Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

25 Aralık 2010

Minimalist sinema


Özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra sektörleşmeye başlayan sinemada, belli biçemlerin dayatılmasına bir tepki olarak çeşitli akımlar ortaya çıkmıştır. Minimalizm de belli bir kronolojik süreç geçirip kendisinden önceki kimi akımlarla etkileşime girerek olgunlaşmış bir sanat anlayışıdır. Doğmasında öncülük eden sanat akımlarının ortak özelliği, gerçekçilik, nesnellik, işlevsellik, sadecilik gibi oluşumlardan beslenmeleridir.
Ortaya çıkışı ve duruşu ile avant-garde/öncü bir sanat akımı olarak kabul edilen Minimalizm, "şeyler"in özünü araştırır, saf ve deneysel olandan yana tavır koyar. Nesnelliği ve öze yönelik bir formalizmi önceleyen bu akım, bilhassa biçimselliği ve estetizmi gözetmektedir. Bu anlamda aşırı kuralcı bir yapı söz konusu olduğu söylenebilir. Akımın ortaya koyduğu temiz, arı, yalın estetik anlayışı, 60'larda "Sanat sanat içindir" ilkesini yüceltmiştir. Aşırıya varan bir tüketim toplumu ruhuna karşı ortaya çıktığı görülen minimal akım, günümüz yaşam tarzlarında ve sanatta kendine ait yalın yeri korumaktadır. Minimalist sinemanın da, daha saf ve katışıksız bir sinema arayışının ürünü olduğu söylenebilir. Gereksiz eklentilerden arınmış, yeteri kadarı ile görsel ve öyküsel anlatımını kurmaya çalışan bir sinemadır bu. Anlatması gerekenden fazlasını anlatmayı, göstermesi gerekenden fazlasını göstermeyi gereksiz bulan bir görüşü temsil eden akım, "seçkin bir sadecilik" olarak nitelendirilebilir.

Minimalist Sinemanın temel özellikleri şu şekilde sıralanır:

- Amatör oyuncu kullanımı öncelenir. Profesyonelliğin sebep olduğu aşırı mimikli oyunculuktan kaçınılır.
- Oyunculukta sadelik ve doğaçlama tercih edilir.
- Bir oyuncu bir karakteri karşılar. Birkaç oyuncu aynı tipi oynamaz.
- Dekor ve objeler olabildiğince sade ve işlevseldir.
- Mümkün olduğunca doğal ışık kullanılır.
- Sabit kamera açıları ve uzun planlar tercih edilir.
- Yapay efektlere başvurulmaz.
- Dublaj yerine sesli çekim yapılır.
- Dış müzik gibi destek öğelere yer verilmez.

Gerçeği Gerçekle Düzeltmek

Sanat dilinin dolaysızlığı ile rağbet gören Minimalist Sinema, gerçekçi bir duruşun ifadesidir. Sadeci, kim zaman da belgeci bir tutumun, yaşamla paralel gelişen bir filmsel yapının oluşumudur. Yapay efektler ve bol aksiyonla yoğrulmuş sinema anlayışına karşın hayatın bir parçası gibi duran filmler üretmeye çalışan Minimalist yönetmenler, "gerçeği gerçekle düzeltmek" adına arındırılmış bir estetik anlayışı gözetmektedirler. Muhtevası en aza indirgenmiş bir sanata ulaşmanın hedeflendiği bu akımda, biçim içeriğe tekabül eder.

Bresson'un deyimiyle "bir kemanın yettiği yerde ikincisini kullanmamak" gerektiğini düşünen Minimalistler, kendiliğindenlik, tazelik ve yalınlık peşinde olmuşlardır. Hakikiyle sahtenin karışımının sahteyi verdiğini düşündüklerinden bu ikisini ayırma ihtiyacı hissetmişlerdir. Fakat hakikate dair bakış açılarının salt biçimsel bir titizlikle örülü olması, beraberinde bazı problemleri de getirmiştir.

Gerçekliğin parçalanıp yeniden kurgulanmasıyla elde edilen bir yapının, hakikati perdelediğini gören Minimalistler, "zaten güzel olan gerçeğe ek bir güzellik katmaya çalışmanın" gereksizliğini imleyen bu düşünceyi alternatif olarak sunmuşlardır. Fakat eleştirdikleri hataya düşerek oluşturdukları yapı, gerçekliğin hiç olmadığı kadar sıradan ve yoksunlaştırılmış bir başka türevidir. Zira gerçeğin kendisi, hatalı buldukları tarzlardaki kadar atraksiyon ve gösterişe yaslanmamakla beraber, onların savunduğu kadar durağan bir çizgi de takip etmeyebilir. Böylece damıtmaya çalıştıkları sanatı, farkında olmadan yoksullaştırdıkları görülür.

Minimalizmin salt formel yönünü sahiplenerek içini doldurabilmek pek mümkün görünmemektedir. Bu akımı sahiplenenlerin bazı kurallar belirlemeleri önemli bir seçkinciliği simgelemekle beraber bu durum, bir süre sonra kendilerini fazla sınırlıyor olmalarına sebep olmuştur. Resim sanatında hiçbir şey anlatmayan, konuyla ilişiği olmayan figürasyonlara, müzikte notasız ve sessiz eserlere imza atan minimalistler, sinemada ise mahrem olanın alanına girerek bu sanatı sırf izlenimci ve ifşa edici bir boyuta indirgerler. Sınırları zorlayarak gerçekliği değiştirmeye çalışanlara tepki vermek isterken, kendileri de bir başka sınır boyunda seyreder hale gelmişlerdir.

Minimalizm, onca şaşaa, süs ve blöfe aslında hiç de gerek olmadığının, hatta bu abartının sinemayı deforme ettiğinin fark edilmesi açısından önemli bir karşı duruştur. Gerçekliğin görkemde değil, küçük ve sade hayat tarzlarında olduğu fark edilmiş, sadeliğin gerçekliği seçkin bir dille ve fazlalıklardan kurtularak ortaya konmuştur. Ancak salt minimal akımdan hareketle bir sinematografi oluşturmaya çalışmak, faktörlerden kurtulamamaya ve sanatın özünden uzaklaşmaya sebep olabilmektedir. Minimalizm bir amaç değil, bir "sonuç" olabildiğince yaratıcılığı tetikleyecektir.

"Minimalist Yönetmenler" ya da...

Bu akımın bir sonuç olarak ele alınması gereği sebebiyle herhangi bir yönetmenin "minimalist" olarak tanımlaması, sınırlayıcı bir konum arz eder. Bu sebeple, "Minimalist yönetmenler" yerine, "filmlerinde minimal unsurlara rastlanan yönetmenler" şeklinde bir ifade kullanmak daha isabetli olacaktır. İlk olarak 30'larda, usta yönetmen Yasujiro Ozu?nun filmlerinde rastlanan bu üslup, Fransız yönetmen Robert Bresson?un yalın tarzı ve arınmış sinematografisinde de fazlasıyla görülmektedir. Müzikli ve danslı Hint filmleri arasından sıyrılıp kendi gerçekçi tarzını oluşturabilen bir yönetmen olan Satyajit Ray de bu grup içerisinde anılır.

Abbas Kiyarüstemi, Bahman Gobadi, Cafer Penahi gibi yönetmenleri barındıran İran Sineması ise sade anlatımı ve yapay olandan arındırılmış hikâye örgüsü ile bu akımın merkezinde yer alır. Dardanne Kardeşler, Kaurismaki Biraderler, Jim Jarmush gibi isimlerin de dâhil edilebileceği bu listenin Türkiye?deki en önemli temsilcisinin ise Nuri Bilge Ceylan olduğu söylenebilir. 
Alıntı: http://www.facebook.com/group.php?gid=37114722466

KAYNAKÇA:

Pelin Özdoğru, Minimalizm ve Sinema, Es Yayınları, 2004.
Robert Bresson, Sinematograf Üzerine Notlar, Nisan Yayınları, 2000.
İlhami Çiçek, Satranç Dersleri, Edebiyat Dergisi Yayınları, 1972.
Cahit Koytak, İlk Atlas, Yazı Yayıncılık, 1990.

21 Kasım 2010

Gezdiğim Yerlerden Tavsiye Lokantalar

Vakit oldukça bu bölümde güncellemeler de yaparak beğendiğim, nereye gidelim, nerede gezelim, ne yiyelim gibi sorularınıza cevap olacak tavsiyeler sayfası burası. Beğenmek elbette göreceli bir kavram...

1) Diyarbakır, Mustafa'nın Kahvaltı Dünyası: 
Diyarbakır Hasanpaşa Hanı içerisinde, 2. katta. Telefonu: 0 412 228 93 45.
Mekanı fevkalade güzel bulacağınızdan eminim. Ben çok sevdim. Bir hafta sonu erkenden rezervasyonu da ihmal etmeden burada olun derim. Ve kitapseverler; sonra da hanın alt katındaki kitapçıya uğrayın muhakkak. Kahvaltı ve kitapla bir tam gün bile geçirebilirsiniz. 
İşletmenin web adresi şöyle: http://mustafaninkahvaltidunyasi.net/



2.Urfa, Çardaklı Köşk (Eski Urfa Evi): 
Balıklıgöl karşısında pek otantik bir restoran burası. Telefonu: 0 414 217 10 80.Sıra gecesi ve grup yemeklerine uygun. Damak tadına uygun leziz yemekler bulabilirsiniz. Yemek sonrası bir yudum mırrayı unutmayın. 
web adresi: www.cardaklikosk.com


3. Batman, Ğalo Heyran:
Batman'ın hatta Türkiye'nin en lezzetli ciğercisi. Engin ve Yalçın Usta bu işin piri olmuşlar. Ailenizi de alıp yemeğe gidebilirsiniz. Yeni Mahalle 1008. sokak no: 15. Telefonu: 0 542 631 33 25.


4. Urfa Aziz Usta'nın Yeri:
Balıklıgöl'e çok yakın. Ciğerci Ustanın işyeri sabahın 06:00'sından akşama kadar hizmet veriyor. Ocakbaşında sıcakkanlı ustalarla sohbetler eşliğinde yemek yiyebilirsiniz. Öyle restoran, lokanta tarzında düzenli bir yer değil. Önünüzde sepetler dolusu soğan, biber. Urfa'ya yolum düştükçe uğramayı düşünüyorum.
Telefonu: 0 414 216 68 86

5. Konya Bolu Lokantası:
Konya’da etliekmek sadece burada yenir. 30 yıllık müşterisiyim. İstanbul Caddesi’nden Aziziye Camii’ne giden caddenin solunda. 70′li yıllarda bu lokanta yolun sağ alt kısmında kalırdı. Ortasında bir havuz, botanik bahçesi gibi rengarenk saksılar ve kaytan bıyıklı bir şefi vardı. Öğleye doğru açılır, ikindi vakti kapanırdı o zamanlar. Şimdi akşamları da açık. Adının Bolu olduğuna bakmayın.  Uzun incecik ekmek üzerine muhteşem kıymalı iç ile
odun ateşinde pişirilir. Başka yerde bu kadar güzel yapana rastlayamazsınız.
Mönü; Etliekmek, Konya böreği, karışık pide ve ayran.
Telefonu: 0332 352 45 33
Edit: Eskisi gibi değil. Serenad varken buraya gidilmez. Notlarım aşağıda..
 

 6.Diyarbakır Onur Ocakbaşı
 1964 yılında Hacı Vahit GÜNAYDIN tarafından kurulan işletme, hizmet bayrağını oğlu Vedat GÜNAYDIN'a teslim etmiş. Diyarbakır kebap mutfağının otantik bütün lezzetlerini ocakbaşı tarzında ve üstün kaliteli hizmet standartlarında sunuyorlar. Lezzetleri denemek lazım.
Gazi Cad. S. Nazif Sok. Suriçi/DİYARBAKIR. Tel : (0412) 224 14 05


7.Kebapçı Rıdo
1920’lerin başında rahmetli Rıdvan Örük tarafından açılan Rıdo, bugün Rıdvan beyin ailesi tarafından devam ettiriliyor. Oğlu Mehmet Örük, yeğeni Şeyhmus Örük ve diğer aile fertleri işin başında. 1920’lerde ilk kurulan dükkanda işletme bugün de devam ediyor.
Hararetle tavsiye ederim. Mardin'e yolu düşenler mutlaka uğramalılar.
13 MART MAH. 2011. SOK. 47200  MERKEZ-MARDİN (0482) 212 98 15


 8.İstanbul BB. Haliç tesisleri
İstanbul’un en önemli sembollerinden biri olan Galata Kulesini, Haliç Tersanesini, Kasımpaşa İskelesini ve deniz üzerinde uçan martıların kanat çırpışlarını seyre dalmak mümkün.
Millet kuyrukta yemek sırası bekliyor. Ailelerin tercih ettiği mekanda her tür lezzet var. Temizliği takdire değer. Gerçi bütün BB tesisleri böyle. İlgililere takdirlerimi ilettiğim tesislerden..
İletişim: 444 10 34






9. Ciğerci Hacı Baba (Diyarbakır)
Ciğer konusunda ezberim bozuldu diyebilirim. Türkiye'de eşi yok. Diyarbakır'a gelince ciğer için adres aramayın derim.
Adresi şöyle: 5 Nisan Mah. Öğretmenler Cad. Baran 3 Apt. Altı Bağlar Diyarbakır


 10. Batman TPAO Kristal Park
Tüm zamanların en temiz ve lezzetlerle dolu restoranı. Haftada bir akşamları gittiğimiz yer. Doyurucu mönüleri fevlakade hesaplı. Çocuklar için oyun alanı vs vs her birşey  mevcut. Batman'a geldiğinizde yemek için uğrayacağınız ilk adres.


 11.Konya Çini Ali Köftecisi
Konya'nın tartışmasız en iyi köftcisi. Aziziye Cami yanınaki Tellal pazarına gidip afiyetle yiyebilirsiniz. İkindiden sonra köfte kalmayabilir.




12.Batman Kıvanç Izgara
Giderayak keşfim. Demokrasi Bulvarı, Eflatun sokakta salaş bir yer. Izgarasını beğendim.


13.Konya Serenade Etliekmek
Serenade adını nereden bulmuşlarsa! Etliekmekçinin adı serenad mı olur yahu? 30 yıldır müşterisi olduğum Bolu Lokantasının etliekmeğini yemiyorum artık. Kaliteyi düşürdüler. Havzan Etliekmek ve Cemo'ya da gitmiyorum. Etliekmek öyle metreyle olmaz. Boyu posu bellidir. Serenad yeni keşfim. Bana hayli uzak olsa da yolumu düşürüyorum arada bir. Bu fırın da salaş kategorisinde ama lezzeti mükemmel.
Kamyon Garajı karşısındaki fırının adresi şöyle:
Musalla Bağları Mahallesi, Elmalı Caddesi, No 254, Selçuklu, Konya


29 Ekim 2010

Kısa Notlar


Cumartesi günü şafakla uyandım otobüste. Orta Torosları çoktan aşmışız. Sisli, yağmurlu, soğuk bir sonbahar günü. Aracın penceresine vuran yağmur damlalarından nerde olduğumuzu kestirmem zor. Muavine soruyorum. Pozantı’yı geçtik diyor. İyi diyorum, 14 saatlik yolun çoğu gitmiş. Bir gün önce gezdiğim, gezdikçe başımı döndüren Hasankeyf’i düşünüyorum.
Ne çok gezmişim öyle. Ne çok notlar almışım gezilere dair. 
***
Benim gibi yeri dar adamların yazdıkları umumiyetle kültür-sanat konularıdır. Yazılarımı okuduğunu söyleyen bir ahbabım sordu geçenlerde. Yahu o ne öyle yazdıklarınız? Memleketin hangi yarasına şifadır bunlar? Dedim ki; Muhterem, ne dediğini anladım ben. Birincisi benim yerim dar! İkincisi biz kültür sanat camiasının içinde öyle ya da böyle bulunan kimseleriz. Herkes en iyi bildiği alanı yazar. Sanırım mesele anlaşılmıştır.
***
Elimde 40 yıllık bir Orhan Veli şiir kitabı var okuduğum. “Uyku” şiirinde şunları demiş:
Üzerinde beni uyutan minder                        Sırça tastan sihirli su içilir,
Yavaş yavaş girer ılık bir suya.                      Keskin sırat koç üstünde geçilir,
Hinde doğru yelken açar gemiler,                 Açılmayan susam artık açılır
Bir uyku âlemine doğar dünya.                     Başlar yolu cennete giden rüya…

***
Şunlar ne imiş bakalım…
1-İNFORMAL LİDER : grupta herkesin kendisine danıştığı , iyi anlaştığı , profesyonel kimse.
2-BEDAVA YOLCULUK YAPMAK : grup üyeleri azami güçle çalışırlarken , bazılarının hiçbir şey yapmadan yükselmeleri.
3-HUYSUZ İHTİYAR: geçmişini doyumla geçirememiş ihtiyar. Huysuzluğu bastırılmış duygularından kaynaklanır.
4-GENÇLERLE ANLAŞMA KURALI: onların deneyimlerini paylaş-sizin deneyimlerinizi öğrenmelerine izin ver.

30 Ağustos 2010

Bir Şehrin Hikayesi Yahut Hatırla Ey Şehir

“Hatırla Ey Şehir”, sevgili Ağabeyim İsmail Detseli’nin Konya ve Meram’ın geçmiş yaşantılarını anlatan pek değerli kitabının adı. Uzun zaman sonra elime geçtiğinden hakkında ancak yazabildim. Kitap, muhtevası itibarıyla şehir tarihçilerine, belgeselcilere, kültür ve sanat insanlarına kaynaklık etmekle kalmayacak, yazarın yaşadığı coğrafyayı bir zaman sonra ele alacak olanların başvuru kitaplarından biri olacaktır.

Kaybolup gitmesin diye köy ve şehir kültürünü yazı ve sohbetleriyle şevkle kollama derdinde olan başka birini tanımadım. Çocukluk ve gençlik yıllarında olup biteni bütün detaylarına kadar hatırlayan bir başkasını da. Sade, yalın ve abartısız eski köy yaşantılarından yakın geçmişin şehir hayatına ulaşır İsmail Detseli. Modern zamanlar insana ait olanı kolaylaştırsın lakin dejenere etmesin ister. İyilikler artsın, kötülükler hızla yok olsun, yapay yaşamlar insan geleceğini bunaltmasındır felsefesi. Belki de yazıyı sırf bu sebeple yazar, şiiri bu sebeple çağırır yüreğinden.

Kitabında anlattıklarından bir kısmına yetiştiğimi düşünüp mutlu oldum. Çok önemsedim bu sebeple. Bağbozumu zamanları düştü aklıma.  Dutlu ve Hocacihan’daki bağlarımızdan evimize at arabalarında taşıdığımız üzüm  küfelerinin arasında kaybolduğum günleri hatırladım. Detseli ile aynı coğrafyanın çocuğu olmak, yazdıklarını ziyadesiyle kolay anlamamın vesilesi oldu. Onunla aynı yüreği hissedip aynı lisanı konuşmak duygusuna karışarak dünyaya daha erken gelip, bu şehrin “bir zamanlar”ını yazabilmeyi istedim.

Eli kalem tutan ve yöresel geçmişin izlerini sürmeye merakı olanların, coğrafyalarına vefalarını ödemek adına borçları vardır. İsmail Detseli, kendisini çocuklar gibi sevindirdiğini söylediği “Hatırla Ey Şehir”le borcunu ödemiştir bana göre. Sehavet ehlinin sofralarını kimler bilir şimdi? Ya yokluk zamanlarında mis gibi kokan tam okka şehir ekmeğinin yanında ak helva yiyebilmenin anlatılmaz hazzını? Dağ alıcının, kuru erik ve kayısının uzun, karlı  kış gecelerine eşlik ettiği günleri ya? Şimdi birer masal sahnesi olup gitti herşey. Bir kısmını hatırlayabildiğim o günlerden kalanlar, Detseli’nin işitip derlediği masallar gibi hatırlanacak zamanı geldiğinde. Elbette eskinin her işinin faziletlerle dolu olduğunu söyleyenlerden değilim. Detseli’nin yokluk zamanlarına denk gelen çocukluk ve gençlik dönemlerini  kaleme aldığı yaşanantılardan zorluklarla dolu olanı bugün hiç kimse yaşamak istemez. Lakin yazılmalı, söylenmelidir ki bugünle geride kalan zaman için bir mukayese imkanı olabilsin. Kitapta geçen eski zaman sahnelerinden böyle olanlarına okuyucu tebessüm edecektir.

Bir kitabın elde tutulacak hale gelmesi türlü sebeplerle kolay iş değildir. Günümüzde ticari avantajı bulunduğu düşünülmeyen çalışmalara prim veren olmuyor. Bu sebeple, kitabın yayınını gerçekleştiren Memleket Gazetesi, yazarına vefa göstermiş yerel kültüre de katkıda bulunmuş olmakla tebriki hak etmiştir.

Değerli ağabeyimin birikimini yeni kitaplarda görmekten son derece mutlu olacağım. “Hatırla Ey Şehir”le başlattığı geçmiş zaman yolculuğu devam etsin. Elleri dert görmesin.

Bu Cephede Değişen Birşey Olmalı

Cumhuriyetin ilk yıllarından onlarca yıl geçmesine rağmen, Türkiye’deki her iyi niyet ve faydalı girişiminin altında, umumiyeti Batı uşaklığı, CİA raporları, Fulbright, Rockefeller, Eisenhower, yahut Ford vakfı burslarıyla okumuş siyaset bürokrasi kadrolarının zararlı/gizli faaliyetleri, Batı destekli cemaat/cemiyet yapılanmaları, ecnebi okulları, misyonerler vs.den oluşan korku çemberlerinin içinde yaşayarak geldik bugünlere. Sorulmaz, sorgulanamaz rejimlerini kuranlarla onların ardından gidenler değil de sanki başkaları getirmişlerdi vatandaşa sirayeti bitip tükenmek bilmeyen korkuları. Türkün türkten başka dostu yoktu, bir Türk dünyaya bedeldi. Sınırlar için verilen sözler anlaşmalara bağlı olarak öylece kalmalıydı. Etrafta olup bitenler bizi hiç mi hiç ilgilendirmezdi. İhtiyacımız olan şeyler soylu kanlarımızda idi. Hiç inanmadığım şeylerdendir; biz kendi kendine yetebilen bilmem sayılı kaç ülkeden biriydik.

1930'ların Türkiyesi’nde şeflik rejimi ihdas edip kendilerini ölümsüz lider ilan etme uğraşı verenlerle onların çevresinde peyk olan yalaka güruhları, sol hareketlere katılıp geçmişlerini inkar etmeyi erdem sayanlar, liberalizmi ilericilik sanarak yıllarca ABD’nin kucağına oturanlar; halkı ahmak yerine koyan, kovuldukça geri dönen türlü zihni yapıya sahip iktidarlar Türkiyenin çok daha ileride olması gereken bir konuma gelememesinde önemli roller oynadılar. Batı  ülkelerine paranın yok zamanında gençlerini gönderenlerin niyeti de bozuktu, gidenlerin de. Gidenler döndüklerinde çoktan kültürel tecavüze uğramışlardı. Bilim getirmesi planlananlar, oralardan gelirken ifsadı bir asır önce tamamlanmış kavramların, ideolojik izahların, felsefenin taşıyıcıları oldular. Bilim öğrenip memlekete faydası dokunacaktı bunların. Bir halt yememiştir çoğu. İdealleri ülke kalkınması değildi ki getirsinlerdi. Milli manevi değerleriyle mücadele etmeyen yoktu aralarında. Kendileri solcu-ilerici, muhalifleri sağcı-gerici, geri kalanları da haindiler. Batı solculuğu, yaşadığımız ülkede gericilik, Batı sağcılığı da faşizm olmaktan kurtulamadı senelerdir. (Ne ilginç, eskiden sol eğilimler için muhafazakar/milliyetçi algı asla gerici diyemezdi, çünkü gerici olan kendileriydi!)

Türkiye'nin özünden kökünden getireceği bir idealizmi, enerjisi, bir mefkuresi kalmamıştı da ondan mı bize ait olmayan tanımsız kavramlarla aramızda bir mücedeledir sürüp giderdi?

Bizim ülkemizde çok ciddi okuma/anlama/algılama ile birlikte önyargılardan örülü zihin sorunları vardır. En önemli meselelerimizden biridir bu. Şucular- bucular, filancalar-falancalar niçin öyle oldukları konusunda kendilerine ölene kadar soru sormazlar. Türkiyenin oy depoları, babalarından gördüklerini sorgusuz tekrar etmeyi iş, hatta bir iman meselesi zannetmişlerdir de, İslamköylü bu sebeple defalarca gelip gitmiştir. Oy potansiyellerinin sayesinde dini siyasete alet etmiş en mühim demogog ve yalancı politikacılar sağcılardan, dini değerlerden tırsarak şefli yılların halkı perişan eden günlerine hararetle özlem duyan özüne yabancılar solculardan çıkmıştır.

Anlama problemine net bir örnek 12 Eylül 2010’da yapılacak anayasa referandumu. Hayır diyecek olanlar, hazırlanan metni ülkenin bekası, hak ve özgürlükler açısından yetersiz mi bulduklarından hayır diyecekler, yoksa muhalif buldukları partiye atfen mi yapacaklar itirazlarını? Evet diyecek olanların beklentileri ne peki? Bir sonraki adımda baştan yeni bir anayasanın tesisi mi yoksa muhalif buldukları parti/ler mi?

08 Haziran 2010

Kuzey Irak İzlenimleri

Kuzey Irak’a geçmeden önce Cizre’den kısaca bahsetmek yerinde olacak. Cizre’nin en eski ismi Kardu Gazarta. Persler Gazarta ve Bazibda, Akkoyunlular Cizre’ye Ceziretuşşeref demişler.
Cezire Arapça’da “ada” anlamında. Dicle nehri burada kıvrılıp su adası gibi bir alan oluşturuyor. Cudi Dağı, Fizikçi ve Makine mucidi “Ebul-iz İsmail Bin Rezzez El Cezeri (1153-1233) Türbesi, Cizre Kalesi, Sarayburnu Kapısı, Mem û Zîn Türbesi, Belek Burcu, Hamidiye Kışlası, Nuh Peygamber Camii ve Türbesi, Kırmızı Mederese ve Şeyh Ahmet El-Cezeri Türbesi, Ulu Camii ve Abdaliye Medresesi gibi çok sayıda tarihi eseri barındırıyor. Vakit elverdiğince gezip fotoğraf çektim. En son 24 yıl önce gördüğüm Cizre’de şehrin enine boyuna büyümesi dikkat çekiyor. Restorasyonu tamamlanmış Ulu Camii görülmeye değer. Özel izin dışında girilemeyen Hamidiye kışlası boşaltılmış. Belek Burcu’ndan Dicle’yi temaşa edebiliyorsunuz. Burası acil bir çevre düzenlemesine ihtiyaç duyuyor.

Etkinliğin son günü (16 Mayıs 2010), Şırnak’taki sempozyuma gelen kalabalık katılımcı grubu ile Habur sınır kapısındaydık. Çıkış kapılarının bize ait taraflarındaki bekleme eziyeti burada da devam etti. Resmi bir ziyaret olmasına rağmen uzunca bir bekleyişten sonra Zaho’ya ulaşabildik. Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Irak’ın kuzeyinde yer alan özerk bölgenin adı. Kürtler, Asuriler ve Süryaniler bu bölgede yaşıyorlar. Hatırlanacağı üzere, Birinci Körfez Savaşı öncesi ve savaş sırasında Saddam Hüseyin’den kaçan on binlerce Kürt Türkiye Cumhuriyeti’ne sığınmış ve Türkiye tarafından kurulan kamplarda Kürt mültecilere sağlık, barınma ve giyim yardımları yapılmıştı. 83 bin kilometrekareden oluşan bölgesel yönetimin nüfuz alanında 8 milyonu insan yaşıyor. Bölge halkının çoğu Sünni ve Şafii mezhebinden. Katolik, Ortodoks, Süryani, Ermeni ve Keldani kiliselerine bağlı Hıristiyan azınlık ve Yezidi dini mensupları da mevcut. 100 bin nüfuslu Zaho, Irak’a giren Türk mallarının deposu gibi. Bizim sınırın 5 km. ilerisinde olan Zaho’da benzin 850, mazot 650 kuruş. Zakkumların eşlik ettiği duble Zaho-Duhok yolu üzerinde ekinler çoktan hasada girmiş.

Ekibin Duhok’a gidiş amacı buradaki Üniversite ile Güneydoğu’da yeni kurulan üniversiteler arasında bir dizi işbirliği yapılmasıydı. Duhok Üniversitesi 90’lı yılların başında kurulmuş. Kampüste yeni fakülte binalarının yapımı devam ediyor. Oldukça sıcak karşılandık. Öğle yemeğinin ardından birkaç fakülteye inceleme ve tanışma ziyareti yapıldı. Üniversitenin öğretim dili Kürtçe. 30 kadar Amerikalı’nın İngilizce dersleri verdiklerini otobüse katılan jeoloji mühendisi rehberden öğrendik. Kampüs temaslarının ardından Duhok şehir merkezine tuttuğumuz bir taksi ile gittik. Şehir içi ulaşımda makul fiyatlarla çalışan taksiler kullanılıyor. Gittiğim yabancı bir şehirde insanların çehrelerine bakarım hep. Herkes işinde gücünde fakat yüzlerden mutsuzluk aksediyor gibi. Orta yaşın üzerindekiler geleneksel kıyafetler giyiyorlar. Tek başınıza gitmişseniz, yanınızda Kürtçe bilen biri olmadan alışveriş, gezi ayrı bir dert. Türk Lirasına pek rağbet ettiği yok esnafın. Amerikan Doları pek muteber buralarda. Duhok, içerisinde kadim eserler taşıyan bir şehir değil. En azından ben öyle gördüm. Çin başta olmak üzere yabancı ürünleri her yerde bulabiliyorsunuz. Bölgeye son birkaç yıldır, Türkiye’nin ticari ve sosyal iletişim anlamında yoğun ilgisi mevcut. Türk müteahhit firma, mühendis ve işçileri konut atağına girmişler. Habur’dan sonra Duhok’a kadar yollarda güvenlik sorunu yok. Bölgesel yönetimin diğer iki önemli şehri Süleymaniye ve Erbil ile Kerkük kısa sayılacak ziyaret programında yoktu. Başka bir zamanda güneyi de görmenin Kuzey Irak hakkında tam bir fikir oluşturacağı muhakkak.

25 Mayıs 2010

Uluslararası Şırnak Sempozyumunun Ardından

14-15 Mayıs 2010 tarihlerinde Şırnak’ta düzenlenen “Uluslararası Şırnak ve Çevresi Sempozyumu”na katıldım. Cuma sabahı başlayan sempozyum Cumartesi günü değerlendirme oturumu, ardından da birkaç tarihi eser ziyaretiyle sona erdi. Sempozyumun hem uluslararası olması, hem de Pazar günü  Kuzey Irak’ın Dohuk şehri ile Dohuk Üniversitesi’nde bir dizi inceleme turunu da ihtiva ediyor olması, katılımın beklenenden fazla ilgi görmesine sebep oldu.

Şırnak Üniversitesi tarafından organize edilen programları Şırnak Valiliği, Şırnak Ticaret ve Sanayi Odası ve Dicle Kalkınma Ajansı desteklediler. 100 kadar tebliğin sunulduğu oturumlarda Şırnak ili ve çevresinin dini, tarihi, coğrafi ve iktisadi yönleri ele alındı. İlk gün oturumlar Şırnak Üniversitesi’nde, Cumartesi oturumları Cizre Öğretmenevi salonlarında yapıldı. Eş zamanlı yürütülen oturumlardan bazılarını takip etmeye çalıştım. Sempozyum boyunca, yeni kurululan üniversiteden çok fazla beklentileri bulunan Şırnak sivil toplum kuruluş temsilcilerinin heyecanı gözlerden kaçmadı. Kapanışta söz alan bazı akademisyen ve kuruluş temsilcileri, sonraki sempozyumun bölgenin ekonomik kalkınmasına yönelik muhteva taşıması gerektiğini ifade ettiler. Programları düzenleyenler, katılımcıların rahat etmesi için ellerinden geleni yapma çabası içinde oldular.
Sokaklarda karşılaştığım Cizreliler elimde fotoğraf makinesini görünce gazeteci olup olmadığımı sordular. Gazeteci olmadığımı, misafir olarak geldiğimi söyleyince de, kimi medyaya mensup gazetecilerin olup bitenleri çarpıttığını, Şırnak adının artık terörle anılmasını istemediklerini dile getirdiler. İçlerinden biri, bu organizasyondan haberdar olmadıklarını, katılıma belli çevrelerin çağrıldığını, katılmış olsa bile kendisini dinleyen olmayacağını düşündüğünü ifade etti. Ben de, bu tür faaliyetlerin herkese açık olduğunu, bunca akademisyenin bölgenin tanıtılmasına, gelişmesine ciddi katkılar sağlayacağını ve kendisini endişelendiren hususların zaten tartışıldığını anlatmaya çalıştım. Umarım öyledir dedi. Program aralarında konuştuğum bazı tebliğ sahiplerine buraya gelme konusunda yakınlarının uyarıları olmuş. Bir sorun bulunmadığını kendileri de görmüş oldular.
Sempozyum bana göre verimli geçti. Ancak oturumların sıkışık olması, sunumların çok kısa sürmesine neden oldu. Tebliğlerin sempozyum kitabında yer alacak olması neler söylendiğini ortaya  çıkaracaktır. Tunceli, Siirt, Bitlis, Kilis, Batman ve Mardin gibi çevre Üniversitelerin rektörlerinin katılımı, pek de alışılmamış olması ile dikkate değer bir husustu. Şırnak için çok önemli olan bu sempozyumun ulusal medyada yeteri kadar ilgi görmeyeceği görüşünde olanların tespiti doğru çıktı. Şırnak’ta şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı etkinliklerden olan bu sempozyumun göz ardı edilmesinin kasıtlı olduğu görüşünde olanların sayısı bir hayli fazla.
Onlarca katılımcı gibi ilk defa geldiğim Şırnak, sırtını meşhur Cudi Dağına dayamış dağlık tepelik bir yerleşime sahip. İl merkezi nüfusu 2008 yılında 59.435 iken bu rakam 2009 yılında 63.664’e çıkmış. İl merkezinde artan nüfus oranının en büyük nedenlerinden biri üniversitenin açılması, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin gelmesi olmuş. Üniversitenin bir şehir için ne denli öneme haiz olduğunun göstergelerinden biridir bu durum. İl merkezine dolambaçlı uzunca bir yoldan giriş yapıyorsunuz. Doğunun tipik il ve ilçelerindeki gibi canayakın ve yardımsever insan profili mevcut.
Sonraki yazımda gerek bölgeden gerekse Kuzey Irak’tan edindiğim gözlemlerimi aktarmaya devam edeceğim.

09 Mayıs 2010

Isonzo Savaşı'nın Tablosu

1929 Berlin doğumlu Alman Şair ve Yazar Günter Kunert’in (1929- ) yazdığı kısa fakat son derece etkili öyküyü okumuşsanız, gerçeği halktan kaçıran, olup biteni yok sayan, görmezden gelen yönetim zihniyetlerinin, tarihin gerçeğini saklamak çabasında olanların bu işi nasıl kotarıverdiklerinin detaylarını bulursunuz. Öykü sahnesi şöyle:
“Savaşa ressam da katılmıştı; dönünce gördüklerini gösreten bir tabl yaptı: Ön planda, yerlerde karınları deşilmiş, dışarı fırlamış barsaklarıyla ölümle pençeleşen insanlar yatıyordu. Bunların yanında, atın ve tankların altında ezilip kanlı bir hamur haline gelmiş, şurasında burasında kırık kemik parçaları gözüken cesetler vardı. Arkada, kanlı ve çamurla üniformaları içinde korkudan gerilmiş yüzleriyle iki düşman ordunun erleri kıyasıya savaşmaktaydılar. Arka planda, savaş alanı dışında subaylar vardı; bir bölümü kadın ve kızları gebe bırakmaya uğraşırken, bir bölümü konyak şişesini kafaya dikmiş kafayı çekiyor, bir başka bölümü ise, tüm bir bölüğün donanımına yetecek parayı havaya savuruyordu. Ressam bu tabloyu atölyesinin bir duvarına asmıştı. Bir gün atölyeye yaşlı bir ziyeretçi geldi. Eski bir general olduğu her halinden, her davranışından belliydi. Tabloyu görünce dehşetle irkildi. “Bu resim yalan söylüyor” diye bağırdı, “savaş asla böyle olmadı.” Gözlerini kısmış tabloyu süzüyordu. Bu sırada, param parça olmuş bir ölü kafasının ardında, başındaki miğferi çapkınca arkaya itmiş, davul çalıp şarkı söyleyerek savaş alanına doğru koşan ufak tefek bir eri keşfetti... General, ressamdan bu detayı satın aldı. O bölüm tablodan kesilip çerçevelendi. Gelecek kuşaklar bu resme bakarak Isonzo savaşı hakkında fikir edineceklerdi.” 
Türkçe çevirisi Melahat Togar’a ait Kunert’in öyküsü bu şekilde sona eriyor. Üzerinde konuşulmaya değer tarih yanıltmaları, saptırmaları ve gerçek örtmeleri üzerine giydirebileceğimiz bir öykü.
***
ERGİL VE AKÖZ’ÜN DEDİKLERİ
Geçtiğimiz hafta içinde düzenlenen iki konfesansa izleyici olarak katıldım. İlkinde Prof. Doğu Ergil, ikincisinde Sabah Gazetesi Yazarı Emre Aköz konuşmacı oldular. Ergil’in perdeye yansıyan son derece akademik sunumunda, “o ve öteki”ni ayrıştıran sebeplerle bunun sonuçlarını izaha çalışan sağlam ifadeler vardı. Baştan sona “demokrasi ve onun nimetlerinin getirisi” üzerinde duran Ergil, kavramları iyi anlamak gerektiğine dair mesajlar vererek konuşmasını tamamladı. Herhangi bir alanda uzman olmadığını, güncel gelişmeler üzerine yazılar yazdığını belirten Aköz’ü ilgiyle takip edenler kadar, tepki gösterenler de az değil. Aköz de, demokratikleşme olmadan Türkiye’nin bir yere varamayacağınına vurgular yaptı. Hukukun üstünlüğünü gerçek anlamda uygulayan, vesayet rejimini doğuran unsurlara pirim vermeyen, bürokrasinin haddini bildiği bir Türkiye görmek istediğini ifade etti. Genç nüfusa sahip Türkiye’nin, Osmanlı’dan tevarüs eden büyük enerjisinin vesayet rejimleriyle bir yere varamayacağının altını çizdi.
Doğudan batıya bütün Türkiye’nin, hukukun üstünlüğünü gerçekleştirme çabasına engel bürokratik oligarşilere, partilere ve sözde sivil toplum kuruluşlarına artan tepkisi normalleşmeyi beraberinde getirecektir.

26 Nisan 2010

Yüzyılın Başında Konya


Geçmiş zamanlarda şehirler üzerine yapılmış çalışmaların kıymetini şimdi daha iyi anlıyoruz. Salnameler, şehrengizler, temettuat defterleri, tapu tahrir kayıtları, seyahatnameler bir şehrin gelişim ve değişimleriyle birlikte muhtemel birtakım problemleri çözmekte önemli kaynaklar olurlar.
Arapkirli Doktor Nazmi Aziz Selcen (1887-1945), “Türkiye’nin Sıhhi İctimai Coğrafyası-Konya Vilayeti” adlı kitabını 1922 yılında neşretmiş. Konya’da bir dönem Sıhhıye Müdürü olarak da görev yapan göz hastalıkları uzmanı Doktor Nazmi, bu eseri, 10 Mart 1921 tarihinde “Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye Vekaleti” –şimdiki adıyla Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı- görevine getirilen Dr. Refik Saydam’ın, illerde görev yapan Sıhhiye Müdürlerine gönderdiği yazı üzerine kaleme almış. İllerden gelen raporlar doğrultusunda o dönem Türkiyesinin sağlık verileri başta olmak üzere diğer istatistikleri bir üst başlık altında yayınlanmış. Bir tür monografi olarak düşünebileceğimiz bu raporlarda ülkenin sadece bir sağlık haritası çizilmemiş, coğrafi özelliklerden iklim bilgilerine, aşiretlerden köylere, inançlardan bulaşıcı hastalıklara kadar detaylı bilgiler verilmiş. Kitaptan elde ettiğim verilerden bazılarını zikretmek istiyorum.

Toplam 11 ilçeye sahip Konya’nın genel nüfüsu 500,966 kişi. Bir maden işletmesi bulunmayan il merkezinde, 10 köyün bağlı bulunduğu Sille Nahiyesinde işletilen taş ocağı sayısı 12. Yazarın, taşların şehre naklinin pahalı olması sebebiyle bir dekovil (raylı sistem) öneriyor olması dikkat çekici.
O dönemin ahalisi, genellikle fes üzerine sarık sarıp lata ve elifi şalvar giyiyor. Esnafın kıyafeti ise abani sarık, şalvar ile alelade palto ve ceket. Kasaba ve köy gençleri, paçaları topuktan dört parmak yukarıda kısa bir potur, ayaklarına kovançları uzun bir mest ve kundura veya yemeni takıp baldırına silahlık ve kuşak sararak üzerine mintan ve fermene, fes üzerine de yemeni bağlıyorlar. Konya kadınlarının çoğu, geniş ağlı don ve başlarına şemle (çelme) silme tabir ettikleri yünden imal edilmiş bir setre ile yalnız bir gözü hariçte bırakmak suretiyle örtünüyor. Zengin olanları ise başlarında fes olduğu halde çarşaf giyerlermiş. Fakirliğin diz boyu olduğu günlerde kullanılan giyim-kuşam isimlerine dikkat çekmek isterim.

Düğünlerde silah atmak, otuz arabadan yüz arabaya kadar gelin alayları tertip etmek, lohusa kadınlara paluze pişirip göndermek, şimdi olduğu gibi Receb ayının ilk kandilinde eşe dosta “pişi” dağıtmak, kandil sabahı çocukların kapı kapı dolaşıp “şivli” diye bağırarak, kendilerine ikram edilen üzüm ve karışık leblebileri heybelere doldurması gibi bazı geleneklerin halen devam ediyor olması gayet güzel.
Kimi bâtıl inançlara rağbet o dönemde halkın eğitim durumunun zayıflığı sebebiyle daha kuvvetli görünüyor. Halk doktora, hastaneye rağbeti giderek arttırsa da, türbe ve tekke ziyaretleri, efsun-büyü işleri, Mayıs ayında sülük tutunmak oldukça yaygın.
Merkez ilçede 75 yataklı mülki, 300 yataklı askeri hastaneden başka Amerikan Muavenet Heyeti’nin yönetiminde 40 yataklı bir hastane, Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin, 7. Adana Hilal- Ahmer Hastanesi adıyla açtığı 200 yataklık bir hastane ile savaş nedeniyle askeriyeye tahsis edilmiş çaşitli binalardan 2000 yataklı bir asker hastanesi mevcut. “Hadika-i Sıhhat”, “İstikamet”, “Sıhhat”, “Şifa” ve “Osmanlı” adını taşıyan beş eczane ile Eczacı Asaf Bey idaresinde on bin Lira sermayeli bir ecza deposu hizmet vermiş. O yıllardan günümüze gelebilen bir eczane var mıdır bilmiyorum.

Eğitim süresi 12 senelik “Sultani”, 4 senelik “Mekteb-i Sanayi” ve 150 öğrencisi olan “Darul’eytam” (Çocuk Esirgeme kurumu), 10’u erkek ve 8’i kızlara ait olmak üzere 18 “Mekteb-i İbtidai” (İlkokul), “Darul’irfan” adında özel bir ilkokul ve farklı büyüklükte 8 adet “Sıbyan Mektebi” mevcut. Konya merkezde sayısı 53’ü bulan medreselerin 20 kadarı hariç diğerleri yıkılıp gitmiş. İşte burası son derece vahim.
Alıntılar yaptığım Doktor Nazmi’nin kitabını sadeleştirip yayına hazırlayan Yrd. Doç. Dr. Mehmet Karayaman. Haziran 2009 doğumlu kitap, Çizgi yayınlarından çıkmış. Meraklısına...

Lale; Bir Devrim Bir Devir

Lale, bizde bir devrin, Kırgızistan’da bir devrimin de adı oldu. Her ikisinin sonu da bazı yönleriyle birbirine benziyor.
Bizim buralarda laleler açarken, Kırgızistan’daki “Lale Devrimi”nin beşinci yıldönümünden iki hafta sonra/geçen hafta ülkenin kuzeyindeki Talas kentinde başlayan, ardından başkent Bişkek’e yayılan isyanlar, ülke siyasetini baştan şekillendirdi. Sovyetlerin çöküşünden sonra Kırgızistan’da, halkın Lale Devrimi ertesi yaşadığı hayal kırıklığını yeni devrimin sebebi sayıyor uzmanlar. Tarih tekerrür etti. Akayev gitti Bakiyev geldi.  Şimdi o da yok. Bakalım kimler çıkacak bunun altından?
Oralarda olup biteni bir kenara bırakarak, tarihin yapraklarından birini aralayıp bir devre adını veren bu hoş bitki hakkında hasbihal edelim. Lale Devri, Osmanlı Devleti'nde, 1718 yılında Avusturya ile imzalanan Pasarofça Antlaşması ile başlayıp, 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanı ile sona eren dönemin adıdır. Devin padişahı III. Ahmed, sadrazamı ise Nevşehirli Damat İbrahim Paşadır. Zevk ve sefâ devri olarak bilinir.
O devirde lale pek eşsiz, pek efsunkâr bir çiçektir. İstanbullular, öylesine âşıktırlar ki, hakkında en mahsus şarkı ve gazelleri Nedim’den duyarlar:
“Erişti nevbahar eyyamı açıdı gül-ü gülşen;
Çırağan vakti geldi, lâlezarın dîdesi ruşen.
Çimenler döndü ru-yü yare reng-i lâle vü gülden.
Çırağan vakti geldi, lâlezarın dîdesi ruşen.”
    Aynı yıllarda Osmanlı mülkü Anadolu’da Ercişli Emrah şöyle demektedir:
“Tutam yâr elinden tutam,
Çıkam dağlara dağlara
Olam bir yaralı bülbül,
İnem bağlara bağlara.”
Lâle gönüllerde eşsiz bir hükümdardır. Bütün sohbetler onun üstüne kurulur. “Filan efendinin bahçesinde bir lale türemiş de, gören bayılıyormuş...” Halka da bulaşan lale modası ortalığı kasıp kavurmaktadır.  Fiyatlar alıp başını gitmiştir lakin. 1722 yılının Eylül’ünde Padişah III. Ahmed bir ferman yayınlar. Her lale cinsinin fiyatının belirlenmesi için istanbul Kadısı’na buyruk verir. O kadar pahalanmıştır ki lale fiyatları; he şu “Mahbub” adı verilen lale yok mu? Hınzıra güç yetmez ki alına! Tam bu sıralar, önüne gelen “benim lalem daha değerlidir” demeye başlar. Lale piyasasında haksız kazanç alıp başını gitmiştir. İstanbul bu sebeple karışmak üzeredir. İki yüz otuz dokuz cins lale devrin düzenini bozmak üzeredir. Devlet bu duruma daha fazla seyirci kalmaz. Mahkeme kararıyla Vefalı Mehmed Bey’in yetiştirdiği “Niz-i rummanî” adlı laleye en yüksek fiyat biçilir ve ortalık durulur. (Bkz. M. Uluğtekin Yılmaz, Osmanlının Arka Bahçesi, Ankara, 1998). 
Hollanda’da var bir lale çılgınlığı. 1624 yılında başlayıp 1637 yılında bitmiş. Öyle ki, fiyatların hızla yükselmesiyle kimi lale türleri gemilerle takas edilmiş, bir lale soğanının fiyatı Amsterdam’da bir ev fiyatına eşdeğer hale gelmiş.
Osmanlı Devleti’nde Lale Devri’nin sonu, Patrona Halil İsyanı ile başlar. Bu ayaklanma 28 Eylül 1730da başlayıp üç gün sürmüştür. Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa idam edilmiş; Sultan III. Ahmed tahttan indirilmiş, tahta I. Mahmud getirilmiş ve sonradan Lale Devri adı verilecek devir sona erdirilmiştir.
Lale’ye dikkat etmek lazım...

31 Mart 2010

Beraberlik

Beraberlik
Sonra Almitra tekrar konustu: 'Peki ya beraberlik? '

Ve o cevap verdi:

'Siz beraber dogdunuz ve hep öyle kalacaksiniz.
Ölümün beyaz kanatlari, sizin günlerinizi
dagittiginda da beraber olacaksiniz.

Siz Tanri'nin sessiz belleginde bile beraber olacaksiniz.

Fakat birlikteliginizde belli bosluklar birakin.

Ve izin verin, cennetlerin rüzgarlari aranizda dans edebilsin...

Birbirinizi sevin; ama sevgi bir bag olmasin,
Daha ziyade, ruhlarinizin sahilleri arasinda
hareket eden bir deniz gibi olsun.

Birbirlerinizin bardaklarini doldurun;
ancak ayni bardaktan içmeyin...
Ekmeklerinizi paylasin; ama
birbirinizinkini yemeyin...

Beraberce sarki söyleyin, dans edin, cosun;
fakat birbirinizin yalnizligina izin verin;
Tipki bir lavtanin tellerinin ayri ayri olup,
yine de ayni müzikle titresmeyi bilmeleri gibi...

Birbirinize kalbinizi verin; ama digerinin saklamasi için degil;
Çünkü yalnizca Hayat'in eli, sizin kalplerinizi kavriyabilir...

Ve yanyana ayakta durun; ama çok yakin degil,
Çünkü bir mabedin ayaklari arasinda mesafe olmalidir;
Ve mese agaciyla, selvi agaci,
birbirinin gölgesi altinda büyüyemez.'
 
Halil Cibran

03 Ocak 2010

Yılbaşı Neyiniz Olur?



Hıristiyan dünyada bütün kutlamalar, İsa Nebinin kimliği etrafında şekillenir ve kilise sakramentleri, törenler ve geleneksel kutlamalar bu çerçevede yapılır. Bütün bunların ortaya çıkışında üç temel hadiseyi görürüz; babasız doğumu, çarmıhta ölümü ve üç gün sonra dirilişi. Doğum tarihi konusunda, doğu ve batı kiliseleri arasındaki farklı tarihler, temel bilgi kaynağı olması gereken Yeni Ahit rivayetlerinin tutarsızlığı ve meselenin sonraki asırlar içinde paganist-mitolojik boyut kazanmasından kaynaklanır.


Konunun yer aldığı, açık ve net bir tarih görmediğimiz Matta ve Luka’dan gelen rivayetler, birbirini tutmaz. Matta’ya göre (2:1) İsa, M.Ö. 37 ila M.Ö. 4 yılları arasında Filistin’i Roma adına yöneten Antipater oğlu Kral Büyük Hirodes zamanında Yahudiye Beytlehem’inde dünyaya gelir. Gökte İsa’nın yıldızını gördüklerini söyleyip Doğudan Kudüs’e gelen müneccimler onu hararetle ararlar. Bunu duyan Hirodes, gelecekte Yahudilerin kralı olacak kişinin kendi saltanatını ortadan kaldıracağı korkusuyla, Beytlehem ve bütün Filistin’de iki yaşından küçük erkek çocukları katlettirir. Melek Cebrail, rüyada Yusuf’a görünerek anası Meryem ile çocuğu Mısır’a kaçırmasını söyler. Yusuf, bir gece vakti denileni yapar ve kalkıp Mısır’a gider, Hirodes’in ölümüne kadar Filistin’e dönmez. Buna göre İsa, Hirodes’in saltanatının en geç M.Ö. 4. Yılında veya bundan birkaç yıl önce doğmuş olmalıdır. İsa’nın doğumunun Hirodes’in saltanatının hangi yılında doğduğu bilgisi bulunmadığından, burada zikredilen bilgiye bakarak bir sonuca ulaşmak mümkün değildir.


Luka’nın rivayetine göre ise İsa, Roma İmparatoru Augustus’un Suriye Valisi olan Kirinius’un idareciliği döneminde yapılan genel nüfus sayımında dünyaya gelir. Matta ve Luka’da anlatılan bu iki bilgi birbiriyle uyuşmaz. Çünkü iki tarih arasında oldukça farklı bir zaman söz konusudur. Luka’daki bilgiler, İsa’nın doğumunun, Yahudiye ve Samariye bölgesinin idaresinin Suriye’deki Roma Valisinin hakimiyetine geçtikten sonra, yani M.S. 6 yılında veya bundan sonraki bir tarihte olmasını gerektirmektedir. Ayrıca Luka, Yahya’nın ana rahmine düşüşünü anlatırken, hem Matta hem de, az önceki kendi rivayetiyle çelişir. Luka, Yahya’nın annesinin Hirodes zamanında Yahya’ya hamile kalışının 6. ayında melek Cebrail’in Meryem’e görünerek İsa ile müjdelediğini anlatır. İsa’nın bu müjdelemeden altı ay sonra doğması gerektiği düşünülürse, İsa, Kirinius zamanında değil, Hirodes’in saltanatı zamanında veya ondan en geç bir yıl kadar sonra Hirodes’in oğlu Arhelas ‘ın hükümranlığının ilk yılında doğmuş olması gerekmektedir. Bu bilgiler ve İsa’nın doğum tarihini araştıranlar, İsa’nın miladın başlangıcı olarak gösterilen tarihten birkaç yıl önce, M.Ö. 4 yılında veya bu tarihten iki-üç yıl kadar önce doğmuş olabileceğinin tahminini yapmaktadırlar.


Bütün bunlara ilaveten, İsa’nın kış mevsiminde doğmadığı kesin görünmektedir. Çünkü Luka’ya göre, İsa doğduğu zaman çobanlar çayırlarda sürülerini otlatmakta idiler (2:8). Eski Ahit, kış mevsiminin çobanların açık havada barınamayacak kadar yağışlı olduğunu (Ezra 10:9, 13), söylemektedir. Çobanlar, Ekim ayının en geç ortasında sürülerini yüksek otlaklardan indirmekte idiler. Ayrıca, Yahya’nın Yahudi Fısıh bayramında doğduğuna ve fısıh bayramının 15 Nisan’da kutlandığına bakarak, Yahya’dan altı ay sonra doğan İsa’nın Ekim ayı içinde doğmuş olması gerektiği, hesaba uygun düşmektedir. Sonuç olarak İsa’nın doğum tarihini tesit etmek mümkün değildir.
Doğu kiliselerince 6 Ocak, batı kiliselerince 25 Aralık olarak gösterilen tarihin de İsa’nın doğum günüyle ilgisi bulunmamaktadır. 6 Ocak tarihi, putperest Greklerin zaman tanrısı Aion anısına kutlanan bir bayrama, 25 Aralık da, Roma putperestlerinin güneş tanrısı anısına kutlanan bir bayrama dayanmaktadır. İsa’nın doğum gününün eski dünyada kış gündönümü olarak bilinen 21 Aralık değil de, 25 Aralık tarihine atfedilmesi, ayrı bir tarih hatasıdır.


İsa’nın doğumu anısına kutlanan bayramlarla ilgili en eski tarihin 325 veya 336 yılı olduğu belirtilmektedir. Buna göre Noel, İmparator Konstantin’in saltanatının sonundan itibaren kutlanmaya başlanmıştır. 354 yılına gelindiğinde, dönemin Papası Liberius, 24 Aralık’ı 25 Aralık’a bağlayan geceyi İsa’nın doğum günü ilan etmiştir. M.S. 4. asırda Myra, bugünkü Kale ilçesinde yaşadığına inanılan Aziz Nikolas’ın doğal olarak İsa’nın doğumuyla hiçbir ilgisi yoktur. Geçmiş kültürlerden gelen Noel kutlamalarına, sonradan pagaist unsurlar ilave edilerek bir Noel ağacı eklenmiştir. Buradaki ağaç figürü, kaynağını meşe, defne ve çam gibi yapraklarını dökmeyen ve ebedi gençlik ve yaşam sembolü sayılan ağaçlardan almaktadır. Noel ağacının süslenmesi geleneği de kelt rahiplerinin tanrılarına astıkları armağanlardan, çam kesme işi de, Baltık kökenli Tötonlar’dan kalmıştır.
Günümüz Hıristiyanlarının kahir ekseriyeti, geçmişteki gibi İsa’nın doğum günü arefesinde oruç tutmamakta, doğum gününün gecesini de ibadetle geçirmemektedirler. Bütün bunların ışığında, Hıristiyanlıkla da ilgisi olmayan Noel kutlamalarının Müslüman ülkelerde ne hakla kutlandığını anlamak kabil değildir.
Geride kalan hicri yılbaşınızın, aşuranızın ve şimdiden yeni takvimle gelecek olan 2010 yılının hayırlara vesile olmasını dilerim.

Mesnevi’yi Okumamış Olanlar İçin


                                                                       
Doç. Dr. Derya Örs ve Doç Dr. Hicabi Kırlangıç tarafından, tercümesi 3 yıllık bir çalışma sonunda tamamlanıp 2007 yılında Konya Kültür A.Ş. tarafından yayınlanan Mesnevi’yi okuma fırsatım oldu. Eserin 1, 5 ve 6. Defterleri Derya Örs, 2, 3 ve 4. Defterleri Hicabi Kırlangıç tarafından Türkçeye çevrilmiş. Mütercimlerin ortak bir çeviri diline ulaşma çabası sonuçsuz kalmamış. Gayet akıcı ve anlaşılır bir Türkçe çeviriye sahip eser küçük boy 7 ciltten oluşuyor.
“Çeviriye Dair Birkaç Söz”de, utangaç bir eda ile, “piyasada bunca Mesnevi çevirisi varken, yeni bir çeviriye ihtiyaç var mıydı?” sorusuna cevap olarak, “Mesnevi’yi Türkçesi ile birlikte aynı zamanda aslından, yani Farsça metninden takip edebilen dikkatli okuyucunun mevcut çevirileri birbiri ile kıyaslayarak bizzat verebileceği” şeklinde bir açıklama yapmış mütercimler.
Okurken altını çizdiğim yerlerden oldu. Bunlardan çoğu öykü sonlarına düşen özlü cümleleri değerli okur ile paylaşmak istedim.

• Akıllılar sabra iştahlıdırlar, helvaysa çoluk çocuğun arzusudur.
• Bilgi ve hikmet, helal lokmadan doğar. Aşk ve incelik helal lokmadan meydana gelir.
• Bahar yağmurunun yararı pek şaşırtıcıdır. Güz yağmuru bahçeye sıtma gibi gelir.
• Bizim uyumamız ve uyanmamız, ölümün ve mahşerin varlığına iki tanıktır.
• Bu dünyayı kendisi için ab-ı hayat görene, ölüm, başkalarından daha çabuk gelir çatar.
• Her malın değerini bilirsin de, kendi değerini bilmezsin. İşte bu ahmaklıktır.
• Düşüncen gül ise gül bahçesisin. Eğer dikense külhan yakıtısın.
• Ben dünyayı araştırdım da, iyi huydan güzel yetkinlik görmedim.
• Kulak çöpçatandır, göz ise vuslata eren. Göz gönül ehlidir, kulaksa söz ehli.
• Önce düşünce, sonra eylem gelir. Bil ki, ezelden beri dünyanın temeli böyledir.
• Kötü huyla bir araya gelmiş güzel yüz, beş para etmez.
• Akıl sahibinden cefa gelmesi, cahillerin vefasından iyidir.
• Çirkini güzelden ayırt edebilmen için gönül aynan temiz olmalı.
• Bu dünya dağdır. Sözlerin yankılanıp sana gelir.
• İşler konusunda danışmak vâciptir. Böylece işin sonunda pişman olma riski azalır.
• Ömür yüz yıl mühlet de verse, o her gün önüne yeni bir bahane koyar.
• Can her geceyi denesin diye, geceler içinde gizli kadir gecesidir hakikat.
• Söz yuva gibidir, anlam kuş gibi. Beden ırmak, ruh da akarsu gibi.
• Kaya ve mermer taşı bile olsan, bir gönül sahibine ulaşınca mücevher olursun.
• Umutsuzluk semtine gitme, umutlar var. Karanlığa doğru gitme, güneşler var.
• Ok gibi doğru ol da, yaydan fırla. Çünkü hiç kuşkusuz yaydan her doğru olan fırlar.
• Konuşmak için önce dinlemek gerekir. Konuşma semtine dinleme yolundan gir.
• Ucuza alan ucuza verir. Çocuk, bir inciyi bir somun ekmeğe verir.
• Toprak ol da, rengarenk çiçekler bitiresin.
• Şekillere takılıp kalırsan puta tapıcısın. Şekli bırak da anlama bak.

Üst fotoğraf: Hamit Yalçın