Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

26 Nisan 2010

Yüzyılın Başında Konya


Geçmiş zamanlarda şehirler üzerine yapılmış çalışmaların kıymetini şimdi daha iyi anlıyoruz. Salnameler, şehrengizler, temettuat defterleri, tapu tahrir kayıtları, seyahatnameler bir şehrin gelişim ve değişimleriyle birlikte muhtemel birtakım problemleri çözmekte önemli kaynaklar olurlar.
Arapkirli Doktor Nazmi Aziz Selcen (1887-1945), “Türkiye’nin Sıhhi İctimai Coğrafyası-Konya Vilayeti” adlı kitabını 1922 yılında neşretmiş. Konya’da bir dönem Sıhhıye Müdürü olarak da görev yapan göz hastalıkları uzmanı Doktor Nazmi, bu eseri, 10 Mart 1921 tarihinde “Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye Vekaleti” –şimdiki adıyla Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı- görevine getirilen Dr. Refik Saydam’ın, illerde görev yapan Sıhhiye Müdürlerine gönderdiği yazı üzerine kaleme almış. İllerden gelen raporlar doğrultusunda o dönem Türkiyesinin sağlık verileri başta olmak üzere diğer istatistikleri bir üst başlık altında yayınlanmış. Bir tür monografi olarak düşünebileceğimiz bu raporlarda ülkenin sadece bir sağlık haritası çizilmemiş, coğrafi özelliklerden iklim bilgilerine, aşiretlerden köylere, inançlardan bulaşıcı hastalıklara kadar detaylı bilgiler verilmiş. Kitaptan elde ettiğim verilerden bazılarını zikretmek istiyorum.

Toplam 11 ilçeye sahip Konya’nın genel nüfüsu 500,966 kişi. Bir maden işletmesi bulunmayan il merkezinde, 10 köyün bağlı bulunduğu Sille Nahiyesinde işletilen taş ocağı sayısı 12. Yazarın, taşların şehre naklinin pahalı olması sebebiyle bir dekovil (raylı sistem) öneriyor olması dikkat çekici.
O dönemin ahalisi, genellikle fes üzerine sarık sarıp lata ve elifi şalvar giyiyor. Esnafın kıyafeti ise abani sarık, şalvar ile alelade palto ve ceket. Kasaba ve köy gençleri, paçaları topuktan dört parmak yukarıda kısa bir potur, ayaklarına kovançları uzun bir mest ve kundura veya yemeni takıp baldırına silahlık ve kuşak sararak üzerine mintan ve fermene, fes üzerine de yemeni bağlıyorlar. Konya kadınlarının çoğu, geniş ağlı don ve başlarına şemle (çelme) silme tabir ettikleri yünden imal edilmiş bir setre ile yalnız bir gözü hariçte bırakmak suretiyle örtünüyor. Zengin olanları ise başlarında fes olduğu halde çarşaf giyerlermiş. Fakirliğin diz boyu olduğu günlerde kullanılan giyim-kuşam isimlerine dikkat çekmek isterim.

Düğünlerde silah atmak, otuz arabadan yüz arabaya kadar gelin alayları tertip etmek, lohusa kadınlara paluze pişirip göndermek, şimdi olduğu gibi Receb ayının ilk kandilinde eşe dosta “pişi” dağıtmak, kandil sabahı çocukların kapı kapı dolaşıp “şivli” diye bağırarak, kendilerine ikram edilen üzüm ve karışık leblebileri heybelere doldurması gibi bazı geleneklerin halen devam ediyor olması gayet güzel.
Kimi bâtıl inançlara rağbet o dönemde halkın eğitim durumunun zayıflığı sebebiyle daha kuvvetli görünüyor. Halk doktora, hastaneye rağbeti giderek arttırsa da, türbe ve tekke ziyaretleri, efsun-büyü işleri, Mayıs ayında sülük tutunmak oldukça yaygın.
Merkez ilçede 75 yataklı mülki, 300 yataklı askeri hastaneden başka Amerikan Muavenet Heyeti’nin yönetiminde 40 yataklı bir hastane, Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin, 7. Adana Hilal- Ahmer Hastanesi adıyla açtığı 200 yataklık bir hastane ile savaş nedeniyle askeriyeye tahsis edilmiş çaşitli binalardan 2000 yataklı bir asker hastanesi mevcut. “Hadika-i Sıhhat”, “İstikamet”, “Sıhhat”, “Şifa” ve “Osmanlı” adını taşıyan beş eczane ile Eczacı Asaf Bey idaresinde on bin Lira sermayeli bir ecza deposu hizmet vermiş. O yıllardan günümüze gelebilen bir eczane var mıdır bilmiyorum.

Eğitim süresi 12 senelik “Sultani”, 4 senelik “Mekteb-i Sanayi” ve 150 öğrencisi olan “Darul’eytam” (Çocuk Esirgeme kurumu), 10’u erkek ve 8’i kızlara ait olmak üzere 18 “Mekteb-i İbtidai” (İlkokul), “Darul’irfan” adında özel bir ilkokul ve farklı büyüklükte 8 adet “Sıbyan Mektebi” mevcut. Konya merkezde sayısı 53’ü bulan medreselerin 20 kadarı hariç diğerleri yıkılıp gitmiş. İşte burası son derece vahim.
Alıntılar yaptığım Doktor Nazmi’nin kitabını sadeleştirip yayına hazırlayan Yrd. Doç. Dr. Mehmet Karayaman. Haziran 2009 doğumlu kitap, Çizgi yayınlarından çıkmış. Meraklısına...

Lale; Bir Devrim Bir Devir

Lale, bizde bir devrin, Kırgızistan’da bir devrimin de adı oldu. Her ikisinin sonu da bazı yönleriyle birbirine benziyor.
Bizim buralarda laleler açarken, Kırgızistan’daki “Lale Devrimi”nin beşinci yıldönümünden iki hafta sonra/geçen hafta ülkenin kuzeyindeki Talas kentinde başlayan, ardından başkent Bişkek’e yayılan isyanlar, ülke siyasetini baştan şekillendirdi. Sovyetlerin çöküşünden sonra Kırgızistan’da, halkın Lale Devrimi ertesi yaşadığı hayal kırıklığını yeni devrimin sebebi sayıyor uzmanlar. Tarih tekerrür etti. Akayev gitti Bakiyev geldi.  Şimdi o da yok. Bakalım kimler çıkacak bunun altından?
Oralarda olup biteni bir kenara bırakarak, tarihin yapraklarından birini aralayıp bir devre adını veren bu hoş bitki hakkında hasbihal edelim. Lale Devri, Osmanlı Devleti'nde, 1718 yılında Avusturya ile imzalanan Pasarofça Antlaşması ile başlayıp, 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanı ile sona eren dönemin adıdır. Devin padişahı III. Ahmed, sadrazamı ise Nevşehirli Damat İbrahim Paşadır. Zevk ve sefâ devri olarak bilinir.
O devirde lale pek eşsiz, pek efsunkâr bir çiçektir. İstanbullular, öylesine âşıktırlar ki, hakkında en mahsus şarkı ve gazelleri Nedim’den duyarlar:
“Erişti nevbahar eyyamı açıdı gül-ü gülşen;
Çırağan vakti geldi, lâlezarın dîdesi ruşen.
Çimenler döndü ru-yü yare reng-i lâle vü gülden.
Çırağan vakti geldi, lâlezarın dîdesi ruşen.”
    Aynı yıllarda Osmanlı mülkü Anadolu’da Ercişli Emrah şöyle demektedir:
“Tutam yâr elinden tutam,
Çıkam dağlara dağlara
Olam bir yaralı bülbül,
İnem bağlara bağlara.”
Lâle gönüllerde eşsiz bir hükümdardır. Bütün sohbetler onun üstüne kurulur. “Filan efendinin bahçesinde bir lale türemiş de, gören bayılıyormuş...” Halka da bulaşan lale modası ortalığı kasıp kavurmaktadır.  Fiyatlar alıp başını gitmiştir lakin. 1722 yılının Eylül’ünde Padişah III. Ahmed bir ferman yayınlar. Her lale cinsinin fiyatının belirlenmesi için istanbul Kadısı’na buyruk verir. O kadar pahalanmıştır ki lale fiyatları; he şu “Mahbub” adı verilen lale yok mu? Hınzıra güç yetmez ki alına! Tam bu sıralar, önüne gelen “benim lalem daha değerlidir” demeye başlar. Lale piyasasında haksız kazanç alıp başını gitmiştir. İstanbul bu sebeple karışmak üzeredir. İki yüz otuz dokuz cins lale devrin düzenini bozmak üzeredir. Devlet bu duruma daha fazla seyirci kalmaz. Mahkeme kararıyla Vefalı Mehmed Bey’in yetiştirdiği “Niz-i rummanî” adlı laleye en yüksek fiyat biçilir ve ortalık durulur. (Bkz. M. Uluğtekin Yılmaz, Osmanlının Arka Bahçesi, Ankara, 1998). 
Hollanda’da var bir lale çılgınlığı. 1624 yılında başlayıp 1637 yılında bitmiş. Öyle ki, fiyatların hızla yükselmesiyle kimi lale türleri gemilerle takas edilmiş, bir lale soğanının fiyatı Amsterdam’da bir ev fiyatına eşdeğer hale gelmiş.
Osmanlı Devleti’nde Lale Devri’nin sonu, Patrona Halil İsyanı ile başlar. Bu ayaklanma 28 Eylül 1730da başlayıp üç gün sürmüştür. Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa idam edilmiş; Sultan III. Ahmed tahttan indirilmiş, tahta I. Mahmud getirilmiş ve sonradan Lale Devri adı verilecek devir sona erdirilmiştir.
Lale’ye dikkat etmek lazım...