Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

28 Aralık 2008

Cumartesi Vahşeti



29.12.2008

Oturduğum yerde kalakaldım öylece.
Tıkanıp kaldım.

“İsrail’in, Hanuka Bayramı’nın (Işıklar Bayramı) son gününde düzenlediği ve adını da bayramdan esinlenerek “Dökme Kurşun” koyduğu saldırıda ölen Filistinlilerin sayısı (Cumartesi akşamı itibarıyla) 225’e yükseldi. Yaralı sayısı belli değil.”
Haberler böyle geldi Gazze’den.

Söz konusu Filistinliler olunca, kendi kuralını çiğnemekten geri durmuyor İsrail. Oysa İsrail’de Hanuka Bayramı kutlanıyordu. Son günüydü Hanuka’nın.

Üstelik günlerden Cumartesi’ydi.

Hani avlanmazdınız Cumartesileri. Hani çalışmaz, işe gitmezdiniz. Hani Cumartesi olunca mutfağınızda sıcak yemek bile yemezdiniz...

Atalarınızın, IV. Antiyokus’tan Mabed’i kurtardıkları günün anısına sekiz kollu şamdanlar yakıp dualar ederdiniz Hanuka Günü de, başka bir şey yapmazdınız. Zulmün, çağlar boyu en derinini kendinizin yaşadığını iddia ederdiniz bir de. “Tanrım sana Hanuka ışıkları için teşekkür ederiz. Bu ışıklar bize hürriyetimizi koruma cesaretini versin.”, “Tanrım ailemizi bu mutlu günde toplanmasını sağladığın için sana teşekkür ederiz.” diyordunuz bayramınız boyunca.

Mutlu günlerinizde neler yapabildiğinizi bütün dünya gördü.

Öteki komşularınız bugünlerde Noel sarhoşu. Sizde bayram, onlarda bayram. Elinizdeki bütün bombaları fırlattınız çocukların, yaşlıların ve kadınların üstüne.
Hanuka’nın son günüydü ve Cumartesiydi oysa.

Müslümanların İsrail’le barışma ihtimali ne kadar gerçekçi değilse, İsrail’in Müslümanlarla barışması o kadar yalandır.
Şu sebeple: “Ele geçen her adamın gövdesi delik deşik edilecek ve tutulan her adam kılıçla düşecek. Yavruları da gözleri önünde yere çalınacak, evleri çapul edilecek ve karıları kirletilecek.” Tevrat, İşaya-13/15-16.

Filistin’i güvenlik üslerini bombalamak için vurduklarını söylemişlerdi saldırıların sonrasında. Gazze’de taş üstünde taş bırakmadılar. 60 savaş uçağı ile saldırdılar. 60 uçağa karşı çaresizlik… Bu vahşetten öte bir şeydir. Yapmışlardı da, bu kadarı görülmemişti. Görüntüler can yakıcı. Okul saati, sivil yerleşim yerlerini vurdular. Çocuklar ölüyor durmadan. Sürekli edebiyatı yapılan, “BM Çocuk Hakları Sözleşmesi” diye bir şey mevcut. Çocukları korumak amacıyla kurulmuş ve kısa adı UNICEF olan bir yan kuruluşu var BM’nin. Asla oralarda olmayacaklar.

Ailesinin düğünden döndüğü sırada annesinin kucağındayken alnından tabancayla kurşunlanarak öldürülen Ziyauddin et-Tumeyzi’yi, Baba Cemal ed-Durre’yi; arkasında çocuk olduğu uyarısını yaptığı halde işgalci askerler adeta bir av yakalamışçasına ateş etmişlerdi. Aynı Gazze’de, annesinin kucağında bulunduğu sırada top şarapneline hedef olarak dört aylıkken hayatını kaybeden İman Haccu’yu… unuttuk değil mi?

Gazzeli Müslümanlar şunu anlasınlar: Kendilerine Allah’tan başka yardım edecek kimse kalmamıştır. Yeryüzündeki milyarlarca Müslüman, Cumartesi günü yapılan saldırılara karşı bir şey yapamamıştır. Bu sebeple; “Ey İsrailoğulları! Sizi rızıklandırdığımız şeylerin temizlerinden yiyin ve bunda aşırı gitmeyin, sonra üzerinize gazabım iner. Kimin üzerine de gazabım inerse, muhakkak o düşer mahvolur.” (Ta-Ha 80-82) ayetinin vâki olacağı günü beklesinler. Ben şöyle dua ettim:

“Müslüman liderlerden hiçbir şey istemiyorum Ya Rabbi! Sen Filistin’i hiç kimsenin yardımına, insafına ve vicdanına bırakma. Onların Rabbi sensin, sahibi sensin. Onların intikamını kimseye bırakma.” (Amin).

25 Aralık 2008

Biz Biziz de Siz Kimsiniz?

21.12.2008
Ermeni Diasporası'nın beceremediği bilgi saptırma/akıl karıştırma işini, kendilerini diasporanın Türkiye şubesi gibi gördüklerini düşündüğüm birkaç şahıs nasıl bir sürece soktu gördünüz. Başbakandan tutun da, özür dile/asıl sen özür dile kampanyalarına kadar herkes bir şekilde bu sürece dahil oldu.

Kampanyayı başlatan ve kampanyanın sözcülüğünü yapan Ahmet İnsel, Baskın Oran, Cengiz Aktar ve Ali Bayramoğlu’nun imza attığı metinde, “1915’te Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı “büyük felaket”e duyarsız kalınmasını, bunun inkar edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum” deniliyor.

İçlerinden biri hızını alamayarak; “özür dilemek bir yana, on yıllarca böyle bir sorunun varlığından bile bahsedilmediğini belirterek, “bir insani rahatsızlığı dile getirmek” istediklerini vurguluyor.

Bir diğeri; “İşte özür diliyorum. Tüm bunların konuşulmamış olmasından dolayı özür diliyorum. Tüm bunların yeterince paylaşılmamış olmasından özür diliyorum. Bu meselenin üzerinin bir şekilde kapatılmış olmasından özür diliyorum ama bu şahsi bir özür tabii ki... Kimseyi bağlayan bir girişim değil...” diyor.

Bu işin “şahsi girişim” olmayacağını bal gibi biliyorlar aslında. Ortaya koydukları belge filan da yok. “Amerika Ermeni Asamblesi” adlı kuruluş, bu şahısların 1915 olayları için Ermeniler’den özür dileme kampanyasına başlamasını, Türkiye’nin soykırım geçmişiyle yüzleşmesi sürecinin ilk adımı olarak değerlendirmiş. Soykırım iddiacıları, yeni tasarılar için bu şahısların açıklamalarını da delil olarak kullanacaklardır.

Çok değil, daha 16 sene önce, Hocalı’da Ermenilerin yaptığı katliama tepki göstermişler mi bunlar? Hayır. İnsani rahatsızlık dedikleri şey, söz konusu başkaları olunca mı akıllarına gelmemiş.

Hatırlayın.
Ocak 1992 yılında Rus kuvvetleri desteğindeki Ermeni militanları, Azerbaycan Hocalı’da 106’sı kadın, 300’ü çocuk bin 300 Türkü katletmiş, katliam sırasında hamile kadınların doğmamış çocukları üzerinde kız veya erkek mi oldukları iddiasına girerek, kasaturalarla karınlarını deşerek çocukları ile beraber öldürmüşlerdi. Bilmiyor olamaz bu adamlar.

Bakın vaktiyle nasıl kucağımızı açmışız Ermenilere;
1839 Tan­zi­mat Fer­ma­nın­dan son­ra, Er­me­ni­le­re 29 pa­şa­lık, 12 ba­kan­lık, 30 mil­let­ve­kil­li­ği, 7 bü­yü­kel­çi­lik, 11 kon­so­los­luk 11 üni­ver­si­te öğ­re­tim üye­li­ği vermişiz. Ma­li­ye Na­zı­rı­mız; Agop Ka­zaz­yan, PTT Na­zır­la­rı­mız; Ga­ra­bet Ar­tin, An­don Tın­gır, Os­kan Mardikyan, Ba­yın­dır­lık Na­zır­la­rı­mız; Bed­ros Hal­laç­yan, Kir­kor Si­nap­yan, Ha­ri­ci­ye Nazırımız; Gab­ri­yel No­rodunkyan, Ha­zi­ne-i Has­sa Na­zı­rı­mız; Mi­ka­el Por­ta­kal­yan ve Sa­kız Ohan­nes Pa­şa... Hepsi Ermeni…

Soykırım yapacak olsa Osmanlı, niçin Ermenileri devlet yönetimine dahil etsin?
Bildiriye imza atan aydıncıklar; işgal kuvvetleri ve işgal kuvvetlerinin desteğindeki Taşnak çeteleri eliyle, Van’da 215 bin, Kars ve civarında 45 bin, Bitlis ve civarında 68 bin, Erzurum ve civarında 30 bin, Muş ve çevresinde 21 bin, Ağrı’da 14 bin Türk’ün katledildiğini, toplam 517 bin 955 Müslüman Türk’ün öldürülerek toplu mezarlara gömüldüklerini, yakıldıklarını ve ırzlarına geçildiklerini muhakkak biliyorlardır.

Madem vicdanınız sızlamış, çözüm üretmek maksadıyla tarafların konuyla ilgili bilim adamı veya araştırmacılarına çağrıda bulunup bir işe yarasaydınız. Kaldı ki, bu tarihçilerin işidir. Belgesiz, bilgisiz tarih nerde görülmüş?

Bize soykırım isnadında bulunmak son derece onur kırıcıdır.
Biz biziz de siz kimsiniz?

03 Aralık 2008

Konya Bir Marka Kent Mi

01.12.2008
Önceki yazımızda, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Türkiye Turizm Stratejisi 2023 ve Turizm Stratejisi Eylem Planı çalışması kapsamında yapacağı icraatlardan bahsetmiştik.

Bakanlığı’nın Konya’yı “marka kent” kapsamına alması ilimiz için büyük avantaj. Valilik bünyesinde kurulacak komite şayet bu desteği iyi değerlendirirse, “Marka Kent Konya” veya “Mevlana Diyarı Konya” cinsinden kuru laflar yerine, sonuca yönelik güzel işler görebilir, Konya’yı başka değerleriyle de tanıtabilir, markalar oluşturabiliriz. Gerçi, strateji planını açıklayan bakanlık yetkilileri ile birlikte MKM’deki toplantıya katılıp renk katan konuşmacılardan özel şirket yetkilisi Pelin Bengisu, Mevlana ile Konya adının birlikte anılagelmesi sebebiyle bizi tebrik ettiğini söylemişti. 1950’lerden itibaren Mevlana’yı anma törenlerinin gerçekleşmesine önayak olan Fevzi Halıcı’nın çabaları bulunmasa ve bu etkinlikler vaktiyle başlatılmamış olsaydı acaba Konya, bugünkü kadar Mevlana ile özdeş olabilir miydi diye soramadan edemiyor insan.

İşin Konya’yı ilgilendiren tarafıyla ilgili olarak, sunumunu güzel hitabetiyle birleştiren İl Kültür Müdürü Mustafa Çıpan, dersine bir hayli çalışmış göründü. Şehirlerin, ülkelere göre daha kolay markalaşabildiğini belirtti. Neyi markalaştıracağınızı belirlemelisiniz dedi. Bütünü markalaştırma yerine, lokal markalaşma çabasının isabetini, Nevşehir-Kapadokya, Denizli-Pamukkale örnekleriyle açıkladı.

Yabancıya, Kapadokya’ya mukabil Nevşehir adı pek bir şey çağrıştırmaz doğrusu. Hz.Mevlana’nın şöhreti yanında Konya sönük kalacaktır. Carlo Colladi’yi bilen çok olmasa da, eseri Pinokyo’yu bilmeyen yoktur. Bunun gibi yani. Yeri gelmişken ben de herkes gibi, Konya-Mevlana demek isterim. Fakat Konya sahip olduğu eserleriyle birden fazla markayı hak ediyor. Öyle de olmalı. Kentsel dönüşümün, “kentsel sönüşüm” yahut “şehrin sonu” olduğunu yazıp çiziyoruz uzun zamandır. Onca boş arazi varken Konya’da, neden şehrin kalbini yaralarsınız? Bu şehrin aktörleri umarım bunun farkındadırlar. Elin oğlu memleketinden kalkıp, acaba şu Karatay Çaybaşı kentsel dönüşümü nasıl olmuş bir göreyim demez ki. Kaldıysa Çaybaşı’nda, fotoğrafını çekeceği evi, konağı, sokağı görmeye gelecektir.

İl Kültür Müdürü’nün sıraladığı “aday lokal marka”ların hiçbiri bana yabancı değil. İnternette yayınladığım Konya’ya ait 1000’den fazla güncel fotoğraf ve özet bilgilerle, bir hemşehri olarak mutluluk duyduğumdan tasarruf etmiyorum. Sayın Çıpan’ın, Konya’da neler markalaştırılabilir başlığıyla anlattıkları son derece bilgilendirici oldu. Bunlar neler bakalım:

-Mevlana ve Mevlevilik; Tasavvuf, Sufizm, Mistisizm
-Konya’nın Selçuklu Başkenti Oluşu
-İlklerin Şehri Çatalhöyük
-Termal Turizm
-Nasreddin Hoca
-Hititler
-Pavlus Yolu
-Av Turizmi
-Huzur Şehri Konya
-Sağlık Turizmi
-Eğitim
-Fuarcılık ve Kongre Turizmi
-Törenler ve Festivaller
-Konya Mutfağı
-Google arama motorunda ilk 100 dünya kenti arasına girmek

Bunlardan Konya’da en etkili faaliyet, Mevlana’yı Anma Törenleri adıyla yapılıyor zaten. 2008’in “Pavlus Yılı” ilan edilmesine rağmen kimsenin haberi olmadı. Nasreddin Hoca 800. yılında Akşehir ile sınırlı kaldı. Yeni Üniversiteler için geç kalındı. İsa’nın doğumunun 2000. yılı ile inanç turizmi es geçilmişti. Giden gelmez. Bu listeye Konyaspor’u ilave etmeyi bir gereklilik olarak görüyorum.

Bakanlığın çabasını destekleyecek bilinçli bir ekip gerekiyor. İşbirliği ve ortak akıl lazım. Sivil toplumu yanına çekecek farkındalık şart. Seyahat acentelerinin desteği elzem. Konya’nın gerek tarihi mirası, gerekse sivil toplumuyla bunu başarabilecek kapasitesi olduğunu düşünürüm hep. Valilikçe oluşturulacak komite, neler marka olabilir sorusundan evvel, biz bu işi kimlerle yapabiliriz sorusuna cevap aramalı. Şayet başarılı olunursa Konya’da ciddi bir iş istihdamı görülebilir, işsizlik problemi bir ölçüde giderilebilir.

Toplantının açılış konuşmasını yapan Büyükşehir Belediye Başkanı Akyürek ile Karatay Belediye Başkanı Hançerli’nin, toplantının başlarında salondan ayrılmaları dikkatlerden kaçmadı. Meram ve Selçuklu Belediye Başkanlarının toplantıda bulunmamaları da… Yanımda oturan izleyicilerden biri bu durumu; onlar konuya zaten vâkıflar. Muhtemelen daha önemli işleri vardır diyerek özetledi. Umarız öyledir.


Kentsel Ölçekte Markalaşma Yahut Nedir Şu Marka Kent

30.11.2008
Geçen hafta içinde, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından düzenlenen “Kentsel Ölçekte Markalaşma Toplantıları”nın 13.süne, “Marka Kent Konya” ayağına izleyici olarak katıldım. Bakanlıkça “Marka Kent” olarak tespit edilen 15 şehirde yapılması planlanan toplantılar, Trabzon ve Şanlıurfa ile sona erecek. Bakanlık yetkilileri, bu kentlerin seçiminde kültürel ve tarihi geçmişin kıstas olarak alındığını ve Adıyaman, Amasya, Bursa, Edirne, Gaziantep, Hatay, Kars, Konya, Kütahya, Manisa, Mardin, Nevşehir, Sivas, Şanlıurfa ve Trabzon şehirlerinin seçildiğini ifade ettiler. Bu toplantılar vasıtası ile Bakanlık, mesajını daha çok yerel yönetimlere vermek istiyor. Değilse şehir şehir gezmek yerine o mesajı oturdukları yerden verirler, kimseler de üzerine alınmazdı.

Toplantıların amacı; “kültür turizminden daha fazla gelir elde edebilmek için şehir yönetimleri tarafından Bakanlığın stratejisine uygun bir eylem planı çıkarılması, valilikler bünyesinde kurulacak komite tarafından gereğinin yapılması ve nihai planın 6 ay içinde merkeze gönderilmesi” olarak açıklandı konuşmacılar tarafından. Söz konusu kültür turizmi olunca, hiç yabancısı olmadığım bu konuyu kişisel anlamda fotoğraf ve yazı ile anlatmaya çabalayan biri olarak, Konya adına umutla baktım geleceğe.

Nedir şu “marka kent”?
Marka, “tüketicinin zihninde oluşturduğu o benzersiz şey, kendini ispat etmiş olan, …” gibi anlamlara geliyor. Bu tanımlama, konuşmacılardan Pelin Bengisu’ya ait. Bengisu, akılda kalıcı marka örnekleri verirken, dünyanın en sağlıksız içeceklerinden biri olan Coca Cola’nın nasıl olup da bu kadar satabildiğinin izah edilemediğini ve daha iyi futbol oynayan başka futbolculara rağmen David Backham’ın hangi özellikleriyle marka haline geldiğini detaylandırdı konuşmasında. Ülke ve şehirleri markalaştıran hususlara değinirken, söz gelimi Almanya’nın dayanıklılık, İsveç’in esneklik, İtalya’nın estetik, Japonya’nın mimari stil ve İspanya’nın çok renklilik tarafının öne çıktığını anlattı. Bunların marka ülke tanımına güzel örnekler olduğunu düşündüm. Fransa’yı yılda 72 milyon kişi ziyaret ediyor ve ortalama 1000 Euro bırakıyor. Çok kültürlü yaşamın izlerini süren yabancılar, geçen yıl 78 milyar dolar para bırakmışlar İspanya’ya. Türkiye’yi, 1978 yapımı “Midnight Expess” (Geceyarısı Ekspresi) filmi ile hatırlayan yabancılar geldi aklıma. Filmin senaristi Oliver Stone, özür dilemiş olsa bile 30 yıldır kalbimizi kırmaya devam etmiyor mu?

Marka kent örneklerine gelince; Paris’in romantizm, Milano’nun moda ve moda tasarımı, New York’un enerji, Washington’un güç, Rio’nun eğlence ile zihinlerde duruşuna bakarak alınacak çok yolumuz olduğunu düşünebilirsiniz. Barcelona’nın markalaşma süreci taa 1980’lerde başlamış. Paris’e neden “Işık Şehri” adı verilmiş dersiniz? Şanzelize’sini aydınlatan 11 bin lamba sebebiyle elbette. Adam, “I love NY” logosu ile bir yılda New York’ta 40 milyon turist ağırlamayı başarmış. Dubai’li yatırımcı, gün gelir de doğal kaynaklarım tükenir endişesiyle akla hayale gelmeyen turizm yatırımları yapıyor. Müşteri gittiği yerde özgünlük arıyor öteden beri. 1173 yılında yapılan katedral muhteşem ama turist, bunun yakınındaki Pisa Kulesi’ni görmeyi tercih ediyor.

Toplantının en dinlenir sunumunu yapan Bengisu, marka şehir kavramının olumsuz örneklerini de verdi konuşmasında. Berlin yerel yönetimi, Berlin Duvarı’nın olumlu ve olumsuz tarafını birlikte değerlendiren çalışmalar yaparak tercihinde isabet edememiş. Linden’in en kalabalık yerlerinden biri, özgün Einstein Café’si olacağı yerde, şu şöhretli “Starbucks” onun yerine geçmiş mesela. Bizde hala bir “Türk Kahvesi” zinciri yok. Neden olmasın? Şimdilerde var mı bilmem, Bursa’daki meşhur İskender’in camında bir yazı görmüştüm. Başka şubemiz yoktur diye. Siz müze misiniz ki, başka şubeniz olmasın demiştim. Dünyada büyük düşünenlerin icadı olan bir “franchise” modeli mevcut. Başka şubeniz yoksa, başka paranız da olmayacak demektir bu. Akıllı olmak lazım.

Artık, çarşı-pazar gezerken satın alacağı ürünün markalı olmasına dikkat ediyor insanlar. Sağlam ve işe yarasın istiyorlar. Gençler markalı kıyafet giymeyi yeğliyorlar. Ürünün kullanışlı olması yanında bir prestij endişesi de söz konusu. Beyaz eşyadan otomotive, kâğıttan züccaciyeye kadar, marka olmamış ürünün piyasa payı az oluyor kısaca. Günlük alışverişte tercih edilen bir ürünle, gidilmesi planlanan şehir arasında ciddi benzerlik mevzubahis. Yerel yönetimler olarak, şehrinizin daha çok ziyaret edilmesini istiyor ve kayda değer ürününüz olduğunu düşünüyorsanız, bunu belli bir plan dahilinde pazarlıyorsunuz. Marka kent kavramının öngördüğü, böyle bir şey işte. Bununla birlikte şehrin ruhundan ziyaretçiyi faydalandırmak, işin “öteki” ve belki de en önemli boyutunu oluşturuyor.

Marka kent anlayacağınız, bizde sıkça görüldüğü üzere yerel yöneticilerin çıkıp da, biz marka kentiz demeleriyle olmuyor. İl Kültür Müdürü Mustafa Çıpan’ın dediği gibi, “şehrinizi konuşan ne kadar çok dünyalı varsa siz markalaştınız demektir”. Bunun gerçekleşmesi için, yerel yönetici ve ekibinin her şeyden evvel kültürel yeterlilik taşıması gerekiyor.

Meselenin Konya kısmına sonraki yazımızda devam edeceğiz.




Günün Kutlu Olsun Öğretmenim

24.11.2008
Yazıp yazmamak konusunda tereddüt yaşarım her 24 Kasım’da.
Bugün ben yazmasam, hiç konuşmasam da başkalarının yazdığını okusam, konuştuklarını dinlesem derim. Derim de kendime söz geçiremem.

İhtimal, bugün neler işitecek yahut göreceksiniz diyerek sözü açalım şimdi.

Gazeteleri ve televizyon haberlerini öğretmenlerin sorunları meşgul edecek bugün. Mesleğin kutsallığına dair herkesin sözü olacak. Biri şehirden diğeri taşradan iki öğretmen portresi gelecek önünüze. Muhtemelen, ders dışı zamanlarda taksicilik yapıp geçimine katkı yolu arayan ve orta yaşı çoktan geçmiş bir öğretmen ile, mesleğe köyün birleştirilmiş sınıfında adım atmış genç, bir o kadar idealist başka bir öğretmen portresi olacak göreceğiniz.

Problemler dizi dizi sıralanacak. İlerleyen saatlerde canlı oturumlar düzenlenecek televizyon stüdyolarında. Öğretmenlerin yüzde 72’sinin ek iş yaptığını, yüzde 56’sının kirada oturduğunu, yüzde 76’sının banka kredisi alarak geçimini yürütmek zorunda kaldığını söyleyecekler mesela. Türkiye’deki öğretmenlerle OECD ülkelerindeki öğretmenlerinin maaşı kıyaslanacak. Danimarka’da işe yeni başlayan öğretmenin yıllık 35 bin 368 dolar gelirine mukabil bizdeki rakamın yıllık 12 bin 150 dolarda kaldığını işitmeniz mümkün olacak.

Pazarcılık, boya-badana, tamirat, garsonluk, nakliye, oto alım-satım gibi ek işlerle uğraşıp evine yorgun argın dönen bir öğretmenin yıl boyunca oku(ya)madığı kitap, gazete sayısının istatistiğine göz atılacak. Seyircinin kahir ekseriyeti, rakamlarını geçtiğimiz günlerde yapılan bir anketten aldığım ve mesela diyerek yazdığım şu durumlara bakarak sinirlenecek ve öğretmenlerin aslında üç ay yattıklarını dile getirecek.

Eğitim sendikalarının yetkilileri, öğretmenlerin hak ettikleri yaşam koşullarına kavuşturulmaları gereğini beyan ederken, öğretmen açığını kapatmak için uygulanan sözleşmeli ve ücretli atama biçimine karşı olduklarını söyleyecekler. Şehirde tek maaşla geçim savaşı veren öğretmenin kira, yakıt, eğitim, giyim ve sağlık giderleri, mevcut gelirle mukayese edilecek. Sendika yetkilileri, dünya görüşleri hariç hemen her konuda söz birliği edecekler.

Muhtelif yerlerde karşı nutuklar duyulacak bunlara cevaben. İşlerin yolunda gittiği, önceki dönemlerin istatistikleriyle mukayese edilerek anlatılacak.

Sıra öğretmenlere gelecek sonra. Onlar, senede bir gün hatırlanmanın sembolik değerini bir kenara bırakıp, ellerini öpmek için sıraya giren öğrencileri sebebiyle duygu seline kapılacaklar. İz bırakan öğretmenleri uzak yerlerden arayanlar olacak muhtemelen. Ben 105 Ayşe diyecek biri. Şimdi filan yerde öğretmenim, mühendisim, doktorum, polisim. İyi ki varsın öğretmenim. Emekli öğretmenlerden, hayata ve insana gerçek anlamda emek vermiş olanlarına ev ziyaretleri yapılacak, hatıralar canlanacak.

24 Kasım yazılarımda hep söylediğim şeyi tekrar edeyim aziz okuyucu. Gidin ve bir öğretmeninize merhaba deyin bugün.



***
Emekli Öğretmen Seyfeddin Karahocagil’e ait şiirden:

Bayramda Öğrencilerim...
Minicik dudakların arkasında bir şey var.
Gözlerinde, yanıp sönen bir alev...
Dolu gönüller, durmayan kıpırdayan eller, Gözleri gözlerimde...
Kalplerinin sıcaklıklarını kalbimde hissediyorum. -Gelin çocuklar....
Yarım yamalak Türkçesi ile;
-Öğretmenim bayramınız kutlu olsun. Dedi.
Hele bitirmeden sözlerini,
Tonton ellerine şekerleri sıkıştırıp,
Öpüverdim gözlerini
(Nisan-1960-Van-Başkale)

Mustafa






09.11.2008
Hafta içinde, Can Dündar’ın “Mustafa” filmine gittim yeni şeyler öğrenirim düşüncesiyle. Vizyona girdiği günden beri tartışmaları devam eden bu belgesel film hakkında seyircinin iki farklı yorumu mevzubahis. İlki, Atatürk’ün küçük düşürüldüğünü savunurken, diğeri bilinmeyenleri gerçekçi biçimde ortaya koyduğu gerekçesiyle Can Dündar’ı alkışlıyor.

Filmin yeni şeyler anlatmadığını söyleyebilirim kendi adıma. Dündar, elde ettiği belgeleri harmanlamak ve kendi yorumunu orijinalinden kopmadan aktarmak suretiyle ortaya bir eser koymuştur demek mümkün. Teknik anlamda birtakım değerlendirmeler yapanlar, filmin görsel estetik yanını abartılı bularak belgesel çalışmalarda bunun olmaması gerektiğini savunuyorlar. Sıradan bir seyirci gözüyle buna katılmak zor. Tersine, görsel estetik içeren bölümler, normal şartlarda izleyiciyi benzerlerinde görüldüğü üzere büsbütün bunaltabilecek filmi daha rahat seyredilir kılmış. Mesela araba arıza yaptığı sırada grubu yürürken görüntüleyen ve tam bir fotografik şölen olarak gördüğüm ters ışık sahnesi bunlardan biri. Ne alaka ise, filmin müziğini Goran Bregoviç’e yaptırdığı gerekçesiyle ayrıca olumsuz eleştirilere uğramış Dündar. Yerli biri yapamaz mıymış. İzmir Marşı duyulduğunda yüreği hoplamayan kaç kişi vardır acaba? Sonuçlardan çok süreçlere takılan ve ne işe yaradığı anlaşılmaz bir tür değerlendirme biçimi bu.

Özel hayatından gelen sahnelere bakarak, sözgelimi sigara ve içki bağımlısı olduğunun kasıtlı olarak öne sürüldüğünü iddia edenler yönetmeni yerden yere vuruyorlar. Oysa Can Dündar, filmin hiçbir sahnesinde Atatürk’ü eleştirmiyor. Atatürk’ün şahsi hatıratı ile yakınlarının ağzından vakıalar anlatılıyor ve bu olduğu gibi aktarılıyor. Atatürk’e mitolojik roller biçenler, putlaştıranlar, bunun böylece kalmasının gerekliliğine vurgular yaparak laiklik, irtica, mahalle mektebi, hilafet, saltanat gibi kavramları birbirine karıştırma çabasını sürdürmekte ısrarlı görünüyorlar. Adam filmi görmemiş; gitmeyeceğini, tepkisini böyle göstereceğini beyan buyuruyor. Bu yaklaşım için, geçen yıllar boyunca değişen fazlaca bir değişim yok kısaca.

Zübeyde Hanım’ın sevgili Mustafa’sı, sevdiğine mektuplar yazan genç Mustafa Kemal, Milli Mücadelenin kararlı lideri Mustafa Kemal Paşa, Meclis iradesiyle Cumhurbaşkanı seçilen bir Atatürk portresi sıralanıyor belgesel süresince. Hayat serüveni boyunca herhangi birimizin yaşaması muhtemel insani vakıanın ele alınmış olması son derece doğal bir yaklaşım. Adam, adı üstünde “Mustafa”yı anlatıyor. Atatürk nasıl olsa bir gün böyle de ifade edilecekti. Ortada olan budur zaten. İçkiye, sigaraya yahut başka zaafiyetlere düşkün oluşunu anlatan sahneler, İstiklalin bânisi olan bir askeri dehayı neden küçük düşürsün, yermiş olsun? Söz konusu zaafiyetlerin filan yerde hataya sebep olduğu tarzında bir eleştiri zaten yok.

Atatürk’ün özel hayatının işlendiği konuların dışında, hakkında fazla malumatın bilinmediği mevzular, sanıyorum izleyicinin dikkatinden kaçmadı. Dönemin Sovyetleriyle girdiği siyasi yaklaşım ve cesaret, sadece bu bile başka bir belgeselin konusu olmalı. Savaş sonrasında yapılan devrimler başlı başına bir başka belgeselin konusudur. Savaştan yorgun çıkmış millet hangi şerait içinde şapka giymiş, alfabe değiştirmiş, muhalefet partisi susturulmuş yahut medreseleri kapatılmıştır, bunların da objektif belgeseli yapılmalıdır.

İşgal edilmiş İstanbul, yıkılmış koskoca bir devlet ve kalan son topraklara gözünü dikmiş işgalcilere karşı millet, içlerinden birinin çıkıp tarihin seyrini değiştireceğini asla beklemezken O, imkânsızı başarmıştır. Paşa’nın Ankara’ya gelişinde nasıl coşkuyla karşılandığına, bağırlara basıldığına bakarak bunu daha iyi idrak ediyorsunuz. Vakıa budur. Bu milletin evladına anlatılması, öğretilmesi gereken de budur. Tarih ilmini nakilciler gibi tekrar edip duran kuru bilgi değildir lazım olan.

Hala görmediyseniz gidin derim. Böylece kendi değerlendirmenizi kendiniz yapmış olursunuz. Teferruata takılmaz iseniz, yeryüzünün en büyük haksızlığına uğratılmış bir milletin hangi şartlarda dirildiğini görmüş olacaksınız.

Yönetmen : Can Dündar
Senaryo : Can Dündar
Filmin Türü : Belgesel
Orijinal Adı : Mustafa
Yapımcı Firma : Ntv, Ko'medya
Yapım Yılı : 2008
Yapım Ülkesi :
Resmi Sitesi :
http://www.mustafa.com.tr/
Dağıtıcı Firma : Warner Bros
Vizyon Tarihi :29.10.2008

19 Kasım 2008

Anadolu’da Selçuklu İzleri


Bilkad’ın yeni dönem Salı Söyleşileri, “Anadolu’da Selçuklu İzleri” konulu programla başladı. Yaşadığı bölgenin tarihini, dağını, taşını hem öğrenmek hem de hasbel-kader tanıtma çabası içinde biri olarak öğreneceklerim vardı.

Daha önce bu köşede, yaptıkları çalışmalar hakkında övgü dolu yazılar kaleme aldığım Fotoğraf Sanatçıları İbrahim Dıvarcı, Ahmet Kuş ve Feyzi Şimşek’in, 84 bin km. katederek oluşturdukları muhteşem eser “Anadolu’da Selçuklu İzleri”ne dair ne yazsam çabalamaktan öteye gidemeyeceğimin farkındayım. Üç fotoğrafçı arkadaşımızın halen devam eden, “Balkanlarda Osmanlı İzleri” adlı projelerini anlatırken de ziyadesiyle heyecanlanmıştım. Ben, her iki projeyi de vücuda getirenlere şahsım adına minnet duymaktan geri durmayacağım. Ata yâdigârının yaşaması uğruna kimler hizmet etmişlerse onlara da.

Geçen on yıllar boyunca, şehirlerin hafızalarını kasten silen adamların yahut zamane adıyla kentsel dönüşüm projelerine kurban eden günümüz proje üreticilerinin, tarihin esasen yaşayan bir şey olduğunu kavrayamadıklarına dair inancım, program boyunca işittiklerimle daha da arttı. Odunpazarı ve Beypazarı yerel yönetimlerinin, geleceğin tarihine köprü olmak maksadıyla yaptıkları heyecanlı şehir projelerini yerinde görmüş biri olarak, şu memlekette neden hala geçmişimizi hatırlatacak mahalle veya sokağımız yok sorusuna icraatla cevap verecek insanlara ne çok ihtiyacımız olduğuna kafa yorup durdum.

Şehir merkezlerindeki mimari mirasın yanında, yağmur çamur demeden gidilmiş Anadolu bozkırlarının, dağlarının, köylerinin kuytu köşelerinde fotoğraflanmış yüzlerce eserin o harika kitapta nasıl bir araya geldiğini vaktin elverdiği ölçüde anlattı İbrahim Dıvarcı. 1008 yılından itibaren yürüyüşünü batıya çeviren Selçuklu’nun, uğradığı coğrafyayı kısa sayılacak bir sürede nasıl olup da harmanlayabildiğine şaşmak lazım geldiğini söylerken, deniz görmeyen bir milletin, sahile kavuşunca kusursuz tersaneler, nehirlere varınca pek naif köprüler yapabilmiş olmasına işaretle, Selçuklu Medeniyetinin bir acele ve tevazu medeniyeti olduğu yorumunu yaptı. “Acele ve tevazu medeniyeti” tanımını çok tuttum ben.

Sivas Şifaiye Medresesini yaptıran Sultan I. İzzeddin Keykavus’un (1184-1220) türbe kapısının üzerindeki kitabede yer aldığını öğrendiğim şu dörtlük ne kadar mânidar;
“Biz ki dünyayı terk edip göçtük, Gönül derdi ektik, matemler biçtik, Şimdiden sonra da nöbet sizdedir, Biz sıramızı savdık ve geçtik.”

Tevazu işte bu kadar olur.

Bin sayfalık bu muazzam eser için, Bayburt Korgan Köprüsü’nden Diyarbakır Ulu Camii’ne, Melikgazi Türbesi’nden Denizli Alahan’a kadar 56 bin kare fotoğraf çekilmiş. Programın sonunda, çalışmanın hakkını veren fotoğrafçı arkadaşlarıma, sahip oldukları bilincin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha zikrettim. Kayıtlarda yer almayan ve filanca dağın ardında olduğuna dair rivayet bulunan bir tarihi eser de varsın olmayıversin dememişler. Mesele bana göre ışık, kadraj ve kompozisyon ayarını yaptıktan sonra deklanşöre basmaktan öte bir şey. Sultanların, gazilerin, şehitlerin, erenlerin tam orada, o anda size nazar ettiklerini düşünerek bir tarih sorumluluğu yerine getirmek bu. İşte o zaman siz yaptığınız işi beğenirsiniz de başkalarının da beğeneceklerini umarsınız.

Kalıcı işler yapıyorsunuz dostlar. Takipteyim sizi. Yolunuz açık olsun.

10 Kasım 2008

"Mustafa" Filmi Üzerine


10 Kasım 2008

Hafta içinde, Can Dündar’ın “Mustafa” filmine gittim yeni şeyler öğrenirim düşüncesiyle. Vizyona girdiği günden beri tartışmaları devam eden bu belgesel film hakkında seyircinin iki farklı yorumu mevzubahis. İlki, Atatürk’ün küçük düşürüldüğünü savunurken, diğeri bilinmeyenleri gerçekçi biçimde ortaya koyduğu gerekçesiyle Can Dündar’ı alkışlıyor.


Filmin yeni şeyler anlatmadığını söyleyebilirim kendi adıma. Dündar, elde ettiği belgeleri harmanlamak ve kendi yorumunu orijinalinden kopmadan aktarmak suretiyle ortaya bir eser koymuştur demek mümkün. Teknik anlamda birtakım değerlendirmeler yapanlar, filmin görsel estetik yanını abartılı bularak belgesel çalışmalarda bunun olmaması gerektiğini savunuyorlar. Sıradan bir seyirci gözüyle buna katılmak zor. Tersine, görsel estetik içeren bölümler, normal şartlarda izleyiciyi benzerlerinde görüldüğü üzere büsbütün bunaltabilecek filmi daha rahat seyredilir kılmış. Mesela araba arıza yaptığı sırada grubu yürürken görüntüleyen ve tam bir fotografik şölen olarak gördüğüm ters ışık sahnesi bunlardan biri. Ne alaka ise, filmin müziğini Goran Bregoviç’e yaptırdığı gerekçesiyle ayrıca olumsuz eleştirilere uğramış Dündar. Yerli biri yapamaz mıymış. İzmir Marşı duyulduğunda yüreği hoplamayan kaç kişi vardır acaba? Sonuçlardan çok süreçlere takılan ve ne işe yaradığı anlaşılmaz bir tür değerlendirme biçimi bu.

Özel hayatından gelen sahnelere bakarak, sözgelimi sigara ve içki bağımlısı olduğunun kasıtlı olarak öne sürüldüğünü iddia edenler yönetmeni yerden yere vuruyorlar. Oysa Can Dündar, filmin hiçbir sahnesinde Atatürk’ü eleştirmiyor. Atatürk’ün şahsi hatıratı ile yakınlarının ağzından vakıalar anlatılıyor ve bu olduğu gibi aktarılıyor. Atatürk’e mitolojik roller biçenler, putlaştıranlar, bunun böylece kalmasının gerekliliğine vurgular yaparak laiklik, irtica, mahalle mektebi, hilafet, saltanat gibi kavramları birbirine karıştırma çabasını sürdürmekte ısrarlı görünüyorlar. Adam filmi görmemiş; gitmeyeceğini, tepkisini böyle göstereceğini beyan buyuruyor. Bu yaklaşım için, geçen yıllar boyunca değişen fazlaca bir değişim yok kısaca.

Zübeyde Hanım’ın sevgili Mustafa’sı, sevdiğine mektuplar yazan genç Mustafa Kemal, Milli Mücadelenin kararlı lideri Mustafa Kemal Paşa, Meclis iradesiyle Cumhurbaşkanı seçilen bir Atatürk portresi sıralanıyor belgesel süresince. Hayat serüveni boyunca herhangi birimizin yaşaması muhtemel insani vakıanın ele alınmış olması son derece doğal bir yaklaşım. Adam, adı üstünde “Mustafa”yı anlatıyor. Atatürk nasıl olsa bir gün böyle de ifade edilecekti. Ortada olan budur zaten. İçkiye, sigaraya yahut başka zaafiyetlere düşkün oluşunu anlatan sahneler, İstiklalin bânisi olan bir askeri dehayı neden küçük düşürsün, yermiş olsun? Söz konusu zaafiyetlerin filan yerde hataya sebep olduğu tarzında bir eleştiri zaten yok.

Atatürk’ün özel hayatının işlendiği konuların dışında, hakkında fazla malumatın bilinmediği mevzular, sanıyorum izleyicinin dikkatinden kaçmadı. Dönemin Sovyetleriyle girdiği siyasi yaklaşım ve cesaret, sadece bu bile başka bir belgeselin konusu olmalı. Savaş sonrasında yapılan devrimler başlı başına bir başka belgeselin konusudur. Savaştan yorgun çıkmış millet hangi şerait içinde şapka giymiş, alfabe değiştirmiş, muhalefet partisi susturulmuş yahut medreseleri kapatılmıştır, bunların da objektif belgeseli yapılmalıdır.

İşgal edilmiş İstanbul, yıkılmış koskoca bir devlet ve kalan son topraklara gözünü dikmiş işgalcilere karşı millet, içlerinden birinin çıkıp tarihin seyrini değiştireceğini asla beklemezken O, imkânsızı başarmıştır. Paşa’nın Ankara’ya gelişinde nasıl coşkuyla karşılandığına, bağırlara basıldığına bakarak bunu daha iyi idrak ediyorsunuz. Vakıa budur. Bu milletin evladına anlatılması, öğretilmesi gereken de budur. Tarih ilmini nakilciler gibi tekrar edip duran kuru bilgi değildir lazım olan.

Hala görmediyseniz gidin derim. Böylece kendi değerlendirmenizi kendiniz yapmış olursunuz. Teferruata takılmaz iseniz, yeryüzünün en büyük haksızlığına uğratılmış bir milletin hangi şartlarda dirildiğini görmüş olacaksınız.

Bir Kitap ve Konyalı Fotoğrafçıların Başarısı

Geçen Pazartesi akşamı, Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi Müdürü değerli Ağabeyim Bekir Şahin ile Yönetim Kurulu toplantısı münasebetiyle gittiğim TYB Konya Şubemizin kapısında karşılaştık. Elinde bir kitap vardı ve benden çok sana lazım olur diyerek incelememi istedi. Daha sonra, şimdi sözünü edeceğim kitapla ilgili olarak bu akşam Mimarlar Odası’nda tanıtım yapılacağını öğrendim.

Alanında bir ilk olan kitabın adı “Konya Fotoğraf Tarihi”. Metin yazarlığını TYB Konya Şubemizin Y.K. Üyesi Prof. Dr. Haşim Karpuz’un yaptığı kitap, bu alanda katkılarına aşina olduğumuz Selçuklu Belediyesi’nin bir kültür hizmeti. Başkan Adem Esen’in takdim yazısı ve Haşim Hoca’nın önsözüyle başlayan eser için G. Berggren ve L. Wight gibi yabancı fotoğrafçılarla birlikte Yılmaz Oğul, Haşim Karpuz, Sefa Odabaşı, Abdullah Ektem, Cahit Sağlık ve bazı fotoğraf stüdyolarının arşivlerinden yararlanılmış.

Bu tür eserlerin, Başkan Esen’in yazısında belirttiği gibi “şehrin görsel belleğine” çok önemli katkıları var. Esasen çok da geç kalınmış çalışmalar bunlar. Merakı olanlar takip etmişlerdir. Sultan II. Abdülhamid tarafından oluşturulan 35 bin fotoğraflık arşivden 80 kadarı, “Sultan Abdülhamid’in Arşivinden Dünya” sergisi adıyla 21 Ekim’de Topkapı Sarayı Müzesi’nde görücüye çıktı. Dünyanın bu en büyük fotoğraf arşivinin, fotoğrafın bilinmediği yıllarda Sultan’ın çabası ile 19 ülkede çektirilmiş olması hayret verici bir öngörüdür. Konya Fotoğraf Tarihi kitabı da sonuç olarak bir boşluğu doldurmuş oluyor. Emeği geçen herkesi tebrik ediyorum.

***
Konfad’lı Fotoğrafçıların Ödül Atağı

Birçok şehrimizde fotoğraf derneği bulunmazken, Konya Fotoğraf Amatörleri Derneği (KONFAD) ve Selçuklu Fotoğraf Sanatı Derneği (FOTOSEL) ile şehrimizin müstesna bir yeri var. Fotoğraf sanatı konusunda köklü bir geçmişi bulunan Konya’nın, kurumsal potansiyelini gençleştirerek büyüttüğünü gören biri olarak, elde ettiği başarılardan gurur duyduğumu söylemem gerekiyor. Ekim ayı içerisinde peş peşe güzel haberler geldi. Bir kısmı uluslararası, bir kısmı da ulusal muhtelif yarışmalarda derece alan KONFAD’lı fotoğrafçılar ve eserlerini listeleyecek olursak;

1) Aydın Belediyesi Cumhuriyet Türkiye’sinde Kadın Konulu 3. Fotoğraf Yarışması:
Sergileme: Mustafa Bülent PİRİNÇİ-“Piyanist”; Sergileme: Ömer Lütfi BAKAN-“Dominant”

2) Orhan Holding 4. Uluslararası Fotoğraf Yarışması Renkli Dal:
Sergileme: İbrahim KARAÇELEBİ;

3) Nevşehir Belediyesi Fotoğraf Yarışması:
Sergileme: Günseli DEMİROK-“Kapadokya”

4) TAYSAD Taşıt Araçları Yan Sanayicileri Derneği Fotoğraf Yarışması:
Birincilik: Ömer Lütfi BAKAN; Sergileme 3 adet: Ömer Lütfi BAKAN

5) YTONG Fotoğraf Yarışması:
Sergileme: Bülent PİRİNÇCİ; Sergileme: Sevgi SERTKAYA

6) KONYA VALİLİĞİ 2.Uluslararası Fotoğraf Yarışması “Dünya İnançları” konulu yarışma:

FIAP Altın Madalya: Mustafa Bülent PİRİNÇCİ; FIAP Mansiyon: İbrahim KARAÇELEBİ; Sergileme: Ahmet SEVEN.

7) HSCB 1.lik Ödülü: Soner YAMAN.

Görüldüğü gibi Konya’da fotoğraf sanatı adına güzel gelişmeler oluyor. KONFAD üyesi arkadaşlarımızı tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyorum.

Krizinizi Nasıl Alırdınız?

İnsanoğlunun krizi biter mi hiç? Bitmez. Neden? Kendiliğinden yahut gökten gelmediğine göre, insanın kendi eliyle ürettiği şey oluşundan.

Kelimenin son derece geniş bir kapsamı mevcut. Kalp krizi, aile krizi, devlet krizi, hükümet krizi, para krizi, sınır krizi, sinir krizi, ekonomik krizi, bürokrasi krizi, terör krizi, trafik krizi, şeker krizi, açlık krizi, tatlı krizi gibi. Görüldüğü üzere bir sürü adı var bunun. Hadisenin oluş zamanına göre misal, Perşembe krizi denilmek suretiyle günlerin günahına girer. Hızını alamaz “kara çarşamba” şeklinde de tesmiye olunduğu görülür. Krizdir, ne yapacağı bilinmez. Bilinse, adı kriz olmaz zaten.

İnsanın varoluş zamanlarına yaşıt bir de. Sözgelimi Kabil’in kardeşi Habil’e karşı ölümüne bir “kıskançlık krizi” mevzubahis. Eskinin buhran kelimesi çoktan lisanımızdan çıkıp gitti. Kriz geldi, buhran gitti. Adı değişse de kendi değişmedi. Sonuçları itibarıyla ilk evvel psikolojik problemlere yol açıyor. Vücut kimyasını bozarak akıl sağlığını tehdit ediyor.

Yakın zamanların kriz gündemi ekonomik boyutlu bildiğiniz gibi. Bu işlerden iyi anladığını düşünen adamların ülkesini iyice hırpaladıktan sonra, bulaşıcı bir hastalık gibi bütün dünyayı etkisi altına aldı. Her şeyi herkesten daha iyi bildiğine inanan adamların tebaasının rüyaları kâbusa dönüştü. Her türlü çarenin kendi ülkelerinden çıkacak öngörülerle neşvünema bulacağını iddia edenlerin ülkesinden fena tırsıyorum. İktisat lügatlerinde, krizi fırsata dönüştürmek diye bir şey var. Acaba hangi masum diyarın başını belaya sokarlar ki bunlar şimdi? Ya da ben; masum, diyar, bela kelimelerini, bir tür “öğrenilmiş çaresizlik krizi”ne tutulmuş bir vatandaş olarak kullanıyorum da, günaha mı giriyorum acaba?

İktisatçı filan değilim. Nerden kaynaklandığı yahut çarelerinin neler olabileceği konusunda akıl yürütecek halim yok. Krizle yaşamak deyiminin tarihi sürecini millet olarak iyi biliriz lakin. Biz iki asırdır bu kelimeye pek aşinayız. Ara sıra darbeler yaşar, darbe krizine gireriz. Bırakın ekonomik kriz lafını, kokusunun alınma ihtimali sıfır zamanlarda, aniden borsa krizine gireriz. Gece yarısı ile öğle arasında bütün ülkenin toptan fakirleştirildiğini görmüşüzdür. Küçük yatırımcı dedikleri güruhun bir sonraki seansta ters köşe olmuş krizlerine şahit oluruz. Biz, karşı kıtada yaşayan herhangi bir insanın alışık olması muhtemel krizlerin dışında başka krizler de yaşarız. Üniversite kampüslerinin önünde dünyada sadece bize has krizler geçirenlerimiz olur. Bir vakitler praym taym (şu bildiğiniz prime time yani) denen saatlerde Reha Muhtar krizlerine girerdi vatandaş. Her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsanız, Reha’yı görünce Aziz Paul’ün bile tecrübe etmediği görümlere garkolurdunuz. Akşam yemeği boğazınıza tıkanır, Reha oradan kaybolana dek su inmezdi midenize. Ülkenin bütün kaynaklarını cukkalayamaya niyetli, hatta devlete talip türlü meslek erbabı, meğer yer altında harıl harıl çalışırmışlar da, ondan servis ederlermiş Fadime ile Ali’nin tarikat tefrikalarını. Kriz denen şeyi insan kendi üretir demem ondan.

Şu halde biz zaten mevcut ve muhtemel krizlerin sürekli muhatabı bir milletiz. Paniğe gerek yok diyorum yani. Başka örnekler yazarak şu mübarek pazartesi günü sizi krize sokmayayım. Kimilerine göre pazartesinin kendisi kriz değil mi? Değerli okur şu yazdıklarımdan dolayı beni kınamasın lütfen. Okuduğunuz şeylerin, yazarını bağlayan bir tür krizden kaynaklandığını düşünebilir.

Ben aslında, Roma Katolik Kilisesi Lideri Papa 16. Benedict’in, dünyayı kasıp kavuran ekonomik kriz hakkındaki değerlendirmesini değerlendirmek için yola çıkmıştım. Papa, Vatikan’da acayip şeyler söyledi piskoposlarına seslendiği konuşmasında. Haddizatında onun yakın çevresine seslenmesi, bütün Katolik dünyasına seslenmesi demek. Ne de olsa adamların inancına göre, İsa’nın Vekili Petrus’a eş değer bir makamın üstünde oturuyor. Kat’iyyen yazmaya değer. Bekleyin…

05 Ekim 2008

Aktütün Karakolu Yürek Dağladı


Bayram geçti gitti. Şevval Ayı’nın 7’si oldu bugün. Lakin bu defa deldi de geçti yürekleri bayram sonrası. Aslında “bu defa” demek de doğru değil. Bitip tükenmiyor “bu defa”lar, benzer yazgılar…

Şemdinli Aktütün Karakolu’na PKK tarafından yapılan beşinci baskında 15 memleket evladı şehit oldu, 21’i de yaralandı. Teröristlerin Türkiye’ye geçişi konusunda önemli bir noktada bulunan Aktütün Karakolu’nun yürek burkan bir özelliği var. Şimdiye kadar üçü büyük, beş kez büyük saldırıya uğrayan karakola yapılan saldırılarda 44 Mehmetçik şehit düştü Aktütün’de. Nasıl bir yerdir ki burası güvenliği bir türlü sağlanamamış?

Afyonkarahisar’da, Şemdinli’de, Tarsus’ta Trabzon’da, Mersin’de Gaziantep’te, Şanlıurfa’da, Kırıkkale’de, Silifke’de, Kocaeli’de, Antalya’da yas var. Sanki Çanakkale’de aziz şehitlerin mezar taşlarına nazar ediyorsunuz.

Bu nasıl şeydir öyle? İhmal midir? 400 askerin bulunduğu bölgede muhtemel saldırılar için bu işin istihbaratı, haber kaynakları yok mudur? Genelkurmay’ın İletişim Dairesi yetkilisi, zayiat çokluğunu Irak’ın kuzeyinden ağır silahlarla yapılmasına bağlamış. Ergenekon davasının ilk duruşması öncesi ve Altınova’daki gerginlik sonrasına mı yormak lazım olup biteni? Türkiye-ABD arasındaki istihbarat paylaşımında aksaklık yaşanıp yaşanmadığına dair şüpheleri olanlar haklı mı çıkıyor yani? Yahut saldırının, tezkerenin Meclis’te görüşüleceği günlerin arifesine denk gelmesini manidar bulanlar mı isabet ediyorlar?

Olup biteni oturduğunuz yerden değerlendirmeniz doğru değil farkındayım. PKK’nın birkaç günde biteceğini düşünmüyoruz elbette. Herkes biliyor ki terör, kendisini besleyen kaynaklar yok olmadıkça bitmeyecek. Tamam ama, kabullenmek de istemiyoruz.

Tv.lerden seyrediyor, gazetelerden okuyorsunuz şehit evlerinin hazin hikayelerini. Diyarbakırlı Er Hakkı Aran’ın evinden Kürtçe ağıtlar yükselmiş. Oğullarının şehit haberini televizyondan öğrenen anne Zekiye Aran, hükümet yetkililerine sert çıkarak, “Çocuklarımızı öldürtüyorlar” diye tepki göstermiş. “Çocuklarımızı öldürtüyorlar” demiş anne, dikkat buyurun. Saldırıda şehit düşen 25 yaşındaki Jandarma Uzman Çavuş Onur Ozan İlgen’in üvey babası İncirlik’ten emekli ABD’li Robert Wilson, oğlunun şehit olduğunu duyunca şok geçirmiş. Saldırıda şehit düşen Uzman Çavuş Selçuk Can’ı, 22 gün önce Şırnak’ta mayına basarak şehit düşen çocukluk arkadaşı ve meslektaşı Uzman Çavuş Yakup Ceylan’ın yanına defnetmişler. Hey Allah’ım!

Kendinizi şehit erin annesi, babası, abisi, ablası yahut arkadaşının yerine koyuyorsunuz. Bu daha ne zamana kadar sürer diyorsunuz. Ben bu gidişle, 80’li yıllardan itibaren PKK çatışmalarında ilk şehit düşenlerin çoluk çocuğunun en fazla 10 sene sonra askerlik yaşları geldiğinde, doğunun yahut güneydoğunun filanca dağında başlarına benzer durumların gelmesinden korkuyorum. Orada terör başlayalı 30 yıl oldu. Yakınlarına çocuğunu bırakıp askere gitmiş ve şehit düşmüş vatan evlatlarının geride bıraktıklarının askerlik çağıdır. 10 sene sonrası.

Arkamızdan kuyumuzu kazıp timsah gözyaşları dökenler, olanları “kınamışlar”. Topyekün bir şeyler yapmak lazım. Yüce Mevla’m geride kalanların âhını komasın. Biliriz ki, intikamı benzersizdir O’nun zalimlere karşı. Sabr-ı cemil ile dolsun şehit ocakları…

28 Eylül 2008

Bayramınız Mübarek Olsun



29.09.2008
Nerde o eski Ramazanlar, bayramlar diyenlerden değilim aziz okur. Geçmişe göre çok şeyin daha iyi şartlara tebdil olduğunu düşünürüm. Gayri safi milli hâsıla dedikleri değer kimseleri tatmin etmese de, oruç ve Ramazan hassasiyetinin getirdiği paylaşımlar istatistikçileri şaşırtacak düzeyde. Abarttığımı düşünüyorsanız, paylaşım alanlarından uzak olduğunuza yorarım.

Ramazan ve bayram nostaljileri galiba çocukluk günlerine işareten dile getiriliyor yaşı uygun olanlarca. İlk oruç, ilk namaz, direkli oruçlar, akraba ve komşu ziyaretleri, bayram hazırlıkları, harçlıkları sohbetlere konu oluyor. Geçmiş zamanların çocuk ve gençlerinin şimdiki şikâyetleri, sevgi ve saygının kalmadığı yönündeki serzenişlerden ibaret.

Şehrin başkalaştırdığı duygusuz yığınlar elbet az değil. Onlar her daim sahur davulcusundan yahut iftar çadırından müştekidirler. Elleri vermeye varmaz ama dilleri söylemeyi bırakmaz. Bayram günlerini tatil günleri sayar, apartmanda karşı komşudan bîhaber olurlar. Sözüm bunlara değil zaten.

Sözüm, verirken gözleri nemlenen, paylaşmanın erdemine vâkıf, vermenin ruhu olgunlaştırdığının farkında olanlaradır. Ramazan Ayı boyunca, insanlarının birçoğunun hayr kulvarında birbiriyle yarış içinde olduğunu gördüm. Komşunun çocuğunu sevindirmek telaşında hanımlara, tütmeyen ocaklara aş ulaştırma gayretinde beylere, ev ahalisine “bizim okulda ihtiyaç sahibi çocuklar var anne” diyen çocuklara şahit oldum. Okullarında ayakkabısı delik öğrenci arayan öğretmenlere, yardım derneklerine gönül vermişlerin koşuşturmalarına da…Ruhu bizden olanların neşesidir bunlar.

Bir elinin verdiğini öteki eli görmeyenler var bir de. Mübarek Resül’ün bu meşhur sözünü şöyle anlamak gerekir demişti bir bilen: “Bundan murad edilen, kişinin öylesine sık vermesidir ki, adam kime neyi ne zaman verdiğini unutur gider.”

Demin gazetede okudum. Doğudan bir başka şehre Üniversite okumaya gelen bir öğrenci yazmış: “Şehirdeki ilk yılımda insanlar öyle sıcak davrandılar ki, Ramazan Ayında daha evde yemek bile yapmadık. Bu şehri çok sevdim ben”. Demek ki Âdemoğulları arasında ülfeti, muhabbeti tesis eden şey böyle bir şeydir. Şu halde hem oruç hem infak, birer mucizedirler.

Ramazan Bayramı hoş gelmiş. İnşallah, esenliğiyle bizi geleceğe umutlu kılacak bereketiyle gelmiştir.

Bilvesile, cihanın neresinde bulunurlarsa bulunsunlar bütün Müslümanlara hayırlı bayramlar temenni ediyor, tutulan oruçların, kılınan namazların, zekat ve fıtırdan hâsıl olacak ecrin makbul olmasını Cenab-ı Mevlâ’dan niyaz ediyorum.

21 Eylül 2008

Konfad’dan Görkemli Sezon Açılışı


21.09.2008
Türkiye’de sayıları yeterli olmasa da, fotoğraf sanatına gönül verenleri bir araya getiren, sivil toplum kavramının görsel yüzü, sanata azımsanamayacak katkıları bulunan kuruluşlar var. Bunlardan biri de, aynı zamanda Türkiye Fotoğraf Federasyonu Kurucu Üyesi sıfatını taşıyan KONFAD.

Konya’da fotoğraf sanatının adıdır Konya Fotoğraf Amatörleri Derneği. Geçtiğimiz sezon oldukça güzel çalışmalara imza atan güzide kuruluşumuz, yeni sezonda da yenilenmiş, kararlı, etkili proje ve programlarla fotoğraf severlerin karşısına çıkacak.

Yönetim Kurulu Üyesi olmak sıfatıyla ayrıca keyif duyduğum Konfad, 19 Eylül Cuma günü Mimarlar Odası’nın ev sahipliğinde 2008-2009 sezonuna merhaba demiş oldu. Ramazan akşamı olmasına rağmen, Mimarlar Odası’nın salonu açılışa gelenleri almaya yetmedi. Salon doldu taştı.

Geçen dönemin son programına misafir olan Konya Milletvekili Mustafa Kabakçı’dan yeni sezon açılışında kendi çalışmalarından oluşan bir saydam gösteri için söz almış, memnuniyetle gelmek istediğini ifade etmişti. Sayın Kabakçı, kendisi gibi Konya’daki kültür sanat etkinliklerinin müdavimi olan Selçuklu Belediye Başkanı Adem Esen ile birlikte geldi açılışa. “Fotoğraf sanatının, hayatı detaylarıyla görmeye imkân tanıyan bir sanat dalı olduğunu” vurguladı konuşmasında. Gerçekten de öyledir. Fotoğrafçı, başkalarının görmekte zorlanacağı hatta hiç görmeyeceği detayları görebilen kimsedir bana göre de. Bunun ne anlama geldiğini, fotoğraf sanatıyla ciddi anlamda gündeminize aldığınızda fark edebilirsiniz.

Sayın Vekil’in herkes tarafından beğenildiğini düşündüğüm portfolyosunda neler yoktu ki? Anadolu’nun Doğusundan Batısına, Avrupa’dan Amerika’ya kadar farklı coğrafyalarda çekilmiş onlarca güzel fotoğraf. Bu ülkenin meclisinde acaba kaç vekilin böyle bir uğraşı var diye merak ettim doğrusu, şu yukarıda yazdığım “detay görme” vakıasını düşünerek. Elbette görmek yetmez insanlarının sorumluluğuna talip olanlar için. Eylem gerekir. Lakin göremezseniz neyin eylemini harekete geçirebilirsiniz?

Sayın Kabakçı, saydam gösterisi ile KONFAD’dan tam not almıştır. Bununla birlikte, yeni sezon içerisinde yapmayı planladığımız il dışı fotoğraf gezileri için vakti olması halinde bizimle olmasını yürekten isteriz. Bu, bir davetiye kabilinden sayılsın. Açılışa gelerek onurlandırdığı için kendisine teşekkürü borç biliriz. Açılışta bizi yalnız bırakmayan Memleket Gazetesi Yazarları Murat Güzel arkadaşımız ile sevgili ağabeyim İsmail Desteli ile muhabbet etmeyi ihmal etmedik. Yüreklerine sağlık ikisinin de.

Yeni sezon hazırlıkları için yaz boyunca çalışmalar yaptı KONFAD’ın değerli Yönetim Kurulu. Sevgili Başkanımız Turgay Bilge, aksama olmasın diye koşturup durdu. Onca işinin arasında bir de kalkıp TFSF adına FİAP Genel Kurulu için Türkiye’yi temsilen Slovakya’ya gitti. Yönetimden diğer arkadaşlarımız Mustafa Karaçelebi, Ahmet Seven, Günseli Demirok, Hacer Türktemiz ve Mustafa Sütiçen, onca meşguliyetlerine rağmen kendi sorumlulukları altındaki konularda ciddi çalışmalar yaptılar. Web sayfası, sevgili Kazım Kuyucu’nun büyük özverisiyle yayına girdi. İlk defa yaptığımız yıllık program taslağını web sayfamızda yayınladık. Bütün bu çalışmaların fedakarlık ve diğergâmlıkla doğru orantılı olduğunu bilenler bilirler. Kendilerine çok teşekkür ediyorum.

Benim, Sayın Mustafa Kabakçı’dan bu yazı vesilesiyle acizane bir dileğim olacak. Bizim gibi kültür-sanat kuruluşları ciddi parasal sorunlarla karşı karşıyalar. Üye aidatları giderleri karşılamaya yetmiyor. Acaba, söz gelimi Belediye eliyle toplanan vergilerin küçücük bir kısmı bizim gibi çalışan derneklere aktarılamaz mı? Kira ve yakıt bedelini karşılasın yeter.

Yeni sezonda bütün fotoğraf severleri derneğimize bekliyoruz.
http://www.konfad.org.tr/

15 Eylül 2008

Misafir Bereket Demek

İşte geldi bile misafir.
Bugün 1 Ramazan 1424.

İslam coğrafyalarına Ramazan, on bir ay özlenesi sükûn ve sadeliğini yanına alarak gelir.
Kendini karşıdakinin yerine koymak duygusu zirve yapar. Oruç tutmasa da, davranış ölçülerine her zamankinden daha fazla dikkat kesilir kimileri. Yeni ve alışılmamış neyi getirirse getirsin modern zamanlar, mütedeyyin insanların ümidi istikbale dair, kavi hale gelir. Mübarek ayın farkında olanların tavrıdır bu.

Müslüman Türk milleti, empati sınırlarını, ülkeler ötesine, ismi az bilinen diyarlara büyük bir şevk ve aşkla taşır. Asya içlerinde, Uzakdoğu’da bunun adı zekat, fitre/digergâmlık olur. Bunu öylesine layıkıyla yapar ki, Ramazan ve orucun şöhreti Avrupa’da Avusturyalıların, Fransızların yahut Almanların kent meydanlarına kurduğu iftar çadırları ile karşılık bulur. Düsseldorf’ta iftar yaklaşırken trafik bile sıkışır. Londra ve Stocholm’ün kiliselerden çevrilmiş camilerinde mukabeleler okunur. Yeni Müslüman olmuş Batılılar, sahurun sona ermesini istemezler bir türlü. Hollanda’da Protestan bir aile, sırf Müslüman ailenin Ramazan hassasiyetini görmek, yaşamak ve hissetmek için onları sofralarına davet eder.

İşte, Avrupa’da ilk Ramazan çadırının öyküsü:
Hollandalı bir öğretmen bundan dört sene önce turist olarak Türkiye’ye gelir. Ramazan ayıdır. Akşam olduğunda insanların büyük meydanlarda kurulmuş çadırlara girip çıktığını, yemek yediğini görünce, bunun yılın her günü yapılan normal bir şey olduğunu düşünür, parasını hazırlar ve yemek yemek için çadıra yanaşır. Güler yüzlerle karşılanır, yemek ikram edilir, üstelik para da alınmaz. Düşünüp taşınır böyle bir şeyin nasıl olabileceğini. Aklı almaz bir türlü. Öğrenir ki Ramazan ayına has bir gelenektir Ramazan çadırları... Hollanda’ya döner ve orada tanıdığı birkaç Türk’e yaşadıklarını anlatır. Der ki; “Ben burada hiç böyle bir şey görmedim, siz niye Ramazan’da iftar çadırı kurmuyorsunuz?

Hollandalının öneri ve girişimleriyle Avrupa’da ilk Ramazan çadırı Hollanda’nın kadim şehri Haarlem’de üç yıl önce kurulur. İlk çadırın kurulmasına vesile olan bu bayan kısa süre sonra adeta kendisini büyüleyen Ramazan ayının etkisiyle İslam’a yaklaşır araştırır, inceler ve Müslüman olur.

Ramazanda bizim anlatılmaya değer öyle çok iyi işimiz olur ki aslında…
İftar vakitleri geldiğinde digergâm bir eda ile aç açıkta kalanı sorarız yanımızdakilere. Elimizden gelse dünyaları paylaşmak isteriz. Bazen, başkasına yardım etme fırsatı verdiği için ahbabımıza minnettar oluruz. Kavga ortamlarına “oruçlu olmak” engel olur. Mukabeleler okur, duasız gün geçirmeyiz. Teravih, en mühim namazlarımızdan biri olur. Bayram gelince merhamet ve şefkat libası giyeriz.

Ne ki, bayram sona erer de, Şevval’in dördüncü günü gelir, bir tuhaf oluruz.
Şevval’de de Ramazan ruhunun eksilmemesi dileğiyle…

(Bilvesile özellikle Kafkasya, Doğu Türkistan, Filistin ve Afrikalı Müslümanlar için de Ramazan bereketinin daim olması yürekten niyaz ederim. Cümlesine selamlar…)

Şiir Akşamı Karatay’a Yakıştı

Konya’da adına ister şölen ister akşam deyin, uzun zamandır bir şiir etkinliği görmüyorduk. Benim takip ettiğim en son şiir şöleni Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından “6. Kültür Sanat ve Spor Etkinlikleri” adıyla, 5 Ağustos 2000 Cumartesi akşamı Tarihi Dede Bahçesi’nde yapılmıştı. O günden bugüne Konya’da bir şiir etkinliği olup olmadığını hatırlamıyorum. Aradan tam sekiz sene geçmiş.

İster istemez, Feyzi ve Fevzi Halıcı Beyefendiler’in zamanın kıt imkânlarına rağmen Konya’da düzenledikleri kültür sanat faaliyetleri hatıra geliyor. Doğru dürüst iletişimin, internetin ve sair haberleşme vasıtalarının olmadığı senelerde ne büyük işler başarmışlar. Âşıklar bayramı, gül ve yıldız yarışmaları, Konya yemekleri yarışmaları… Hz. Mevlana’yı anma törenlerini onlar başlatmışlardı. Çocukluğumda âşıklar bayramlarından birine ev ahalisinin elimden tutup götürdüğünü hatırlarım. İleriye gideceğimize hayli gerilemişiz.

2000 yılında yapılan o şiir şöleni anısına bastırılan ve katılan şairlerin eserlerinden oluşan şiir seçkisi diğer şiir kitaplarımın arasında durur. Ara sıra elime gelir okurum. O akşam kimler misafir olmuşlar, hazır yeri gelmişken isimlerini hatırlatayım: A. Vahap Akbaş, Kamil Aydoğan, Mikail Bayram, Rahmetli Zemçi Çetinkaya, İbrahim Demirci, Nurettin Durman, Ahmet Efe, Feyzi Halıcı, Murat Kapkıner, M. Atilla Maraş, M. Önal Mengüşoğlu, Ahmet Mercan, M. Tahir Sakman, Mustafa Özçelik, Bülent Sönmez ve Mehmet Atar.

Geçtiğimiz Cumartesi akşamı, Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi ile Karatay Belediyesi’nin ortak çalışmasının ürünü “Karatay Şiir Akşamı”na izleyici sıfatıyla katıldık. Karatay Belediye Başkanı Mehmet Hançerli, TYB Konya’yı kabul ederek bu çalışmayı sahiplenmemiş olsa başka yaz akşamlarını çok beklerdik. Açılış konuşmasını yaparken bunun devamı gelsin ve bu akşamki etkinliğin adı “1. Karatay Şiir Akşamı” olsun mealinde sözler sarf etti. Bunun “verilmiş söz” olduğunu buraya not ediyorum. Alanı dolduran kalabalık izleyici topluluğunun, ev sahipleri tarafından “tahmin ötesi” şeklinde değerlendirilmiş olma ihtimalidir sanıyorum Başkanı gayrete getiren. Bir de şiir seçkisinin ön sözünde Başkan’ın; şehirleri donatabilirsiniz fakat sanatçıları, münevverleri yoksa onların bir üstünlüğünden söz edemezsiniz şeklinde yazdıkları. Sözler, yazılar unutulmasın.

Şiir akşamına katılan şairlerin neredeyse tamamı Konyalı, Konya doğumlu dostlarımız. Bu program, yukarıdaki listeye bakıldığında yerel gibi görünse de şairler ve eserlerinin gücü göz önüne alındığında hiç de öyle değil. Ahmet Efe, İbrahim Demirci, M. Tahir Sakman ve Bülent Sönmez onca sene sonra seslendirdikleri şiirleriyle renk kattılar. Mehmet Uğurlu, Şaban Çalış, Mehmet Solak, Osman Özbahçe, Murat Güzel, M. Akif Kuruçay, M. Ali Köseoğlu ve Atilla Yaramış programın diğer şairleri olarak şiirlerini sundular.

Konya’nın ulusal çapta adından söz ettirecek bir edebiyat sanat dergisi bile yok. Mevcut olanları yaşama savaşı veriyorlar. Mesela bunlardan Zeki Oğuz’un Çalı Dergisi 100. sayıya ulaşmışken ara vermek zorunda kaldı. Sebep malum. Oysa bana göre bu şehrin yeterli sayılabilecek potansiyeli var. TYB Konya Şubesi’nin müdavimleri muhtemel bir dergi için ellerinden gelen desteği vereceklerdir. Lakin iş eninde sonunda paraya dayanıyor.

Başta Karatay Belediye Başkanı Mehmet Hançerli ve TYB Konya yönetimi olmak üzere şiir akşamına emek veren herkesi takdir ve tebrik ediyorum.

11 Ağustos 2008

Gevne Vadi’sine Yolculuk

29.07.2008
Bu yazıyı çoktan yazmış olacaktım aslında. Hadim Balcılar’daki felaket sebebiyle elim bir türlü varmadı. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Oralarda eyleşmiş, suyunu, ayranını içmiş, insanlarla muhabbet etmiştik gün boyu. Acılı ailelere en güzel sabır dilesem, bir yaraya merhem bile olamam ki…

Gevne Vadisi, Yörük Pazarı, Yörük Beyi Kuş Ali ve obası, Toros yaylaları ve daha pek çok şey…
Zeki Oğuz’un dilinden düşmeyen şu Yörükler.
Zeki Oğuz, Ali Işık ve Mustafa Karaçelebi ile birlikte sabahın erken saatlerinde yola koyuluyoruz Hadim-Taşkent’e doğru.

İlk molamızı İçeriçumra’da verdikten sonra Apa istikametinde ilerliyoruz. Rotamız Dinek, Dineksaray, Çiçekköy, Sarıoğlan, Yeniköy, Bağbaşı, Hadim, Taşkent ve oradan Sarıveliler-Başyayla yol ayrımındaki Yörük Pazarı. Eğitse Deresi’ne kadar yolda sorun yok. Buradan sonrası şoförlere Allah sabır versin cinsinden.

Taşkent yolunda, sürücüsü üzerinde adeta kaybolmuş bir bisiklet önümüze çıkıyor. Arabayı durdurunca o da duruyor. Maceracılığı bizi yüzlere katlamış bir yabancı bu. Selam verip tanışıyoruz. Michael’miş adı. Fransa’da başlayıp İran’da bitecek bir yolculuğa çıkmış. Yalnız olup olmadığını soruyorum. Eşim biraz daha ileride diyor. Bisiklet çok ilginç. Direksiyonunun üstünde ayakla çevrilen bir pedalı var. Uzunca da bir selesi. Rampa çıkarken ayaklar uzatılıp rahatça ilerleme imkânı veriyormuş. Hizarcı Michael ile dağ rehberi eşi Nathalie ilk defa böyle büyük bir tura çıkmışlar. İleride onu beklerken buluyoruz. Üç haftadır yoldalarmış. Edirne’den İran sınırına kadar gidecekleri güzergâhı atlamadan sıralıyor. Yüzü, bacakları meşin gibi olmuş. Ne cesaretli bir maceradır bu.

Yol boyu yazın kavurucu sıcağı ile kuraklığa teslim olmuş ekin tarlaları…Ellerinde oraklarla kadınlar, erkekler… Fotoğraf makineleriyle tarlanın birine giriyoruz. Hangi televizyon kanalından geldiğimizi soruyorlar önce. Bu tür sorularla hep karşılaşırız. Hasattaki yaşlı kadınlardan biri genç kızların fotoğrafını çekmememiz şartıyla izin veriyor. Ekin yok doğru dürüst, güneş tepemize gelmek üzere. Birkaç kare ile yetinip ayrılıyoruz Bolay Yaylası’na doğru…

Rehberimiz Zeki Oğuz’un, günümüzün Karacaoğlanı dediği Hacıahmet Kıraslan’ın evi Bolay Yaylası’nda. Kışları İzmir’de geçirip yaz gelince yayladaki evine göçen Hacıahmet, Hadim’e gittiği için görüşemiyoruz. Sarıveliler-Başyayla yol ayrımındaki Yörük Pazarı’nın birkaç km. ilerisindeki vadi boyunca uzanan yörük obaları ilk uzun durağımız. Burası Anamur’a 150 km. uzaklıktaki Barcın Yaylası. Obaları tek tek ziyaret edip sohbetler ediyoruz. Vadinin sakinleri çocuklar, genç kızlar ve yaşlı kadınlar. Çocuklar etrafımızda halka olup merakla bizi izliyorlar. Herkes misafire çok ilgili. İkram ettikleri ayranları afiyetliyoruz. Vadide öyle fazlaca koyun, keçi yok. Çehrelerde gerginlik, huzursuzluk yok. Fotoğraf için izin almamıza bile gerek yok. Çocukların tamamı Anamur’daki okullarda öğrenim görüyorlar. Genç kızlardan biri üniversite sınavlarına hazırlanıyormuş, biri de lise son sınıfa geçmiş. Obanın yaşlılarından Emine Nine yaptığım onca pazarlığa rağmen, eliyle dokuduğu kilim çantayı 20 YTL’ye satıyor bana. Olsun, amacım ihtiyaçtan satın almak değil zaten.

İkinci durağımız Alanya yolu üzerinde Gevne Vadisi tepelerinin ardındaki Kuş Ali’nin (Uçar) obası. Topraklı tozlu bir patikadan ilerleyip tepeyi aşıp Küçüklü Yaylası’na ulaşıyoruz. Yörük Beyi ile karısı Hatice Keçimen’e bir iş için gitmişler. Zeki Emmi’nin (küçük Fatma öyle diyor) bahsettiği develer ortalıkta yok. Mahmut otlatmaya götürmüş. İki oğlundan diğeri Bayram, sekiz kızından üçü Emine, Kezban, Gülcan ve Fatma bizi sevinçle karşılıyorlar. Zeki Emmi’yi buralarda tanımayan yok. Kıl çadırda obanın büyük kızı Emine bulgur pilavı için hemen kolları sıvıyor. (ah, annem burada olmalıydı şimdi. Gözyaşlarını tutamazdı eminim).

Kıl çadır beş direkli. Sol tarafta yatak yorgan, karşı tarafta mutfak gereçleri, sağ tarafta da üç ayaklı basit bir düzenek var. Emine bunun altına odun atıp yakıyor. Pilav birazdan yer sofrasında hazır olacak. Allahım diyorum çıplak, tek bir ağaç olmayan iki tepenin orta düzlüğünde iki kıl çadır.! Bizim olmazsa olmazlarımız yok ortalıkta. Oba sakinlerinin çehrelerine bakıyorum. Huzur, sükunet, hiç eksilmeyen tebessümler...Buradan gitmeye niyetim yok benim. Zeki Emmi’ye diyorum; “bu yolculuk bir güne sığmaz”. Masmavi gözlü küçük kız Fatoş, Emmi’sinin dizinin dibinden ayrılmıyor. Bu sırada Cumhuriyet gezi ekinde oba hakkında Zeki Bey’in iki sayfalık yazısını okuyor ve fotoğraflara bakıyoruz.

Bayram’a Bozyazı-Küçüklü istikametinde nerelerde konakladıklarını soruyorum. O anlatıyor, ben not alıyorum. “Nisan ortalarında kışlak dediğimiz Bozyazı’dan çıkarız yola” diyor ve sıralıyor: Gülnar Söğüthanifeler Yaylası, Gülnar Kumkonak Yaylası, Gülnar Bardat Yaylası, Gülnar Eriklidere Yaylası, Ermenek Mazıbelen Yaylası, Ermenek Görmeli Köprüsü, Ermenek Sultanalanı Yaylası, Ermenek Üçpınar Yaylası, Ermenek Altıntaş Yaylası, Konya-Balcılar Usutaşı Yaylası, Sarıveliler Yörükpazarı, Avşar Hamboynu Yaylası ve bulunduğunuz Küçüklü Yaylası”.

Kuş Ali Obası’nın uzun yolculuğu Nisan-Kasım arası gerçekleşiyor. Kışlak dışında yaylalarda konaklama süresi iki gün ile bir hafta arasında değişiyor. 300 kıl keçi, 160 koyun, 4 köpek, 25 deve ve 10’u çocuk 12 kişi sekiz ay boyunca yollarda. Bayram kardeşlerini sayarken, Zeki Emmi’ye göz ucuyla bakıyorum: “Çocuk lazım tabii işler için” cevabını veriyor. Karşılıklı gülümsüyoruz. Emine’nin pilavı hazır. Lezzeti bir başka. Yemeğin ardından kıl çadırın dışına çıkıyoruz. Ağustos sıcağı kavuruyor ortalığı. Obanın kızları kendilerine has ıslıklar, bağırış-çağırışlarla keçi sürüsünü sağılmak üzere üç tarafı duvarla çevrili açık alana alıyorlar. Gülcan iki keçiyi sakalından tutarken Emine ile Kezban büyük bir ustalıkla sağım yapıyorlar. Öteki çadır oturma odası gibi düzenlenmiş. Ön kısmında bir kilim tezgâhı var. Herkes çok marifetli.

Zaman az, bu günübirlik gezide alınacak yol çok. Hiç içimden gelmiyor buradan gitmek. Emmi’sinin yanından ayrılmayan Fatoş ağlamaklı sesiyle “gitme Zeki Emmi. Kal burada” diyor. Bir başka sefere diyerek obadan ayrılıyor, aile büyüklerine selamlarımızı bırakıyoruz.

Gevne Vadisi üzerinden Keşefli’ye ulaşıyoruz biraz sonra. Yayla iki ayrı yere oturmuş. Yüzlerce metre aşağıda yer alan Aşağı Keşefli cennet gibi adeta. Göksu’nun kollarından biri yaylayı ikiye bölüyor. Yaylanın sakinlerinden Mehmet Aladağ, hangi dönemin eseri olduğu konusunda kararsız kaldığımız kaya mezarları ve özenle oyulmuş kayaları gösteriyor. Defineciler talan etmişler burayı da. Alanya’da muz seracılığıyla uğraşıyormuş Mehmet Bey. İkindi namazından çıkan cemaati gölgelik yerde çay hazırlığında buluyoruz. Bizim için hazırlamışlar. Burada hoş-beşten sonra Konya’ya doğru yola koyuluyoruz.

Şam’te bir yudum mırra, Batum-Sputnik’ten Karadeniz’e içli bir nazar, Harran evinde tavşankanı çay, Urfa konaklarında doyumsuz sohbet, Mardin abbaralarında serinlik, Odunpazarı sokaklarında keyif, Beypazarı’nda guşganalı Konaklar derken, Gevne Vadisi’nde bir kıl çadıra misafir olmak da varmış ömürde…

Şiir Akşamı Karatay’a Yakıştı

10.08.2008
Konya’da adına ister şölen ister akşam deyin, uzun zamandır bir şiir etkinliği görmüyorduk. Benim takip ettiğim en son şiir şöleni Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından “6. Kültür Sanat ve Spor Etkinlikleri” adıyla, 5 Ağustos 2000 Cumartesi akşamı Tarihi Dede Bahçesi’nde yapılmıştı. O günden bugüne Konya’da bir şiir etkinliği olup olmadığını hatırlamıyorum. Aradan tam sekiz sene geçmiş.

İster istemez, Feyzi ve Fevzi Halıcı Beyefendiler’in zamanın kıt imkânlarına rağmen Konya’da düzenledikleri kültür sanat faaliyetleri hatıra geliyor. Doğru dürüst iletişimin, internetin ve sair haberleşme vasıtalarının olmadığı senelerde ne büyük işler başarmışlar. Âşıklar bayramı, gül ve yıldız yarışmaları, Konya yemekleri yarışmaları… Hz. Mevlana’yı anma törenlerini onlar başlatmışlardı. Çocukluğumda âşıklar bayramlarından birine ev ahalisinin elimden tutup götürdüğünü hatırlarım. İleriye gideceğimize hayli gerilemişiz.

2000 yılında yapılan o şiir şöleni anısına bastırılan ve katılan şairlerin eserlerinden oluşan şiir seçkisi diğer şiir kitaplarımın arasında durur. Ara sıra elime gelir okurum. O akşam kimler misafir olmuşlar, hazır yeri gelmişken isimlerini hatırlatayım: A. Vahap Akbaş, Kamil Aydoğan, Mikail Bayram, Rahmetli Zemçi Çetinkaya, İbrahim Demirci, Nurettin Durman, Ahmet Efe, Feyzi Halıcı, Murat Kapkıner, M. Atilla Maraş, M. Önal Mengüşoğlu, Ahmet Mercan, M. Tahir Sakman, Mustafa Özçelik, Bülent Sönmez ve Mehmet Atar.

Geçtiğimiz Cumartesi akşamı, Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi ile Karatay Belediyesi’nin ortak çalışmasının ürünü “Karatay Şiir Akşamı”na izleyici sıfatıyla katıldık. Karatay Belediye Başkanı Mehmet Hançerli, TYB Konya’yı kabul ederek bu çalışmayı sahiplenmemiş olsa başka yaz akşamlarını çok beklerdik. Açılış konuşmasını yaparken bunun devamı gelsin ve bu akşamki etkinliğin adı “1. Karatay Şiir Akşamı” olsun mealinde sözler sarf etti. Bunun “verilmiş söz” olduğunu buraya not ediyorum. Alanı dolduran kalabalık izleyici topluluğunun, ev sahipleri tarafından “tahmin ötesi” şeklinde değerlendirilmiş olma ihtimalidir sanıyorum Başkanı gayrete getiren. Bir de şiir seçkisinin ön sözünde Başkan’ın; şehirleri donatabilirsiniz fakat sanatçıları, münevverleri yoksa onların bir üstünlüğünden söz edemezsiniz şeklinde yazdıkları. Sözler, yazılar unutulmasın.

Şiir akşamına katılan şairlerin neredeyse tamamı Konyalı, Konya doğumlu dostlarımız. Bu program, yukarıdaki listeye bakıldığında yerel gibi görünse de şairler ve eserlerinin gücü göz önüne alındığında hiç de öyle değil. Ahmet Efe, İbrahim Demirci, M. Tahir Sakman ve Bülent Sönmez onca sene sonra seslendirdikleri şiirleriyle renk kattılar. Mehmet Uğurlu, Şaban Çalış, Mehmet Solak, Osman Özbahçe, Murat Güzel, M. Akif Kuruçay, M. Ali Köseoğlu ve Atilla Yaramış programın diğer şairleri olarak şiirlerini sundular.

Konya’nın ulusal çapta adından söz ettirecek bir edebiyat sanat dergisi bile yok. Mevcut olanları yaşama savaşı veriyorlar. Mesela bunlardan Zeki Oğuz’un Çalı Dergisi 100. sayıya ulaşmışken ara vermek zorunda kaldı. Sebep malum. Oysa bana göre bu şehrin yeterli sayılabilecek potansiyeli var. TYB Konya Şubesi’nin müdavimleri muhtemel bir dergi için ellerinden gelen desteği vereceklerdir. Lakin iş eninde sonunda paraya dayanıyor.

Başta Karatay Belediye Başkanı Mehmet Hançerli ve TYB Konya yönetimi olmak üzere şiir akşamına emek veren herkesi takdir ve tebrik ediyorum.

05 Ağustos 2008

Kültür Sanat Kimin İçin

07.07.2008
Bütün ülkenin anlamakta, kavramakta zorlandığı günlerden geçerken, bu şehrin kültür-sanat meselelerini söz konusu etmenin tabirim uygun görülsün doğrusu herkesi ırgalamadığının farkındayım.
Lakin böyledir diye de yazacaklarımdan tasarruf edecek değilim. Memleketin bitmek bilmeyen malum vakıalarına takılıp kalacak olursak neyi halletmiş olacağız?

Konya’da kültür sanat etkinliklerinin en yoğun, en disiplinli ve en verimli merkezidir Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi. Hatta TYB şubelerinin içinde en aktif olanıdır. Cumartesi günleri, bahçesinin ikindi serinliğinde kültür sanat adamlarını bir araya getiriyor, takvimli programlar dâhilinde gerçekleştirilen paneller, konferanslar, sohbetler ve sergilerle göz dolduruyor. Kurslar düzenliyor. Tertiplediği gezilerle mensuplarının bilgi dağarcığına katkılar yapıyor ve şehirler arasında gönül köprüleri kuruyor.

Devletten maaşlı onlarca görevlinin çalıştığı kurum ve kuruluşların bir türlü bitiremediği, başaramadığı hatta cesaret bile edemediği programları iki-üç kişi ile organize edebiliyor (Mukayese için bkz. TYB Konya etkinlikleri vd.). Fakat ne yazık ki, Kültür Bakanlığına ilettiği projeler karşılık görmüyor. İlgili bakanlık bizim bunca öne çıkan özelliğimize rağmen niçin ilgilenmez, niçin taleplerimizi değerlendirmez? TYB Konya’sız bu şehrin kültür-sanatı sağırdır, dilsizdir.

Bunları ilgisi olan herkes biliyor zaten. İlgisi olması gerekenler ortalıkta görünmüyorlar nedense. Bu şehri yönetenler, özellikle kültür-sanat kurum ve kuruluşlarının başında resmi sıfatlarla bulunanlar, üniversite mensupları, basın camiası yahut kısaca bu yazdıklarıma muhatap olması gerekenleri TYB Konya’da görmek mümkün olmuyor. Bunların istisnaları yok değil. Vekillerimizden Prof. Dr. Sami Güçlü ile Mustafa Kabakçı Beyefendiler programlara sıkça iştirak ederler. Selçuklu Belediye Başkanı Doç. Dr. Adem Esen’i gördüğümüz olur ara sıra. Diğer belediyelerin reislerini ve kamunun diğer yöneticilerini görmüşlüğümüz yoktur. Bizim bilmediğimiz sebepler söz konusu olduğundan mı iştirakleri yoktur diye düşünmeden edemiyoruz. Üniversite camiasına diyecek söz zaten yok. Muhtemelen işleri çoktur.

Vekilimiz Sayın Mustafa Kabakçı’ya özellikle teşekkür etmek isterim. KONFAD’ın yılın son Cuma programına iştirakinden mutlu olduk. Yeni sezon açılışına, fotoğraf sanatına ilgisini bildiğimiz sayın vekilimizin bir gösterisi ile başlayacağımızı buradan duyurmuş olalım. Özellikle şehir dışı fotoğraf gezilerinin gerçekleştirilmesi için elinden geleni yapacağına dair söz vermesi bizi memnun etmiştir.

Cumartesi akşamı çınar altında, TYB Konya ve KONFAD işbirliği ile KONFAD üyelerinin çalışmalarından oluşan bir Karma Fotoğraf sergisi açıp iki saydam gösteriyi izleyenlerin beğenisine sunduk. İki güzide kültür sanat kuruluşunun da üyesi olmak sıfatıyla bu serginin hazırlanmasında emeklerimiz geçti. Sergi ve sonrasındaki fotoğraf gösterilerinin güzel olması için elimizden gelen çabayı sarf ettik. Açılışımızda hazır bulunanların sayısı iki pilav sofrasını geçmeyecek kadardı. İyi de evvelen kendi üyeleriniz gelmemiş ki, diyecek olanlar için söyleyecek sözüm de yok maalesef. Özellikle bu son cümlenin yaralayıcı bir etkisi söz konusu. Zamanlaması uygun değildi itirazına karşı serginin Çarşamba gününe kadar açık olduğunu hatırlatalım.

Bu tür durumlar için söz ustaları hemen bir kemmiyet/keyfiyet cümlesi irad ederek vakıayı doğru tespit etmiş, gerilimi azaltmış olurlar. Öyle de oldu. Sessiz sedasız bir açılış yaptık. Kırıldık da biraz. Lakin marifet iltifata tâbidir vakıasına takılıp kalmadık. İmkân oldukça daha yeni ve daha güzellerini sanatseverlerin beğenisine sunmaya çalışacağız.

Bu serginin bir başka yönü, “internetteki fotoğraf paylaşım sitelerinin fotoğraf sergilerine etkileri” başlıklı bir yazı için bizi dürtüklemesi olmuştur diyebilirim. Bunu zamanı gelince bir fotoğraf amatörü olarak dile getirebiliriz.

Söz bitmez. Bu ve benzeri serzenişlerimizin sebebini kısaca yazarak yazımızı nihayete erdirelim: Yaptığımız iş üzerinde yaşadığımız toprakları önemseyen tavrımızdandır sadece. Bunu, “kültür sanat karın doyurur mu?” cinsinden algılamalarla irtibatlandırmak abestir, yanlıştır, üzücüdür. Şairin dediği gibi: “Devler gibi eserler bırakmak için, karıncalar gibi çalışmak lazım.” Yapmaya çalıştığımız budur.

Moriskolar’dan Medeniyetler İttifakına

28.07.2008

İki gün evvel, Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden Doç. Dr. Mustafa Demirci’yi konuk ettik çınar altında.

TYB Konya Şubesi’nin bana göre en isabetli seçimlerinden biriydi Mustafa Bey ve “Endülüs’ün Dramı (1492-1610) ve Moriskolar’ın Hazin Sonu” başlıklı konuşması.

Programın nihayetinde Endülüs Müslümanları konusunda bilimsel ciddi araştırmalara ihtiyaç duyulduğu aşikâr oldu. İspanyolca bilmenin, İspanya’ya gitmenin, Avrupa’nın en uç noktasından Cebel-i Tarık’a, Kuzey Afrika’ya oradan Atlas Okyanusu’na nazar etmenin, Moriskolar’ın öykülerini oralarda da dinlemenin gereği çıktı ortaya.

Katolikleri; yarımadadaki tarihleri boyunca insanlığa faydalı olmaktan başka ameli olmayan Müslümanlara düşman eden şeyi anlamak için İspanya’da bulunmak fikri geçti zihinlerden. Dile de geldi hatta. TYB Konya, böyle bir tarih yolculuğuna ne der acaba? Ayrıca, Başbakan Erdoğan ile İspanya Başbakanı Zapatero’nun, felâket tellalı Samuel Huntington’un iddiasının antitezi olarak üretilen “Medeniyetler İttifakı” adında ısrarlı bir projeleri mevcut. Beni buradan kimler duyar bilemem ama, içi doldurulması pek müşkül bu ittifak arayışında biz TYB Konya üyeleri olarak pekâlâ bulunabilir, dolup dolmayacağı, olup olmayacağı konusunda gözlemlerimizle bu projeye katkıda bulunabiliriz. Şu halde ben buradan böyle bir talebimiz olduğunu, lakin mevcut imkânlarımızla, İspanya’dan sürgün edilen Seferad Yahudileri ile Moriskoların bir kısmının Osmanlı Devleti tarafından iskân edildiği Selanik’e bile gidemeyeceğimizi evvelen duyurmuş, görevimi yapmış olayım.

Bizde Endülüs Müslümanları hakkında bilinenin şiirlere konu olmaktan öteye gitmediği gerçeğini hatırlattı değerli Hoca. Konuşmasına böyle bir giriş yaptı nitekim. Yahya Kemal’in “Endülüs’te Raks” şiiri hatıra geldi. Moriskolar’ın hazin hikâyesini anlatmıyordu şiir elbette. Anlatılan, bir medeniyete kastın hikâyesiydi.

“Morisko”, İspanyol hâkimiyeti altında yaşamış, Hıristiyan olmaya zorlanmış ve bu hususta akla hayale gelmeyen sistematik işkencelere maruz bırakılmış Müslümanlara verilen ad. “Moro” kelimesinin günümüze kadar uzanan ilginç öyküsünü dinledik. Ortaçağda Moro, İspanyollarca Müslüman anlamında kullanılırken sonradan –isco eki ile Müslümanlara ait/mensup demek olmuş. Günümüz İspanyolcasında Moro; Müslüman, Faslı (Fas’a Morocco denmesinden hatırlayın), vaftiz edilmemiş, kâfir, zındık anlamına geliyor. Benzer anlamlar bizi Muare/Moritanya yerlisi ve hatta Filipinler’de mücadele veren Moro İslamî Özgürlük Cephesi’ne kadar götürüyor. Anlamı böylesine geniş bir coğrafyaya sirayet eden Endülüs Müslümanları hakkında yapılacak araştırmalar artık zaruret değil de nedir?

16. ve 17. yüzyıl İspanya tarihinde müstesna bir yeri olan Moriskolar, hakimiyetleri altına girdikleri bütün İspanyol kralları ve özellikle Papalık tarafından İspanya Engizisyonu’na görevli olarak gönderilen Rahip Lorenzo zamanında (1481-1517), büyük bir öfke ve şiddetle karşılaşmışlar. Günümüz Müslüman coğrafyasının maruz kaldığı kimi zulümlerin akıl babalarının bunlar olduğunu düşünmeden edemiyorsunuz. Şeytana pabucunu ters giydiren uygulamalardan bazıları şöyle olmuş Endülüs’te:
İslami usullere göre kesim yapan kasap dükkânları kapatılmış.
Arapça konuşmak, Arap isim ve unvanları vermek, çocukları sünnet ettirmek ve Arapça kitap bulundurmak yasaklanmış.
Cuma günü beden veya ev temizliği yapılması, bir Müslüman’ın ağzından Allah, Muhammed lafızlarının çıkması şehirlerde kurulan engizisyonlara şikâyet sebebi olmuş.
Normal zamanlarda yahut Ramazan Ayında, domuz eti hediye edilmek suretiyle Müslümanlar sınanmış, kabul etmeyenler yasakların takibini yapan bu engizisyonlara şikâyet edilmişler. Bu zulümden domuz eti yemeyen Yahudiler de fazlasıyla nasiplerini almışlar.
Çocuklar vaftize zorlandıkları gibi, ailelerinden koparılarak kiliselerde yetiştirilmek üzere götürülmüşler.
Cenaze merasimlerinin Hıristiyan geleneğine uygun yapılması şart koşulmuş.
II. Felipe döneminde (1567) çıkarılan fermanla Müslümanların İspanyolca öğrenmeleri, kadınlarının Hıristiyan kadınları gibi giyinmeleri ve çocukların öğrenimlerini kiliselerde sürdürmeleri ilan edilmiş. Bir Müslüman kadının yerlerde süründürülerek örtüsünün zorla açılması bardağı taşıran son damla, Endülüs isyanının sebebi olmuş. Gaziantep’i ve 21 Ocak 1920 Cuma günü, 14 yaşındaki Mehmet Kâmil’in annesinin örüsünü açmak isteyen Fransız askerinin süngüsüyle şehit edilişini hatırladınız mı? Şu bizim üniversitelerdeki yasakçı ihtiyarların zihin soyu bunlardan mı gelir?

Osmanlı Devletinin Kanuni döneminde ulaştığı güç, Moriskoları heyecanlandırsa da, 1571’deki son isyan başarısızlıkla sonuçlanınca, üç yüz bin Müslüman’ın beş yıl sürecek (1609-1614) sürgün macerası başlamış. Buraya kadar zikrettiklerimiz hocanın konuşmasından anladığım kadarıyla, 1492’de Osmanlı eliyle İspanya’dan gemilerle getirilip Selanik’e iskân edilen Seferad Yahudileri ile Moriskoların bir kısmının haricinde İspanya’da yaklaşık 100 yıl daha devam eden Müslüman varlığını ortaya çıkarıyor.

Yukarıda zikrettiğimiz yasaklar neticesinde, tıpkı Sabataistlerde görülen biri açık diğeri gizli iki kimlik ortaya çıkmış. Kimlik gizleme tarihinin yani takıyyenin başlangıcı İspanya’daki olaylardır diyen Doç. Dr. Demirci, bilinmeyen bir hususa açıklık getirmiş oldu böylece. Lakin Selanik’teki dönmelerin, Osmanlı’nın Yahudiliğe engel olmayan uygulamalarına rağmen niçin benimsendiğinin anlaşılmadığını da…

İspanya’da parlak bir medeniyete imza atan Moriskolar’ın, medeniyet düşmanı geri zekalı din zihniyetlerinin kurbanı olduğunun “tembel İspanyol” tamlaması ile dillendirildiğini de öğrenmiş olduk. İspanya’da zıraati, okulu, bilimi, estetiği, insanlığı, mimariyi, felsefeyi çekip çeviren Moriskolar’dan başkası değil yani. Moriskolara ettiğini bırakmayan İspanyollar sonradan şunu seslendirmişler: “Peki şimdi tarlaları kim ekip biçecek?”

Sadece Moriskolar’a bela olmakla kalmayıp, Yeni Dünyanın ve Afrika’nın yerlilerini, kaynaklarını, dinini, inancını, kültürünü yiyip bitiren İspanyollar hangi hakla “Medeniyetler İttifakı”nda yüzleri kızarmadan yer alacaklar? Mustafa Demirci’nin talebinin yanındayım ben de. Bütün İspanyollar ve Haçlı zihniyetinin mimarı Vatikan, önce Müslümanlardan sonra da bütün dünyadan özür dilemeliler. Buradan Değerli Hocaya verdiği bilgiler sebebiyle teşekkür ediyorum. Kendisi, içimizden kimilerini İspanya konusunda dürtüklemiş, merak uyanmasına vesile olmuştur.


Toprak Gönüllüler


21.07.2008

“Toprak Gönüllüler”, Duran Çetin’in yayımlanmış dokuzuncu kitabı. Bu toprakların, hayat öyküleri çok da parlak olmayan insanını anlaşılır bir dil ile kaleme alan yazar, okuyucusuna yaşanmış olaylar örgüsüyle ulaşmış. Şehirde yahut taşrada yaşayan sıradan insanımızın kendini görebileceği bir roman Toprak Gönüllüler.


Eserlerinde iyi insan olmanın hayırlı akıbetine vurgular yapmayı özellikle seçtiğini düşündüğümüz yazar, bu romanında köy kızı Hanife’nin hayatla mücadelesini anlatırken dini hassasiyetin gerekliliğini önceleyen sahneler sunmuş. Üstelik romanın kahramanları yanı başımızdakiler. Karaman’a, Konya’ya, Mevlana’ya akraba, onun tanıdıkları, bizim yahut sizin de bildiğiniz, yaşamak ve geçinmek derdinde, kanaatkâr, yalın ancak problemlerine çözüm üretmeyi başarabilmiş kimseler.

Kullandığı sade ve akıcı dil, roman okuyucusunun alışık olduğu cinsten türlü karmaşık olaylar ve sahnelerin ağır, bulanık tasvirleri arasında kaybolup gitmesini engelliyor. Kahramanlar arasında cereyan eden konuşmalarda anlatılmak isteneni anlaşılmaz kılacak, mekan ve zamanı birbirinden koparacak sahneler yer almıyor romanda. Bol grenli ve gizemli siyah beyaz fotoğraf karelerinden fırlamış görüntüler yok romanda.

Karşı tarafa mesaj vermeyi roman boyunca ısrarla sürdüren yazarın bu eğilimini eğitimci tarafıyla ilişkilendirmek mümkün. Böylece siz, sanatın hayat için ancak bir vasıta olduğunu savunan kanaate ram olmuş bir yazar yakalamakla kalmıyor, hikmetin başının Allah korkusu ile kaim olduğuna kendinizi bir kez daha inandırmış oluyorsunuz anlattıklarıyla.

Yazar, bu romanı hakkında yaptığı bir söyleşide; “Kitaplarınızda mesaj verme kaygısı çok belirgin. Edebiyat anlayışınız bu noktadan mı neşet ediyor? sorusuna: “Düşüncenizde haklı olduğunuz taraf var. Aslında yazmaya başlarken illa ki şu mesajı vermeliyim gibi bir peşin kanaat söz konusu değil, ama genel itibarı ile yazdıklarımın bir yere dayanması gerektiği düşüncesinden de uzak kalamıyorum. “Hayır” söylemeyi, “iyi insan” olmak uğrunda yapılması gerekenleri yazmaktan hoşnut olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Mesaj kaygısı taşımamak ne kadar tabii ise bu kaygıyı taşımak da o kadar tabiidir.” cevabını vererek aldığı eğitimi, hayat tarzını ve ne için yazdığını böylece ortaya koymuş. (Söyleşi: Abdullah Harmancı, Gönülleri Toprak Gibiydi). Toplumsal sorumluluğun kendi zaviyesinden yansıyan yönünü tarif etmiş değerli yazar.

Romanda dikkat çeken detaylardan biri kahramanlara modellik eden şahıslar. zamanın çoğu yazar ve sinema yönetmenleri tarafından sahtekarlık libası giydirilmiş hoca ve hoca adayı modelinin yerinde, Hanife ve çevresindekilere dini doğru kaynaklardan doğru yaklaşımlarla aktaran aklı başında adamlar hayırlı akıbetin yolunu göstermekle meşguller. Hoca Dayı ile müstakbel ilahiyatçı Celal böyleler söz gelimi. Okuyucu kendi zâviyesinden elbette başka detaylar bulacaktır.

Olup bitenlere sabrı kuşanarak bir yol bulunabileceğini sıkça dile getiren konuşmalara bakarak, bu romanın esas vurgusunun sabır olduğunu söylemek mümkün.

Okurken duygulanacağınız, kahramanlarını ibretle izleyip kendinize göre onlara yol tarifleri yapmak telaşına bile düşeceğinizi düşündüğüm Toprak Gönüllüler, gönlü toprak gibi bir yazarın ürünü. Ben özellikle yetişme çağındaki gençlere tavsiye ediyorum.

“Bu memlekette hayatı boyunca dokuz kitap okumamış milyonlara bakarak…” cümlemi tekrar etmekten rahatsızlık duymuyorum yine. Dokuz eserini dokuz çınar gibi gördüğüm sevgili Duran Çetin’in asil çabasını yürekten kutluyorum.

Beka yayınları, İstanbul 2008,

15 Temmuz 2008

Yaşayan Müze Beypazarı




15.07.2008
Bir şehrin yazılacak şeyleri olması ne güzeldir. Görülesi güzellikleri, dinlenesi masalları, kalınası konakları, tadılası lezzetleri ve mütebessim insanları bir arada bulursunuz oralarda. Evliya Çelebi boşuna uğramamış, laf olsun diye yazmamış diye düşünürsünüz. Beypazarı böyle yerlerdendir.

İlk adı Lagania imiş. “Kaya Doruğu Ülkesi demekmiş Lagania. Hitit, Frig, Roma, Bizans, Selçuklu ve nihayet Osmanlı görmüş. Yakın zamanlara kadar Anadolu’nun orta yerinde kendi halinde bir yer iken, farkına varanlarca adeta yeniden keşfedilmiş Beypazarı. Şehrinizin kültürel değerlerini bilinçli bir yenilemeyle diriltmeye talip olanlardan iseniz bunun mükâfatını er-geç alırsınız. Bununla ne demek istediğimi Eskişehir Odunpazarı gezisinden sonra detaylarıyla yazmış ve karşılığını gören örnek çalışmalardan söz etmiştim.

Beypazarı, kendi nimetinin çok önceden farkına varmış. Didinip çalışmış insanlar. Kendine özgü mimarisi restorasyonlarla gün yüzüne çıkmış. İnözü Vadisi’nin serin bahçelerinde ve şehrin konaklarında tadabileceğiniz Beypazarı güveci, etli dolma, höşmerim Beypazarı kurusu ve 80 katlı baklava gibi yöresel lezzetler marka olmuş. Hemen herkesin bu nimetin ekonomik getirilerinden nasiplenmek için işe koyulduğunu görüyorsunuz. Hanımlar evlerinde ürettiklerini satmak üzere pazaryerinde müşteri bekliyorlar. Çok da güler yüzlüler. Beypazarlılar hep öyleler zaten. Huriye Kaya Hanım’ın tezgâhından erişte alışveriş yapıyor, kartvizitini cüzdanıma koyuyorum. Yüzlerce aile turizm gelirlerinden ekmek yiyor. Milli gelir bakımından Beypazarı çoktan AB’ye girmiş. Yerel yönetimin, yılda bir milyon yerli, 50 bin yabancı turist hedefi azımsanacak gibi değil. Bu işleri başarıp deyim yerindeyse yoktan var edenleri kutlamak lazım.

Doğa Derneği Şubesi’ne kısa bir göz atışın ardından, Özel İdare’nin denetiminde olan “Beypazarı Kültür ve Tarih Müzesi’ni ziyaret ediyorum ilkin. Hafız Mehmet Nurettin Karaoğuz tarafından hibe edilmiş. 1997 yılından beri de müze olarak hizmet veriyor. Beypazarı ve civarının kültür ve sanatını yansıtan eserler ile geçmişi Roma dönemine kadar uzanan eserler sergileniyor burada. Köst Dağında bulunan 25 milyon yıllık deniz midyesi bile mevut. Bina, tipik Beypazarı evi. Geleneğe göre Beypazarlılar dünyada yapacak bir şeylerinin kaldığını vurgulamak için üst katlarının bir kısmını ya da tamamını işlemeden bırakırlarmış. Buna yerel dilde Çandı yada Çantı deniyor. Konakların ikinci katının ortasında yükselen kapısız üçüncü katın adı “guşgana”. TYB’nin Beypazarı gezi yazılarını okurken Ali Işık Beyefendinin bu guşgana ile ilgili yorumu hoşuma gitti. Rehberin: “Kuş yuvasından esinlenilerek inşa edilen bu bölüm konağın kileri gibidir” sözüne; kelimenin etimolojisini “kuş” ve “konak”la ilintilendiriyor. Olabilir, lakin niçin “köşkhane” veya “köşkane” olmasın demek geliyor içimden; kuş ve konağa halel mi gelir? yorumunu yapmış Ali Işık Hocam.

“Yaşayan Müze” hakkında aslında ayrı bir yazı yazmak lazım. Proje sorumlusu bir doktora öğrencisi. Konak kapısından içeri adım attığınızda büyük bir heyecanla sizi karşılayan birini gördünüz mü? İşte o Kültür Bilimci Sema Demir’dir. Beypazarı Belediyesi’nin maddî, Çekül Vakfı, Hacettepe ve Gazi Üniversitelerinin ise akademik anlamda destek verdikleri somut olmayan kültürel mirasın korunmasına hizmet eden bir kurum burası. Bildiğiniz müzelerden sanıyorsanız yanılıyorsunuz. “Neden yaşayan müze, size onun hakkında bilgi vereceğim. Amacımız geleneksel sanat ve değerlerimizi korumak” diye başlayan genç akademisyen, ziyaretçilerin ilgisini şu sözlerle çekiyor: “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler Masalını biliyor musunuz?” Evet diyor ziyaretçiler. Peki, “Nardaniye Hanım masalını biliyor musunuz?” Hayır. O zaman doğru üst kata. Orada bir “masal ebesi” var…

Her hafta değişik kültürel etkinlikler yapılıyor ve siz de katılabiliyorsunuz. Bugün ebru sanatı günü imiş. Bir başka gün perdede Karagöz-Hacivat oynatabilir, ıhlamur baskı yapabilir veya muhtelif tadlarda Türk kahvesi içebilirsiniz. Üst katta Masal Ebesi Kezban Koçak ile tanışıyorum. Sehpanın üstündeki şekerlikten şeker ikram ediyor önce. Eline bastonunu alıp anlatmaya başlarken, canlı müzeden canlı bir belgem olsun diye çekim yapıyorum. Bu sırada oda yeni gelenlerle dolmaya başlıyor. Yaşlı zengin adamla üç oğlunun masalını anlatıyor. Kaç masal bildiğini soruyorum Masal Ebesine. 65 tane biliyorum hepsini ninemden öğrendim diyor. Ben çocuk olsam her gün buraya masal dinlemeye gelmez miyim hiç?

Konağa çıkan merdivenleri tırmanırken sol tarafta olduğu yerde dönen bir tarafı açık iki katlı bir dolap dikkati çekiyor. Bu dolaba yiyecek konup döndürülür, ihtiyacı olan diğer taraftaki diğerinin kim olduğunu görmeden alırmış. Hey gidi bizim sadaka anlayışımız. Müzenin detaylarına http://www.yasayanmuze.net/ adresinden ulaşmanız mümkün.

Paşa Mahallesi’nde bulunan Sultan Alaaddin Camii, Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat zamanında 1221-1225 yılları arasında inşa edilmiş. Tek minaresi olan cami, Selçuklu mimarisinin tipik özelliklerini taşıyor. Ahşap özellikleriyle çok benzemese de Beyşehir Eşrefoğlu ve Afyon Ulu Camii ile mukayese edebilirsiniz.

Konaklarıyla ünlü Beypazarı’nda Cumartesi gecesini Cırcırların Konağı’nda geçirdim. Konak personeli pek ziyade memnun etmişlerdir. Tarihi Taş Mektep, Mevaların Konağı, Müftüzade Hoca İzzet Efendi Konağı, Bey Konak, Değirmencioğlu Konağı, İnceefendi Konağı ve Omar Ağa Konağı görülecek yerlerden. İnözü Vadisi, Baypazarı’nın yanı başında bağ evleri ve akbabalarıyla şöhretli bir vadi. Doğa Derneği’nden aldığım broşürde, Türkiye’deki 305 önemli doğa alanından biri olduğunu öğreniyorum. 100’den fazla kuş ve 60’tan fazla kelebek türü bulunan bölgede nesli tehlikede olan kara leylek, küçük akbaba ve bıyıklı doğan vadinin sarp kayalıklarına ürüyormuş. Zindancık dinlenme yerinde akşam sonrası bulunduğumdan vadideki detayları görme fırsatım olmuyor.

Güleç yüzlü değerli dostum Beypazarlı Mustafa Kurtuluş’a konukseverliği için teşekkür ediyorum. Yeni ve görülmedik duyulmadık hiçbir özelliğini kaçırmak istemediğim bir başka Beypazarı gezisinin planlarını şimdiden kuruyorum. Sebebi galiba Beypazarı’na ait her şeydir.