Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

30 Ağustos 2010

Bir Şehrin Hikayesi Yahut Hatırla Ey Şehir

“Hatırla Ey Şehir”, sevgili Ağabeyim İsmail Detseli’nin Konya ve Meram’ın geçmiş yaşantılarını anlatan pek değerli kitabının adı. Uzun zaman sonra elime geçtiğinden hakkında ancak yazabildim. Kitap, muhtevası itibarıyla şehir tarihçilerine, belgeselcilere, kültür ve sanat insanlarına kaynaklık etmekle kalmayacak, yazarın yaşadığı coğrafyayı bir zaman sonra ele alacak olanların başvuru kitaplarından biri olacaktır.

Kaybolup gitmesin diye köy ve şehir kültürünü yazı ve sohbetleriyle şevkle kollama derdinde olan başka birini tanımadım. Çocukluk ve gençlik yıllarında olup biteni bütün detaylarına kadar hatırlayan bir başkasını da. Sade, yalın ve abartısız eski köy yaşantılarından yakın geçmişin şehir hayatına ulaşır İsmail Detseli. Modern zamanlar insana ait olanı kolaylaştırsın lakin dejenere etmesin ister. İyilikler artsın, kötülükler hızla yok olsun, yapay yaşamlar insan geleceğini bunaltmasındır felsefesi. Belki de yazıyı sırf bu sebeple yazar, şiiri bu sebeple çağırır yüreğinden.

Kitabında anlattıklarından bir kısmına yetiştiğimi düşünüp mutlu oldum. Çok önemsedim bu sebeple. Bağbozumu zamanları düştü aklıma.  Dutlu ve Hocacihan’daki bağlarımızdan evimize at arabalarında taşıdığımız üzüm  küfelerinin arasında kaybolduğum günleri hatırladım. Detseli ile aynı coğrafyanın çocuğu olmak, yazdıklarını ziyadesiyle kolay anlamamın vesilesi oldu. Onunla aynı yüreği hissedip aynı lisanı konuşmak duygusuna karışarak dünyaya daha erken gelip, bu şehrin “bir zamanlar”ını yazabilmeyi istedim.

Eli kalem tutan ve yöresel geçmişin izlerini sürmeye merakı olanların, coğrafyalarına vefalarını ödemek adına borçları vardır. İsmail Detseli, kendisini çocuklar gibi sevindirdiğini söylediği “Hatırla Ey Şehir”le borcunu ödemiştir bana göre. Sehavet ehlinin sofralarını kimler bilir şimdi? Ya yokluk zamanlarında mis gibi kokan tam okka şehir ekmeğinin yanında ak helva yiyebilmenin anlatılmaz hazzını? Dağ alıcının, kuru erik ve kayısının uzun, karlı  kış gecelerine eşlik ettiği günleri ya? Şimdi birer masal sahnesi olup gitti herşey. Bir kısmını hatırlayabildiğim o günlerden kalanlar, Detseli’nin işitip derlediği masallar gibi hatırlanacak zamanı geldiğinde. Elbette eskinin her işinin faziletlerle dolu olduğunu söyleyenlerden değilim. Detseli’nin yokluk zamanlarına denk gelen çocukluk ve gençlik dönemlerini  kaleme aldığı yaşanantılardan zorluklarla dolu olanı bugün hiç kimse yaşamak istemez. Lakin yazılmalı, söylenmelidir ki bugünle geride kalan zaman için bir mukayese imkanı olabilsin. Kitapta geçen eski zaman sahnelerinden böyle olanlarına okuyucu tebessüm edecektir.

Bir kitabın elde tutulacak hale gelmesi türlü sebeplerle kolay iş değildir. Günümüzde ticari avantajı bulunduğu düşünülmeyen çalışmalara prim veren olmuyor. Bu sebeple, kitabın yayınını gerçekleştiren Memleket Gazetesi, yazarına vefa göstermiş yerel kültüre de katkıda bulunmuş olmakla tebriki hak etmiştir.

Değerli ağabeyimin birikimini yeni kitaplarda görmekten son derece mutlu olacağım. “Hatırla Ey Şehir”le başlattığı geçmiş zaman yolculuğu devam etsin. Elleri dert görmesin.

Bu Cephede Değişen Birşey Olmalı

Cumhuriyetin ilk yıllarından onlarca yıl geçmesine rağmen, Türkiye’deki her iyi niyet ve faydalı girişiminin altında, umumiyeti Batı uşaklığı, CİA raporları, Fulbright, Rockefeller, Eisenhower, yahut Ford vakfı burslarıyla okumuş siyaset bürokrasi kadrolarının zararlı/gizli faaliyetleri, Batı destekli cemaat/cemiyet yapılanmaları, ecnebi okulları, misyonerler vs.den oluşan korku çemberlerinin içinde yaşayarak geldik bugünlere. Sorulmaz, sorgulanamaz rejimlerini kuranlarla onların ardından gidenler değil de sanki başkaları getirmişlerdi vatandaşa sirayeti bitip tükenmek bilmeyen korkuları. Türkün türkten başka dostu yoktu, bir Türk dünyaya bedeldi. Sınırlar için verilen sözler anlaşmalara bağlı olarak öylece kalmalıydı. Etrafta olup bitenler bizi hiç mi hiç ilgilendirmezdi. İhtiyacımız olan şeyler soylu kanlarımızda idi. Hiç inanmadığım şeylerdendir; biz kendi kendine yetebilen bilmem sayılı kaç ülkeden biriydik.

1930'ların Türkiyesi’nde şeflik rejimi ihdas edip kendilerini ölümsüz lider ilan etme uğraşı verenlerle onların çevresinde peyk olan yalaka güruhları, sol hareketlere katılıp geçmişlerini inkar etmeyi erdem sayanlar, liberalizmi ilericilik sanarak yıllarca ABD’nin kucağına oturanlar; halkı ahmak yerine koyan, kovuldukça geri dönen türlü zihni yapıya sahip iktidarlar Türkiyenin çok daha ileride olması gereken bir konuma gelememesinde önemli roller oynadılar. Batı  ülkelerine paranın yok zamanında gençlerini gönderenlerin niyeti de bozuktu, gidenlerin de. Gidenler döndüklerinde çoktan kültürel tecavüze uğramışlardı. Bilim getirmesi planlananlar, oralardan gelirken ifsadı bir asır önce tamamlanmış kavramların, ideolojik izahların, felsefenin taşıyıcıları oldular. Bilim öğrenip memlekete faydası dokunacaktı bunların. Bir halt yememiştir çoğu. İdealleri ülke kalkınması değildi ki getirsinlerdi. Milli manevi değerleriyle mücadele etmeyen yoktu aralarında. Kendileri solcu-ilerici, muhalifleri sağcı-gerici, geri kalanları da haindiler. Batı solculuğu, yaşadığımız ülkede gericilik, Batı sağcılığı da faşizm olmaktan kurtulamadı senelerdir. (Ne ilginç, eskiden sol eğilimler için muhafazakar/milliyetçi algı asla gerici diyemezdi, çünkü gerici olan kendileriydi!)

Türkiye'nin özünden kökünden getireceği bir idealizmi, enerjisi, bir mefkuresi kalmamıştı da ondan mı bize ait olmayan tanımsız kavramlarla aramızda bir mücedeledir sürüp giderdi?

Bizim ülkemizde çok ciddi okuma/anlama/algılama ile birlikte önyargılardan örülü zihin sorunları vardır. En önemli meselelerimizden biridir bu. Şucular- bucular, filancalar-falancalar niçin öyle oldukları konusunda kendilerine ölene kadar soru sormazlar. Türkiyenin oy depoları, babalarından gördüklerini sorgusuz tekrar etmeyi iş, hatta bir iman meselesi zannetmişlerdir de, İslamköylü bu sebeple defalarca gelip gitmiştir. Oy potansiyellerinin sayesinde dini siyasete alet etmiş en mühim demogog ve yalancı politikacılar sağcılardan, dini değerlerden tırsarak şefli yılların halkı perişan eden günlerine hararetle özlem duyan özüne yabancılar solculardan çıkmıştır.

Anlama problemine net bir örnek 12 Eylül 2010’da yapılacak anayasa referandumu. Hayır diyecek olanlar, hazırlanan metni ülkenin bekası, hak ve özgürlükler açısından yetersiz mi bulduklarından hayır diyecekler, yoksa muhalif buldukları partiye atfen mi yapacaklar itirazlarını? Evet diyecek olanların beklentileri ne peki? Bir sonraki adımda baştan yeni bir anayasanın tesisi mi yoksa muhalif buldukları parti/ler mi?