Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

19 Mart 2020

İtalyan Bir Editörün Güncesi: “Evde Kalın, Dediler Bize”



Başta bize “Kalabiliyorsanız evlerinizde kalın” dediler. Kalabiliyordum. Evden küçük bir yayınevi işletiyorum ve zamanımın çoğunu evde geçiriyorum. Korkmuyordum. Yapabilirim, demiştim kendime. Değişen bir şey yoktu. Sonra öneri buyruğa dönüştü. “Evlerinizde kalın!” dediler. Ve her şey değişti.

Dışarıda yırtıcı bir hayvan dolaşıyormuş gibi yaşıyoruz. Ve ne zaman peşimizde dolaşmaktan yorulup kendi yoluna gideceğini kimse bilmiyor. Canımız Floransamız’ın genellikle dünyanın her yerinden turistlerle dolu olan sokakları şimdi bomboş. Güvercinler, kumrular ve leş kargaları ani sessizlikten afallamış, inanmaz gözlerle birbirlerine bakıyorlar. Bahar geliyor ama keyfini çıkaramayacağımızı biliyoruz. Parkta yürümek veya bir dostu ziyaret etmek gibi hep nasıl olsa yapmaya devam ederiz diye düşündüğümüz şeyler gücümüzün yetmediği lükslere dönüştü. Eskiden bu zamanlarda toplanmalar latif gelirdi; şimdi ise birbirimizden uzak durmamız, bize fazla yaklaşanlar karşısında ihtiyatlı olmamız söyleniyor. Bu ne zaman bitecek, birbirimizi yanaktan öperek selamlamakta bir tehlike görmeyene dek ne kadar zaman geçecek? Ve biz evde sıkılmaktan dert yanarken bunca evsiz insan nereye gidecek?

Ne kadar giderek daha da boğucu gelse de bizim bir sığınağımız var. Haftanın yiyeceğini pay ederken kendime şöyle diyorum: Süpermarketler gibi kalabalık yerlerde ne kadar az zaman geçirirsek o kadar iyi, zaten yiyecek almak için aynı aileden tek seferde bir kişinin dışarı çıkmasına izin var, onun da evden neden ayrıldığını beyan eden bir belge taşıması gerekiyor; beyan yalan ise dava açılıyor.

Savaşta değiliz, ihtiyacımız olan her şeye sahibiz: Yiyecek ve kafamızı dağıtacak şeyler, kitaplar, müzik ve dünyanın geri kalanıyla iletişim kurmak için teknoloji. Ama birkaç gündür kulaklarımda bir vızıltıyla uyanıyorum. Kalkıyorum, kahve içiyorum, bilgisayarın başına oturuyorum, eşimle konuşup işi hafife alıyorum, öğle yemeği hazırlıyorum, biraz daha çalışıyorum, akşam yemeği hazırlıyorum ama vızıltı her daim orada; beni azıcık da olsa hâlâ görebildiklerim ve dokunabildiklerimden ayıran ince bir tül. Ben bir robotum, yapmak üzere programlandığım işleri icra ediyorum. Zihnim yeni, hareketsiz -çünkü artık yürüyüşe çıkmamıza izin var ama tek başımıza ve evden asla uzaklaşmadan- bir bedenle, bir zamanlar yaptığı şeyleri yapmayan bir bedenle bağlantı kurmaya çalışıyor. Sorun tecrit, diyorum kendi kendime. Yarının belirsizliği. Oksijensizlik.

Gerçek şu ki bu ölüm sessizliğinde -şehrin sesleri yok oldu, günlerimin çetelesini tutan bir tek Santa Croce’nin çanları- hepimiz düşüncelerimizin bütün yükünü hissediyoruz. Benim düşüncelerimin ardında ise Başka seçeneğim yoktu, Seni durdurmam lazımdı, Bu günler geçecek ama bu günleri unutma diyen bir ses var. İşte bu yüzden korkudan ölmüyorum; bu hastalıktan, ekonomik krizden, referans noktalarının kaybından. Çünkü biliyorum ki o ses haklı, bu fedakârlık bir zorunluluk ve hatta bittiği zaman temelde savunmasız olduğumuzu ve eylemlerimizin sonuçları olduğunu unutmazsak birçok bakımdan faydası dokunacak.

Belki de böyle konuşmamın nedeni şanslı olmamdır: Bir kere içinde bütün gün masamda oturduğum, kendimi verdiğim ve yayımlanacak öyküleri çevirdiğim bir evim var. Benim işim bu. Öyküler. Virüs şimdiden öyküleri okuma şeklimi etkiledi ve gelecek sene okurlarım bu travmayı atlatıp önlerine bakmak zorunda kalacaklarında hangilerini yayımlamam gerektiğini bana söyledi. Temiz çarşafı olağandışı bir özen ve dikkatle katlarken kendi kendime “dünyanın sonu değil” diyorum. Çünkü bir diğer öngörülemez sonuç da bu: Her eylem, en önemsizi bile, yeni bir ağırlık kazandı, kedimi her okşayışımda kendimi de okşuyorum, her “iyi geceler” gecenin, içinde yaşadığımızdan daha da kötü kabuslar getirmemesine dair samimi bir umutla söyleniyor.

Bazen şafak vakti gözlerim hâlâ kapalı, vücudum gevşemiş ve zihnim çoktan yorulmuşken virüsün bize öğrettiği bu yeni yavaşlığın güzel olduğunu, bu sebat dersinin sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Sorunlu olanın eskinin hiçbir zaman hiçbir şeyin keyfini çıkarmamıza müsaade etmeyen, nefesimizi kesen delirmiş enerjisi olduğunu; şimdi sosyal medyaya dökülen, anlatma, uyarma, dayanışma gösterme dürtüsüne dönüşen enerji olduğunu. Kendimizi birbirimizle sarmalıyoruz. Bu sessizliğin bir aynaya dönüşmesini engellemek için ses çıkarıyoruz. Virüs yalnız kalmamızı istemişse vardır bir sebebi. Neden yaşam şeklimizin nasıl değişmesi gerektiğine nihayet kafa yormak için onu, sessizliği, kucaklamayı denemiyoruz?

Herkes “evde kalın, kitap okuyun!” diye haykırıyor ama sık sık kişinin kendi kimliği ve zevklerini bir başkasına dayatma denemesinin bir başka örneği gibi gözüken bu öneri curcunası içinde hangi kitaba ihtiyacım olduğunu nasıl bileceğim? Belki de bu defa kitaplar yeterli değildir; yaptığım işi hesaba katınca bunu hayret ederek söylüyorum. Etrafınızdaki dünya sarsılırken okumaya odaklanmak kolay değil. Belki de bu değişime tamamen ayak uydurduğumuzda bunun için gereken sakinliği yeniden keşfedebiliriz ama hâlâ çok erken ve şimdi bize gereken sinirleri yatıştırmak için müzik.

Bencillik hâlâ diz boyu ama virüsün bununla ilgili bile bize verecek bir dersi var. Makul bir sebebi olmadan evden çıkan herkes şimdi yalnızca öksürerek komşusunu öldürmeyi göze almış oluyor. Bazıları korkuyor, akılları başlarına gelmiş veya düpedüz cezanın göklerden gelmesinden çekiniyorlar. Başkaları ise gamsız ama insan insandır ve bu da bambaşka bir hikaye.

Annemle babamı en son aylar önce gördüm -halen büyüdüğüm şehirde, enfeksiyon sayısının en yüksek olduğu bölgelerden Marche’deki Pesaro’da yaşıyorlar- ama daha önce günde hiç şimdi konuştuğumuz kadar çok konuşmamıştık. 70 yaşındalar ve böyle bir şey yaşayacakları akıllarının ucundan bile geçmezdi.

“Korkmuyorum” dedi annem geçen akşam telefonda, “Sessiz bir arı gibi hissediyorum ama korkmuyorum.” Sessiz bir arı. Demek kafamdaki vızıltı buymuş, diye düşündüm. Durgun olmayı kabullenemeyen, mücadele eden eski benmiş. Peki ya denesem?

Sara Reggiani

Çeviren: Çağla Taşkın

Kaynak: Literary Hub, 16 Mart 2020

Alıntıyı şuradan yaptım:

Muhtasar Büyük Selçuklu Devleti Sultanları Tarihi

Büyük #Selçuklu Devleti Sultanları hakkında küçük bir seri, #flood.
1)Tuğrul Bey (1040-1063)
-Cend şehrinden Erzurum ve Bağdat'a kadar 3000 km.lik bir bölgede 70 yıllık ömrü at sırtında mücadele ile geçmiştir.
-Devletini adalet ve merhametle, sağlam temeller üzerine oturtmuştur.


2)Alp Arslan (1063-1072)
-Kısa saltanatı süresince kazandığı zaferler sonucunda "sulânü'l-âlem" (dünya sultanı) olarak anıldı.
-Malazgirt Zaferi ile Anadolu'nun kapılarını Türklere açtı.
-Yüksek ahlakı, büyük enerjisi ve adaleti ile şöhret buldu.

3)Melik Şah (1072-1092)
-20 yıllık saltanatı #Selçuklular'ın altın çağıdır.
-Döneminde devleti, Çin'den Akdeniz'e uzanan bir dünya imparatorluğu haline gelmiştir.
-İlme ve kültüre oldukça önem vermiştir.
-Adaletli ve hoşgörülü yönetimi dönemin bütün kaynaklarında zikredilmiştir.


4)Mahmud (1092-1094)
-4,5 yaşındayken, annesi Terken Hatun'un ısrarları ile Sultan Melik Şah tarafından veliaht ilan edildi.
-5 yaşındayken tahta çıktı.
-2 yıllık süre zarfı taht mücadeleleri ile geçti, devlet zarar gördü.
-7 yaşında çiçek hastalığından vefat etti.


5)Berkyaruk (1092-1104)
-Sultan Melik Şah'ın en büyük oğludur.
-Melik Şah vefat ettiğinde 14 yaşındaydı.
-Dönemi iç karışıklıklarla geçmiştir. Önce kardeşi Mahmud ve amcası Tutuş, ardından da amcası Arslan Argun, kardeşleri Muhammed Tapar ve Sencer'in isyanları ile uğraşmıştır.


6)Muhammed Tapar (1105-1118)
-Sultan Melik Şah'ın oğludur
-İktidarı boyunca taht kavgaları ve isyanlar dışında Haçlılar ve Bâtınîler ile mücadele etmiştir
-Alamut Kalesi'ni iki kez muhasara etmiştir
-Kaynaklarda güzel ahlakı ve cesaretiyle övülmüştür
-37 yaşında vefat etmiştir

7)Sencer(1119-1157)
-Sultan Melik Şah'ın oğludur
-Döneminde devlet yeniden toparlanmış ve saltanatı 2. imp. devri olarak anılmıştır
-Karahıtaylılara karşı kaybedilen Katvan Savaşı(1141) prestijini sarstı
-Oğuz isyanında,Oğuzlara esir düştü
-71 yaşında vefat etti ve devlet dağıldı


Büyük #Selçuklu Devleti'nin ömrü görüldüğü üzere yaklaşık 150 yıldır ancak bıraktığı etki muazzamdır. Geride muhteşem bir medeniyet mirası bırakmışlardır. İsimlerini bari bu vesileyle duymuş olalım diye bu paylaşımı yaptık. Cenabı Hak hepsinden razı olsun.


Kaynak: 
https://twitter.com/tarihikonya/status/1240363668233125892