Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

29 Ocak 2014

Şahlar ve şeyhler

 Yrd. Doç. Dr. Bekir Biçer'in yazısı...

İnsan var oluşundan beri düşünen inanan bir varlıktır. Düşünmesi çoğu zaman inanmasını gerektirmiştir. İslam inancı açısından ise İnsan “Allaha kulluk yapmak için yaratılmıştır.” Allah insanları doğru yola çağırmak için peygamberler göndermiştir. Ancak insanlar çoğu zaman peygamberlere rağmen kendi istedikleri şekilde yaşamıştır. Büyük peygamberlerin inancını yer yüzünde egemen kıldığına dair bilgi çok azdır.
Bu çerçevede hayatı en iyi bilinen peygamber Hz. İsa ve dini Hristiyanlıktır. Hz. İsa’nın çağrısı Akdeniz havzasında kısa zamanda yayılmış ama aynı zaman diliminde dini tahrif olmuştur. Güçlenen Hristiyanlar Roma İmparatorluğu için tehdit oluşturunca yüz binlercesi öldürülmüştür. Ancak Hristiyanlık resmi din olunca bu defa Hristiyan olmayanlar öldürülmüştür. Hristiyanlık içinde iki ana kilise doğmuştur. Katolik kilisesi din devleti özelliği taşımış ve Orta Çağda insanlara hayatı zindan etmiştir. Ortodoks kilisesi ise devletin kontrolüne girmiş ve devlete hizmet etmiştir. Orta ve Yeni Çağ Avrupası’nın en önemli meselesi din devlet ilişkileri olmuştur. Bu sebeple Avrupa lılar laik düşünceyi üretmiş ve laik politikalar geliştirmiştir.
İslâmiyetin tarihsel serüveni de aslında çok farklı değildir. Her ne kadar abartılmış- yüceltilmiş tarih yorumları aksini savunsa bile İslam toplumlarının en temel meselesi din devlet ilişkisi olmuştur. Müslümanlar Hz Ali ve Muaviye arasındaki çatışmayı hep dini bir mesele olarak ele almıştır. Ama aslında mesele düpe düz siyasi bir meseledir ve tamamen iktidar mücadelesidir. Ayet ve Hadisler sadece geliştirilen siyasi mücadeleye malzeme teşkil edilecek şekilde kullanılmıştır. Yani Cemel ve Sıffin savaşlarından itibaren İslam birinci derecede hayatı düzenleyen bir unsur olmaktan çıkarılmış ve siyaseti meşrulaştıracak ve iktidarlara payandalık yapacak şekilde istismar edilmiştir. Artık İslam öncelikle iktidarların gücünü pekiştiren bir dolgu malzemesi olarak kullanılmıştır. Doğrusu birçok mezhebin doğuşu da bu çerçevede ele alınabilir. Benim İslam tarihi okumalarından elde ettiğim sonuç şu: İslam inancı ve Müslümanlar sürekli siyasetin güdümünde olmuştur. Öyle sanıldığı ve iddia edildiği hayatın bütününü kontrol eden ana unsur İslamiyet değildir. Saray hep âlimlerden, şeyhlerden ve Müslüman halktan üstün olmuştur.
İslam tarihinde fıkhi mezheplerin doğması ve tarikatların yaygınlaşmasıyla birlikte çoğu zaman saraya muhalif alternatif kurumlar ortaya çıkmıştır. Sultanlar ise kendine yakın olan âlim ve şeyhleri desteklemiştir. Kimi zaman kendisine yakın hissettiği âlim ve şeyhleri kendine danışman yapmış veya mensubu olduğu mezhebi resmi mezhep ilan ederek diğerleriyle mücadele etmiştir. Mezheplerin yaygınlaşması ve mezhep mücadelelerinin geri planında da siyasetin belirleyici gücü vardır. Buna karşılık halktan destek alan veya saraya kafa tutacak güce erişen âlim, şeyh veya seyidler saraya muhalif bir seyir izlemiş ve dini gücünü çoğu zaman siyasete tahvil etmeye çalışmıştır. Bu iddiayı doğrulayacak yüzlerce örnek vardır. Özellikle Abbasiler devrinden itibaren çıkan isyanların tamamı bu çerçevede değerlendirilebilir. Kimi zaman ise muhalifler saraya karşı tavır alarak halkın çıkarlarını korumaya ve dengelemeye çalışmıştır. İslam tarihi defalarca şahlarla şeyhlerin mücadelesine sahne olmuştur.
Selçuklular devrinde Baba İshak, Osmanlılar devrinde Şeyh Bedreddin, Şahkulu isyanlarında olduğu gibi. Osmanlı Devleti tarikatlarla ilişkilerini siyasi çıkar- devletin bekası çerçevesinde kurmuştur. Sultana hizmet edenler ödüllendirilmiş muhalif olanlar ise cezalandırılmıştır. Mustafa Kemal de Milli Mücadele esnasında büyük oranda şeyhlere ve aşiret liderlerinin yardımına müracaat etmiştir. Şeyh Senusi, Mevlevi şeyhleri, Alevi Bektaşi dedeler, Kürdistan’daki Kürt aşiret liderleri Mustafa Kemal’in en çok destek aldığı ve birlik görüntüleri verdiği kişilerdir. 1924 yılından itibaren ise her türlü dini ve mezhebi yapılara karşı tavır alınmıştır. Sünni şeyhler birer birer cezalandırılmıştır. 1925 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sünni tarikatlar kadar Alevi Bektaşiler de zarar görmüştür. Dergâhları kapatılmış mal varlıklarına el konulmuş, kütüphanelerdeki eski eserler yok edilmiş ve vakıf faaliyetleri engellenmiştir. Hatta Dede ve Babalar dini kimliklerini ifade etmekten çekinir olmuştur. Âdeta Alevi kimliği yok sayılmıştır. Ancak buna rağmen Alevi ve Bektaşiler bu durumdan fazlaca rahatsız olmamıştır. Çünkü Aleviler kadar Sünniler de cezalandırılmış ve Aleviler üzerinden Sünnilerin siyasi baskısı kaldırılmıştır. Bu mutluluk Alevilerin Mustafa Kemal’i sevmelerine ve sahip çıkmalarına yetmiştir. Dersim kıyımına rağmen laik Cumhuriyet zımnen en büyük halk desteğini Alevi camiadan almıştır. Buna rağmen Tek Parti döneminde Alevi sorunu ve Alevi hakları hiç gündeme gelmemiştir.
Türkiye Cumhuriyetinin iç politikası büyük oranda din devlet ilişkileri sebebiyle gerilmiştir. Çünkü halkın büyük çoğunluğu dindardır. Devletin yapısı ise laiktir. Bu sebeple sürekli halk ve devlet karşı karşıya gelmiştir. Bütün baskı ve sindirme politikasına rağmen seçimlerde dindar halkın siyasi tercihleri iktidarı belirlemiştir. Özellikle Demokrat Parti döneminden itibaren siyasette dinin ağırlığı çok belirgindir.
Türkiye’ de din devlet ilişkileri deninde hep Sünni cemaat ve tarikatlar anlaşılmış ve anlatılmıştır. Halbuki CHP de siyasetini Türkiye’deki din ve mezhepler üzerinden yapmıştır. CHP seçmenleri büyük oranda dindar Alevi-Bektaşilerdir. Aleviler siyasi tercihlerini tamamıyla din ve mezhep algıları üzerinden yapmıştır. Yaptıkları tercihler çok açık olarak din merkezlidir. Son yıllarda yapılan Cumhuriyet mitinglerinin ve Gezi olaylarının arkasında büyük oranda sokağa taşan Alevi öfkesi yapmaktadır. Gösteriler biraz da Sünni - Yezidi AKEPE iktidarına karşı Alevilerin var olma mücadelesi gibidir.
Ak Parti döneminde Türkiye göreli olarak daha özgür hale gelmiş ve dini faaliyetler daha kolaylaşmıştır. Bu dönemde Cumhuriyetin ilk yıllarında oluşan laik rejime karşı halkın tavrı değişmiş ve iktidar şahsında Sünni dindar halk devletle bütünleşmiştir. Şüphesiz Türkiye’nin bu noktaya gelmesinde cemaatlerin ve tarikatların ciddi katkısı olmuştur. İktidarın el değiştirmesi, seçkinci yönetimin yıkılması konusunda cemaatler hükümetle ittifak içinde olmuştur. Ancak yeni Türkiye’yi kimin yöneteceği konusunda ciddi ihtilaflar başlamış yani tarih tekerrür etmiştir. “Bir tahta iki sultanın oturamayacağı” anlaşılmıştır. Gündemdeki tartışmalar nasıl sonuçlanır bilinmez ama Türkiye yeni bir tartışmaya yeniden başlamıştır. Bugüne kadar Müslüman halk din devlet ilişkisine hep laik devlet üzerinden bakmış ve hep İslam devleti özlemi taşımıştır. Şimdi dindar insanların din politikası üzerinden din devlet ilişkileri tartışılmaktadır. Artık din devlet ilişkileri bu zeminde yeniden tartışılacaktır. Devletin resmi dini olmalı mı, olacaksa devlet hangi mezhebe göre yönetilmelidir devletin yönetiminde cemaatlerin rolü ne olmalıdır. vs ?
Bugün gündeme gelen “kardeşlik hukuku” aslında Türkiye’de hiç olmamıştır. Malumdur ki tarih boyunca aynı dinden olan insanların savaş ve mücadelesi daha acımasız olmuştur. Yine iktidar paylaşımı konusunda din büyük oranda güç elde etme ve yapılanları meşrulaştırma amacını taşımaktadır. Umarım satırlarda kalan hukuk hayata hakim olur. Saygılarımla.

http://www.memleket.com.tr/sahlar-ve-seyhler-18164yy.htm