Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

19 Kasım 2008

Anadolu’da Selçuklu İzleri


Bilkad’ın yeni dönem Salı Söyleşileri, “Anadolu’da Selçuklu İzleri” konulu programla başladı. Yaşadığı bölgenin tarihini, dağını, taşını hem öğrenmek hem de hasbel-kader tanıtma çabası içinde biri olarak öğreneceklerim vardı.

Daha önce bu köşede, yaptıkları çalışmalar hakkında övgü dolu yazılar kaleme aldığım Fotoğraf Sanatçıları İbrahim Dıvarcı, Ahmet Kuş ve Feyzi Şimşek’in, 84 bin km. katederek oluşturdukları muhteşem eser “Anadolu’da Selçuklu İzleri”ne dair ne yazsam çabalamaktan öteye gidemeyeceğimin farkındayım. Üç fotoğrafçı arkadaşımızın halen devam eden, “Balkanlarda Osmanlı İzleri” adlı projelerini anlatırken de ziyadesiyle heyecanlanmıştım. Ben, her iki projeyi de vücuda getirenlere şahsım adına minnet duymaktan geri durmayacağım. Ata yâdigârının yaşaması uğruna kimler hizmet etmişlerse onlara da.

Geçen on yıllar boyunca, şehirlerin hafızalarını kasten silen adamların yahut zamane adıyla kentsel dönüşüm projelerine kurban eden günümüz proje üreticilerinin, tarihin esasen yaşayan bir şey olduğunu kavrayamadıklarına dair inancım, program boyunca işittiklerimle daha da arttı. Odunpazarı ve Beypazarı yerel yönetimlerinin, geleceğin tarihine köprü olmak maksadıyla yaptıkları heyecanlı şehir projelerini yerinde görmüş biri olarak, şu memlekette neden hala geçmişimizi hatırlatacak mahalle veya sokağımız yok sorusuna icraatla cevap verecek insanlara ne çok ihtiyacımız olduğuna kafa yorup durdum.

Şehir merkezlerindeki mimari mirasın yanında, yağmur çamur demeden gidilmiş Anadolu bozkırlarının, dağlarının, köylerinin kuytu köşelerinde fotoğraflanmış yüzlerce eserin o harika kitapta nasıl bir araya geldiğini vaktin elverdiği ölçüde anlattı İbrahim Dıvarcı. 1008 yılından itibaren yürüyüşünü batıya çeviren Selçuklu’nun, uğradığı coğrafyayı kısa sayılacak bir sürede nasıl olup da harmanlayabildiğine şaşmak lazım geldiğini söylerken, deniz görmeyen bir milletin, sahile kavuşunca kusursuz tersaneler, nehirlere varınca pek naif köprüler yapabilmiş olmasına işaretle, Selçuklu Medeniyetinin bir acele ve tevazu medeniyeti olduğu yorumunu yaptı. “Acele ve tevazu medeniyeti” tanımını çok tuttum ben.

Sivas Şifaiye Medresesini yaptıran Sultan I. İzzeddin Keykavus’un (1184-1220) türbe kapısının üzerindeki kitabede yer aldığını öğrendiğim şu dörtlük ne kadar mânidar;
“Biz ki dünyayı terk edip göçtük, Gönül derdi ektik, matemler biçtik, Şimdiden sonra da nöbet sizdedir, Biz sıramızı savdık ve geçtik.”

Tevazu işte bu kadar olur.

Bin sayfalık bu muazzam eser için, Bayburt Korgan Köprüsü’nden Diyarbakır Ulu Camii’ne, Melikgazi Türbesi’nden Denizli Alahan’a kadar 56 bin kare fotoğraf çekilmiş. Programın sonunda, çalışmanın hakkını veren fotoğrafçı arkadaşlarıma, sahip oldukları bilincin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha zikrettim. Kayıtlarda yer almayan ve filanca dağın ardında olduğuna dair rivayet bulunan bir tarihi eser de varsın olmayıversin dememişler. Mesele bana göre ışık, kadraj ve kompozisyon ayarını yaptıktan sonra deklanşöre basmaktan öte bir şey. Sultanların, gazilerin, şehitlerin, erenlerin tam orada, o anda size nazar ettiklerini düşünerek bir tarih sorumluluğu yerine getirmek bu. İşte o zaman siz yaptığınız işi beğenirsiniz de başkalarının da beğeneceklerini umarsınız.

Kalıcı işler yapıyorsunuz dostlar. Takipteyim sizi. Yolunuz açık olsun.

10 Kasım 2008

"Mustafa" Filmi Üzerine


10 Kasım 2008

Hafta içinde, Can Dündar’ın “Mustafa” filmine gittim yeni şeyler öğrenirim düşüncesiyle. Vizyona girdiği günden beri tartışmaları devam eden bu belgesel film hakkında seyircinin iki farklı yorumu mevzubahis. İlki, Atatürk’ün küçük düşürüldüğünü savunurken, diğeri bilinmeyenleri gerçekçi biçimde ortaya koyduğu gerekçesiyle Can Dündar’ı alkışlıyor.


Filmin yeni şeyler anlatmadığını söyleyebilirim kendi adıma. Dündar, elde ettiği belgeleri harmanlamak ve kendi yorumunu orijinalinden kopmadan aktarmak suretiyle ortaya bir eser koymuştur demek mümkün. Teknik anlamda birtakım değerlendirmeler yapanlar, filmin görsel estetik yanını abartılı bularak belgesel çalışmalarda bunun olmaması gerektiğini savunuyorlar. Sıradan bir seyirci gözüyle buna katılmak zor. Tersine, görsel estetik içeren bölümler, normal şartlarda izleyiciyi benzerlerinde görüldüğü üzere büsbütün bunaltabilecek filmi daha rahat seyredilir kılmış. Mesela araba arıza yaptığı sırada grubu yürürken görüntüleyen ve tam bir fotografik şölen olarak gördüğüm ters ışık sahnesi bunlardan biri. Ne alaka ise, filmin müziğini Goran Bregoviç’e yaptırdığı gerekçesiyle ayrıca olumsuz eleştirilere uğramış Dündar. Yerli biri yapamaz mıymış. İzmir Marşı duyulduğunda yüreği hoplamayan kaç kişi vardır acaba? Sonuçlardan çok süreçlere takılan ve ne işe yaradığı anlaşılmaz bir tür değerlendirme biçimi bu.

Özel hayatından gelen sahnelere bakarak, sözgelimi sigara ve içki bağımlısı olduğunun kasıtlı olarak öne sürüldüğünü iddia edenler yönetmeni yerden yere vuruyorlar. Oysa Can Dündar, filmin hiçbir sahnesinde Atatürk’ü eleştirmiyor. Atatürk’ün şahsi hatıratı ile yakınlarının ağzından vakıalar anlatılıyor ve bu olduğu gibi aktarılıyor. Atatürk’e mitolojik roller biçenler, putlaştıranlar, bunun böylece kalmasının gerekliliğine vurgular yaparak laiklik, irtica, mahalle mektebi, hilafet, saltanat gibi kavramları birbirine karıştırma çabasını sürdürmekte ısrarlı görünüyorlar. Adam filmi görmemiş; gitmeyeceğini, tepkisini böyle göstereceğini beyan buyuruyor. Bu yaklaşım için, geçen yıllar boyunca değişen fazlaca bir değişim yok kısaca.

Zübeyde Hanım’ın sevgili Mustafa’sı, sevdiğine mektuplar yazan genç Mustafa Kemal, Milli Mücadelenin kararlı lideri Mustafa Kemal Paşa, Meclis iradesiyle Cumhurbaşkanı seçilen bir Atatürk portresi sıralanıyor belgesel süresince. Hayat serüveni boyunca herhangi birimizin yaşaması muhtemel insani vakıanın ele alınmış olması son derece doğal bir yaklaşım. Adam, adı üstünde “Mustafa”yı anlatıyor. Atatürk nasıl olsa bir gün böyle de ifade edilecekti. Ortada olan budur zaten. İçkiye, sigaraya yahut başka zaafiyetlere düşkün oluşunu anlatan sahneler, İstiklalin bânisi olan bir askeri dehayı neden küçük düşürsün, yermiş olsun? Söz konusu zaafiyetlerin filan yerde hataya sebep olduğu tarzında bir eleştiri zaten yok.

Atatürk’ün özel hayatının işlendiği konuların dışında, hakkında fazla malumatın bilinmediği mevzular, sanıyorum izleyicinin dikkatinden kaçmadı. Dönemin Sovyetleriyle girdiği siyasi yaklaşım ve cesaret, sadece bu bile başka bir belgeselin konusu olmalı. Savaş sonrasında yapılan devrimler başlı başına bir başka belgeselin konusudur. Savaştan yorgun çıkmış millet hangi şerait içinde şapka giymiş, alfabe değiştirmiş, muhalefet partisi susturulmuş yahut medreseleri kapatılmıştır, bunların da objektif belgeseli yapılmalıdır.

İşgal edilmiş İstanbul, yıkılmış koskoca bir devlet ve kalan son topraklara gözünü dikmiş işgalcilere karşı millet, içlerinden birinin çıkıp tarihin seyrini değiştireceğini asla beklemezken O, imkânsızı başarmıştır. Paşa’nın Ankara’ya gelişinde nasıl coşkuyla karşılandığına, bağırlara basıldığına bakarak bunu daha iyi idrak ediyorsunuz. Vakıa budur. Bu milletin evladına anlatılması, öğretilmesi gereken de budur. Tarih ilmini nakilciler gibi tekrar edip duran kuru bilgi değildir lazım olan.

Hala görmediyseniz gidin derim. Böylece kendi değerlendirmenizi kendiniz yapmış olursunuz. Teferruata takılmaz iseniz, yeryüzünün en büyük haksızlığına uğratılmış bir milletin hangi şartlarda dirildiğini görmüş olacaksınız.

Bir Kitap ve Konyalı Fotoğrafçıların Başarısı

Geçen Pazartesi akşamı, Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi Müdürü değerli Ağabeyim Bekir Şahin ile Yönetim Kurulu toplantısı münasebetiyle gittiğim TYB Konya Şubemizin kapısında karşılaştık. Elinde bir kitap vardı ve benden çok sana lazım olur diyerek incelememi istedi. Daha sonra, şimdi sözünü edeceğim kitapla ilgili olarak bu akşam Mimarlar Odası’nda tanıtım yapılacağını öğrendim.

Alanında bir ilk olan kitabın adı “Konya Fotoğraf Tarihi”. Metin yazarlığını TYB Konya Şubemizin Y.K. Üyesi Prof. Dr. Haşim Karpuz’un yaptığı kitap, bu alanda katkılarına aşina olduğumuz Selçuklu Belediyesi’nin bir kültür hizmeti. Başkan Adem Esen’in takdim yazısı ve Haşim Hoca’nın önsözüyle başlayan eser için G. Berggren ve L. Wight gibi yabancı fotoğrafçılarla birlikte Yılmaz Oğul, Haşim Karpuz, Sefa Odabaşı, Abdullah Ektem, Cahit Sağlık ve bazı fotoğraf stüdyolarının arşivlerinden yararlanılmış.

Bu tür eserlerin, Başkan Esen’in yazısında belirttiği gibi “şehrin görsel belleğine” çok önemli katkıları var. Esasen çok da geç kalınmış çalışmalar bunlar. Merakı olanlar takip etmişlerdir. Sultan II. Abdülhamid tarafından oluşturulan 35 bin fotoğraflık arşivden 80 kadarı, “Sultan Abdülhamid’in Arşivinden Dünya” sergisi adıyla 21 Ekim’de Topkapı Sarayı Müzesi’nde görücüye çıktı. Dünyanın bu en büyük fotoğraf arşivinin, fotoğrafın bilinmediği yıllarda Sultan’ın çabası ile 19 ülkede çektirilmiş olması hayret verici bir öngörüdür. Konya Fotoğraf Tarihi kitabı da sonuç olarak bir boşluğu doldurmuş oluyor. Emeği geçen herkesi tebrik ediyorum.

***
Konfad’lı Fotoğrafçıların Ödül Atağı

Birçok şehrimizde fotoğraf derneği bulunmazken, Konya Fotoğraf Amatörleri Derneği (KONFAD) ve Selçuklu Fotoğraf Sanatı Derneği (FOTOSEL) ile şehrimizin müstesna bir yeri var. Fotoğraf sanatı konusunda köklü bir geçmişi bulunan Konya’nın, kurumsal potansiyelini gençleştirerek büyüttüğünü gören biri olarak, elde ettiği başarılardan gurur duyduğumu söylemem gerekiyor. Ekim ayı içerisinde peş peşe güzel haberler geldi. Bir kısmı uluslararası, bir kısmı da ulusal muhtelif yarışmalarda derece alan KONFAD’lı fotoğrafçılar ve eserlerini listeleyecek olursak;

1) Aydın Belediyesi Cumhuriyet Türkiye’sinde Kadın Konulu 3. Fotoğraf Yarışması:
Sergileme: Mustafa Bülent PİRİNÇİ-“Piyanist”; Sergileme: Ömer Lütfi BAKAN-“Dominant”

2) Orhan Holding 4. Uluslararası Fotoğraf Yarışması Renkli Dal:
Sergileme: İbrahim KARAÇELEBİ;

3) Nevşehir Belediyesi Fotoğraf Yarışması:
Sergileme: Günseli DEMİROK-“Kapadokya”

4) TAYSAD Taşıt Araçları Yan Sanayicileri Derneği Fotoğraf Yarışması:
Birincilik: Ömer Lütfi BAKAN; Sergileme 3 adet: Ömer Lütfi BAKAN

5) YTONG Fotoğraf Yarışması:
Sergileme: Bülent PİRİNÇCİ; Sergileme: Sevgi SERTKAYA

6) KONYA VALİLİĞİ 2.Uluslararası Fotoğraf Yarışması “Dünya İnançları” konulu yarışma:

FIAP Altın Madalya: Mustafa Bülent PİRİNÇCİ; FIAP Mansiyon: İbrahim KARAÇELEBİ; Sergileme: Ahmet SEVEN.

7) HSCB 1.lik Ödülü: Soner YAMAN.

Görüldüğü gibi Konya’da fotoğraf sanatı adına güzel gelişmeler oluyor. KONFAD üyesi arkadaşlarımızı tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyorum.

Krizinizi Nasıl Alırdınız?

İnsanoğlunun krizi biter mi hiç? Bitmez. Neden? Kendiliğinden yahut gökten gelmediğine göre, insanın kendi eliyle ürettiği şey oluşundan.

Kelimenin son derece geniş bir kapsamı mevcut. Kalp krizi, aile krizi, devlet krizi, hükümet krizi, para krizi, sınır krizi, sinir krizi, ekonomik krizi, bürokrasi krizi, terör krizi, trafik krizi, şeker krizi, açlık krizi, tatlı krizi gibi. Görüldüğü üzere bir sürü adı var bunun. Hadisenin oluş zamanına göre misal, Perşembe krizi denilmek suretiyle günlerin günahına girer. Hızını alamaz “kara çarşamba” şeklinde de tesmiye olunduğu görülür. Krizdir, ne yapacağı bilinmez. Bilinse, adı kriz olmaz zaten.

İnsanın varoluş zamanlarına yaşıt bir de. Sözgelimi Kabil’in kardeşi Habil’e karşı ölümüne bir “kıskançlık krizi” mevzubahis. Eskinin buhran kelimesi çoktan lisanımızdan çıkıp gitti. Kriz geldi, buhran gitti. Adı değişse de kendi değişmedi. Sonuçları itibarıyla ilk evvel psikolojik problemlere yol açıyor. Vücut kimyasını bozarak akıl sağlığını tehdit ediyor.

Yakın zamanların kriz gündemi ekonomik boyutlu bildiğiniz gibi. Bu işlerden iyi anladığını düşünen adamların ülkesini iyice hırpaladıktan sonra, bulaşıcı bir hastalık gibi bütün dünyayı etkisi altına aldı. Her şeyi herkesten daha iyi bildiğine inanan adamların tebaasının rüyaları kâbusa dönüştü. Her türlü çarenin kendi ülkelerinden çıkacak öngörülerle neşvünema bulacağını iddia edenlerin ülkesinden fena tırsıyorum. İktisat lügatlerinde, krizi fırsata dönüştürmek diye bir şey var. Acaba hangi masum diyarın başını belaya sokarlar ki bunlar şimdi? Ya da ben; masum, diyar, bela kelimelerini, bir tür “öğrenilmiş çaresizlik krizi”ne tutulmuş bir vatandaş olarak kullanıyorum da, günaha mı giriyorum acaba?

İktisatçı filan değilim. Nerden kaynaklandığı yahut çarelerinin neler olabileceği konusunda akıl yürütecek halim yok. Krizle yaşamak deyiminin tarihi sürecini millet olarak iyi biliriz lakin. Biz iki asırdır bu kelimeye pek aşinayız. Ara sıra darbeler yaşar, darbe krizine gireriz. Bırakın ekonomik kriz lafını, kokusunun alınma ihtimali sıfır zamanlarda, aniden borsa krizine gireriz. Gece yarısı ile öğle arasında bütün ülkenin toptan fakirleştirildiğini görmüşüzdür. Küçük yatırımcı dedikleri güruhun bir sonraki seansta ters köşe olmuş krizlerine şahit oluruz. Biz, karşı kıtada yaşayan herhangi bir insanın alışık olması muhtemel krizlerin dışında başka krizler de yaşarız. Üniversite kampüslerinin önünde dünyada sadece bize has krizler geçirenlerimiz olur. Bir vakitler praym taym (şu bildiğiniz prime time yani) denen saatlerde Reha Muhtar krizlerine girerdi vatandaş. Her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsanız, Reha’yı görünce Aziz Paul’ün bile tecrübe etmediği görümlere garkolurdunuz. Akşam yemeği boğazınıza tıkanır, Reha oradan kaybolana dek su inmezdi midenize. Ülkenin bütün kaynaklarını cukkalayamaya niyetli, hatta devlete talip türlü meslek erbabı, meğer yer altında harıl harıl çalışırmışlar da, ondan servis ederlermiş Fadime ile Ali’nin tarikat tefrikalarını. Kriz denen şeyi insan kendi üretir demem ondan.

Şu halde biz zaten mevcut ve muhtemel krizlerin sürekli muhatabı bir milletiz. Paniğe gerek yok diyorum yani. Başka örnekler yazarak şu mübarek pazartesi günü sizi krize sokmayayım. Kimilerine göre pazartesinin kendisi kriz değil mi? Değerli okur şu yazdıklarımdan dolayı beni kınamasın lütfen. Okuduğunuz şeylerin, yazarını bağlayan bir tür krizden kaynaklandığını düşünebilir.

Ben aslında, Roma Katolik Kilisesi Lideri Papa 16. Benedict’in, dünyayı kasıp kavuran ekonomik kriz hakkındaki değerlendirmesini değerlendirmek için yola çıkmıştım. Papa, Vatikan’da acayip şeyler söyledi piskoposlarına seslendiği konuşmasında. Haddizatında onun yakın çevresine seslenmesi, bütün Katolik dünyasına seslenmesi demek. Ne de olsa adamların inancına göre, İsa’nın Vekili Petrus’a eş değer bir makamın üstünde oturuyor. Kat’iyyen yazmaya değer. Bekleyin…