18 Nisan 2020

Vakıf mallarını kaptırmak neye mal oldu?

Müslümanlar hem çoğunluk hissiyatı hem devleti koruma güdüsüyle bu vakıf meselenin üzerine gidememişti. Ama...

Taha Süren haber verdi..
 

Bir zamanlar biz Müslümanlar, müesses bir nizamın sahibi idik. Ne Batı ile olan askeri mücadelemiz, ne de kendi içimizdeki iktidar ve mezhep kavgaları bu müesses nizamı sarsmayı başaramamıştı.
Yukarıdaki ve çevredeki dalgalanmalardan etkilenmeyen bir bünyemiz vardı. Kim sultan olursa olsun, ordu hangi ülkeye sefere giderse gitsin, camileriyle, medreseleriyle, tekke ve zaviyeleriyle, dar’üş şifa ve imaretleriyle, tüm esnaf teşkilatı ve tımar sistemi ile ictimai hayatımız aynen devam ediyordu.
Sistemin merkezi: vakıflar
Bu müesses nizamın temelinde ise vakıflar bulunmaktaydı. Bütün camiler, medreseler, tekke ve zaviyeler, darüşşifa ve imaretler, hükmi şahsiyete sahip vakıflar tarafından idare edilmekteydi. Bu hizmetlerin giderleri, akar olarak vakfedilmiş gayrimenkullerden elde edilen gelirlerle sağlanmaktaydı. Gelirlerin idaresi, hizmet binalarının bakım ve onarımlarının yapılması, verilen hizmetin vakıf senedi doğrultusunda düzgün bir şekilde sürdürülmesi, vakıf mütevelli heyetlerinin vazifesi idi. Bu sistem ictimai varlığımızın hayat damarı idi.
Batılılaşma sürecinin ilk safhalarında, ilk değişiklikler askeri ve siyasi alanda gerçekleştiğinden, bunların ictimai yapımıza etkisi sınırlı oldu. Ancak süreç ilerledikçe sıra vakıf sistemine, medreselere, tekke ve zaviyelere geldi. Kademeli olarak ictimai yapımızın kökleri budandı. Vakıf sistemi bozulmaya, medrese tedrisatına müdahele edilmeye, tekke ve zaviyeler bürokratik denetim altına alınmaya başlandı. Bu süreç II. Mahmud döneminde, ictimai hayata tesir etmeye başladığı için, bu dönem Müslümanların kimlik ve varolma kavgalarından ötürü devlet ile karşı karşıya geldikleri ilk dönemeç oldu.
Yıllarca talan edildi
Tarihi süreç hepimizin bildiği gibi işledi. İnkılaplardan sonra vakıflara el konuldu, medreseler, tekke ve zaviyeler kapatıldı. El konulan vakıflar, camiler, kapatılan medrese ve zaviyeler, vakfedilmiş akar statüsündeki gayrimenkuller büyük bir mal varlığı oluşturuyordu. Tam bir kaydına sahip değiliz ancak, Müslümanlara ait olup da el konulan vakıf mallarının ülke topraklarının üçte ikisi civarında olduğu tahmin ediliyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Tapu ve Kadastro Kanunu kapsamında birçok vakıf malı, üzerinde hak iddia eden kişiler adına tapuda tescil edildi. “Vakıf zengini” tabiri bu döneme ait bir deyim. Bu yağmadan kurtulan malvarlığı ise idari olarak iki müesseseye bağlandı; Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Diyanet İşleri Başkanlığı. Her iki müessese de kuruluş kanunları doğrultusunda bu malvarlığını kullanmış ve hala kullanmaktadırlar.
İctimai hayatımızın temeli olan bu müesseselerin kamulaştırılması Cumhuriyet döneminde Müslümanlar için dört temel sorun oluşturdu. Bu sorunların dördü de hayati önem taşıyordu çünkü bu müesseseleri kaybetmek, müslümanların bir cemaat ve kimlik olarak ictimai hayattan silinmesi anlamına geliyordu. Bugün de bu sorunların çözülmesi noktasından oldukça uzakta bulunmaktayız.
Onlarınki de vakıf ama...
Birinci sorun el konulan vakıf mallarının iadesi meselesidir. Ülkemizdeki gayri müslim azınlıklar, uzun bir mücadelenin sonunda ve elbette Batı’nın da desteği ile azınlık vakıflarının ve el konulan vakıf mallarının iadesi hakkını kazandılar. Ancak Müslümanlar bu mücadeleyi yapmadılar ve bu mücadeleyi yapacak bir üst kimlik oluşturamadılar. Kendi hakları olan bu büyük mal varlığının aynen iadesini veya tazminini talep edebilecek iken bu yola başvurmadılar. Belki çoğunluk olmanın verdiği güven, belki de tarihten gelen devleti sahiplenme ve aidiyet hissi Müslümanları bu mücadeleden alıkoydu.
İkinci sorun Müslümanların ibadethaneleri olan camilerin idaresi meselesi idi. Azınlıklar kendi ibadethanelerini kendileri idare eder, kendi din adamlarını ve ibadethanelerinde vazife yapacak görevlileri kendileri tayin ederler iken, Müslümanların ibadethaneleri olan camiler devlete bağlı bir müessese olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kontrolü altında kaldı. İmam ve müezzinler devlet tarafından atandı, camilerin anahtarları da daima devlet memurlarının elinde kaldı. Her cami kendi vakfiyelerinin gelirleri ile ayakta kalabilecek ve görevlilerinin maaşlarını karşılayabilecek iken, kendi vakıf gelirleri alınıp devlet bütçesinin içine yerleştirildi. Bütçeden camilere ayrılan pay ise daima yetersiz kaldı ve cemaatten para toplanarak camiler ayakta tutulmaya çalışıldı. Halbuki ibadethanelerin mali ve idari denetiminin, o dinin mensuplarının idaresinde olması aklın ve hakkaniyetin gereği idi.
Devlet, din eğitimini nasıl verebilir?!
Üçüncü sorun, Müslümanların dini eğitim müesseseleri olan medreselerin kapatılması meselesidir. Her ne kadar bir ara çözüm olarak ilahiyat fakülteleri, imam hatip liseleri ve Kur’an kursları ihdas edilmiş ise de, bu müesseselerin müfredatı, tedrisat usulü ve idari yapısı ile medreselerin yerini tutmadığı açıktır. Bugün Fener Rum Patrikhanesi’nin Heybeliada Ruhban Okulu için yaptığı mücadele hepimizin gözlerinin önünde cereyan etmektedir. Patrikhane, Heybeliada Ruhban Okulu’nun YÖK’e bağlı bir üniversitede, ilahiyat fakültesine bağlı olarak açılması teklifini kabul etmemektedir. Gerçek şu ki bir dinin mensuplarının, kendi dini eğitimlerini, kendi inanç ve anlayışları doğrultusunda verebilmeleri, kendi din adamlarını kendilerinin yetiştirebilmeleri, aynı zamanda kendileri olarak var olmalarının, varlıklarını ve inançlarını gelecek nesillere ulaştırabilmelerinin şartıdır.
Dördüncü sorun ise dini özgürlükler kapsamında değerlendirilebilecek olan tekke ve zaviyelerin yasaklanması meselesidir. Her ne kadar tarikatlar bu yasağa rağmen belli bir oranda varlığını sürdürebilmiş ve günümüze ulaşabilmiş, hatta yarı yasal temsil organları oluşturabilmişler ise de, haklarındaki temel yasak kararı sürmektedir. Günümüzde Dünya Ehl-i Beyt Vakfı Genel Başkanı Fermani Altun, tekke ve zaviyelerin kaldırılması kararının değiştirilmesini talep etmektedir. Alevi Bektaşi Konfederasyonları’nın 16.01.2011 tarihinde topladığı Büyük Alevi Kurultayı’nın sonuç bildirgesinde, Hacı Bektaş Veli ve Abdal Musa dergahlarının iadesine dair talepler yer alabilmektedir. Buna rağmen sünni müslümanların kendilerine ait tekke ve zaviyeler konusunda hiçbir çalışma yapmadıklarını görmekteyiz.
Anayasa değişikliğinde halledilmeli
Ülkemizde Müslümanların ictimai varlığını sürdürebilmesi, siyasi iktidarları belirlemekle ya da bürokrasiye hakim olmakla değil, ancak kendi müesseselerini ikame etmekle, varlık ve kimlik mücadelesini siyaset üstü bir çatıya taşımakla mümkün olabilecektir. Yeni Anayasa yapım sürecinde, el koyulan vakıflar ve vakıf mallarının iadesi, camilerin idaresi, medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair kararların tekrar gözden geçirilmesi gibi meseleler Müslümanların kimlik ve varlık meselesi olarak görülmeli ve tartışılmalıdır. Müslümanların varolma ve varlığını sürdürebilme hakkı, mülkiyet hakkı, eğitim hakkı ve dini özgürlük hakkı, hukuki bir zemine oturtulmaz ve müesseseleşemezse, var olduğu zannedilen bütün kazanımlar her zaman pamuk ipliğine bağlı kalacaktır. Bu yüzden Diyanet İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü, ve dini eğitim müesseselerinin geleceği konusunda Müslüman aydınların konuşmaları gerekmektedir.
Abdülhamid Ahdar dikkat çekti.

Alıntı: https://www.dunyabizim.com/hikmet/vakif-mallarini-kaptirmak-neye-mal-oldu-h8872.html

0 yorum: