Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

04 Temmuz 2008

Güneydoğu'da Dört Gün Yahut Abgar ve İsa'nın Mendili

Geçtiğimiz güz, Halfeti ve Rumkale’de Fırat kıyısında iki gece üç gündüz geçirdiğim keyif dolu, bilgi dolu geziden dönerken (Halfeti Ulusal Fotoğrafçılar Buluşması), Hasankeyf, Urfa ve Mardin’de olabilmeyi de içimden çok geçirmiştim. Çok istemekten vazgeçmemeye bir kez daha inanmış buldum kendimi. Vesilesi, TYB Konya’nın güzide yönetimi ve onun “yazılacak çok şeyimiz var” programlı gezileridir. Kendi imkân ve girişimleri ile şehirlerin, beldelerin ve kadim mekânların kültürünü, sanatını, coğrafyasını ve tarihini yakından görmek, belgelemek ve belki de daha önemlisi coğrafyalar arasında gönül köprüleri oluşturmak fırsatı veriyor bize.

Davetlerine icabet ettiğimiz yörelerde gönülleri bizimle aynı teli çalan, cömert, memleket sevdalısı dostlarla hayatı paylaşıyoruz öncelikle. Urfa kapı komşumuz, Mardin yan taraftaki sokağımız, Güneydoğu mahallemiz oluyor söz gelimi.

Müze şehir Urfa konuk ediyor bizi ilkin. Kendim gördüklerimi söylemeden evvel, Pirimiz Evliya Çelebi neler demiş Urfa’ya dair, Seyahatname’sine bakıyorum. Dediğine göre şehir, Nuh tufanından sonra Rohay adında bir hükümdar tarafından kurulmuş. Şehrin adı Roha, Reha derken Urfa oluvermiş. Sonra ilahlık iddiasında bulunan Nemrud, buranın su ve havasından hoşlanıp kendine mesken tutmuş. Evliya Çelebi, Hz. İsa’nın buraya gelip bir kiliseye misafir olması sebebiyle “Dir-i Mesih” dediklerini, havarilerin burada İncil’i gayet hazin bir sesle okumalarından o makama “Revahî” adını verdiklerini yazmış. Kanonik ve apokrif (sahih-sahih sayılmayan) Hıristiyan kaynaklarından Hz. İsa’nın buralara hiç gelmediğini öğrenmiş biri olarak, Evliya Çelebi’nin, İsa Peygamberin buraya gelişine dair bilgiyi nerden öğrendiğini merak ettim doğrusu.

Eski adı Edessa diye de bilinen Urfa, bana İsa Peygamberin havarisi Taday’ı (Taddeus) ve ona atfedilen “Apokrif Taday’ın İşleri” kitabında geçenleri hatırlatıyor. Hikâyeyi merak edenler için anlatalım:

“Hz. İsa’nın öğretisi ve gösterdiği mucizelerin şöhreti Filistin’e çok uzak yerlerde bile yayılmış bulunmaktadır. Bunları işitip hayretler içinde kalan Abgar, Mesih’i görmeyi çok arzu eder ancak şehrini bırakacak durumda da değildir. Yahudilerin kendisini hedef alan tepkilerin yoğun olduğu bir dönemde çaresiz bir hastalığa yakalanan Abgar, habercisi Ananias vasıtasıyla bir mektup gönderir. (Mektup metni uzun olduğundan hikâyeyi kısa geçiyorum.) Ananias, Hz. İsa ile görüşür. Hz. İsa, kendisine verilen bir mendili yüzüne sürer, yüzünün şekli kumaşa geçer. Bu mendili havarisi Taday ile Abgar’a gönderir. Bu sırada Abgar çoktan iyileşmiş, hastalıktan kurtulmuştur. Taday, Abgar ve ailesi başta olmak üzere Edessalıları, Suriyelileri ve Ermenileri vaftiz eder, Abgar ile birlikte putlarla dolu tapınakları yıktırıp kiliseler yaptırır. Beş yıl boyunca Edessa’da kalan Taday, buradan ayrılmadan evvel şakirtlerinden birini inşa ettirdiği kiliselerden birine halef tayin eder. Dir-i Mesih diye bilinen bu kilise muhtemelen adı sonradan “Kızıl Kilise”ye çevrilen bugünkü “Ulu Camii” olmalıdır. Bu mendilin (Mandylion) Abbasilere kadar burada muhafaza edildiği ve Hıristiyan sanatında ve Bizans-İslam ilişkilerinde önemli rol oynadığı bilinmektedir.

Urfa’nın narı ve üzümü yoğun göçle birlikte tarih olmuş. Evliya Çelebi, “burada yetişen narın her birinin bir okka ve bazen beş yüz dirhem gelip insan kellesi kadar olduğunu” ve “en-nâr-u fakilemü’ş-şita” yani “ateş kışın meyvesidir” denildiğini de kaydetmiş.

Rehberimiz İl Kültür Müdür Yardımcısı Şair-Yazar Mehmet Kurtoğlu, tabir caizse Urfa’nın kurdu olmuş. Karış karış detay atlamadan, bıkmadan heyecan içinde anlatıyor şehrini. Ben böyle memleket sevdalılarını çok tutarım. Sevdim bu adamı. Güleç yüzlü, dost canlısı, gönülleri açık TYB Urfa’nın bize merhaba diyen, konukseverlikten öte tavırlarıyla bizimle olan diğer üyelerini de. Hepsi de bu kadim şehre çok yakışıyorlar.

Hikâyesini zikrettiğim Ulu Camii görülmeye değer. Avlu duvarları, bazı sütunlarından bazıları ve minare olarak kullanılan çan kulesi halen ayakta. Cümle kapısının solunda yer alan küçük mezarlığın mezar taşları dikkat çekiyor. Buradaki yer alan küçük türbenin Türkçe kitabesinde şöyle yazılı: “Mevlana Halid Bağdadi Oğlu Şehabeddin Ahmed M. 1823”. Geçen Ekim sonundaki Şam ziyaretimizde Babası Mevlana Halid’in Kasyun Dağı’ndaki türbesine giderek dualar etmiştik. Baba oğlu kader nasıl da uzak diyarlara yollamış.

Terör girmediğinden son 15 yılda dağı taşı binalarla dolmuş. Buna rağmen eski Urfa’ya musallat olmamış imar faaliyetleri. Mesela Gümrük Hanı saatlerce oturulmaya değer. Ecdadımız, camileri, hanları dolaşıp içlerinden geçen ırmaklar yaparak ilginç bir su hizmeti gerçekleştirmişler. Avlusundan Halilürrahman Gölü’nün suyu geçiyor. Burada iki ayrı vakitte dinlenme imkânı buluyor, fotoğraflar çekiyoruz. Avlusu her vakit dolu olan handa çoğu yöresel kıyafetli müdavimlerin en büyük keyfi domino ve dama oynamak. Bize seyretmek düşüyor göz ucuyla. 1566 yılında Behram Paşa tarafından yaptırılan tarihi Kervansaray’ın, Urfa ekonomisi ve sosyal hayatı üzerinde önemli ve olumlu etkileri bulunan tescilli bir kültür varlığı olduğunun altını çizmem gerekiyor. Oldukça da temiz.

Halep’te, Şam’da daha evvel benzerlerini gördüğüm sokaklara saçılıyoruz adeta. Eski yeni iç içe girmiş. Fotoğrafçılar için anlatılmaz bir platform buralar. İstisnası ise duvarlardaki elektrik kabloları…Bunları salkım saçak daha beteriyle Afyonkarahisar’ın kale önündeki eski mahallelerinde de görürsünüz. Yerin altına alınamaz mı bunlar?

Akşam sonrası ikincisi yapılan Balıklıgöl Şiir Akşamları’nda Konya ve Urfalı şairler buluşup gönül köprülerinin birini daha inşa etmiş oluyorlar.

Ve Harran. Sabah vakitlerinde oradayız. Tevrat’a göre, İbrahim Peygamberin yurdu olan Ur Şehrinin ticari bir kolu olarak kurulmuş. Dünyanın ilk şehirlerinin, ilk mâbedlerinin bulunduğu ve tarımın ilk başladığı önemli bir bölgede inşa edilmiş Harran. Moğollar tarafından yıkılan dünyanın en eski üniversitesi de bu şehirde. Eski dinlerinin son sığınağı. Anadolu’nun ilk kilisesi ve ilk camisi burada inşa edilmiş. Antik Dönem, Med, Pers, Yunan, Roma, Hıristiyanlık ve Sabiilik, ardından İslam medeniyetini görmüş bir yer olarak çok özel. Turistik biçimde aslı korunmuş bir Harran evinde uzunca ve keyifli bir mola veriyor, günün akşamında sıra gecesi için bir konakta bir araya geliyoruz ki anlatılmaz yaşanır…

Ertesi gün Mardin yolundayız. Programda var mıydı hatırlamıyorum. Bir Eyyübnebi Beldesi var. Urfa-Mardin karayolunun solunda kalıyor. 16 km.lik taşlı tozlu berbat bir yoldan beldeye ulaşıyoruz. Bu yol nasıl ihmale uğratılmış öyle? Eyyüb ve Elyesa Nebilerin kabirlerine ziyaretin ardından, nev-i şahsına münhasır Belde Başkanı Mustafa Çiftçi’nin misafiri oluyoruz. Yüreğini açıyorlar bize. Anlıyoruz ki bir daha, bu memleketin doğusu batısı diye bir şey yoktur.

Öğle vaktinde ulaştığımız Mardin bizi çarpıyor, büyülüyor. Artuklu taş işçiliğinin görkemli eserlerinin birinden çıkıp diğerine koşar adımlarla uğruyoruz. Fotoğrafçılar olarak ekibin hep gerisinde kalırken, birbirine çok yakın abbaraların (konak), camilerin, Kiliselerin ve taş duvarlarla çevrili eski sokakların arasında soluk soluğa kalıyoruz çoğu zaman. Aramızda konuşuyoruz; bu Mardin’den bir haftada çıkılmaz diye. Mardin’in her yerinden görünüyor uçsuz bucaksız Yukarı Mezopotamya Ovası. Abdüllatif Camii, Şehidiye Medresesi, Melik Mahmut Camii, Sıtti Radviye Hatuniye Medresesi, Kasımiye Medresesi, Şahse Han gibi eserleri bir çırpıda görüvermekten pek de mutlu değiliz lakin zamanımızın elvermediğinin de farkındayız.

Süryani Deyruzzaferan Manastırı, görmeyi en çok istediğim yerlerden biriydi. Adını rivayete göre binanın yapılışı sırasında harcına safran katılmasından aldığı söyleniyor. Süryaniler, ataları Aramilere uzanan ve çoğunluğu Ortadoğu'da yaşayan Semitik Hristiyan halkı. M.S. 37 - 43 yılları arasında Havari Petrus tarafından Antakya’da kurulmuş. Kilisenin ve bazı mensuplarının kullandığı dil İsa’in de konuştuğu Süryanice (Aramice). Patriklik merkezi 1963 yılından beri Suriye’nin başkenti Şam’da bulunuyor. Manastırın genç görevlisi eşliğinde bize gösterilen yerlerini ziyaret ediyoruz. Dara Antik şehri ziyaretimizin sonu oluyor ki sayfalara sığmaz. Akşama yakın Mardin’e dönerek Polisevinde ikram edilen yemek sonrası upuzun yola revan oluyoruz.

Bu gezinin gerçekleşmesinde emeği olan herkese, TYB Konya yönetimine, TYB Şanlıurfa yönetimine, Şanlıurfa ve Mardin Valiliklerine teşekkürlerimi arz ederim. Bu etkinliklerin memleket insanının kaynaşmasına, kültürlerin tanınıp tanıtılmasına bilvesile belki kollanmasına ne kadar büyük hizmet ettiğinin farkındayım. Henüz farkında olmayanların da uyanmalarını dilerim.



Dara'da yaşlı bir kadın