11 Ekim 2007

Batı’nın Yakın Geçmişi ve Biz

2006-12-14/20:37:00
İkinci Dünya Savaşı kanlı bir savaştan öte, katliam ve soykırım girişimleriyle tarihe damgasını vurdu. Savaş ilan edildiğinde, birçok ülkede kitleler tarafından sevinç ve coşkuyla karşılandı. Liderler, askerlerini cepheye sürmekten büyük bir gurur duydular. Darwin’in evrim teorisi, Sosyal Darwinizm denilen kavrama giydirildi. Amerikalı tarihçi Thomas Napp’a göre bu savaş sürpriz değildi. 1914 öncesinde, Avrupa’da geniş çevrelerce savaş isteniyor ve bekleniyordu. Her taraftan pek çok Avrupalı savaşı neşeyle karşıladı. Savaşın arındırıcı, heyecanlı, gençleştirici olduğu düşünüldü. Çoğu Avrupa ülkesindeki eğitim sistemi bir tür Sosyal Darwinist rekabet mantığına kapıldı ve bu mantıkta savaş canlandırıcı ve onurlandırıcı olarak görüldü.

Savaş, Almanya’dan Rusya’ya, Kuzey Afrika’dan Japonya’ya kadar milyonlarca insanı etkiledi. 7 Mayıs 1945 günü General Jodl, Almanya’nın teslim belgesini imzaladı. 14 Ağustos 1945’te Japonya, kayıtsız şartsız teslim olmayı kabul etti ve teslim belgesini ise 2 Eylül 1945’te imzaladı.
Savaşı izleyen yıllardan itibaren Batı toplumu yaralarını bütünüyle tedavi edemedi ve kendini, ahlaki değerleri yozlaştıran, hiçe sayan bir buhrana kaptırdı. Bununla birlikte teknolojide tahmin bile edilemeyen gelişmeler, bazı ülkelerde ekonomik patlamalara yol açtı. Sınırları zorlayan üretim, tüketicilerin kafasında zoraki ihtiyaçların dışında henüz tanışılan yeni ihtiyaçların karşılanması için daha fazla kazanmanın gerekliliği düşüncesini doğurdu. Batı insanı, nesneler dünyasında kaybolarak kendini bir nesne haline getirdi. Eski olanın zararlı olduğuna inanıldı. Bunu, ortaçağ dönemlerinde manastırın hegomonyasına karşı kazanılan zaferin benzeri olarak görmek isabetli olacaktır.

Altmışlı yıllarda, Batı’nın en tutucu bilinen ülkelerinde bile ortaya çıkan yeni devrimler, toplumları yeni sosyal isyan yenilenmeleriyle karşı karşıya getirdi. Hürriyet ve adalet savaşları, kimilerini cinsel devrim döngüsüne sokarken, kimilerini de metafizikle tanıştırdı. İşin ilginç yanı, her iki eğilim taraftarlarının da yaptıkları işin kutsal olduğuna inanmaları oldu. Bir süre sonra modası geçen cinsel devrim, iyiden iyiye insanları ikinci eğilime yönlendirdi.
Altmışlı yıllardan sonra, Batı toplumlarında İslam’a ve Asya’nın mistik dinlerine rağbet arttı. Bazı ülkelerde idol sayılan şahısların ve karşı renge mensup kitlelerin özellikle İslam’ı din olarak kabul ve ilanları, mesela Amerika’da, yöneticiler tarafından dillendirilmese de teskin edici bir sosyal hareket olarak algılandı.

Günümüzde ise, Batı’nın derin inanç ve sosyal doyum arayışları yetmişli yıllardan itibaren yeni yahut eskinin devamı olarak devam ediyor. Dükkânlarda büyücülük ve fal kitapları, iksir malzemeleri satılıyor. Televizyonlarda büyücülük ve fal konulu dersler, bilgilendirmeler yapılıyor. Bizim buralarda cinci büyücü efendi ve hanımlara gidildiği gibi, oralarda da bizimkine benzer yerlerde şifa dağıtan insan hatta kurumlara müracaat ediliyor. Los Angeles’te binlerce insan “Şeytan’ın Kilisesi”ne giderken, herkese açık âyinler yapılıyor. Gizli sanatlar, gizli ilimler, çağdaş simyacılar, nevzuhur peygamberler, yeni felsefeler, yeni sentezler, yeni tarikatlar ve tarikat liderleri büyük ilgi görüyor. Buna rağmen kimsenin putuna zarar gelmiyor.
Bütün bunlar, evrensel anlamda şuurlu-şuursuz inanma’nın kaçılamayacak ihtiyaçlar listesinin başında geldiğini gösteriyor. Homo sapiens (ilkel zeki insan), hiçbir zaman homo religious (dindar insan) olma özelliğini yitirmiyor.

Batıya yönümüzü döndüğümüz günden beri, salt iktisadi ve sosyal iyi örneklerden ibret almak ve bunları gerçekleştirmek yerine, kimseye hayrı olmayan, bir işe yaramayan, içi doldurulmamış, ne anlama geldiği konusunda bir türlü ittifak sağlanamayan ithal yahut nev’i şahsına münhasır yerli kavramlar arasında bocalayan sosyal yapımızın, akl-ı selim adamlar ve yollarla giderilmesi zamanı çoktan geçti. Dini yahut felsefi yönelişlerin hukuk ve maslahatlara uygun şekilde yürümesini ve siyasal eğilimlerin bunları kendi algılamalarına göre söylemlere dönüştürmelerini bitirmelerini umuyoruz. Türkiye’nin, bütün toplumu etkileyecek şekilde yukarıda izah etmeye çalıştığımız cinsten bir değişimi/arayışı olmadı. Türlü yanıltma ve kasıtlara rağmen ülke insanının kendi içinde sürekli bir uzlaşma içinde olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu durum esasen memleket muktedirleri açısından nimettir. Hedefi aynı olmayan, kavramlar arasında boğulmuş toplumun ülkeyi adam etme şansı yoktur. İhtiyacımız olan şey, çok tahammül, bilgelik ve bunları yerli yerinde kullanacak uzlaşmış siyasi erk.

0 yorum: