31 Temmuz 2013

Nusayrilik ve Nusayriler



Yrd. Doç. Dr. Muammer ULUTÜRK

Nusayrîler Suriye’de Lazkiye, Banyas ve Tartus, Türkiye’de Hatay, Adana ve Mersin illerinde yaşayan; İslam, Hıristiyanlık, Ortadoğu’da mevcut bazı fırkalar ve diğer yerel inanışların harmanlanması sonucu ortaya çıkmış –senkretik- dinî bir inanç topluluğudur.
Nusayrilik, Şia’nın ilk Mezhepler Tarihi yazarlarından en-Nevbahti’ye göre, IX. yüzyılda Muhammed b. Nusayr en-Nemiri (Öl. M. 883) tarafından kurulmuş batıni bir fırkadır (Fığlalı, 1993:180). Kaynaklarda genellikle Nusayrilik, bazen de Nemiriyye adıyla anılan fırka, XX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Alevilik, mensupları da Aleviler diye anılmaya başlanmıştır. Bu fırka, I. Dünya Savaşı’nın ardından bölgeyi ele geçiren Fransızların talebi, mensuplarının da uygun görmesiyle Alevi adıyla anılmaya başlanmıştır (Üzüm, 2007:271). Bu yapıya Anadolu Aleviliğinden farklılığına işaret etmek üzere Nusayri Alevilik, Akdeniz Aleviliği, Arap Aleviliği, Çukurova Aleviliği, Hatay Bölgesi Aleviliği, mensuplarının genellikle çiftçilikle uğraşmalarından dolayı Fellah gibi isimler de verilmiştir (Üzüm, 2007: 271; Büyükkara vd., 2010:157). 

Nusayrilik, Hz. Ali’nin tanrılaştırılması, Hızır ve türbe inancının güçlü oluşu, tenasüh inancı, te’vil ve takiyye ile belirginleşen; bütün dinlerin, bütün peygamberlerin ve hatta bilgi üretenlerin kutsal sayıldığı; kapalı cemaat örgütlenmesi ve gizlilik esasına dayanan, bâtınî İslamî bir fırka (Türk, 2005:279) olarak, Uzak Doğu kültürleri, Orta Doğu kültürü, Hıristiyanlık, eski Türk toplumlarının şamanist inançları ve Arap kültürü gibi unsurlardan etkilendiği görülmekle birlikte, bu bulgulara dayanarak Nusayrilerin etnik kökenleri hakkında belirgin bir saptama yapmak olanaksızdır (Türk, 2005:288).
Dünya genelinde yaşayan yaklaşık 3.000.000 Nusayri yaşamakta olup bunların büyük bölümü Suriye (2.500.000), Lübnan (100.000) ve Türkiye’de (350.000) yaşamaktadırlar. Bu sayıları ile Nusayrîler Suriye nüfusunun % 8-12’sini oluşturmaktadırlar. Suriye yönetimindeki Esedlerin de mensubu olduğu Nusayriler, günümüz Suriyesi’nde sayıca azınlık (toplam nüfusunun %14’ü) olmalarına rağmen iktidardadırlar. Nusayrilerin Hatay ilin genel nüfusu içindeki oranı ise il merkezdeki oranın altındadır. Adana ve Mersin’de yaşayan yerel halk tarafından Fellah (çiftçi) olarak adlandırılan Arap halkıyla etnik köken ve dini inanç bakımından ilgileri bulunmamaktadır.
Orta Doğu’da yaşayan Nusayrilerin tarihi kökenlerini ortaya koyan en önemli eser, Osmanlı döneminin vilayet müfettişlerinden Muhammed Emin Galib et-Tavil tarafından yazılmıştır. Et-Tavil bu eserinde Nusayriliğin ayrı bir mezhep olarak ortaya çıkmasında Gadir Hum ve Kerbela hadisesinin önemli olduğunu ileri sürmektedir. Hicretin 10. yılında Gadir Hum denilen yerde gerçekleşen hadise, Nusayrilerin en büyük bayramı olarak kutlanmaktadır. Nusayrilere göre Hz. Muhammed, Allah’ın emriyle kendisinden sonra Hz. Ali’nin vâsi ve veli olduğunu ilan etti. Hz. Muhammed’in vasiyetine uyulmaması ve Hz. Ali’ye düşmanlıklarıyla bilinen Emevilerin halife olarak Ebubekir’i tanımaları sonucunda Hz. Ali taraftarları Ebu Bekir’e biat etmeyi reddettiler. Halifelik Emeviler üzerinde devam ederken, Hz. Ali taraftarları da  Ehl-i Beyt’ten olan imamlara biat ettiler. İmam Ali ve onun oğlu Hasan’dan sonra üçüncü imam olan Hüseyin, kendisine inanan 70 kişiyle birlikte, Muaviye tarafından Kerbela’da şehit edildi. Soyundan Zeynel Abidin dışında kimse kalmadı. Bu olayın ardından Müslümanlar Aleviler ve Sünniler diye ikiye bölündü (2003 et-Tavil’den Türk, 2005:41).
Gadir Hum ve Kerbela hadisesinden sonra Aleviler, Emevi ve daha sonra da Abbasi halifelerine biat etmemişler, Ehl-i Beyt soyundan on iki İmam’a biat etmişlerdir. Bu imamlardan altıncısı olan İmam Cafer es-Sadık’ın (699-766) ölümünden sonra, Alevilerin bir kısmı imametin Cafer es-Sadık’ın büyük oğlu İsmail’in hakkı olduğuna, diğerleri ise öteki oğlu Musa el-Kazım’ın hakkı olduğuna inanıyorlardı. İsmail’in imametine inananlar “İsmaililer” olarak öteki Alevilerden ayrıldılar. Onların büyük çoğunluğu ise Musa el- Kazım’ın imametini tanıyarak “on iki İmamcılar” olarak isimlendirildiler. Nusayriler de bunların arasında yer almaktaydı. Onlar, on ikinci İmam Muhammed el Mehdi’nin henüz çocuk yaştayken gözden kayboluşuna (gaybetine) bakarak imametin son bulduğuna, Mehdi’nin ölmediğine beklenen kişi olduğuna inanmışlardır. Ali taraftarları onu “Hüccet” (delil) ve Muntazır (beklenen) adlarıyla anarlar. Onlara göre Mehdi, diridir ve zamanı gelince cevr ile dolan arza kurtarıcı olarak geri dönecektir. Mehdi’nin gaybetiyle birlikte, Hz. Muhammed’in; “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısı” sözünden yola çıkan Nusayriler, on iki İmamın her birinin bir bâbı (kapı) olduğu ve dini inancın bu bâblar yoluyla yürütülmesi gerektiğine inanmaya başladılar (2003 et-Tavil’den Türk, 41-42).
Nusayriler imamlardan sonra bâbı yetkili bildiler; ne var ki bu konuda uzlaşamadıkları için üç temel gruba ayrıldılar. Daha sonra da pek çok kola ayrıldılar. Bunlar:
-Nusayriyye: Seyyid Ebu Şuayb Muhammed b. Nusayr’a bağlı olanlar,
-İshakiler: İmam Hasan el-Askeri’nin ashabı olan Ebu Yakub İshak en-Nâhi’ye bağlı olanlar (bu kişi, Askeri’nin asıl babının kendisi olduğunu iddia etmiştir.),
-Caferiyye: Bâb’a bağlanmadan altıncı imam Cafer es-Sadık’ın kitaplarını rehber bilenlerdir.
İsnâaşeriyye’nin onuncu İmamı Ali el-Hâdi en-Nâki ile on birinci İmam Hasan el-Askerî zamanında yaşayan İbnu’n-Nusayr, Ali el-Hâdi en-Nâki’nin ilahlığını, kendisinin de onun peygamberi olduğunu iddia etmiş, tenasühü benimsemiş, haramları helal saymak gibi aşırı görüşler ileri sürmüştür (Üzüm, 2007: 271; bkz. Fığlalı, 181). Nusayr, Askeri’nin adamı ve meclisinde eksik olmayan sadık bir müridiydi. Muhammed b. Nusayr, Hasan el-Askeri’den sonra, Samerra’ya yerleşerek Nusayrilere yol gösterdi. Nusayriler, 1048 yılına kadar bâb ve ardılları tarafından dini yetkili olarak idare edildiler. Halep, Lazkiye ve Bağdat dini merkez oldu. Ondan sonra da bâb, yani dini önderler bu görevi üstlendi. Bunlardan Muhammed el-Cennân el-Cünbulânî, dini başkanlık görevini yürüttü. Bunların döneminde Alevi Nusayriler ve İslam âlemi için bir anarşi ortamı yaşandı. Öyle ki, bir mezhebin üyeleri, ötekinin üyelerinin kanlarını dökmeyi mübah saymaya başladı. Bu dönemde, Mısırlı Alevi Nusayri Hüseyin b. Hemdân el-Hasîbî ortaya çıktı ve Alevilere bağımsızlık ve hakimiyet fikrini aşıladı. Bu nedenle Muhammed b. Nusayr’dan sonra bu mezhebin öncülerinden en önemlisinin Hasîbî olduğu kanaatinin doğru olması muhtemeldir (bkz., Fığlalı, 181; Üzüm, a.y.). Aslında Muhammed b. Nusayr, mezhebin kurucusu değildi. Kendisi Ehl-i Beyt ahlak ve kültürüne uygun öğrenciler yetiştirmişti. İşte bunlardan biri de Ebu Abdullah Hüseyin b. Hamdan el-Hasîbî idi. Büveyh ve Hamdani devletinin kurucuları bile onun öğrencileriydi. Hasîbî’yi tarikata alan, Irak’ta yaşayan ve Alevi Cünbülânî tarikatını kuran el- Cünbülânî idi. Irak’ın Cenbela kasabasında doğan Cünbülânî, Nusayr’in öğrencilerine katılarak Ehl-i Beyt’in ilim ve fıkhı konusunda önemli çalışmalar yaptı. Zamanın en büyük alimlerinden sayılırdı. Bu nedenle Nusayr, kendisinden sonra yerine onu tayin etmişti. Cünbülânî bir yandan çalışmalarını sürdürdü, bir yandan da öğrenciler yetiştirdi. Evi adeta bir üniversiteyi andırıyordu. Yetiştirdiği öğrencileri, çevre ülkelere dağılarak Ehl-i Beyt inancından kaynaklanan Aleviliği tanıtıyorlardı (2001 İstanbullu’dan Türk, 44). Cünbülânî’nin şöhretini duyan ve ondan ders almak isteyen Hasîbî, bu amaçla Mısır’dan göç ederek Cenbela kasabasına yerleşti. Başarılı çalışmalarıyla Cünbülânî’nin gözüne girdi. Cünbülânî’nin ölümü ve vasiyeti üzerine de Alevi Nusayrilerin başkanı oldu ve din işlerini yürüteceği Halep’e yerleşti. Elliden fazla öğrenci yetiştirdi. Onun zamanında bağımsızlığını ilan eden bütün Alevi-Nusayri hükümdarlıklar, onun dini egemenliği altındaydı. Ayrıca Hasîbî’nin Şam’da vekilleri; hükümdarlardan ve emirlerden de öğrencileri vardı. Bunlar Büveyhoğulları, Hamdanoğulları ve Fatımilerdendi (2000 et-Tavil’den Türk, 44). Hasîbî, İsmailiyye ile birleşme teşebbüsünde bulunmuşsa da başaramamış, hareketin dini-mistik karakterinin gelişmesi ve yayılması için verdiği mücadelenin sonunda “dinin şeyhi” (Şeyhüddin)  diye anılmıştır. M. 969’da Halep’te ölen Hasîbî, şii biyografi kaynaklarında genellikle “yalancı, lanete uğramış, itikadı bozuk, fikirlerine itibar edilmemesi gereken kimse” gibi ifadelerle eleştirilmiştir (Üzüm, 2007:271).
Hasîbî’den sonra biri Halep, diğeri Bağdat olmak üzere iki dini merkez ortaya çıktı. Bugünkü Nusayri halkını oluşturmuş olan Hasîbî’nin kurduğu Cünbülâni tarikatının son genel şeyhi et-Tebârânî (965-1035)’den sonra ise tarikat liderliğine kimse geçmedi. Her şeyh kendi bulunduğu bölgede bağımsız olarak şeyhliğini sürdürdü. Nusayri tarihindeki son dönem, bölgesel şeyhlerin liderliğinde birçok Alevi-Nusayri devletinin bağımsızlıklarını ilan etmeleriydi (2000 et-Tavil’den Türk, 45). Bunlar; Fatımi Devleti (909-1171, Mısır), Büveyhoğulları Devleti (934-1055, Hazar Denizi Bölgesi), Hamdanoğulları Devleti (868-1104, Musul-Halep), Aridoğulları Devleti (939, Şam, Trablus, Teberiye; Rayıkoğlu Muhammed'in kurduğu bu devlet onun ölümüyle de yıkıldı), Tunuhîler Hükümeti (968-1084, Lazkiye), Hammudoğulları Devleti (1071-1113, Kurtuba, Malka), Ahmeroğulları Devleti (1232-1490, Zaragosa) ve Muhrizoğulları hakimiyeti idi.  
Nusayriler, Memlük Sultanı Baybars (1277) zamanında sünni olmaları yönünde baskı görmüşlerdir. Bu baskılar Sultan Kalavun zamanında da (1277-1290) sürdürülmüştür. İbn Teymiye’nin Nusayriler hakkında çeşitli hakaretler ve karalamalar içeren fetvası da Sultan Kalavun zamanında çıkartılmıştır. İbn Teymiye’nin bu fetvasını başka fetvalar izledi. Bu fetvalar yüzünden Nusayrilerin malları yağma edildi, kadınları hakkında uygun düşmeyen yakıştırmalar yapıldı ve on binlerce Nusayri öldürüldü. Mercidabık Savaşı (1516) sonrasında Nusayriler Osmanlı idaresine girmiş, uzun süre Halep’te mahalli şeyhlerin denetiminde serbest bir hayat yaşamışlardır (Üzüm, 271). Nusayriler Yavuz Sultan Selim döneminde (1470-1520), büyük baskılarla karşı karşıya kaldıklarını ileri sürerler. Bu dönemde Yavuz Sultan Selim’in Alevi illerini ele geçirmesi, bölgedeki Alevi egemenliğinin de yıkılmasına neden oldu. Mısır-Anadolu yolunun güvenliğinin sağlanması için Türkler, Alevi-Nusayri bölgelerine yerleştirildi. Bu dönemde Nusayra Dağlarına yaklaşık yarım milyon Türk yerleştirildi. Bugün onlardan yalnızca Bayır, Bucak ve bazıları da sahil tarafında olmak üzere on beş bin Türk kalmıştır. Bunlar Türk kimliklerini koruyabilmişlerdir Baskılar nedeniyle Antakya’dan ayrılan Nusayriler, Kanuni Sultan Süleyman zamanında bu bölgeye geri dönmeye başladılar. Geri dönenler Antakya’dan Süveydiye’ye, Adana çevresi ve Tarsus’a kadar uzanan bölgeye yerleştiler. Bugün bu bölgede varlıklarını sürdürmektedirler (2000, et-Tavil’den Türk, 46). Fığlalı, Yavuz Sultan Selim döneminde Nusayrilere baskı yapıldığına dair görüşün et-Tavil’in yazdıklarının haricinde başka kaynak kullanmayanlar tarafından iddia konusu yapıldığını, yazılanların doğru olmadığını, Osmanlı Devletinin ülkedeki her inanç ve ırktan kavme, devletin bağlayıcı ve birleştirici felsefesi olan İslam kardeşliği anlayışının en muslihane tezahürünü gösterdiğini (Fığlalı, 1993: 181) belirtmektedir.
II. Abdülhamid zamanında, toplumsal bütünlüğün korunması amaçlanarak Nusayrilere karşı sünnileştirme politikaları izlenmiştir. Bu dönemde Nusayrilerin bölgelerine camiler yapılmıştır. I. Dünya Savaşı’nın akabinde Fransızlarla Suriyeli yetkililer arasında gerçekleşen görüşmelerin ardından 1920’de “Alevi toprağı” adı altında idari bir birim kurulmuş, bu isim 1922’de Aleviler Devleti olarak değiştirilmiştir. 1936’da burası Suriye Devletinin bir vilayeti kabul edilmiş, 1939’da Fransa Lazkiye bölgesine müstakil bir statü vermiş, 1942yılında Lazkiye idaresi Suriye’ye katılmıştır (Üzüm, 272). Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne katılması (1939) ve laik politikalarla birlikte Nusayriler büyük oranda Atatürk’ü desteklemişlerdir. Tarih boyunca aile, soy, aşiret, şeklinde kapalı bir hayat yaşayan Nusayriler, Suriye ve Türkiye’de milli devlete adapte olmakta zorluk çekmemişlerdir.

Kaynakça:
Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, Selçuk Yayınları, 6. Baskı, İstanbul, 1993.
İlyas Üzüm, “Nusayrilik”, D.İ.A., XXXIII, İstanbul, 2007, s. 270-272.
Hüseyin Türk, Nusayriler (İnanç Sistemleri ve Kültürel Özellikleri), Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2005.
Mehmet Ali Büyükkara vd., “Nusayrilik”, İslam Mezhepleri Tarihi, Eskişehir.

0 yorum: