarihte olmasını gerektirmektedir. Ayrıca Luka, Yahya’nın ana rahmine düşüşünü anlatırken, hem Matta hem de, az önceki kendi rivayetiyle çelişir. Luka, Yahya’nın annesinin Hirodes zamanında Yahya’ya hamile kalışının 6. ayında melek Cebrail’in Meryem’e görünerek İsa ile müjdelediğini anlatır. İsa’nın bu müjdelemeden altı ay sonra doğması gerektiği düşünülürse, İsa, Kirinius zamanında değil, Hirodes’in saltanatı zamanında veya ondan en geç bir yıl kadar sonra Hirodes’in oğlu Arhelas ‘ın hükümranlığının ilk yılında doğmuş olması gerekmektedir. Bu bilgiler ve İsa’nın doğum tarihini araştıranlar, İsa’nın miladın başlangıcı olarak gösterilen tarihten birkaç yıl önce, M.Ö. 4 yılında veya bu tarihten iki-üç yıl kadar önce doğmuş olabileceğinin tahminini yapmaktadırlar. 
Bütün bunlara ilaveten, İsa’nın kış mevsiminde doğmadığı kesin görünmektedir. Çünkü Luka’ya göre, İsa doğduğu zaman çobanlar çayırlarda sürülerini otlatmakta idiler (2:8). Eski Ahit, kış mevsiminin çobanların açık havada barınamayacak kadar yağışlı olduğunu (Ezra 10:9, 13), söylemektedir. Çobanlar, Ekim ayının en geç ortasında sürülerini yüksek otlaklardan indirmekte idiler. Ayrıca, Yahya’nın Yahudi Fısıh bayramında doğduğuna ve fısıh bayramının 15 Nisan’da kutlandığına bakarak, Yahya’dan altı ay sonra doğan İsa’nın Ekim ayı içinde doğmuş olması gerektiği, hesaba uygun düşmektedir. Sonuç olarak İsa’nın doğum tarihini tesit etmek mümkün değildir.
Doğu kiliselerince 6 Ocak, batı kiliselerince 25 Aralık olarak gösterilen tarihin de İsa’nın doğum günüyle ilgisi bulunmamaktadır. 6 Ocak tarihi, putperest Greklerin zaman tanrısı Aion anısına kutlanan bir bayrama, 25 Aralık da, Roma putperestlerinin güneş tanrısı anısına kutlanan bir bayrama dayanmaktadır. İsa’nın doğum gününün eski dünyada kış gündönümü olarak bilinen 21 Aralık değil de, 25 Aralık tarihine atfedilmesi, ayrı bir tarih hatasıdır.
İsa’nın doğumu anısına kutlanan bayramlarla ilgili en eski tarihin 325 veya 336 yılı olduğu belirtilmektedir. Buna göre Noel, İmparator Konstantin’in saltanatının sonundan itibaren kutlanmaya başlanmıştır. 354 yılına gelindiğinde, dönemin Papası Liberius, 24 Aralık’ı 25 Aralık’a bağlayan geceyi İsa’nın doğum günü ilan etmiştir. M.S. 4. asırda Myra, bugünkü Kale ilçesinde yaşadığına inanılan Aziz Nikolas’ın doğal olarak İsa’nın doğumuyla hiçbir ilgisi yoktur. Geçmiş kültürlerden gelen Noel kutlamalarına, sonradan pagaist unsurlar ilave edilerek bir Noel ağacı eklenmiştir. Buradaki ağaç figürü, kaynağını meşe, defne ve çam gibi yapraklarını dökmeyen ve ebedi gençlik ve yaşam sembolü sayılan ağaçlardan almaktadır. Noel ağacının süslenmesi geleneği de kelt rahiplerinin tanrılarına astıkları armağanlardan, çam kesme işi de, Baltık kökenli Tötonlar’dan kalmıştır.
Günümüz Hıristiyanlarının kahir ekseriyeti, geçmişteki gibi İsa’nın doğum günü arefesinde oruç tutmamakta, doğum gününün gecesini de ibadetle geçirmemektedirler.
Geride kalan hicri yılbaşınızın, aşuranızın ve şimdiden yeni takvimle gelecek olan 2012 yılının hayırlara vesile olmasını dilerim.

31 Ekim 2011

İstiklal Marşımız

24 Ağustos 2011

Bagimsizligin Sairi Kasim Amancolov (1911-1955)

Kazakistan'da bu sene unlu sair Kasim Amancolov dogumunun 100. yilinda genis capli aniliyor. Bu anma etkinliklerine Avrasya Yazarlar Birligi'nin de katildi ve Kardes Kalemler Dergisinin son sayisini Kasim Amancolov ozel sayisi olarak yayinladi. Basta Avrasya Yazarlar Birligi Baskani Sayin Yakup Deliomeroglu ve Kardes Kalemler Dergisi Genel Yayin Yonetmeni Ali Akbas olmak uzere emegi gecen herkese tesekkur ediyoruz.

Ayrica Ali Akbas basyazisinda bu sene Yalova'da yapilacak olan Turk Lehceleri Ceviri Sempozyumu ve Atolyesi'nin de Kasim Amancolov'a armagan edilecegi mujdesini vermektedir. Bu buyuk bir kadirsinaslik ornegidir. Kutluyorum.

Kardes Kalemler Dergisinde Kasim Amancolov siirleriyle ilgili bir cok yazi yer almaktadir. Biz de Kazakistan'in onemli edebiyat tarihcilerinden Prof. Dr. Serik Kiyrabayev'in Bagimsizligin Sairi Kasim Amancolov isimli makalesini Turkiye Turkcesine aktararak bu sayiya katkida bulunmaya calistik. Uc ciltlik Sovyet Donemi Kazak Edebiyati eserinin yazari olan Serik Kiyrabayev gerci bu makalesini bundan on sene evvel yazmis ama degerini hic kaybetmemis. Amancolov ile ilgili okudugum makaleler icinde en begendigim makaleydi ve bu da aktarma yapmak icin onu tercih etmeme sebep oldu.

Amancolov'u yakindan tanimak isteyenler icin makalemin metnini asagida veriyorum.

Saygilarimla,
Istanbul,
Abdulvahap Kara


Bagimsizligin Sairi Kasim Amancolov (1911-1955)
Prof. Dr. Serik Kiyrabayev*
(Kazak Turkcesinden aktaran Abdulvahap Kara)
Edebiyatta bir eseri “tekrar okuma” diye bir kavram vardir. Zaman gecip devirler degistikce daha once okunmus kitaplar tekrar okunur ve yeni anlamlar kazanir. Her buyuk eser okundukca yenilenmis gibi gelir; onun farkli manalari ortaya cikar. Bu sayede ancak gecmisin yazarlarinin kendi donemindeki ve toplum hayatindaki yeri, gunumuz icin onemi ve edebiyata yaptigi sonsuz katki tespit edilir.
Kazaklarin buyuk sairlerinden biri – Kasim Amancolov’un eserlerini bugunku bagimsiz Kazakistan acisindan tekrar okursaniz, onun bagimsizliga olan hasretini, devrinin otelerine gecen dusunce dunyasi ufkunun genisligini ve ileri goruslulugunu acik bir sekilde fark edersiniz. Sairin her kelimesi bagimsizligin siiri gibi isitilir.
“Elli yasinda ulkem var” diye soyleyemedi,
Aklimdan cikmaz icinin yandigi, dertli Abay,
“Ulkem var” diye soyleyecek dogdu gun,
“Ulkem var” diye terennum edeyim ben bugun
Durdursun artik Dede Korkut ezgisini.
Asan* ata, Jelmayani rahat birak,
Sen bulmasan, bizler-bulduk topragin el degmemisini.
“Gulistan”, “Cennetten” eksik miymis,
Su bozkirlar – bizlerin buyudugu eksik miymis.
Hazineli ulke “Kazakistan” denilen.
…Engin bozkirli, genis hosgorulu Kazaklariz,
Kul degiliz, ozgur insanlariz, huruz.
Azili dusmanin baskisina boyun egmeyiz,
Halkimizin dik basini vurusmadan egdirmeyiz.
Andin budur – hur genc, hur kiz! demisti sair Kasim “Kazakistan” (1945) isimli siirinde. Iste tam bugun bu siir bagimsiz Kazakistan’in onuncu yilina yazilmis gibi. Bir kelimesini bile degistiremezsiniz. Siirdeki vatanseverlik duygusunun zenginligi, ulkenin bagimsizligini atalarin ulkusuyle birlestirme fikri, Kazak topraklarinin bugunku hayat tarzinin genis kapsamli portresi onu okuyucularin onunde yuceltir ve ustaligini tanitir. O bozkirlarin zenginligini ve genel hayat tarzini, kendisinin manevi arayislarini siir diliyle ifade eder.
“Kazakistan” denilen benim var bir ulkem.
Kapliyor yarim dunyanin hepsini.
Bu bozkirlarda dedem elinde bayrak dolasmis,
Bu bozkirlari anam yaslariyla sulamis,
Bu bozkirlara aglayarak gelir, avunurum,
Bu bozkirlari gorup ilk defa mutlu oldum,
Bu bozkirlarda buyuyen insanda yoktur baska bir istek! – diyerek sonuclanir siir. Onun ne kadar yuce bir vatanseverlik siiri oldugu gorulmektedir. Onunla yazarin bagimsizligin sairi oldugunu anlarsin. Kasim Amancolov Kazakistan’in bir Sovyet cumhuriyeti olmasinda bile bagimsizligin izlerini aradi, uzaklardaki ulkusunu hayalinde yakinlastirarak resmetti.
Kasim’in kisa hayati (44 yasinda vefat etti) karmasiktir ve agir sikintilarla gecmistir. Onun sairligi 1930’lu yillarda Sovyet edebiyatinin ideolojilesmeye basladigi bir donemde basladi ve cok gecmeden II. Dunya Savasi cephelerinde devam etti. Savastan sag salim donen sair 1950’li yillarin basinda Kazakistan’i etkisi altina alan “milliyetcilik” atesiyle yandi ve uzun bir hastalik doneminden sonra vefat etti. Sairin eserleri Sovyet sansurunun eleginden gecti, orselenip orijinal halinden bambaska bir sekle sokularak basildi. Ancak 1960’li yillarin sonuna dogru Komunist Partisi’nin demir disiplini gevsemeye basladiktan sonra Kasim’in ismi soylenmekle ve onun buyuk sairlik yetenekleri kabul edilmekle birlikte, basilmis siir dizelerindeki tahrifatlar henuz duzeltilmemisti. Kasim’in eserleriyle ilgili arastirmalarda onemli meselelerden biri onun eserlerine metin analizleri yapilarak tekrar yayinlanmasidir.
1930’lu yillarda siirin ideolojinin etkisinde girmeye baslamasindan sonra, siirlere sosyalist ulkeyi, “zafere kazanmis sosyalist ulkenin basarilari”, Komunist Partisi ve onun liderlerini konu etmenin gercek edebi arayislarin degerini dusurdugu malumdur. Lirik siirler kendi gorevini yapamadi, halk siirinin dusunce ve sekil yapisina benzetilerek doneme methi sena duzmekten oteye gidemedi. Boyle bir egilimin baskin oldugu bir donemde edebiyata gelen Kasim’in da kendi doneminin ozelliklerinin disinda kalmasi mumkun degildi. Donemin ideolojik – siyasi etkisi onun ilk siir antolojisi “Omur Siri” (1938) kitabindan acikca gorulmektedir.
Arayis icindeki genc sair bu tarzin edebiyat icin kalici olmadigini cabuk anladi ve kendini topladi. Bu donemde lirik siire biraz ara verdi ve uzun destansi siirler yazdi. “Jambil Toyinda (Jambil Toyunda)” (1938), “Kupiya Kiz (Gizemli Kiz)” (1938), “Biykes (Genc Kiz)” (1940)  gibi destansi siirleri onun siyasete bulasmadan, genis kapsamli konular ile sairlik dusunce ve duygusu ile hayatin gerceklerini tasvir etmeye bir yonelis idi. Bu siirlerde buyuk sairlik hayal de, genclik duygu zenginligi de, hayatin bazi manzaralari da, gercek insan portreleri de, dogaclama sairlik ve betimleyicilik te, tasvirkarlik ta goze carpmaktadir. Kasim Jambil toyuna (1938’de gerceklesti)* dunya edebiyat tarihinin buyuk sairlerini hayali olarak toplayan sairlik imge gucunun genisligini ve az kelime somut simalari ortaya koyma ozelligini bize sergilemektedir.
Gurultusu, buyuk toyun dunyayi sardi,
Gitti asarak engellerden, asirlardan.
- Yol uzun, jelmaya ile ulasamazsin, - diyerek
Parnas’ta Homeros bir an hayal etti.
Firdevsi eline aldi “Sehnamesini”
Iran’nin kursu etti minarelerini.
Emanet ederek Lahuti’ye, selam soyledi,
Kutlayarak Jambil toyunu egdi basini.
Tattimbet bir gunluk mesafeden,
Uzaktan Kurmangazi ezgi dinletti.
Acele kosarak geldi Sultanmahmut
Iki emir arasinda bir gece icinde.
Bu son dizede iki dunya arasindaki celiskili hayati gecerek, dusunerek yasamis Sultanmahmut sairin tum hayati goz onunuzden gecer. Cin’deki Kuomingtang rejiminden kacan Kazak kizinin Sovyetler Birligi’ne ozgurluk arayarak gecmesi gibi hayali bir kahramana temellenmesine ragmen, Cin’deki Kazaklarin hayatindan manzaralar, insan kaderleri, sairlik dusunce ve duygu tasvirlerin bulusmasi “Gizemli Kiz” siirini kendi doneminin onemli siirleri arasina cikardi. Bu siir 1939’da bir yarismada uzun siirlerinin birincisi secildi.
Sairin tasvirlerindeki arayislari onun 1930 ve 1940’li yillarin sinirlarinda yazdigi siirlerinde sikca gorulmektedir. Ozellikle Mayakovski’ye atfettigi “Sair” isimli siirinde acikca gorulmektedir. Buradaki “Eski dunya kapisini tekmeleyerek acarak”, odanin baskosesine cikmaya cabalayan, hayata memnuniyetsiz bir sekilde bakan magrur sairin “dunya-pazarin sirrini cabuk anlayip genclik yerine dert keder gormus” simasini yapmasi muhtesemdir.
Siiri kaldi yureklerde isildayarak.
Sesi kaldi kulaklarda yankilanarak.
Siir lazimdir dunyaya, siir lazimdir,
Ancak nicin oluyor sair adam! – diyerek bitirir siirini. Bu sozleri Kasim’in kendisine de atfedilse yersiz sayilmaz.
Sairin yetenekleri II. Dunya Savasinda cephelerde devam etti. O Kazak edebiyatindaki askerî lirik siirlerin ortaya cikmasi, gelistirmesi ve olgunlasmasinda buyuk bir okuldan gecti. Savas sirasindaki sloganlara, cagirmalara ve methiyelere temellenen bircok siirlere tezat bir sekilde Kasim cephe hayatinin keskin ve acimasiz gerceklerini siirlerinde dile getirdi. Onun siirlerinin lirik kahramani – kanlarini dokerek korpe gencleri yutan savas ejderhasinin agzindaki askerlerdir. Sair askerin basindan gecen olaylar, onlarin duygu ve dusunceleri araciligiyla insana mahsus sabir, cesaret ve yigitlik gibi olgulari ortaya koyar. Gogsu kin ve nefret dolu, bikkinlik ve yorgunlugu bilmeyen guclu asker “Elge Hat (Vatana Mektup)” gonderir,
Dussem de atese ve suya boyun egmem
Askerin postallari gibi canim dayaniklidir, - demektedir. Savas meydanlarinin kan, yagmur ve kar ile karismis camurlu hayatina celik gibi irade gosterip dayanan askerin postallarini sabrin sembolune donusturerek ifade etmistir.
Askerim ben senin gibi
Kan lekesi uniformasinda.
Inatla geliyorum boyun egmeden,
Ecelin soylediklerine.
Inatla geliyorum boyun egmeden,
Yorulsam hic sir vermeden, - demektedir sair “Tolevtay’a” isimli siirinde. Bir askerdeki cesaret, dayaniklilik ve sabrin sirri onun ulkeye mektup seklindeki siirlerinin (Sabit’e, Galiya’ya, Kalmakan’a, Kapan’a vb) hepsinde de vardir. Ates yutan sair askerin icinde yanardag gibi siirler oldugunu bu dizeler bize gostermektedir. Kasim hayati sevmektedir. Bu yuzden “ecelin soyledigine boyun egmez”, kolaylikla teslim olmaz, inadina yasamak icin mucadele eder. Askerî lirik siirin yeni karakterini ortaya koyan Kasim’in bu siirleri – Kazak lirik siir tarihinin yeni bir sayfasini olusturmaktadir.
Bilmiyorum nerede kaybettim,
Endiselenmek, korkmak denilenleri.
Kapisini caldim cehennemin,
Siirle gelerek ben artik.
Askerlerdeki bu sahsi ozellikler insani zafiyetler degil, vatanin bagimsizligini koruma yolundaki olusmus yeni bilinc ve yeni karakterdir. Bu olumle yuz yuze gelinen anlardaki hayatta kalma mucadelesinden dogmaktadir. Onun zaferi beklemesinde bile cesaret ve tahammul vardir.
Bekliyoruz sakalasarak,
Mucadele etsek de kan revan icinde.
Bekliyoruz bu korkunc siperlerde,
Olume gidiyor olsak da aygin baygin.
Ister dayanamayarak demirler kirilsin
Ister goller kurusun, tas ufalansin.
Inatla biz bekledik dayan, yurek,
Bu son, en agir, olsun sinav – demektedir sair.
“Albay Alpin’e” ve “Jilkiaydar” siirleri bu siirlerin ozeti gibidir. Kazak savascilarinin yigitlikleri bu dizelerde buyuk bir ustalikla anlatilmaktadir. Daha dun hakir gorulen bir halkin askeri olan Jilkiaydar’in Berlin caddesinde esir dusen Almanlari cekip cevirmesinden ovunc duyar ve tarihe yonelir. Savastan sonra yazdigi “Koltuk Degnekli Genc” isimli kisa siirinde Kasim:
Koltuk degnekli bir genc gordum de,
Kasti olarak soru sordum geldim de.
- Bir ayagin gorunmuyor, yigidim,
Dunku korkunc cephede mi verdin?
Er kisiymis cevap buldu aniden
Bir tuhaf gulumseme belirdi dudaklarinda.
- Bir ayagim goruyorsunuz burada,
Diger ayagimi ise basiyorum Berlin’de, - demektedir. Siirde iki ayaginin birini kendi ulkesinde, digerini Berlin’de basan askerin karakterinde dunya haritasi ustunde iki ayagiyla saglam bir sekilde duran yigitligi resmetmektedir.
Kasim’in “Dariygasi” – “Olmez Omur Sirini” soyleyen sairin ic dunyasi ve hayata olan bagliligidir. Dariyga – hayata olan sevgisini bozan savas belasindan gecerek gelen askerin o askini biteviye aramaktadir. Kisa siirde savasin korkunc sahneleri de (“Calkalandi dalga, sarsildi dag-zirve”, “Kip-kizil atesin icindeyiz”), insanin tahammul gucunu de (“Cesaretim nerede, gelsene boyle durumda”), hayata olan sinirsiz guven de (“Neredeymis, nerede, Dariyga o kiz”) sozleriyle maharetle tasvir etmistir.
Bu donemdeki epik siirde bir zirve olarak degerlendirilen eser – Kasim’in “Sairin Olumu Efsanesi” isimli destanimsi siiridir. Bu – savasin siddetli aninda, cephede dogmus bir eserdir. Bunun yazilmasina Kasim’in sair arkadasi Abdullah Cumagaliyev’in kahramanca olmesi sebep olmustur. Bir koyde meydana gelen carpismada dusmani yaklastirmadan bir evi siper ederek vurusan Abdullah dusmanin ortasinda kalir. Vurusarak onu susturamayacaklarini anlayan dusman ofkelenerek evi atese verirler. Boyle bir olaya dayanan olguyu sairlik yetenegiyle veciz bir sekilde ozetleyen Kasim, Abdullah’in basindan gecen olaylarla yeni zamanin kahraman karakterini ortaya cikarir. Onun olumunde bile bir kahramanlik vardir. Ates tutan Promethee’yi hatirlatircasina heybetli bir sekilde sehit duser. Ates ruhlu, magrur ve dikbasli Abdullah Bahadir:
Kudret gucu – yeryuzunun,
Kanadini ver yirtici kusun,
Gazabini ver aslanin,
Yuregini ver kaplanin,
Butun dunyanin ofkesi,
Yerles gelerek benim gogsume.
Dusman yoluna atarim seni,
Bomba ol ve patla yurek! – diyerek gazabini ortaya koymaktadir. Kasim karakterinin yigitligi lirik-romantik uslupta, atesli sair hisli bir sekilde buyuk bir hassasiyetle siire doker. Savasin tam ortasindan cikip gelen Kasim’in gazetede yayinlanan destanimsi siirini G. Musirepov “Cepheden esen yeni ruzgâr” diye degerlendirmisti.
Kasim’in askerî lirik siiri sadece cephe hayatinin acimasiz gerceklerini tasvirle degil, ayni zamanda askerin ic dunyasini, dogdugu ulkenin tabiatiyla iliskisini ortaya koymada da buyuk bir oneme sahiptir. O askerlik gorevini Uzakdogu’da basladi ve sonra Kazak topraklarindan gecerek cephelere gitti. Bu yollari ondaki yigitlik, sairlik ruh “Baykal”, “Irtis”, “Sariarka” ve “Oral” gibi siirlerinde dikkati cekmektedir. O tabiatin guzelligini insan duygusuyla birlikte ele almakta ve lirik karakterin ulkusu ve nazik ruh haline, ozlemine, hayaline donusturmektedir. Insan ve tabiati dogrudan iliski icinde gostermektedir.
Uctu kuslar gonlumden,
Ruhumda siir soyledim,
Perde gibi dokulen,
Dolastim ormanlarini.
Semayla inatlasan,
Bastim yuksek zirvelerini,
Gurleyerek gokte soylesen,
Bulutlarin konusmalarini dinledim.
Her dalgayla oynadim,
Vurdum ucan kuslarini.
Parlayarak gelen sungunun,
Sivri ucundan tuttum.
Yattim bir defa ozlemle
Serin, ruzgârli ovasinda.
Dans ettirdim kivirttirarak,
Basi yukseklerde ak kayina.
“Baykal” siirinden yapilan bu alintida lirik kahramanin tabiatla akrabaligi gorulmektedir. Onlar gol civarindaki tabiatin guzel manzarasiyla yuksek romantizme cikmaktadir. Baykal’in ipek duman ortunmus golu, tanin agarmasiyla musiki gibi dokulen siirleri, gole âsik olarak erken uyanan fecir – hepsi de sair hayalini susleyerek, guzel bir resme cevirir. Irtis ve Sariarka civarindan gecerken de, Oral’da mola verdiginde de asker duygusallasir ve dogdugu bozkirlarindan ayrilmak zor gelir.
Sairin kendisi cephede “tabiat anama dogdum benzeyerek” seklinde ifade ettigi gibi, Kasim tabiat afetini kendisinin ic dunyasindaki istirabiyla mukayese eder.
Kan kizartan duz bozkir
Canim gibi yaniyordu.
Aksam sema alaca kizil
Asagiya sarkti donerek.
Donmus gibi bogucu buluta
Oturdum ben sanki bir tas.
Icteki dalga vurdu disa
Sicradi gozumden yas, - diye yazmaktadir ulkesine gonderdigi mektuplardan birinde. Sairin duygusu ne kadar karmasik, agir olsa da, onun ic dunyasi acik bir gercektir.
Savastan sonra Kasim fazla yasamadi. Buna ragmen Kasim diger sairlerden geri kalmayarak baris doneminin yasantisini siirlerinde islemeye gayret etti. Onun bu konudaki siirleri zamani, emegi siradan ovgu degil, guzel manzaralari ve insanin manevi yuceligini tasvir etmeye hasredilmistir. Onlar parlak portreleri ortaya koyar. Bu hususta sairin “Koyun Disi Mercan Gol”, “Ay Altinda Altin Dag” ve “Gunes Kaldiran Kizkardes” gibi siirleri takdire sayandir.
Kasim – yigitligin, tevekkulun sairiydi. Onun cesareti, sairlik baskin gucu, siirlerinin yuksek coskusu insan ruhunun yuceligini ortaya koymaktadir. “Tam Tevekkul” isimli siirinin sairin hayatinin amentusu denilebilir.
Tevekkul edip kulac attim zorluklara,
Cesaret ah, alip goturse zor mudur?
Bu yolculukta basarisiz da olabilirim,
O zaman, dostum, kusurumu bagisla.
Duserim diye yuruyemem agir adimlarla,
Kosarim yararak, carpip vurarak.
Uyusun, geri cekilsin korkaklar,
Endise icinde bakinarak etrafina, yavas adim atarak.
Dussem de kosarak gececegim,
Tedbirliligini aklin ben yapayim.
Duserim, soluk soluga kalirim, yorulurum,
- Gidilecek yere onceden varirim.
Onun “vatani” bugun sarki sozlerine konu edilip soyleniyor. Vatana, millete olan duskunluk, cocukluk duygusu burada cok sicak duygularla gercekci tasvir edilir.
Sende dogdum, sende buyudum, sende olsem,
Gozum acik gitmez bu dunyadan der idim.
Bu – vatana tum benligiyle baglanan insanin samimi sozleridir. Onun lirik karakteri – vatan bozkirlarinin bir ucundan obur ucuna kosarak, ozlemini gideremeyen, bozkirin guzelligine doyamayan, genc delikanli gibi mest olan bir Kazak ogludur. Kasim o Kazak oglunun yigitlik gelenegini, dik basli huyunu ve magrurlugunu siirlerinde ifade eder.
Sallanip dalgasinda sarki soyleyerek buyuyen
Nasil dertli olabilir ki Kazak oglu – demisti “Irtis” isimli siirinde Kasim. Sairin vatan konusunda yazdigi siirlerinin iceriginde de bu magrurluk ve yigitlik yatmaktadir.
Kasim’daki boyle yuksek yigitlik duygusu ve sairlik ic dunyasi bir zamanlar komunist ideoloji tarafindan anlasilmadi. Onun eserlerinde milliyetcilik arandi, suc arandi. Ozellikle 1950’li yillarin baslarindaki Kazakistan’da yer alan siyasi kampanyada Kasim milliyetci olarak yaftalanip onun aleyhinde makalelerin yazilmasi saglandi. Edebiyata yeni girdigimiz ve enstituden yeni mezun tecrubesiz bir genc oldugumuz donemde, bizim de ne yazik ki, bu kampanyalara katki yaptigimiz oldu. Bu kampanya sirasinda onunla ilgili olarak birkac yazi nesretmistim.
Kasim – benim edebiyata ilgi duymaya basladigim donemde cok okudugum, eserlerini ezberleyerek buyudugum ve edebiyat bilgimi gelistirmeme sebep oldugu icin sevdigim sairlerden birisiydi. Ogrenciligim esnasinda 1948’de yayinlanan “Davil (Firtina)”  isimli antolojisi benim hayatim boyunca masamdan ayirmadigim kitaptir. Bu antolojiyi bastan sona ezbere bilirdim. Buna ragmen zaman ve siyasetin etkisiyle sairin hakkinda bir makale (Adebiyet jäne Iskusstvo, 1951, No: 10) yayinladim. Bana bu makalenin yazilmasi icin talimat veren makamlar ayni zamanda Yazarlar Birligi’de Komunist Partisi’nin kapali toplantisinda Kasim’in calismalarinin masaya yatirilacagini soyleyerek bir bildiri sunmami istediler. Ben hakkinda makaleyi yayinlamakla birlikte, sairle yuz yuze gelmekten kacinarak ve onu tamamen yermenin (ozellikle kaderinin nazik bir ortamda oldugu sirada) dogru olmayacagini soyleyerek affimi istedim, ancak ikna edemedim. Sonunda makalemi yumusattim ve Kasim eserlerinin toplumsal ve edebî ozelliklerini ve sanat acisindan onemini ifade ettikten sonra “bazi hatalari da gorulmektedir” diyerek elestirilerimi hafifleterek bir konusma yaptim. Benden bunu beklemeyen Kasim cok memnun oldu. Daha sonra bu toplantindan bahsederken “Onu yerden yere vuracaksin diye talimat verilen bildiri sahibi genc edebiyat elestirmeni Kiyrabayev onlarin istedigi gibi sert bir konusma yapmadi. Benim siirlerim hakkinda genelde gercekleri soyledi. Parti teskilatinin o donemdeki Sekreteri Mustafin Gabiden de gerceklerden uzaklasmadi” demis (K. Amancolov. Sigarmalari. 4. cilt, 1980, s. 220).
Kampanya sona erdikten sonra Kasim’in sairligi konusunda makaleler yayinladim. Bunlarin arasinda “Gercekci ve Tenkitci” ve “Sair Toyu” isimli makalelerimi ve Kasim’in bir ciltlik antolojisine yazdigim onsozu (1991) sayabilirim.
Kasim – rejim ile uzlasmadan bu dunyadan goctu. Onun parti burokrasisine karsi dogaclama yazdigi dizeleri de epey vardir. Onlardan biri – sairin Almati’da bir ev alamadigi donemde dile getirdigidir.
Vermesen, verme bize bir evi,
Yine de terk etmem baskentimi.
Evsiz kalsam da siirlerimle isitirim
Kendimi, karimi ve kucuk cocugumu, - demis o Buyuksehir meclis baskaniyla olan gorusmesinden cikarken. Sehir Parti Komitesinin o donemdeki II. Sekreteri S. Cusipbekov’un evinin yanindan gecerken de:
Cusipbekov yoldasin evine biz,
Bakariz da, her zaman seviniriz.
O gorevden alinana dek, sekreter olmadik,
Nicin sair olduk diye yeriniriz biz, - demistir. Bu siirlerde idari sistemin Sovyet burokratlarini yere vurmakla birlikte, sair olmaktan dolayi bir ovunme duygusu da vardir. O sanata buyuk deger verirdi. Zamani gelince birakilacak sekreterlikten, tahtindan hicbir zaman inmeyecegi sairligi yeglemektedir.
Kasim Kazaklarin milli sairidir. O tum varligiyla, ruhuyla, ic dunyasiyla, sairlik dusuncesi ve yazi sanatiyla Kazaklarin milli varligini tamamlamakta ve olgunlastirmaktadir. Distan bakildiginda, Abay’in ifadesiyle, “Halkin soylemedigi soz var mi?” diye bir soru sorulabilir. Edebiyat sozu, siir sozu, her zaman halkin soylemedigi, tam boyle ifade edemedigi sozdur. Kasim da, kendinden once bircok sairler yasamis olsa da, kendi zamaninin, kendi neslinin sozunu soyledi. Kasim gibi soyledi. O siradan bir yol izlemedi. Onun ifadesiyle soylersek, “kendisinin kullandigi Ombi uzerinden kestirmeden gitti”. Bu yuzden Kasim – siir seven Kazaklarin dostu, manevi destekcisidir. Her evde Kasim kitabi olsun, her Kazak evladi Kasim siirlerini okuyarak buyusun. Bu sozlerimi milli duygu, milli dusunce denileni anlamayan nesiller icin de soyluyorum. Kasim’i okursan, dusuncen gelisir, eksikliklerin tamamlanir, dil ogrenirsin. Kasim – Kazak evladi icin buyuk bir okuldur.


* 3 Ciltlik Sovyet Dönemi Kazak Edebiyatı Tarihi kitabının yazarı.
* Asan Kaygı Jelmaya isimli devesine binerek Kazaklar üşin cennet gibi bir mekan arayan efsane kahramanı – Ç. N.
* Ünlü Kazak şairi Jambıl Jabayev’in (1846-1945) 75. yaş günü için 1938’de Almatı’da büyük bir kutlama, toy düzenlemişti – Ç. N.

31 Mayıs 2011

Erbil Gezi Notları

Nisan’da görmeli asıl Doğuyu, Güneydoğu’yu. Fırat ve Dicle kıyılarında baharın en görkemli zamanlarına tanıklık etmeli insan. En güzel süslerini takınmış mevsimin Nisan sonu. Turabdin coğrafyasının bir ucundan diğer ucuna, Cizre’ye oradan Habur’a doğru yol alırken, geçip gittiğim yolu hiç bu kadar güzel görmediğimi söylemeliyim.
Tarih Bölümünden bir grup Yüksek Lisans öğrencimle Kuzey Irak’a, önce Erbil’e, vakit kalırsa Süleymaniye ve Kerkük’e gideceğiz. Ortalama 7 saati bulacak yolculuk için Batman’dan bindiğimiz ve her gün Erbil seferi yapan yolcu otobüsünde bütün koltuklar dolu.  

Habur’dan üçüncü geçişim olacak bu. Önceki, geçen yılın baharındaydı yine. Daha önceki ise yıllar evvel lise öğrencisiyken. İran-Irak savaşı devam ediyordu ve Bağdat ve Kerbela harap haldeydi. Habur sınırı bana hep zahmetli geçişleri anımsatır. Kilometrelerce uzayan kamyon kuyruklarına bu defa yüzlerce küçük araç eklenmiş. 2,5 saatlik bir bekleyişin ardından sınıra yakın Zaho’ya ulaşıyoruz. Burası Kürdistan Bölgesel Yönetimine bağlı 100 bin nüfuslu bir şehir. Bana Türk mallarının toptancı deposu gibi gelir hep. Habur Çayı ikiye ayırıyor. Sınırdan itibaren evlerin, işyerlerinin balkonlarında, çatılarında Kürdistan bayrağı dalgalanıyor. Bütün yerleşim yerlerinde çok sayıda bayrak görebiliyorsunuz.
Sonraki durağımız Duhok. Her geçen gün gelişip büyüyen bir şehir burası. Milyonluk  nüfusa sahip. Adını verdiği üniversiteden şehri temaşa etmek mümkün. ABD’nin Irak’ı işgaliyle başlayan kuzeye göçten hayli etkilenmiş. Çarşı pazarında otantik mekanlar bulma imkanı yok. Uzakdoğudan gelen mallarla tıka basa dolu dükkanlar.
Bozuk yollardan yavaş ilerleyen otobüsümüzle akşam sonrası Erbil’e ulaşıyoruz. Neredeyse 10 saattir yoldayız. Konuk olacağımız arkadaşlar bizi karşılıyorlar. Hoş bir sohbetin ardından sabah için dinlenmeye çekiliyoruz.  
Dohuk Üniversitesi
Asurlular zamanında Arba-ilu, Arbela; eski İran kaynaklarında Arbira olarak geçen ve gelişmiş bir kent olan Erbil, Aşağı ve Yukarı Zab suları arasında kurulmuş. Musul, Altınköprü, Bağdat-Basra yollarının kavşak noktasında bulunan şehir, Irak Selçukluları idaresinden sonra 1144 tarihinden itibaren Beytekin hanedanından Küçük Ali’nin ve Erbil Atabeklerinin başkenti olmuş. Kökböri’nin evlâdı olmadığından, vasiyeti üzerine Abbasî halifesine kalan Erbil, Moğol istilâsından sonra uzun müddet karışık ve sıkıntılı dönemler yaşamış. 1731’de, Nadir Şah’a karşı uzun süre dayanan kale, şehrin düşmesinden sonra harabe haline gelmiş ve 1849’da esaslı bir şekilde tamir edilmiş. Erbil, Osmanlı döneminde, 19. yy. başlarına kadar Bağdat'a bağlı bir kaza merkezi olarak idare edilmiş. Muzafferüddin Kökböri devrinde (1136-1190) imar edilmiş bir şehir Erbil. Kökböri, devleti ve saltanatı küçük olmasına rağmen, İslâm dünyasında büyük bir üne kavuşmuş. Aşağı Erbil’de yüksek minareli bir ulu cami, bir medrese, 4 dârûl-aceze, dul ve yetim yurtları ile ribatlar yaptırarak şehri mimarî eserlerle donatmış.
Erbil, Kürdistan Bölgesel Yönetiminin başkenti. Kuzey Irak’ta olmak, yaşanan birtakım talihsizlikler sonucu bilmeyenlerin nezdinde ürkütücü geliyor. Bölgeye gideceğimi duyan eş dostun aman dikkat edin sözleri beni gülümsetiyor. Bütün şehir ve çevresi müthiş bir hızla büyümeye devam ediyor. Üç milyona yakın nüfusa yeni göçler ekleniyor. Batıdaki şehirleri aratmayan yapıları, alışveriş merkezleri ve tahminlerin çok ötesindeki asayişi ile görülmeye değer. Hiçbir emniyet sorunu yok. Suç oranı çok düşük. Gayet dindar bir halkı var şehrin. Etnik ve dini unsurlar fazlaca. Asuri, Kürt, Türkmen, Ezidi, Süryani, Arap bir arada yaşıyor. Yollarda sıkça pasaport kontrolleri can sıkıcı olsa da, şehre girdikten sonra Türkiye’den geldiğinizi duyan halkın ilgisi sevdiriyor Erbil’i.
Erbil Kalesi içi
Yakın bir tarihte Uluslararası Erbil Havaalanı’na Türkiye’den direkt uçuşların başlaması, konsolosluk ve Türk bankalarının açılması, sınırdan günübirlik ticaretin yoğun olması bölgeye gidenlerin sayısını arttırmış. İstanbul, Adana, Ankara, Mardin, Gaziantep, Diyarbakır ve Batman’dan otobüslerle direkt Erbil’e gidebilirsiniz. Dilerseniz Silopi’den sınıra kadar dolmuş taksilerle, sınırdan sonra da yine dolmuş taksiler ile geçişinizi yapabilirsiniz. 15 günlük ücretsiz vize ile birbirine fazla uzak olmayan şehirleri gezebilirsiniz.
Kaptanımız Mecid bizi gezdiriyor. Caddelerdeki bütün arabalar yepyeni. Cuma günü tam, Cumartesi yarım gün resmi tatil. Konsolosluklar var işlek caddeler üzerlerinde. İş yeri ve kurum levhaları Arapça ve Kürtçe.     
Yukarı Erbil olarak bilinen Erbil Kalesi ve kale içinde şimdilerde boşaltılan mahalle, köni şeklinde yığma bir tepe üzerinde bulunuyor. 15 m. yüksekliğinde surlarla çevrili olan Erbil Kalesi, XIX. yy. da savunmadan çok yerleşme alanı olarak kullanılmış. Geniş duvarların üst kısımları geriye doğru daralan asma katlar şeklinde konak, ev, depo gibi yapılar şekline dönüştürülmüş. Erbil’e gidenlerin uğrak yeri burası. Kale içinde kısa bir tur attıktan sonra müze olarak düzenlenen eski bir Erbil evine uğruyoruz. Prof. Dr. İhsan Doğramacının dedesine ait bir konak mevcut burada. Erbil kalesinde eskiden yerleşim varmış.  Kale içinin turizme kazandırılması amacıyla boşaltılmış durumda. Fakat bir restorasyon faaliyeti göze çarpmıyor.
Düzenlemesi tamamlanan Erbil Meydanı bütünüyle gözler önünde. İbn el-Mustavfî olarak da bilinen ve Sultan Kökböri döneminin Erbil Valisi, Tarihçi Mübarek bin Ahmed Şerafeddin’in (1169-1239) çok büyük bir heykeli bulunuyor kalede. Burada herkes fotoğraf çektiriyor. Bir grup küçük kız öğrenci grubu duvara oturmuş sohbet ediyorlar. Onlardan beni izleyen birine “kız yoksa okuldan mı kaçtınız” diye soruyorum. “valla kaçmadık, okuldan çıktık şimdi” diye atılıyor birisi. Kimi Türkmen, kimi Kürt öğrencilerin arasına girip fotoğraf çektiriyorum. 
Çay ocağının sahibi Türkmen Halil Dede ve çalışanları
Oradan Kayseri Pazarı’na geçiyoruz. Türkiye’ye göre ucuz fiyata elektronik eşya almak isteyen gruptan birkaç kişi ile ayrılıp fotoğraf çekmek için Osmanlı çarşısına giriyorum. Halep’te, Şam’da gördüğüm bedestenlerin aynı burası. Gezmekten, esnafla hoşbeş etmekten çok keyif alırım. Selamımıza içtenlikle mukabeleler alıyoruz. Çarşı içinde terziler, kasaplar, kumaşçılar, hediyelik eşyacılar ne ararsanız var. İşte tam burada çay içmek için kendimize yer ararken Türkmen Halil Dede ile karşılaşıyoruz. 80’lik Dede, Türkiye’den geldiğimiz öğrenince keyifleniyor. L şeklindeki kahvenin duvarları çerçevelenmiş fotoğraflarla dolu. Barzani’nin desteğiyle restore edilmiş dükkan. Sokak içindeki taburelere oturuyoruz. Halil Dede bize Bakan Davudoğlu ile birlikte çektirdiği fotoğrafı gururla gösteriyor. Ardından da, “Tayyip Erdoğan hoş çocuk” diyerek güldürüyor bizi. Bütün Erbil  bir yana asırlık çaycı Halil Dede’nin mütevazı dükkanında çay yudumlamak her şeye değiyor. Titreyen elleriyle bizzat getiriyor arka arkaya içtiğimiz çayları. Ayrılırken para da kabul etmiyor, misafirden para alınır mı hiç diyerek. Her yerde Dolar ve Türk Lirası kullanılabiliyor. Bankacılık sistemi gelişmediğinden kredi kartıyla alışveriş imkanı yok henüz.
Erbil’in modern yüzü düzenli, yemyeşil büyük parklarla da göze çarpıyor. Bunlardan biri de Minare Park. Adını XI. Yüzyılda yapılmış ve hala dimdik ayakta duran bir Selçuklu minaresinden alıyor. Hemen yanında bir teleferik istasyonu bulunuyor.
Erbil Kalesi Önünde
Vakit darlığından çok da uzak olmayan Süleymaniye şehrine, şiddet olayları sebebiyle Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırları içinde olmayan Kerkük’e gidemiyoruz. Irak’ta şiddetin son bulmasını ümit edip başka sefere diyerek Erbil’den ayrılıyoruz.
Yrd. Doç. Dr. Muammer ULUTÜRK

06 Şubat 2011

Meramlı Bir Portre/İğneci Bedriye


Köy ve şehir özelliklerini birlikte görebileceğiniz bir yerde çocukluk günlerini geçirmenin farklı yanları az değil. Bundan zaman zaman bahsediyorum.
70’li yıllar... Bedriye Abla, çocukluğumda korkuyla karışık saygı duyduğum nadir kişiliklerdendi. Yaz kış kimin hastası varsa, kime iğne yapılacaksa çıkar gelirdi evinden. Kalın ve sert ses tonuyla emreder gibi konuşurdu karşısındakiyle. Kısa boylu, orta yaşı çoktan aşmış harbi bu kadını tanımayanımız yoktu. Pazen pantolon giyerdi Bedriye. Üzerinde pantolon gördüğüm ilk kadındı. Elinde kocaman bir fortmen çanta. Fortmen çanta ne demekse...

Biz onu İğneci Bedriye olarak bilirdik. Bazen evinden alır gelirlerdi. Çoğu zaman da iş ortağı Süleyman motosikletinin ardına atar, Bedriye iğnesini yapana kadar dışarıda beklerdi. Ara sıra bozuşurlardı.
Çantasından gereçlerini çıkarırken evin hanımı piknik tüpünü çoktan hazır ederdi yanında. Tüpün olmadığı günlerde gaz ocağı ile kaynardı edevat. Sonraları ispirto ocağı çıktı. Bedriye söylenir dururdu kendinize bakmazsınız, sonra da yersiniz iğneyi diye. Metal şırınga kutusunu açar, uygun iğneyi bulur sonra da kocaman enjeksiyon takımını içi su dolu kapta kaynatırdı. Bu steril işlem bana bir tür cerrahi müdahale gibi gelirdi. Meraklı gözlerim kaçırmamaya çalışırdı olup biteni. Sonra Bedriye kırk yılın başında ikram edilen çay ya da kahveyi içer hızla giderdi evine. Konya’dayken bir ara gördüm onu Meram’da. Sağ mıdır bilmem.