Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

22 Eylül 2015

Trenler, şiirler ve siyah beyaz fotoğraflar



19 Eylül 2015/Konya-Ankara treninde gün doğarken..
Şimdiki trenler hızlı da olsa, duygunun ritmi daima aynı. Ben de siyah beyazı tercih edenlerdenim.

Trenlerle ilgili şiirler daima hüzünlü. Mesela Cahit Sıtkı şöyle yazmış:

Nereye bu gece vakti?
Güzel tren, garip tren?
Düdüğün pek acı geldi,
Hatıra neler getiren.
Çokmudur mendil sallamam;
Her yolcu az çok aşinam,
Haydi, yolun açık olsun;
Geçtiğin köprüler sağlam,
Tüneller aydınlık olsun.

 **
Bu da Orhan Veli'den:
Garibim
Ne bir güzel var
Avutacak gönlümü
Bu şehirde,
Ne de tanıdık bir çehre;
Bir tren sesi
Duymaya göreyim
İki gözüm iki çeşme.


Fotoğraflar da çok farklı değil. Siyah-beyazın dramatik ve yalnızlık hissi veren karelerini gösterme derdinde oluyor fotoğrafçılar da. İki örnek:

The woman in the rain waiting for the train

isimsiz



14 Eylül 2015

Düş

Fotoğraf Nurten KURT

Bedbahtlar Diyarı

Kapak Fotoğrafı: Muammer ULUTÜRK

Karanlığın gövdeme sinişini ve gömleğime doluşunu dinliyordum. Hep aynı yolda sürünecek değildim ya; Ahmed Arif bulvarının eski sanayiye açılan köşesinden daldım bedbahtlar diyarına (neden bedbaht olduğunu anlayacaksınız) bütün dükkân kepenkleri yüzünü akşama düşmüş, tek ses yok koca sanayide.
Hemen 300 metre ilerideki petrol rafinerisinin saldığı o iğrenç kokuyu soluyordum. Sinekleri ve haşereleri anlamak için güzel birkaç dakika geçiyordum. Bu gazlar insanları kanser ediyordu, etmişti de.

Öksüren çilek renkli bir Tofaş, yaşlılığını belirterek tiz bir sesle önümden hızla geçip gitti. Eksoz dumanı da kirli göğümüze eklendi. Tamam, her yer karanlıktı ama kirlenmeseydi gökyüzü belki güzel rüzgârların, güzel çiçek kokularını taşıdığını hissedecektik. He? Neyse boş verin...
Yürüme vasfına devam ettim. Bir an tüm sanayinin boğuk yalnızlığını bitirecekmişçesine uğuldayan metal çarpışlarını duydum. Pamuğa değiyor gibiydi, pamuğa incecik değip uğulduyor gibiydi. Koca sanayide tek açık atölye. Kapının önünde eski kasa bir Range Rover; boyası kalkmış, paslar yüzünü ve cazibesini öldürmüş, tekerleri küsmüş öylece duruyordu. İçeride Rover ile aynı orantılarda kırmızı gömlekli bir usta, küçük çekiçle demiri dövüyordu. "tak, tak, tak" Elleri titriyordu her savuruşunda, her dokunuşunda. Ama güzelim bir ses konçerto üretmişti, haberi yoktu. Bir ara çayından bir yudum aldı, o ara hemen içeri sokuldum. Hafif eğilerek:
-Selamün aleyküm, kolay gelsin usta. Dedim. Boynu çekicin gidişatına odaklanmış, yüzünü bile çevirmeden:
-Ve aleyküm selam, aleyküm selam genco! Dedi. Yıllardır tanışıyor ve muhabbetteydik hissiyatını ağırladım birden içime. Demirden yaptığı iskemlenin üzerini nasırlı elleriyle temizleyip, çekti önüme:
-Gel otur, çay sıcak.
-Eyvallah ustam, bi selam vereyim dedim sadece.
-Hele öyle olur mu? Dedi ve oturdum kaynak makinasının yanına hemen. Metal toz kokusu içeriye hâkimdi, piknik tüpünün üzerindeki çaydanlığı aldı sıcacık bir bardak çay doldurdu (su bardağından, bilen bilir)
"Usta" dedim, "geçerken kulağımı hoşnut eden sesleri duydum, neden o kadar ağır ağır ve bir çocuğa dokunur gibi dokunuyordun demire? Tüm sanayiyi dolaştım, tüm dükkânlar kapalı, bir senin atölye açık...
-Ee, çocuğa güzel güzel şekil vermeli değil mi? Bunun için de ha böyle dokunacağız.
-Ya çocuğun anlayışı sertse, ya katıysa, ya böyle kalmak istiyorsa?
Kaynak makinasını açtı, bir elektrot taktı ve yaptığı oval su deposunun kenarlarını puntolamaya başladı.
-O zaman, benim gibi olur. Aslına bakarsan, hepsi yalan. Çok uykum vardı, malum yaş ilerledi. Gözlerim bi açılıp, bi kapanıyordu. Ben de inat etmişim, öyle vuruyorum demire, ne bileyim öyle aheste aheste ses çıkardığını. Boş ver felsefesini, iyi ki sesi duymuş gelmişsin, yoksa aha da burada uyuya kalacaktım. Sonra işin yoksa hırsızlarla uğraş...

Güldüm, güldük. Beraber dükkânın kepenklerini indirip ayrıldık bedbahtlar diyarından.
(Yuja Dab/Yunus Baysal,Kâğıt Dergi Eylül-Ekim 2015 sayımızdan)