Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Memleket Meseleleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Memleket Meseleleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

08 Temmuz 2015

Öncü Kuşak


30 Haziran 2007/Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi..

Aradan yıllar geçmiş. Notlarımı aldığım defterden naklediyorum. Yusuf Kaplan şunları demiş:

"Bizim yaşadığımız kuşak hiçbir milletin başına gelmeyen bir hercümerc yaşadı. Bütün Müslümanların yaşadığı kriz bir medeniyet buhranıdır. Moğol istilası döneminde 12, 13 ve 14. asırlarda yaşandı. Bu birinci medeniyet kriziydi. Bir de Anadolu haçlı tepkisi gördü. Tarihten İslam medeniyeti âdeta çekilmek üzereydi. Bu krizi İslam dünyası Osmanlı Devleti ile aşmayı başardı. Yazık ki şimdi osmanlı hiçbir şey ifade etmiyor. Oysa İslam medeniyetini kurtaran Osmanlı idi. Model üretmişti. Rönesans ve reformla birlikte Avrupa'dan gelen bir meydan okuma var. 300 yılda on altısı yok edilen sekiz tanesi fosilleştirilen medeniyetler var dünyada. batının meydan okuması böyle bir şey.

Günümüzün insanı yaşamak için çalışıyor şimdi. Biz de hayat üzerine düşünmeyi ıskaladık. kendimizi temize çıkarmak için söylemiyorum bunları. ABD'nin ortaya koyduğu tez demokrasi, özgürlük ise de vahşice kan döküyor. El kaide adındaki hayaleti öne sürüyor. ABD'nin gücünü abartmıyorum ama Bin Ladin'in nerede olduğunu elbette bilir. Batı Uygarlığı bitti. Biz Bediuzzaman'ı Batı'ya aktaracak entelijansiyaya sahip değiliz. Ortada koskoca bir adam var ve Müslüman cemaatler bile ona önyargılıdır. Batı fark etseydi onu, değerlendirirdi. Bizim İslam ve batı ile kurduğumuz alaka son derece yüzeyseldir. Ne İslam'ı biliyoruz ne Batı'yı. Sekülarizm bizde din haline getirildi. Bu bilinçsizlik, milletin aklını çalışmaz hale getirdi.

Osmanlı, durdurulan bir medeniyettir. Osmanlı durdurulmasaydı Batı diye bir şey olmayacaktı. Bunların üzerine kafa yormak lazım. Tanzimatla birlikte bize gelen krizin bir savunma psikolojisi var. Tanzimat ruhunu da tek yanlı olarak değerlendiriyoruz. Ahmet Cevdet paşa gibi çaplı adamlar çıktı. O dönemin Osmanlıcısının, Türkçüsünün İslam ile sorunu yok. Bizim yok oluş tarihimiz 1908.

Bediuzzaman öncü kuşağın yani peygamber kuşağının son temsilcisidir. O, iki dil geliştirdi ve tam dört çağın adamıdır. Türkiye'de Şerif Mardin'in deyimiyle "literati" var, "entelijansiya" yok. Bu yüzden köşe yazarlarından geçilmez. Onlar sadece rivayet ederler, sansanyon yaparlar, bir şey üretemezler. Ertuğrul Özkök, gözcü ve sözcüdür mesela. Literati (okur yazarlık), militeratiye dönüştü şimdi. Asker gibi tavır alıyor adam. Çok kötü bir konuşmacı. Mevzuları kopuk. 

Literati:Okur-yazar
Entelijansiya: varoluşu başlatan
Aydın; Literatiye yakın tip.
Entelektüel: Daha özgür tip.
Düşünür Tip: Daha gelişkin
Akademik Tip 
Bize en fazla lazım olan entelektüel ve akademik tiptir.
Mekke'de Müslüman şahsiyet yetiştirilirdi. Medine'de bu hayat oldu.

Batı, ontolojik bir güvensizlik duygusu yaşıyor. Kendini tanrı yerine koydu. Çin bile kendini dünyanın merkezine koymuş olmasına rağmen bütün dünyaya egemen olmaya kalkmadı. Dünyayı istila etmeyi düşünmedi. 

Bizde perspektif körlüğü var. ufuk daralması var. 

Tv'lerde beyin yıkanır , seyirciye imge nasıl istenirse öyle verilir. 28 Şubat'ın Gülgün Feyman'ı gözleriyle konuşurdu. Haber rasyonel olarak verilmiş olsa bile alıcıların irrasyonel olarak algılaması talep edilir. 

Öncü uşağın özellikleri:
İlim-Marifet-Hikmet..
Bunlar Peygamberimizin özellikleridir. Bu figürün son temsilcisi Bediuzzaman'dır.

Hz. Peygamber, hem çağın tanığı, hem çağın tanıdığı hem de çağı tanıyan biridir.




26 Aralık 2014

Halide Edip Adıvar'ı Konuşacaklara


bir Engin Ardıç yazısı:
"Halide Edib konuşulacakmış"

Halide Edib Hanım'ın ölümünün ellinci yılı idrak ediliyor... (Şimdi salağın biri çıkar "kutlanıyor" yazar.)
Üniversitelerimizden birinde sempozyum düzenlemişler, Halide Edib'i konuşacaklarmış. Daha doğrusu "kadın yazarlığın tarihi" konuşulacakmış. (Elif Şafak konuşulmayacak, o daha ziyade İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'nin uzmanlık alanına giriyor.)
İyi. Konuşulsun tabii. Konuşunuz. Da, acaba neyi nereye kadar konuşabileceksiniz? Bence, malum lagalugayı yapıp gideceksiniz. "Sinekli Bakkal" falan filan. Belki merhumenin ne kadar Atatürkçü olduğunu da belirtirsiniz.
Ben de konuşayım izin verirseniz: Halide Edib önemli bir yazar değildir. Sinekli Bakkal da kötü bir romandır.
Evet, o pek sevdiğiniz "Doğu-Batı sorunsalına" el atmıştır ama içinden de çıkamamıştır, çünkü bu konu onun çapını aşmıştır. (Bu alanda Tanpınar'ı ya da Kemal Tahir'i konuşsanız daha hayırlı bir iş yapmış olursunuz.)

Hele hele "Mor Salkımlı Ev", "Raik'in Annesi", "Seviyye Talip", "Mev'ud Hüküm", "Handan" falan, çağın dışına düşmüş, edebiyat tarihimizin derinliklerinde çoktan kaybolup gitmiş eserleridir. (Bir başka büyük balon Abdülhak Hamid'in "Finten"i minteni gibi.) "Vurun Kahpeye" romanı da, Reşat Nuri'nin "Yeşil Gece"si tarzında ve tadında, klasik "gerici imam -ilerici öğretmen" edebiyatıdır. Bu zırva doruk noktasına en kötü yazarlarımızdan Fakir Baykurt'la çıkmıştır. CHP'liler pek severler.
Son yıllarında yazdığı "Yolpalas Cinayeti", "Akile Hanım Sokağı" falan, bir Muazzez Tahsin ya da Kerime Nadir düzeyindedir.
Belki hem Sultanahmet Mitingi'nde esip kükreyip hem de Sivas Kongresi'ne "direnmenin anlamı yok, Amerikan yönetimini kabul edelim" şeklinde verdiği teklifi de konuşursunuz!
"Ama sonra pozisyon değiştirip Mustafa Kemal'in yanına geçti, bu da onu bağışlatır" deyip geçersiniz. Mustafa Kemal'in yanına nasıl geçtiğini konuşacaksanız, ikinci kocası Doktor Adnan Bey'le birlikte Mustafa Kemal'in yanından nasıl ayrıldığını da konuşacak mısınız?
Adıvar ailesi, Adnan Bey'in kurucularından olduğu Terakkiperver Fırka'nın kapatılması ve Takrir-i Sükûn Kanunu üzerine Türkiye'yi terketti. Halide Edib, "sürgün muhalif" olarak tam 14 yıl yurt dışında kaldı, ancak Atatürk'ün ölümünden sonra, 1939'da dönebildi, Refik Halid ve Refii Cevad gibi.
Bu arada "Türk'ün Ateşle İmtihanı"nı yazdı. Önce İngilizce yazdı: "The Turkish Ordeal"... Boğaziçi Üniversitesi'nin kitaplığından orijinalini okumuştum: Atatürk'ü şiddetle eleştiriyor, diktatör diyordu.
Döndükten sonra Türkçe'ye çevirdi (daha doğrusu asistanlarına tercüme ettirdi) ve "sakıncalı" yerlerini çıkardı, kendi kendini sansür etti!

Atatürk'e diktatör diyen kadın da İngiliz Filolojisi'ni yıllarca bir kraliçe gibi, asistanlarına köpek muamelesi ederek yönetti.
Siz şunun aslını yayınlayın, sonra sıra Falih Rıfkı'nın "Çankaya"sının sansürsüz basımına da gelir... Hani şu, eski baskısında "İzmir'i niçin yakmıştık?" cümlesi geçen kitap...
Bunları konuşmayacaksınız tabii, hamaset yapıp geçeceksiniz: Bahçesi var bağı ar, ayvası var narı var, Ata'mızdan yadigar Halide Edib Adıvar!

Sabah, 25 Aralık 2014.

31 Mayıs 2014

Dağa Çıkan Kürt

Türkiye 70’li yıllarda tam anlamıyla bir kimlik bunalımının çatışmasını yaşadı. Siyasal örgütlere bağlanmış gençlerin asli sorusuydu, kimlik soruları.

Sağcı da solcu da vatanı korumak ve halkı ya da milleti kurtarmaktan söz ediyordu. Vatanı komünistlerden korumak, vatanı emperyalistlerden kurtarmak...

Ülkücülük, evrensel kurtuluş konusunda yetersiz gelen cevaplarıyla İslamcılığın sorularını hazırlıyordu...

Kürt genci Müslümanlık ortak paydası yolunda ülkücü bile olurdu. Ülkü Ocakları’na devam eden pek çok Kürt arkadaşım için Türklük, Müslümanlıkla aynı giysiymiş gibi görünürdü.

Aynı iftar sofrasında biraraya gelinir, Tanrı Dağı kadar Türk olunduğu varsayımından hareketle, Hira Dağı kadar Müslüman olma umuduyla dualar edilirdi.

Halide Edip’in Dağa Çıkan Kurt’u okunur, o yurdunu korumak üzere dağa çıkan kurdun kimliği üzerine tartışmalar açılırdı.

“Türk”lü isimlerle, soy isimleriyle bir korunurluk sağlamaya çalışanlar hiç az değildir Kürtlerin arasında. En güçlü “Türk” vurgusunda dillenir, en çetin korunma çabaları...

Dağ yolunu tutan Kürt genci, ana-ata ocağında bile barınamaz olduğu için de o tuzaklarla dolu yola sapmıştır.

Kendi ocağımızın çocuğu olduğunu söylüyorsak, onu dağdan inmeye razı etmenin çarelerine elbette kafa yoracağız, zihnî ve fizikî konforumuzun bozulmasına bakmadan. Onu kaybetmeyi değil, kazanmayı istemiyor muyuz?..

Bir evin eşiğinden sokağa adımını atar atmaz Kürt gibi görünmemeyi, Kürt kökenli olarak işaret edilmemeyi sağlamak için sürdürülen çabaları nereye kadar tahmin edebiliriz?.. Kimliği kökenle mühürleyen zihniyetin talep edeceği bedelleri ödemeye kim, ne kadar hazır olabilir?.. Evde konuşulan dışarı taşırılmamalı! Çocuğu bu ikili terbiye yüzünden bir çatışma yaşamasın diye, duygularını ve düşüncelerini ev ortamında dahi dile getirmekten sakınan ebeveynler hiç az değildir.

Anılmaktan kaçınılan ismin yerini tuhaf, horgörü dolu yakıştırmalar, modern sayılan maskelerle geçerlilik kazanmış hurafeler, hegemonik ilişkilere özgü seslenmeler alır.

Televizyon spikeri bir arkadaşım, İstanbul’da geçen çocukluğu ve gençliği boyunca yıllarca Kürt olduğunu gizlediğini söylemişti. Kürt olmanın artık telaffuz edilebilir olduğu bir dönemde, çalıştığı işyerinde bir cesaretle açıklar, kökenini. En yakın iş arkadaşı saydığı kişi omzunu sıvazlayarak, “Üzülme, sen de insansın” der.

Elbet Alevilik de gizlenirdi ve “Kürt/Alevi” olmak, daha ziyade gizleme çabası gerektiren bir kimliğin isimleriydi.

90’lı yılların başları... “Osmanlı” bir hanımefendi ile Kürt meselesi üzerine konuşuyoruz. “Akıllı olsalardı, kıymetlerini bilirdik” dedi. Bir “efendi”, bir vasi yaklaşımı...

Keşke, Kürt genci dağlara çekilmeden duyulsaydı, kurtuluş kelimeleriyle örülmüş siyasal hiziplerin ardındaki imdat çığlığı... Binlerce kayıp verilmeden...

Turgut Özal onları dağlardan indirme düşüncesini gerçekleştiremedi. Hapis damlarında yaşatılan işkencelerin getirdiği sonuç ise pek çok Kürt genci için benzerdi: Dağa çıkmak bir kurtuluş olabilir.

Kim bilir ne kadar çok Kürt genci kendini bir açmaz içinde bularak çaresizce dağ yollarına vurdu! Ve ne çok anneye karanlık geceler canhıraş sesler gönderdi, dağlardan doğru...

Bunun en üzücü sonuçlarından birini Taraf gazetesinde okuyorsunuz günlerdir: Şehit askerlerin ailelerinin gözyaşları yıllar geçse de dinmek bilmiyor.

Bu şartlar altında Kürt açılımının Türklüğün zararına bir girişim olarak değerlendirilmesini ne kadar sorgulasak az... Türk olmaya bir anlam biçiyorsan, Kürt olana daha kararlı bir empatiyle yaklaşabilirsin. Türkçe konuşmanın inceliklerinden söz ediyorsan, dili yasaklı Kürtlerin nasıl bir psikoloji geliştirdiklerinden de haberdar olmalısın. Annenin Türkçe ninnileri kulaklarından eksik olmuyorsa, Kürtçe yazmayı ve konuşmayı isteyen gençlerin içindeki ukdeyi anlayabilmelisin.

Kürt açılımı da işte bu şekilde bir anlama, bir empati programı halinde geliştirilmeli.

Henüz içeriği belirsiz bir açılım, tartışmalara konu olan. İyi niyetli yaklaşanlar arasında bile, “Bu paket bir program, bakalım arkasından ne gelir” şeklinde şüpheli sözler telaffuz ediliyor. Böylesine süratli ve kapsamlı bir hamlenin Türkiye’nin kendi dinamiklerince gerçekleştirilemeyeceği kanısı, açılıma yönelik güvensiz bakışın bir parçası.

Daha fazla kan akmasın diye bir çözüm sunamayanlar, çözümü çözümsüzlükte ya da komplo teorileri sarmalının gösterdiği vakit kaybında aramaya devam etmek istiyorlar. Hata payı ihtimal dâhilinde de olsa, başlatılan süreç, sevaba, iyiliğe dönüktür. Şiddeti tırmandıracak şekilde sürdürülen politikalar, kimliklere özgü duyarlılıkları keskinleştirdi. Ortak bağlar ve değerlerin hatırlanmasına, yapıcı seslerin yükselmesine ihtiyaç duyulacak bir süreç bu.

İşte Ramazan geliyor: İnsanlar Müslümanlık kimliğiyle, kardeşlik duygularıyla aynı iftar sofrası başında biraraya gelecek. Yeni bir başlangıç için kıymeti bilinmesi gereken saatler sunacak oruç günleri.

Kürt açılımının içeriği belirsiz; fakat bir açılımın söz konusu olması bile, barıştan yana olan herkes gibi beni de umutlandırıyor.


Cihan Aktaş
http://www.haberkalesi.com/?mxz=YaziD&hid=16

31 Mart 2012

İLKÖĞRETİM VE EĞİTİM KANUNU İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN

İLKÖĞRETİM VE EĞİTİM KANUNU İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK
YAPILMASINA DAİR KANUN
Kanun No. 6287

Kabul Tarihi: 30/3/2012      
MADDE 1- 5/1/1961 tarihli ve 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanununun 3 üncü maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“MADDE 3- Mecburi ilköğretim çağı 6-13 yaş grubundaki çocukları kapsar. Bu çağ çocuğun 5 yaşını bitirdiği yılın eylül ayı sonunda başlar, 13 yaşını bitirip 14 yaşına girdiği yılın öğretim yılı sonunda biter.”
MADDE 2- 222 sayılı Kanunun 7 nci maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“MADDE 7- İlköğretim; 1 inci maddede belirtilen amacı gerçekleştirmek için kurulmuş dört yıl süreli ve zorunlu ilkokul ile dört yıl süreli ve zorunlu ortaokuldan oluşan bir Milli Eğitim ve Öğretim Kurumudur.”
MADDE 3- 222 sayılı Kanunun 9 uncu maddesinin birinci fıkrası aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“İlköğretim kurumlarının ilkokul ve ortaokul olarak bağımsız okullar hâlinde kurulması esastır. Ancak imkân ve şartlara göre ortaokullar, ilkokullarla veya liselerle birlikte de kurulabilir.”
MADDE 4- 222 sayılı Kanunun 14 üncü maddesinin birinci fıkrasında yer alan “büyüklüğüne” ibaresi “İlkokullar ve ortaokullar birlikte veya ayrı oluşlarına, büyüklüğüne” şeklinde değiştirilmiştir.
MADDE 5- 222 sayılı Kanuna aşağıdaki ek madde eklenmiştir.
“EK MADDE 4- Bu Kanunun 76 ncı maddesinin birinci fıkrasının (b) bendine göre elde edilen gelirler, il özel idarelerince, ortaöğretim kurumlarının arsa temini, binalarının yapım, bakım ve onarımı ile diğer ihtiyaçlarının karşılanması için de kullanılır.”
MADDE 6- 222 sayılı Kanuna aşağıdaki geçici madde eklenmiştir.
“GEÇİCİ MADDE 11- Bu maddenin yayımı tarihinde ilköğretim kurumlarının 5, 6, 7 ve 8 inci sınıflarında eğitim görenler eğitimlerini bu kurumlarda tamamlar.
Bu maddenin uygulanmasıyla ilgili usul ve esaslar Milli Eğitim Bakanlığınca belirlenir; Bakanlık bu maddenin uygulanmasıyla ilgili düzenlemeleri il, ilçe ve okul bazında yapmaya yetkilidir.”
MADDE 7- 14/6/1973 tarihli ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununun 22 nci maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“MADDE 22- Mecburi ilköğretim çağı 6-13 yaş grubundaki çocukları kapsar. Bu çağ çocuğun 5 yaşını bitirdiği yılın eylül ayı sonunda başlar, 13 yaşını bitirip 14 yaşına girdiği yılın öğretim yılı sonunda biter.”
MADDE 8- 1739 sayılı Kanunun 24 üncü maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
 “MADDE 24- İlköğretim kurumlarının ilkokul ve ortaokul olarak bağımsız okullar hâlinde kurulması esastır. Ancak imkân ve şartlara göre ortaokullar, ilkokullarla veya liselerle birlikte de kurulabilir.”
MADDE 9- 1739 sayılı Kanunun 25 inci maddesinin mülga birinci fıkrası aşağıdaki şekilde yeniden düzenlenmiştir.
“İlköğretim kurumları; dört yıl süreli ve zorunlu ilkokullar ile dört yıl süreli, zorunlu ve farklı programlar arasında tercihe imkân veren ortaokullar ile imam-hatip ortaokullarından oluşur. Ortaokullar ile imam-hatip ortaokullarında lise eğitimini destekleyecek şekilde öğrencilerin yetenek, gelişim ve tercihlerine göre seçimlik dersler oluşturulur. Ortaokul ve liselerde, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin hayatı, isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulur. Bu okullarda okutulacak diğer seçmeli dersler ile imam-hatip ortaokulları ve diğer ortaokullar için oluşturulacak program seçenekleri Bakanlıkça belirlenir.”
MADDE 10- 1739 sayılı Kanunun 26 ncı maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“MADDE 26- Ortaöğretim, ilköğretime dayalı, dört yıllık zorunlu, örgün veya yaygın öğrenim veren genel, mesleki ve teknik öğretim kurumlarının tümünü kapsar. Bu okulları bitirenlere ortaöğretim diploması verilir.”
MADDE 11- 1739 sayılı Kanuna aşağıdaki geçici madde eklenmiştir.
“GEÇİCİ MADDE 3- Zorunlu ortaöğretim 2012-2013 eğitim-öğretim yılından itibaren uygulanmaya başlanır. Bakanlar Kurulu uygulamayı bir eğitim-öğretim yılı ertelemeye yetkilidir.”
MADDE 12- 5/6/1986 tarihli ve 3308 sayılı Mesleki Eğitim Kanununun 18 inci maddesinin birinci fıkrasında yer alan “yüzde onundan fazla” ibaresi madde metninden çıkarılmıştır.
MADDE 13- 16/8/1997 tarihli ve 4306 sayılı Kanunun geçici 1 inci maddesinin (A) fıkrasının (2) numaralı bendinin (c) alt bendinde yer alan “sekiz yıllık kesintisiz ilköğretim” ibaresi “ilköğretim ve ortaöğretim” şeklinde değiştirilmiş ve maddede yer alan “sekiz yıllık kesintisiz” ibareleri madde metninden çıkarılmıştır.
MADDE 14- 4/11/1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun 45 inci maddesi başlığı ile birlikte aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“Yükseköğretime giriş ve yerleştirme:
MADDE 45- Yükseköğretime giriş ve yerleştirme aşağıdaki şekilde yapılır:
a. Yükseköğretim kurumlarına giriş ve yerleştirme işlemleri imkân ve fırsat eşitliğini sağlayacak tedbirleri almak kaydıyla, Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenen usul ve esaslara göre yapılır.
b. Yükseköğretim kurumlarına esasları Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenen merkezî sınavlarla girilir. Yerleştirme puanlarının hesaplanmasında adayların ortaöğretim başarıları dikkate alınır. Ortaöğretim bitirme başarı notları en küçüğü ikiyüzelli, en büyüğü beşyüz olmak üzere ortaöğretim başarı puanına dönüştürülür. Ortaöğretim başarı puanının yüzde onikisi yerleştirme puanı hesaplanırken merkezî sınavdan alınan puana eklenir.
c. Ortaöğretim kurumlarını birincilik ile bitiren adaylar için mevcut kontenjanların yanı sıra Yükseköğretim Kurulu kararı ile ayrı kontenjanlar belirlenebilir.
d. Mesleki ve teknik ortaöğretim kurumlarından mezun olan öğrenciler, istedikleri takdirde bitirdikleri programın devamı niteliğinde veya bunlara en yakın olan mesleki ve teknik önlisans yükseköğretim programlarına sınavsız olarak yerleştirilebilir. Bu öğrencilerin yerleştirilmesine ilişkin usul ve esaslar Milli Eğitim Bakanlığının görüşü üzerine Yükseköğretim Kurulu tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.
e. Önlisans mezunları için, ilişkili lisans programlarında belirlenmiş kontenjanın yüzde onunu geçmeyecek şekilde Yükseköğretim Kurulu kararı ile her yıl dikey geçiş kontenjanı ayrılabilir.
f. Yabancı uyruklu öğrenciler ile ortaöğretimin tamamını yurt dışında tamamlayan öğrencilerin yükseköğretim kurumlarına kabul usul ve esasları Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenir. Uluslararası andlaşmalar gereği Türkiye’deki yükseköğretim kurumlarında burslu olarak öğrenim görecek yabancı uyruklu öğrencilerin yerleştirme işlemleri Yükseköğretim Kurulu tarafından yapılır.
g. Yükseköğretim Kurulunca belirlenecek usul ve esaslara göre, belli sanat ve spor dallarında üstün kabiliyetli olduğu tespit edilen öğrenciler ile Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumunca tespit edilen uluslararası bilimsel yarışmalarda ödül kazanan öğrenciler, ilgili dallarda eğitim yapmak kaydıyla yükseköğretim kurumlarına yerleştirilebilir.”
MADDE 15- 2547 sayılı Kanunun 56 ncı maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin ikinci paragrafı aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“Gelir veya kurumlar vergisi mükellefleri tarafından üniversitelere, yüksek teknoloji enstitüleri ile gelirlerinin en az dörtte üçünü münhasıran devlet üniversitelerinin faaliyetlerinin devam ettirilmesi ve desteklenmesini amaç edinmek üzere kurulan ve fiilen bu çerçevede faaliyette bulunan vakıflardan Bakanlar Kurulunca vergi muafiyeti tanınanlara makbuz karşılığında yapılan bağışlar, Gelir ve Kurumlar Vergisi Kanunları hükümlerine göre yıllık beyanname ile bildirilecek gelirden ve kurum kazancından indirilebilir. Bu hükmün uygulanmasına ilişkin usul ve esasları belirlemeye Maliye Bakanlığı yetkilidir.”
MADDE 16- 2547 sayılı Kanuna aşağıdaki geçici madde eklenmiştir.
“GEÇİCİ MADDE 61- Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibariyle bir mesleğe yönelik program uygulayan ortaöğretim kurumlarında öğrenim görmekte olan öğrenciler bakımından, bu kurumların mezunlarının Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenen aynı meslek dalında yer alan yükseköğretim programlarına yerleşmelerinde merkezî sınavlardan almış olduğu puanlara ilave edilecek ortaöğretim başarı puanı hesaplanmasında, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önceki mevzuat hükümleri uygulanır.”       
MADDE 17- 2547 sayılı Kanunun ek 21 inci maddesi yürürlükten kaldırılmıştır.
MADDE 18- 28/3/1983 tarihli ve 2809 sayılı Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanununun ek 9 uncu maddesinin başlığı ile birinci fıkrasında yer alan “Zonguldak Karaelmas Üniversitesi” ibareleri “Bülent Ecevit Üniversitesi” şeklinde değiştirilmiştir.
MADDE 19- 2809 sayılı Kanunun ek 61 inci maddesinin başlığı ile birinci fıkrasında yer alan “Rize Üniversitesi” ibareleri “Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi” şeklinde değiştirilmiştir.
MADDE 20-  2809 sayılı Kanunun ek 129 uncu maddesinin başlığı ile birinci fıkrasında yer alan “Konya Üniversitesi” ibareleri “Necmettin Erbakan Üniversitesi” şeklinde değiştirilmiştir.
MADDE 21- 2809 sayılı Kanunun ek 130 uncu maddesinin başlığı ile birinci fıkrasında yer alan “Kayseri Abdullah Gül Üniversitesi” ibareleri “Abdullah Gül Üniversitesi” şeklinde değiştirilmiştir.
MADDE 22- 10/12/2003 tarihli ve 5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanununun eki (II) sayılı cetvelin “Yükseköğretim Kurulu, Üniversiteler ve Yüksek Teknoloji Enstitüleri” bölümünün 53, 61, 102 ve 103 üncü sıraları aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“53) Bülent Ecevit Üniversitesi”
“61) Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi”
“102) Necmettin Erbakan Üniversitesi
103) Abdullah Gül Üniversitesi”
MADDE 23- 21/12/2011 tarihli ve 6260 sayılı 2012 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu, 2/9/1983 tarihli ve 78 sayılı Yükseköğretim Kurumları Öğretim Elemanlarının Kadroları Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, 13/12/1983 tarihli ve 190 sayılı Genel Kadro ve Usulü Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede; Zonguldak Karaelmas, Rize, Konya ve Kayseri Abdullah Gül Üniversitelerine yapılmış olan atıflar Bülent Ecevit, Recep Tayyip Erdoğan, Necmettin Erbakan ve Abdullah Gül Üniversitelerine yapılmış sayılır.
MADDE 24- 4/1/2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanununa aşağıdaki geçici madde eklenmiştir.
“GEÇİCİ MADDE 13- Yurt içi üretimin ve katma değerin artırılması, teknoloji kazanımının sağlanması, daha önce yurt içinde üretimi bulunmayan ürünlerin üretilebilmesi, yeni teknoloji ve ürünlere yönelik araştırma-geliştirme faaliyetlerinin sürdürülmesi ve bilgi toplumuna geçiş hedefleriyle, Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okulöncesi, ilköğretim ve ortaöğretim kademelerindeki okulların dersliklerine bilişim teknolojisi donanımı, yazılımı, ağ altyapısı ve internet erişim imkânının sağlanması, dersler için çevrim içi ve çevrim dışı ortamlarda e-içerik temin edilmesi ve e-içerik altyapısının oluşturulması, Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda görev yapan öğretmenlere ve örgün eğitim gören öğrencilere e-kitap, tablet bilgisayar ve benzeri ihtiyaçların sağlanması amaçlarıyla Eğitimde Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH) Projesi kapsamında, Millî Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı tarafından 2015 yılı sonuna kadar yapılacak mal ve hizmet alımları ile yapım işleri, ceza ve ihalelerden yasaklama hükümleri hariç, bu Kanun hükümlerine tabi değildir. Bu madde uyarınca yapılacak alımlara ilişkin usul ve esaslar Maliye Bakanlığı ve Kamu İhale Kurumunun görüşü alınarak Millî Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı tarafından müştereken hazırlanacak yönetmelikle, rekabete açık olacak şekilde düzenlenir.”
MADDE 25- 5018 sayılı Kanuna aşağıdaki geçici madde eklenmiştir.
“GEÇİCİ MADDE 20- Eğitimde Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH) Projesi kapsamında Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullara internet erişim hizmetleri ve ağ altyapısının sağlanması için Millî Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığınca 2015 yılı sonuna kadar yapılacak mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde üst yöneticinin onayıyla 15 yıla kadar gelecek yıllara yaygın yüklenmelere girişilebilir.”
MADDE 26- Bu Kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
MADDE 27- Bu Kanun hükümlerini Bakanlar Kurulu yürütür.
Haber7
Kaynak : haber7.com

31 Ekim 2011

İstiklal Marşımız

11 Ekim 2009

Milli Mücadele Yıllarında Konya



24 Nisan 1919 tarihinde Konya istasyonunda başlayan İtalyan işgali günlerinde, Konya’da 1600 İtalyan askeri vardır. İşgalci askerler silahlı gruplar halinde gezmekte, halkı da türlü hareketlerle aşağılamaktadırlar. Bunlardan 6 asker, bir çeşme başında su içmek isteyen bir genci taciz ederler. Yüzüne, üstüne başına su atarlar. Tepki gösteren ve ateşli silahı olmayan delikanlı palasını çıkarınca, askerler kaçarlar. Genç de kaçar. Onu yakalamak için Konya emniyet güçlerine emir verilir. Fakat genç, Muhacir Pazarı’nda bulunan Söylemez Konağı tarafındaki Konya Kuvay-i Milliyecileri tarafına çoktan geçmiştir. İtalyan karargahı Eski Gazi Lisesi’nin içerisindedir. Birbirine yakın bu iki yer bir tür sınır teşkil etmektedir o günlerde. Milli kuvvetlerin baskısı sonucu İstanbul’a kaçmak zorunda kalacak olan Vali “Artin Cemal”in -Damat Ferit Hükümetinde kısa bir süre Dahiliye Nazırlığı görevinde bulunacaktır- emriyle, İtalyan askerlerinin karargahı Gazi Lisesi’ne taşınmış, okul da kömür işletmesinin bulunduğu yere nakledilmiştir.
İtalyanlar, Çiftemerdiven mahallesi gibi Rum ve Ermenilerin çokça bulunduğu mahallelerde dolaşmayı tercih ederler. Delikanlının palası gibi yeni bir tepkiden korktukları için bu bölgenin dışına çıkmayı düşünmezler. Konya’da İtalyan işgali bir yıl sürer.
30 Ekim 1918, büyük bir savaşın büyük bir yorgunlukla sona erme tarihidir. Canhıraş bir çaba vardır fakat Çanakkale hariç galip geldiğimiz hiçbir cephe de yoktur. İzmir’in işgal edilmesi, Konya’da büyük bir tepkiye sebep olur. Konya’da Kuvay-i Milliye’yi tetikleyen en önemli unsur İzmir’in işgalidir. Konya basını bu duruma geniş yer ayırır. “İzmir’de neler oldu”, “İzmirde vahşet” başlıklı ardı ardına haberler yayınlanır. 2. Ordu Konya’da, 7. Kolordu Ankara’dadır. İç taraflardaki ordu birlikleri boşalır ve bunlar Kuvay-i Milliye’ye Katılırlar. Çünkü bunlar için bir hareket serbestisi söz konusu olmuştur.
Müderris Sivaslı Ali Kemalî Efendi’nin* Konya Kuvay-i Milliye örgütlenmesinde rahmetle anıyoruz– rolü büyük olur. İtalyanlara karşı miting fikri ilk ondan çıkar. “Koca Konya 1600 İtalyan’a boyun eğerse bu vatan nasıl kurtulur!” diyerek hareketin ateşini yakar. Hükümet meydanında büyük mitingler yapılır. Bir İngiliz generalinin isteği üzerine “Öğüt Gazetesi” kapatılır. Bu gazete, ekipmanlarını Söylemez Konağı’nın yanındaki Söylemez Türbesi’ne taşır. Konya’nın dünya ve Türk tarihindeki ilklerinden biri, bir gazetesinin türbe içinde çıkarılmış olmasıdır. Türbenin üç beş metrekarelik alanında matbaa kurulur. Türbe, Kuvay-i Milliyeciler tarafında olduğundan İtalyanlar buraya ilişemezler. 1920’ye kadar günlük olarak çıkan “Öğüt Gazetesi”, Konyalılara müthiş bir bilinç aşılar. O yılların diğer bir gazetesi “Babalık” da üzerine düşeni layıkıyla yapar.
İtalyan işgali Konya’da, diğer şehirlerdeki gibi sert geçmez. Çünkü işgalcilerin Ege ve Marmara şehirlerindeki ortak çıkarı daha fazladır. Konya’da bir tür uyutma taktiği uygulanmaktadır.
Konyalı kadınlar, “Anadolu Kadınları Müdafa-i Vatan Cemiyeti”nin Konya Şubesi”ni kurarlar. Büyük bir “Kadınlar Mitingi” yapılmasını sağlarlar. Şehrin muallime ve diğer okumuş kadınları, o günün tâbiriyle “postnişinin haremi şerifi” (eşi) de dahil bu cemiyette örgütlenirler. 8 ocak 1920 tarihinde 5 bin Konyalı kadın, (1923’te şehrin merkez nüfusu 53 bindir) şehitler için Şerafettin Camii’nde mevlit okuturlar. Alaaddin Tepesi’nde miting ve konuşmalar yapar, işgalci güçlerin komutanlıklarına telgraflar çekerler. Yabancı devletlere de protestolarını ulaştırırlar.
Konya’da bu ruhun uyanmasında sinemanın da rolü vardır. Sanayi Mektebi’nin teşhir salonunda, Almanların çektiği Çanakkale Savaşı sahneleri ile şehit görüntüleri gösterilir. Çini mürekkeple yazılmış Eski Türkçe metinler, film makinesinin önüne tutularak seyirciye izlettirilir. Sahnenin hangi görüntüye ait olduğu amaçlanır bununla. Bu görüntüler tahminlerin ötesinde etkili olur. Sanayi Mektebi’ne gündüzleri kadınlar, geceleri erkekler gelirler. Bir taraftan gazeteler, bir taraftan sinema ile uyanış devam eder. Halk içinde bilinçlendirme çalışmaları yapılır. Konya’nın her semtinde Milli bilinç uyandırılır.
Konya, düşman işgalinin sınırı olarak, cephe gerisini turan en önemli şehir olur. Başkent İstanbul, Marmara ve Ege şehirleri işgal altındadır. Cumhuriyeti kurma işi bozkırlara düşer, Anadoluya düşer ve nihayet Konya’ya düşer. Afyon cephesi, Akşehir ve Polatlı sınırdır Konya’ya. Cihanbeyli’nin Böğrüdelik Köyü yakınlarına kadar gelir Yunanlılar. Konya bu haliyle, cephelere asker sevk eden en önemli şehirdir. Kasaba ve köylerinden tabur tabur asker toplanır ve Batı cephelerine buralardan asker sevkiyatı yapılır. Asker elbiseleri halktan temin edilir. Cami önlerinden toplanan gençler “hey on beşli”yi söyleyerek giderler. Bu türkü bir ağıttır aslında. (Bu “on beşliler”, 1 Haziran 1897 ile 22 Mayıs 1898 arasında doğan ve tam 18 yaşını doldurmuş olan gençlerdir.) Okullar kapanmıştır. Sadece kız çocukları kalmıştır buralarda. Konya içinde top atışı, Alaaddin’de talimler yapılır. Yaralılar cephelerden Konya hastanelerine getirilir. İstasyon insanlarla dolup taşmaktadır.
Konya, Milli Mücadelede, Cumhuriyetin kuruluşunda ve vatanın kurtarılmasında çok büyük katkılarda bulunmuştur. Şehir ve ilçeler genelinde şehit sayısı 26 bindir. En çok şehit veren ildir Konya. Buna mukabil hakkı en çok yenen şehirdir de. Bir delibaşı olayı 3 gün sürmesine rağmen, şehir cüzzamlı bir hasta gibi anılır olmuştur sonraları. Binbaşı rütbesi verilip kılıç takılan ve her gelişinde törenle karşılanan –vali tarafından şımartılan- Mehmet Ağa, aslıda asker toplamakla görevlidir Kuvay-i Milliye adına. İşi budur. İsyanın bütün Konya’ya mal edilmesi yanlıştır, ayıptır. Olayı çıkaran şahısla halk arasındaki alaka nedir? 26 bin şehit veren halk nasıl isyancı olabilir?
Bu şehir, ilk günden Milli Mücadeleye katkıda bulunup, cephe gerisini tutmuş, lojistik destek vermiş, asker göndererek görevini yapmıştır. Mustafa Kemal Atatürk, Konya’ya 13 defa gelmiştir. Konya’ya gizli gelişleri hariç, İstanbul ve Ankara dışında başka bir yere bu kadar çok gitmemiştir. Sonuçta şehir, Delibaş İsyanı ile cezalandırılan bir şehir haline gelir. Okullar nakledilir. Hak edilen hizmetler Cumhuriyet sonrası bu sebeple gelmez. Oysa, kadını, çocuğu, genci ve ihtiyarıyla Konya, diğer Anadolu kentleri gibi fiilen çabalamıştır.
Milli Mücadelenin 90. Yılı münasebetiyle, TYB Konya Şubesi’nin programında, S.Ü. İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Caner Arabacı’nın dedikleriydi yazdıklarım. Konuşmayı özetlemeye çalıştım fakat başaramadım. Her Konyalının bilmesi ve paylaşması gerektiğine inandığım gerçeklerdi bunlar. Yakın tarihin Konya’sına ışık tutmaya devam eden değerli hocamıza teşekkür etmek borçtur.

*10 Temmuz 1909’da İttihat ve Terakki’nin Konya Teşkilatı’nı kuranlar arasında bulunan Ali Kemali Efendi, 8 Ekim 1919’da kurulan Konya Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nin başkanlığına getirildi. Ali Kemali Efendi, dönemin Konya Valisi tarafından asker toplama izni verilen Delibaş Mehmet’in, 1920’de çıkardığı ayaklanmada, Piri Mehmet Paşa Mahallesi’ndeki evinden alınarak Arslanlı Kışla civarında şehit edilmiştir.

11 Eylül 2009

108 Yıl Sonra Gelen Deprem



Konya'da bin yıldır yıkıcı bir deprem yaşanmamış. Kandilli Rahathanesi verilerine göre şehirde 1901 yılından bu yana 4,7'den büyük deprem olmamış. Dün saatler 21.29'u gösterirken 4.5, sabaha karşı da 4.7 büyüklüğünde bir deprem yaşadık. Şehir merkezinin bazı yerlerinde (bizim de o sırada bulunduğumuz Gedavet Parkı'nda) elektrikler kesilince büyük panik oldu. Daha büyük bir sarsıntıda neler olur tahmin etmek kolay diye düşünüyorum.

İşe yarar bilgilerdir aşağıda okuyacaklarınız.

Depremde nerede durmalı

Adım Doug Copp.Dünyanın en tecrübeli kurtarma birimi Amerikan Uluslar arası Kurtarma Ekibinin Kurtarma şefi ve afet olayları müdürüyüm. Bu makaledeki bilgiler bir deprem anında hayat kurtaracaktır. 875 yıkılmış binaya sürünerek girdim, 60 ülkeden kurtarma ekipleriyle çalıştım, birçok ülkede kurtarma ekipleri oluşturdum, ve çok sayıda ülkede birçok kurtarma ekibinin üyesiyim. 2 Yıl boyunca birleşmiş milletler felaket 'azaltma' uzmanıydım. 1985'ten beri aynı anda gerçekleşenler hariç dünyadaki bütün büyük felaketlerde çalıştım. 1996'da benim hayatta kalma metodumun geçerliliğini ortaya koyan bir film yaptık. Türk hükümeti, İstanbul belediyesi, İstanbul Üniversitesi, Case yapımcılık, ve ARTI bu pratik ve bilimsel testin filme alınmasında işbirliği yaptılar.

İçinde 20 maket (mannequis) olan bir okulu ve evi yıktık. On maket 'çömel ve korun' metodunu uygularken, 10 maket 'hayat üçgeni' metodumu uyguladı. Tasarlanmış yıkımdan sonra görüntüleri filme almak ve sonuçları belgelemek için enkazı geçip binaya girdik.

Bina yıkımlarında oluşabilecek şartlar dahilinde direk olarak gözlemlenebilen ve bilimsel şartlar altında hayatta kalma tekniklerimi uyguladığım film 'çömelip korunan/saklanan' kişiler için hayatta kalma şansının sıfır olduğunu ortaya koydu.

Hayat üçgeni metodumu kullananlar için hayatta kalabilme şansı yaklaşık olarak % 100 oldu. Bu film Türkiye'de ve Avrupa'nın geri kalan kısmında milyonlarca izleyici tarafından izlendi. Bu film ABD, Kanada ve Güney Amerika'da RealTV programında izlendi.

Enkazına girdiğim ilk bina 1985 Mexico City depreminde bir okuldu. Bütün çocuklar sıralarının altındaydı. Her bir çocuk kemiklerinin kalınlığına kadar ezilmişlerdi. Sıralarının yanındaki koridorlara uzanmış olsalardı hayatta kalmış olabilirlerdi. Bu 'ayıptı, gereksizdi' ve çocukların neden koridorlarda (sıraların arasında) olmadığını merak ettim. O an, çocuklara bir şeyin/eşyanın altına saklanmalarının söylendiğini bilmiyordum.

Basitçe ifade edilirse, binalar yıkılırken, objelerin üzerine düşen tavan ağırlığı veya içerideki mobilyalar bu nesnelere çarparken yanlarında bir yer, boşluk bırakırlar. Bu boşluk benim 'hayat üçgeni' dediğim alandır. Nesne ne kadar büyük ve ne kadar dayanıklı olursa daha az ezilecektir.

Nesneler ne kadar az ezilirse boşluk ve bu boşluğu kullanan kişinin yaralanmama olasılığı o kadar artar. Bir dahaki sefere televizyonda yıkılan bina izlerken gördüğün üçgenleri say. Heryerdeler.
Yıkılan bir binada göreceğiniz en yaygın biçimdir.

Deprem anında hayatta kalma, ailelerine bakma ve başkalarını kurtarma hakkında 750 bin nüfuslu Trujillo kentinin İtfaiye bölümünü eğittim. Trujillo İtfaiye Departmanının kurtarma şefi Üniversitede profesördür. Bana her yerde eşlik etti. Kişisel ifadeleridir:

'Adım Roberto Rosales. Trujillo kurtarma ekibi şefiyim. 11 yaşındayken çöken bir binada mahsur kaldım. Mahsur kalışım 1972 yılında 70.000 kişini öldüğü depremde oldu. Erkek Kardeşimin motosikletinin yanında oluşan 'hayat üçgeni' içinde hayatta kaldım.

Yataklarının veya sıraların, masaların altına giren arkadaşlarım ezilerek öldüler (isim, adres vb detayları anlatıyor). Ben hayat üçgeninin yaşayan örneğiyim. Ölen arkadaşlarım 'çömel ve korun' örnekleridir.

DOUG COPP'UN ÖNERİLERİ
1) 'Binalar çökerken basitçe 'çömelen ve korunan' kişiler istisnasız her defasında ezilerek ölüyorlar. Masa, araba gibi nesnelerin altına giren kişiler her zaman ezilirler.

2) Kediler, köpekler ve bebekler'in hepsi doğal bir şekilde dizlerini ana rahmindeki gibi karınlarına doğru çekerek kıvrılırlar. Deprem anında sizde bu şekilde kıvrılmalısınız. Bu doğal bir güvenlik ve hayatta kalma içgüdüsüdür. Daha küçük bir boşlukta hayatta kalabilirsiniz. Hafifçe ezilecek ama yanında boşluk yaratacak bir kanepe, geniş büyük bir eşyanın yanında durun.

3) Ahşap evler deprem anındaki en güvenli yapılardır. Sebebi basittir; ahşap esnektir ve depremin zorlamasıyla hareket eder. Eğer ahşap bina çökerse geniş yaşam boşlukları oluşur. Ayrıca, ahşap binalar daha az yoğunlukta yıkılış ağırlığına sahiptir. Tuğla binalar ayrı tuğla parçalarına ayrılacaklardır. Tuğlalar bir çok yaralanmalara sebep olacaktır, ama (beton) bloklardan daha az ezilmiş vücutlar yaratırlar.

4) Eğer gece yataktayken deprem olursa, basitçe yuvarlanarak yataktan düşün. Yatağın çevresinde güvenli bir boşluk oluşacaktır. Oteller müşterilerine deprem anında yatakların yanında yere uzanmalarını salık veren bir uyarı notunu odalarda her kapının arkasına asarlarsa depremlerde çok büyük hayatta kalma oranlarını sağlayabilirler.

5) Televizyon izlerken deprem olursa ve kolayca kapıdan veya pencereden dışarı kaçmak mümkün değilse, kanepe veya büyük bir koltuğun/sandalyenin yanında cenin pozisyonunda kıvrılarak yere uzanın..

6) Bina çökerken Kapı kirişlerinin altına geçen herkes ölür...Nasıl mı? Eğer kapı kirişlerinin altına geçerseniz ve kapı kirişi öne veya arkaya doğru düşürse inen tavanın altında ezilirsiniz. Eğer kapı kirişi yana doğru yıkılırsa ikiye bölünürsünüz. Her iki durumda da ölürsünüz!

7) Hiçbir zaman merdivenlere gitmeyin/yönelmeyin. Merdivenler (ana binadan) farklı bir 'frekans aralığına' sahiptir; ana binadan bağımsız/ayrı olarak sarsılırlar. Merdivenler ve binanın geri kalanı devamlı olarak birbirlerine çarparlar, ta ki merdivenlerin yıkılışı
gerçekleşene kadar. Merdivenlere ulaşan insanlar basamaklar yüzünden yaralanırlar. Korkunç şekilde sakatlanırlar. Bina yıkılmasa dahi, merdivenlerden uzak durun. Merdivenler binanın hasar görmesi en muhtemel kısmıdır. Depremde yıkılmamış olsa dahi, merdivenler bağırarak kaçmaya çalışan insanların aşırı yüklenmesi ile çökebilir. Merdivenler binanın geri kalan kısmı zarar görmemiş olsa dahi her zaman güvenlik açısından kontrolden geçirilmelidir.

8) Binanın dış duvarlarına yakın yerlerde durun, mümkünse dışına çıkın. Binanın iç kısımlarındansa dış kısımlarına yakın yerlerde olmak çok daha iyidir. Binanın dış çevresinden ne kadar içeride olursanız, çıkış yolunuzun kapanma ihtimali o kadar artacaktır.

9) Aynen Nimitz yolundaki katlar arasındaki (yıkılan) blokların meydana getirdiği gibi, deprem anında üst yolun yıkılmasıyla ezilen araçların içinde bulunan insanlar ezilirler. San Francisco depreminin kurbanlarının hepsi araçlarının içindeydiler. Hepsi öldü.
Araçlarının dışına çıkıp,aracın yanına uzanıp veya oturarak kolaylıkla hayatta kalabilirlerdi. Ölen herkes eğer araçlarından çıkıp, araçlarının yanına oturabilseler veya uzanabilselerdi yaşıyor olabilirdi. Ezilen bütün araçların yanında-kolonların direkt olarak üzerine düştüğü araçlar hariç- 3 feet yükseklikte boşluklar oluşmuştu.

10) Enkaz halindeki gazete ofislerini ve çok miktarda kağıdın olduğu ofisleri dolaşırken kağıdın sıkışmadığını /ezilmediğini keşfettim. Kağıt yığınlarının/kümelerinin etrafında geniş boşluklar bulunur/oluşur.

03 Mart 2009

Ekonomi ve Ekoloji Arasında Bir Denge Yahut Lohasçılar

“Lohas”, Lifestyle of Healt and Sustainability kelimelerinin kısaltması. “Sağlıklı ve sürdürülebilir yaşam tarzı”nı niteleyen bir kısaltma bu. Batıda lohasçılık giderek ilgi görürken bu gruba dahil olanların sayısı da artmaya devam ediyor. İnsan neticede doğal olan ve fıtratına yakışanı bir şekilde yeniden bulup ortaya çıkaracak öngörü ve vicdana sahip. Bizde, dünyanın ekolojik gidişatına kafa yoran bu tarz sivil organize gruplar, akımlar ve bunların ihtiyacını karşılayan bir pazar yok denecek kadar az.

Çocukluğunda başbakan veya papa olmak suretiyle dünyayı değiştirebileceğine inanan 44 yaşındaki Claudia Langer, geçen sene utopia.de adlı bir internet portalı kurarak lohasçılığın Almanya’daki öncülerinden biri olmuş. Portalın açılışından bugüne 35 bin ütopyacının üye olduğu bu yeni anlayışın gönüllüleri, çatılara kurulacak güneş pilleri, doğal kozmetik ürünler ve doğaya en az zarar vererek nasıl tatil yapabileceklerinin hesaplarını yapıyorlar. Bunların, 80’lerde başlayan ekolojik hareketle bir ilgileri yok. Green-peace tarzı örgütlenmelerle de. Savaş karşıtı gösteriler yerine “wellness otel”lere gidiyor, mısır gevreği yerine bio-mango yiyor ve ekolojik yaşam biçimini feragatle değil hazla birleştiriyorlar. Yani bir bakıma “daha iyi bir dünya için” tüketim alışkanlığı çabası içindeler.

Bilinen diğer ekolojist akımlardan farkları, keşişvari feragat anlayışını bir kenara koyarak sürdürülebilirliği keyif alma ile bir araya getirmeleri. Kendi ifadeleriyle bunun adı, etik-ekolojik tüketim. Söz gelimi, uçakla yolculuk ettiklerinde bunu bir çevre projesine maddi katkıda bulunarak telafi ediyorlar. Bizim market veya manav raflarında arzı endam eden boyları birbirine eşit kabak, salatalık yahut patlıcan satın almak yerine, yerel ve hormon ihtiva etmeyen güvenilir gıda ürünlerini tercih ediyorlar.

Bunu fark eden bazı yatırımcılar, paralarını çoktan biyo-marketlere yatırmışlar. Getiriler açısından ciddi pazar payı elde eden yatırımcılara ulaşan istatistikler, oldukça iç açıcı. Sadece Almanya’daki eko tüketicilerin sayısı 8 milyon. Yıllık alım güçleri ise 200 milyar Avro olarak hesaplanmış. Lohas pazarı besinden giyime, yapı malzemelerinden konutlara, medyadan elektronik cihazlara kadar uzanıyor.

Lohasçıların, Avrupa ülkelerinde orta sınıf ve üstünü temsil ettiğini söylersek, bunların eğitim düzeyleri hakkında bir fikir edinmiş oluruz. Akıl ve beden sağlığı hem kendi ürettiği kaosla hem de ekolojik felaket haberleriyle giderek yıpranan Batı insanını kendine getiriyor görünürde bu tür arayışlar. İşin insanı ilgilendiren onlarca pozitif boyutu mevcut çünkü.

Türkiye’de ekolojik yatırım girişimleri henüz istenilen yerde değil. Bunun sebebini elbette özel sektör ve devlet ilgisinden evvel biraz da arz-talep meselesi olarak görmek lazım gelir. Vatandaşın geliri ve eğitim düzeyi ne böyle örgütlenmeler oluşturmaya ne de girişimci için pazar açmaya şimdilik yeterli değil. Batıdaki orta sınıfın, bizde ekonomik anlamda iyi durumda ve eğitimli sayılabilecek bir gelir grubuna karşılık geldiği göz önüne alınırsa durum daha iyi anlaşılacaktır.

Sözünü ettiğim konulara hayli ilgi duyan sade bir tüketici sıfatıyla, eko tarım ve turizmden gelir elde etme uğraşı veren organik tarım çiftlikleri hakkında birkaç yazı yayınlamıştım geçen yıllarda. Şimdi buradan aynı çağrıyı yinelemekte fayda görüyorum. Adı lohas veya başka bir şey olmasa bile, bizim insanımızın da tüketim algısında değişimler mevcut. Özellikle, geçim derdinde olan köylünün bir an evvel kendini yenilemesi lazım. Organik tarım ve turizmden gelir elde etmek için yüksek tahsili yapmış olmaları gerekmiyor. Biraz merak ve kaynağından doğru bir istişare ile hem kendileri hem de başkaları için fayda üretebilirler.

04 Ocak 2009

Seninleyiz Gazze


03.01.2009
Hava soğuktu ve canımız acıyordu.
Canımızı acıtan soğuk değildi elbette.
Rektörlük önünden Kayalıpark’a doğru çığ olup yürüdük. Çoluk çocuk, genç yaşlı aynı yaranın acıttığı derdi haykırmak içindi yürüyüşümüz. Keşke bütün şehir orda olsaydı. Olmalıydı.

Giderek çoğalan kalabalığın öfkesi yürekler ısıttı. Bu yürüyüşün dua mesabesinde olduğunu bilenlerle birlikte Hamas’a, Gazzeli çocuklara selamlar gönderdik Konya’dan.

Can kulağıyla dinledik Filistinli Doktor Hasan Bereket’i. “Selahattinlerin, Sultan Muhammed Fatihlerin, Yavuzların, Mevlanaların torunları bugün siz neredesiniz, bizlerle misiniz” diye sordu.
Evet dedik. Evet sizinleyiz.

“İsrail canileri, “Muhammed (s.a.v) öldü geriye kızları kaldı” diyorlar, Müslümanları yok sayıyorlar. Dünya Müslümanları nerede?” dediğinde Hasan Bereket, alanı dolduran 20 bin kişi, zulmü yapanları ve zulme seyirci kalanları lanetledi Allah’ın lanetiyle.


İHH İnsani Yardım Vakfı Genel Başkanı Bülent Yıldırım, dünyanın gözünün Konya’da olduğunu dile getirerek, İsrail’in uçaklarının Konya’da eğitim yapıp Gazze’yi bombaladığını söyledi. Biliyorduk bunu. Utandık. Bu, bizi hep utandırdı zaten. “Konya bu ayıbı bitirmelidir” dedi ve ekledi: “Ev ev dolaşıp imza toplayacaksınız, İsrail ve ABD uçaklarını Konya’dan kovacaksınız”.

Neden olmasın? Bu şehirde yaşayan herkes, sadece Filistin’in değil, zulme uğramış Müslüman coğrafyanın hâmisi, yardımcısı olmadı mı? Bu ayıptan kurtulma çabasıyla başlayabilir işler.

Kendi sonunu emsali görülmemiş zulümle hızlandıran İsrailoğulları’nın bir daha toplanmamak üzere yeryüzüne dağılıp zelil zamanlarını yeniden tadacakları günlere duacı olduk. Onlar ne zaman devlet olup ferahı görseler zulme başlıyorlardı çünkü. Hadlerini aşmışlardı yeniden. Dağılıp gidecekleri ve kendilerine yurt arayacakları günler yakındır. Yeryüzünün en seçkin ırkı iken, bize ne oldu diyecekler vakit gelince. Süleyman’ın ve Davud’un ihtişamlı günlerini sürgünlerde acıklı halet-i ruhiyeler içindeyken nasıl andılarsa öyle anacaklar. Sürgün günleri geri gelecek. Ortadoğu’da yurtları olmayacak bir daha. Bunları, tarihin İsrailoğulları hakkındaki tecrübesi ve zulm ile âbâd olunmaz kaidesi gereği yazıyorum. Değilse harekete geçmeden hangi eşyayı kımıldatabilirsiniz?


Basın otobüsünün üzerinden fotoğraflar çektim. Uzunca iki sopanın üzerine iki ayakkabı takmıştı bir ihtiyar. Ayakkabıların birinin altında Olmert, diğerinde Bush yazıyordu. Gözlerinden yaşlar boşananlar vardı. Şeytanı yürekleriyle taşlayan gençler. Babalarının omuzlarında çocuklar…

Miting alanlarını doldurmakla, yürümekle bitmeyecek bu işler. İsrail’e hayır diyecek bir devlet erki lazım. Çünkü İsrail’e hayır demek, AB.’ye ve ABD’ye hayır demek. Onlara hayır demedikçe “hayr” gelmeyecek.

Bülent Yıldırım dedi ki bir de; “Eğer oradaki zulmü Müslümanlar yapmış olsaydı, gider İsraillilerin yanında olurduk. Dinimiz bize böyle emreder.” Şu misal gibi işte:
Halife Ömer, şehir kapısında bir grup insanın yanından geçerken bir dilencinin yakalandığını gördü; adam çok yaşlı, kör biriydi. Halife onun arkasına geçti, koluyla dürterek sordu: “Kimsin sen?”
-Ehl-i kitaptan biriyim.
-Hangisinden?
-Museviyim.
-Seni gördüğüm işi yapmaya zorlayan ne?
-Cizyeyi ödemek ve yiyecek ve içecek ihtiyaçlarımı karşılamak için dileniyorum.
Bunun üzerine Ömer onu elinden tutarak evine götürdü ve ufak armağanlar verdi. Bu olayın ardından devletin mali işlerinden sorumlu yetkilisine şu haberi gönderdi:
-Şu adama ve onun gibilere bir bak! Vallahi onlara adil davranmıyoruz. Ona, Müslümanların sadakalarından bir şeyler verilmesini sağla, dedi ve Tevbe Suresi’nin 60. ayetini okudu. Böylece bu yaşlı Museviyi ve onun gibileri cizyeden kurtardı. (Leon Paliakov, Geschicte des Antisemitismus, s. 77)

03 Aralık 2008

Konya Bir Marka Kent Mi

01.12.2008
Önceki yazımızda, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Türkiye Turizm Stratejisi 2023 ve Turizm Stratejisi Eylem Planı çalışması kapsamında yapacağı icraatlardan bahsetmiştik.

Bakanlığı’nın Konya’yı “marka kent” kapsamına alması ilimiz için büyük avantaj. Valilik bünyesinde kurulacak komite şayet bu desteği iyi değerlendirirse, “Marka Kent Konya” veya “Mevlana Diyarı Konya” cinsinden kuru laflar yerine, sonuca yönelik güzel işler görebilir, Konya’yı başka değerleriyle de tanıtabilir, markalar oluşturabiliriz. Gerçi, strateji planını açıklayan bakanlık yetkilileri ile birlikte MKM’deki toplantıya katılıp renk katan konuşmacılardan özel şirket yetkilisi Pelin Bengisu, Mevlana ile Konya adının birlikte anılagelmesi sebebiyle bizi tebrik ettiğini söylemişti. 1950’lerden itibaren Mevlana’yı anma törenlerinin gerçekleşmesine önayak olan Fevzi Halıcı’nın çabaları bulunmasa ve bu etkinlikler vaktiyle başlatılmamış olsaydı acaba Konya, bugünkü kadar Mevlana ile özdeş olabilir miydi diye soramadan edemiyor insan.

İşin Konya’yı ilgilendiren tarafıyla ilgili olarak, sunumunu güzel hitabetiyle birleştiren İl Kültür Müdürü Mustafa Çıpan, dersine bir hayli çalışmış göründü. Şehirlerin, ülkelere göre daha kolay markalaşabildiğini belirtti. Neyi markalaştıracağınızı belirlemelisiniz dedi. Bütünü markalaştırma yerine, lokal markalaşma çabasının isabetini, Nevşehir-Kapadokya, Denizli-Pamukkale örnekleriyle açıkladı.

Yabancıya, Kapadokya’ya mukabil Nevşehir adı pek bir şey çağrıştırmaz doğrusu. Hz.Mevlana’nın şöhreti yanında Konya sönük kalacaktır. Carlo Colladi’yi bilen çok olmasa da, eseri Pinokyo’yu bilmeyen yoktur. Bunun gibi yani. Yeri gelmişken ben de herkes gibi, Konya-Mevlana demek isterim. Fakat Konya sahip olduğu eserleriyle birden fazla markayı hak ediyor. Öyle de olmalı. Kentsel dönüşümün, “kentsel sönüşüm” yahut “şehrin sonu” olduğunu yazıp çiziyoruz uzun zamandır. Onca boş arazi varken Konya’da, neden şehrin kalbini yaralarsınız? Bu şehrin aktörleri umarım bunun farkındadırlar. Elin oğlu memleketinden kalkıp, acaba şu Karatay Çaybaşı kentsel dönüşümü nasıl olmuş bir göreyim demez ki. Kaldıysa Çaybaşı’nda, fotoğrafını çekeceği evi, konağı, sokağı görmeye gelecektir.

İl Kültür Müdürü’nün sıraladığı “aday lokal marka”ların hiçbiri bana yabancı değil. İnternette yayınladığım Konya’ya ait 1000’den fazla güncel fotoğraf ve özet bilgilerle, bir hemşehri olarak mutluluk duyduğumdan tasarruf etmiyorum. Sayın Çıpan’ın, Konya’da neler markalaştırılabilir başlığıyla anlattıkları son derece bilgilendirici oldu. Bunlar neler bakalım:

-Mevlana ve Mevlevilik; Tasavvuf, Sufizm, Mistisizm
-Konya’nın Selçuklu Başkenti Oluşu
-İlklerin Şehri Çatalhöyük
-Termal Turizm
-Nasreddin Hoca
-Hititler
-Pavlus Yolu
-Av Turizmi
-Huzur Şehri Konya
-Sağlık Turizmi
-Eğitim
-Fuarcılık ve Kongre Turizmi
-Törenler ve Festivaller
-Konya Mutfağı
-Google arama motorunda ilk 100 dünya kenti arasına girmek

Bunlardan Konya’da en etkili faaliyet, Mevlana’yı Anma Törenleri adıyla yapılıyor zaten. 2008’in “Pavlus Yılı” ilan edilmesine rağmen kimsenin haberi olmadı. Nasreddin Hoca 800. yılında Akşehir ile sınırlı kaldı. Yeni Üniversiteler için geç kalındı. İsa’nın doğumunun 2000. yılı ile inanç turizmi es geçilmişti. Giden gelmez. Bu listeye Konyaspor’u ilave etmeyi bir gereklilik olarak görüyorum.

Bakanlığın çabasını destekleyecek bilinçli bir ekip gerekiyor. İşbirliği ve ortak akıl lazım. Sivil toplumu yanına çekecek farkındalık şart. Seyahat acentelerinin desteği elzem. Konya’nın gerek tarihi mirası, gerekse sivil toplumuyla bunu başarabilecek kapasitesi olduğunu düşünürüm hep. Valilikçe oluşturulacak komite, neler marka olabilir sorusundan evvel, biz bu işi kimlerle yapabiliriz sorusuna cevap aramalı. Şayet başarılı olunursa Konya’da ciddi bir iş istihdamı görülebilir, işsizlik problemi bir ölçüde giderilebilir.

Toplantının açılış konuşmasını yapan Büyükşehir Belediye Başkanı Akyürek ile Karatay Belediye Başkanı Hançerli’nin, toplantının başlarında salondan ayrılmaları dikkatlerden kaçmadı. Meram ve Selçuklu Belediye Başkanlarının toplantıda bulunmamaları da… Yanımda oturan izleyicilerden biri bu durumu; onlar konuya zaten vâkıflar. Muhtemelen daha önemli işleri vardır diyerek özetledi. Umarız öyledir.


Kentsel Ölçekte Markalaşma Yahut Nedir Şu Marka Kent

30.11.2008
Geçen hafta içinde, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından düzenlenen “Kentsel Ölçekte Markalaşma Toplantıları”nın 13.süne, “Marka Kent Konya” ayağına izleyici olarak katıldım. Bakanlıkça “Marka Kent” olarak tespit edilen 15 şehirde yapılması planlanan toplantılar, Trabzon ve Şanlıurfa ile sona erecek. Bakanlık yetkilileri, bu kentlerin seçiminde kültürel ve tarihi geçmişin kıstas olarak alındığını ve Adıyaman, Amasya, Bursa, Edirne, Gaziantep, Hatay, Kars, Konya, Kütahya, Manisa, Mardin, Nevşehir, Sivas, Şanlıurfa ve Trabzon şehirlerinin seçildiğini ifade ettiler. Bu toplantılar vasıtası ile Bakanlık, mesajını daha çok yerel yönetimlere vermek istiyor. Değilse şehir şehir gezmek yerine o mesajı oturdukları yerden verirler, kimseler de üzerine alınmazdı.

Toplantıların amacı; “kültür turizminden daha fazla gelir elde edebilmek için şehir yönetimleri tarafından Bakanlığın stratejisine uygun bir eylem planı çıkarılması, valilikler bünyesinde kurulacak komite tarafından gereğinin yapılması ve nihai planın 6 ay içinde merkeze gönderilmesi” olarak açıklandı konuşmacılar tarafından. Söz konusu kültür turizmi olunca, hiç yabancısı olmadığım bu konuyu kişisel anlamda fotoğraf ve yazı ile anlatmaya çabalayan biri olarak, Konya adına umutla baktım geleceğe.

Nedir şu “marka kent”?
Marka, “tüketicinin zihninde oluşturduğu o benzersiz şey, kendini ispat etmiş olan, …” gibi anlamlara geliyor. Bu tanımlama, konuşmacılardan Pelin Bengisu’ya ait. Bengisu, akılda kalıcı marka örnekleri verirken, dünyanın en sağlıksız içeceklerinden biri olan Coca Cola’nın nasıl olup da bu kadar satabildiğinin izah edilemediğini ve daha iyi futbol oynayan başka futbolculara rağmen David Backham’ın hangi özellikleriyle marka haline geldiğini detaylandırdı konuşmasında. Ülke ve şehirleri markalaştıran hususlara değinirken, söz gelimi Almanya’nın dayanıklılık, İsveç’in esneklik, İtalya’nın estetik, Japonya’nın mimari stil ve İspanya’nın çok renklilik tarafının öne çıktığını anlattı. Bunların marka ülke tanımına güzel örnekler olduğunu düşündüm. Fransa’yı yılda 72 milyon kişi ziyaret ediyor ve ortalama 1000 Euro bırakıyor. Çok kültürlü yaşamın izlerini süren yabancılar, geçen yıl 78 milyar dolar para bırakmışlar İspanya’ya. Türkiye’yi, 1978 yapımı “Midnight Expess” (Geceyarısı Ekspresi) filmi ile hatırlayan yabancılar geldi aklıma. Filmin senaristi Oliver Stone, özür dilemiş olsa bile 30 yıldır kalbimizi kırmaya devam etmiyor mu?

Marka kent örneklerine gelince; Paris’in romantizm, Milano’nun moda ve moda tasarımı, New York’un enerji, Washington’un güç, Rio’nun eğlence ile zihinlerde duruşuna bakarak alınacak çok yolumuz olduğunu düşünebilirsiniz. Barcelona’nın markalaşma süreci taa 1980’lerde başlamış. Paris’e neden “Işık Şehri” adı verilmiş dersiniz? Şanzelize’sini aydınlatan 11 bin lamba sebebiyle elbette. Adam, “I love NY” logosu ile bir yılda New York’ta 40 milyon turist ağırlamayı başarmış. Dubai’li yatırımcı, gün gelir de doğal kaynaklarım tükenir endişesiyle akla hayale gelmeyen turizm yatırımları yapıyor. Müşteri gittiği yerde özgünlük arıyor öteden beri. 1173 yılında yapılan katedral muhteşem ama turist, bunun yakınındaki Pisa Kulesi’ni görmeyi tercih ediyor.

Toplantının en dinlenir sunumunu yapan Bengisu, marka şehir kavramının olumsuz örneklerini de verdi konuşmasında. Berlin yerel yönetimi, Berlin Duvarı’nın olumlu ve olumsuz tarafını birlikte değerlendiren çalışmalar yaparak tercihinde isabet edememiş. Linden’in en kalabalık yerlerinden biri, özgün Einstein Café’si olacağı yerde, şu şöhretli “Starbucks” onun yerine geçmiş mesela. Bizde hala bir “Türk Kahvesi” zinciri yok. Neden olmasın? Şimdilerde var mı bilmem, Bursa’daki meşhur İskender’in camında bir yazı görmüştüm. Başka şubemiz yoktur diye. Siz müze misiniz ki, başka şubeniz olmasın demiştim. Dünyada büyük düşünenlerin icadı olan bir “franchise” modeli mevcut. Başka şubeniz yoksa, başka paranız da olmayacak demektir bu. Akıllı olmak lazım.

Artık, çarşı-pazar gezerken satın alacağı ürünün markalı olmasına dikkat ediyor insanlar. Sağlam ve işe yarasın istiyorlar. Gençler markalı kıyafet giymeyi yeğliyorlar. Ürünün kullanışlı olması yanında bir prestij endişesi de söz konusu. Beyaz eşyadan otomotive, kâğıttan züccaciyeye kadar, marka olmamış ürünün piyasa payı az oluyor kısaca. Günlük alışverişte tercih edilen bir ürünle, gidilmesi planlanan şehir arasında ciddi benzerlik mevzubahis. Yerel yönetimler olarak, şehrinizin daha çok ziyaret edilmesini istiyor ve kayda değer ürününüz olduğunu düşünüyorsanız, bunu belli bir plan dahilinde pazarlıyorsunuz. Marka kent kavramının öngördüğü, böyle bir şey işte. Bununla birlikte şehrin ruhundan ziyaretçiyi faydalandırmak, işin “öteki” ve belki de en önemli boyutunu oluşturuyor.

Marka kent anlayacağınız, bizde sıkça görüldüğü üzere yerel yöneticilerin çıkıp da, biz marka kentiz demeleriyle olmuyor. İl Kültür Müdürü Mustafa Çıpan’ın dediği gibi, “şehrinizi konuşan ne kadar çok dünyalı varsa siz markalaştınız demektir”. Bunun gerçekleşmesi için, yerel yönetici ve ekibinin her şeyden evvel kültürel yeterlilik taşıması gerekiyor.

Meselenin Konya kısmına sonraki yazımızda devam edeceğiz.




Günün Kutlu Olsun Öğretmenim

24.11.2008
Yazıp yazmamak konusunda tereddüt yaşarım her 24 Kasım’da.
Bugün ben yazmasam, hiç konuşmasam da başkalarının yazdığını okusam, konuştuklarını dinlesem derim. Derim de kendime söz geçiremem.

İhtimal, bugün neler işitecek yahut göreceksiniz diyerek sözü açalım şimdi.

Gazeteleri ve televizyon haberlerini öğretmenlerin sorunları meşgul edecek bugün. Mesleğin kutsallığına dair herkesin sözü olacak. Biri şehirden diğeri taşradan iki öğretmen portresi gelecek önünüze. Muhtemelen, ders dışı zamanlarda taksicilik yapıp geçimine katkı yolu arayan ve orta yaşı çoktan geçmiş bir öğretmen ile, mesleğe köyün birleştirilmiş sınıfında adım atmış genç, bir o kadar idealist başka bir öğretmen portresi olacak göreceğiniz.

Problemler dizi dizi sıralanacak. İlerleyen saatlerde canlı oturumlar düzenlenecek televizyon stüdyolarında. Öğretmenlerin yüzde 72’sinin ek iş yaptığını, yüzde 56’sının kirada oturduğunu, yüzde 76’sının banka kredisi alarak geçimini yürütmek zorunda kaldığını söyleyecekler mesela. Türkiye’deki öğretmenlerle OECD ülkelerindeki öğretmenlerinin maaşı kıyaslanacak. Danimarka’da işe yeni başlayan öğretmenin yıllık 35 bin 368 dolar gelirine mukabil bizdeki rakamın yıllık 12 bin 150 dolarda kaldığını işitmeniz mümkün olacak.

Pazarcılık, boya-badana, tamirat, garsonluk, nakliye, oto alım-satım gibi ek işlerle uğraşıp evine yorgun argın dönen bir öğretmenin yıl boyunca oku(ya)madığı kitap, gazete sayısının istatistiğine göz atılacak. Seyircinin kahir ekseriyeti, rakamlarını geçtiğimiz günlerde yapılan bir anketten aldığım ve mesela diyerek yazdığım şu durumlara bakarak sinirlenecek ve öğretmenlerin aslında üç ay yattıklarını dile getirecek.

Eğitim sendikalarının yetkilileri, öğretmenlerin hak ettikleri yaşam koşullarına kavuşturulmaları gereğini beyan ederken, öğretmen açığını kapatmak için uygulanan sözleşmeli ve ücretli atama biçimine karşı olduklarını söyleyecekler. Şehirde tek maaşla geçim savaşı veren öğretmenin kira, yakıt, eğitim, giyim ve sağlık giderleri, mevcut gelirle mukayese edilecek. Sendika yetkilileri, dünya görüşleri hariç hemen her konuda söz birliği edecekler.

Muhtelif yerlerde karşı nutuklar duyulacak bunlara cevaben. İşlerin yolunda gittiği, önceki dönemlerin istatistikleriyle mukayese edilerek anlatılacak.

Sıra öğretmenlere gelecek sonra. Onlar, senede bir gün hatırlanmanın sembolik değerini bir kenara bırakıp, ellerini öpmek için sıraya giren öğrencileri sebebiyle duygu seline kapılacaklar. İz bırakan öğretmenleri uzak yerlerden arayanlar olacak muhtemelen. Ben 105 Ayşe diyecek biri. Şimdi filan yerde öğretmenim, mühendisim, doktorum, polisim. İyi ki varsın öğretmenim. Emekli öğretmenlerden, hayata ve insana gerçek anlamda emek vermiş olanlarına ev ziyaretleri yapılacak, hatıralar canlanacak.

24 Kasım yazılarımda hep söylediğim şeyi tekrar edeyim aziz okuyucu. Gidin ve bir öğretmeninize merhaba deyin bugün.



***
Emekli Öğretmen Seyfeddin Karahocagil’e ait şiirden:

Bayramda Öğrencilerim...
Minicik dudakların arkasında bir şey var.
Gözlerinde, yanıp sönen bir alev...
Dolu gönüller, durmayan kıpırdayan eller, Gözleri gözlerimde...
Kalplerinin sıcaklıklarını kalbimde hissediyorum. -Gelin çocuklar....
Yarım yamalak Türkçesi ile;
-Öğretmenim bayramınız kutlu olsun. Dedi.
Hele bitirmeden sözlerini,
Tonton ellerine şekerleri sıkıştırıp,
Öpüverdim gözlerini
(Nisan-1960-Van-Başkale)

05 Ekim 2008

Aktütün Karakolu Yürek Dağladı


Bayram geçti gitti. Şevval Ayı’nın 7’si oldu bugün. Lakin bu defa deldi de geçti yürekleri bayram sonrası. Aslında “bu defa” demek de doğru değil. Bitip tükenmiyor “bu defa”lar, benzer yazgılar…

Şemdinli Aktütün Karakolu’na PKK tarafından yapılan beşinci baskında 15 memleket evladı şehit oldu, 21’i de yaralandı. Teröristlerin Türkiye’ye geçişi konusunda önemli bir noktada bulunan Aktütün Karakolu’nun yürek burkan bir özelliği var. Şimdiye kadar üçü büyük, beş kez büyük saldırıya uğrayan karakola yapılan saldırılarda 44 Mehmetçik şehit düştü Aktütün’de. Nasıl bir yerdir ki burası güvenliği bir türlü sağlanamamış?

Afyonkarahisar’da, Şemdinli’de, Tarsus’ta Trabzon’da, Mersin’de Gaziantep’te, Şanlıurfa’da, Kırıkkale’de, Silifke’de, Kocaeli’de, Antalya’da yas var. Sanki Çanakkale’de aziz şehitlerin mezar taşlarına nazar ediyorsunuz.

Bu nasıl şeydir öyle? İhmal midir? 400 askerin bulunduğu bölgede muhtemel saldırılar için bu işin istihbaratı, haber kaynakları yok mudur? Genelkurmay’ın İletişim Dairesi yetkilisi, zayiat çokluğunu Irak’ın kuzeyinden ağır silahlarla yapılmasına bağlamış. Ergenekon davasının ilk duruşması öncesi ve Altınova’daki gerginlik sonrasına mı yormak lazım olup biteni? Türkiye-ABD arasındaki istihbarat paylaşımında aksaklık yaşanıp yaşanmadığına dair şüpheleri olanlar haklı mı çıkıyor yani? Yahut saldırının, tezkerenin Meclis’te görüşüleceği günlerin arifesine denk gelmesini manidar bulanlar mı isabet ediyorlar?

Olup biteni oturduğunuz yerden değerlendirmeniz doğru değil farkındayım. PKK’nın birkaç günde biteceğini düşünmüyoruz elbette. Herkes biliyor ki terör, kendisini besleyen kaynaklar yok olmadıkça bitmeyecek. Tamam ama, kabullenmek de istemiyoruz.

Tv.lerden seyrediyor, gazetelerden okuyorsunuz şehit evlerinin hazin hikayelerini. Diyarbakırlı Er Hakkı Aran’ın evinden Kürtçe ağıtlar yükselmiş. Oğullarının şehit haberini televizyondan öğrenen anne Zekiye Aran, hükümet yetkililerine sert çıkarak, “Çocuklarımızı öldürtüyorlar” diye tepki göstermiş. “Çocuklarımızı öldürtüyorlar” demiş anne, dikkat buyurun. Saldırıda şehit düşen 25 yaşındaki Jandarma Uzman Çavuş Onur Ozan İlgen’in üvey babası İncirlik’ten emekli ABD’li Robert Wilson, oğlunun şehit olduğunu duyunca şok geçirmiş. Saldırıda şehit düşen Uzman Çavuş Selçuk Can’ı, 22 gün önce Şırnak’ta mayına basarak şehit düşen çocukluk arkadaşı ve meslektaşı Uzman Çavuş Yakup Ceylan’ın yanına defnetmişler. Hey Allah’ım!

Kendinizi şehit erin annesi, babası, abisi, ablası yahut arkadaşının yerine koyuyorsunuz. Bu daha ne zamana kadar sürer diyorsunuz. Ben bu gidişle, 80’li yıllardan itibaren PKK çatışmalarında ilk şehit düşenlerin çoluk çocuğunun en fazla 10 sene sonra askerlik yaşları geldiğinde, doğunun yahut güneydoğunun filanca dağında başlarına benzer durumların gelmesinden korkuyorum. Orada terör başlayalı 30 yıl oldu. Yakınlarına çocuğunu bırakıp askere gitmiş ve şehit düşmüş vatan evlatlarının geride bıraktıklarının askerlik çağıdır. 10 sene sonrası.

Arkamızdan kuyumuzu kazıp timsah gözyaşları dökenler, olanları “kınamışlar”. Topyekün bir şeyler yapmak lazım. Yüce Mevla’m geride kalanların âhını komasın. Biliriz ki, intikamı benzersizdir O’nun zalimlere karşı. Sabr-ı cemil ile dolsun şehit ocakları…

28 Eylül 2008

Bayramınız Mübarek Olsun



29.09.2008
Nerde o eski Ramazanlar, bayramlar diyenlerden değilim aziz okur. Geçmişe göre çok şeyin daha iyi şartlara tebdil olduğunu düşünürüm. Gayri safi milli hâsıla dedikleri değer kimseleri tatmin etmese de, oruç ve Ramazan hassasiyetinin getirdiği paylaşımlar istatistikçileri şaşırtacak düzeyde. Abarttığımı düşünüyorsanız, paylaşım alanlarından uzak olduğunuza yorarım.

Ramazan ve bayram nostaljileri galiba çocukluk günlerine işareten dile getiriliyor yaşı uygun olanlarca. İlk oruç, ilk namaz, direkli oruçlar, akraba ve komşu ziyaretleri, bayram hazırlıkları, harçlıkları sohbetlere konu oluyor. Geçmiş zamanların çocuk ve gençlerinin şimdiki şikâyetleri, sevgi ve saygının kalmadığı yönündeki serzenişlerden ibaret.

Şehrin başkalaştırdığı duygusuz yığınlar elbet az değil. Onlar her daim sahur davulcusundan yahut iftar çadırından müştekidirler. Elleri vermeye varmaz ama dilleri söylemeyi bırakmaz. Bayram günlerini tatil günleri sayar, apartmanda karşı komşudan bîhaber olurlar. Sözüm bunlara değil zaten.

Sözüm, verirken gözleri nemlenen, paylaşmanın erdemine vâkıf, vermenin ruhu olgunlaştırdığının farkında olanlaradır. Ramazan Ayı boyunca, insanlarının birçoğunun hayr kulvarında birbiriyle yarış içinde olduğunu gördüm. Komşunun çocuğunu sevindirmek telaşında hanımlara, tütmeyen ocaklara aş ulaştırma gayretinde beylere, ev ahalisine “bizim okulda ihtiyaç sahibi çocuklar var anne” diyen çocuklara şahit oldum. Okullarında ayakkabısı delik öğrenci arayan öğretmenlere, yardım derneklerine gönül vermişlerin koşuşturmalarına da…Ruhu bizden olanların neşesidir bunlar.

Bir elinin verdiğini öteki eli görmeyenler var bir de. Mübarek Resül’ün bu meşhur sözünü şöyle anlamak gerekir demişti bir bilen: “Bundan murad edilen, kişinin öylesine sık vermesidir ki, adam kime neyi ne zaman verdiğini unutur gider.”

Demin gazetede okudum. Doğudan bir başka şehre Üniversite okumaya gelen bir öğrenci yazmış: “Şehirdeki ilk yılımda insanlar öyle sıcak davrandılar ki, Ramazan Ayında daha evde yemek bile yapmadık. Bu şehri çok sevdim ben”. Demek ki Âdemoğulları arasında ülfeti, muhabbeti tesis eden şey böyle bir şeydir. Şu halde hem oruç hem infak, birer mucizedirler.

Ramazan Bayramı hoş gelmiş. İnşallah, esenliğiyle bizi geleceğe umutlu kılacak bereketiyle gelmiştir.

Bilvesile, cihanın neresinde bulunurlarsa bulunsunlar bütün Müslümanlara hayırlı bayramlar temenni ediyor, tutulan oruçların, kılınan namazların, zekat ve fıtırdan hâsıl olacak ecrin makbul olmasını Cenab-ı Mevlâ’dan niyaz ediyorum.

15 Eylül 2008

Misafir Bereket Demek

İşte geldi bile misafir.
Bugün 1 Ramazan 1424.

İslam coğrafyalarına Ramazan, on bir ay özlenesi sükûn ve sadeliğini yanına alarak gelir.
Kendini karşıdakinin yerine koymak duygusu zirve yapar. Oruç tutmasa da, davranış ölçülerine her zamankinden daha fazla dikkat kesilir kimileri. Yeni ve alışılmamış neyi getirirse getirsin modern zamanlar, mütedeyyin insanların ümidi istikbale dair, kavi hale gelir. Mübarek ayın farkında olanların tavrıdır bu.

Müslüman Türk milleti, empati sınırlarını, ülkeler ötesine, ismi az bilinen diyarlara büyük bir şevk ve aşkla taşır. Asya içlerinde, Uzakdoğu’da bunun adı zekat, fitre/digergâmlık olur. Bunu öylesine layıkıyla yapar ki, Ramazan ve orucun şöhreti Avrupa’da Avusturyalıların, Fransızların yahut Almanların kent meydanlarına kurduğu iftar çadırları ile karşılık bulur. Düsseldorf’ta iftar yaklaşırken trafik bile sıkışır. Londra ve Stocholm’ün kiliselerden çevrilmiş camilerinde mukabeleler okunur. Yeni Müslüman olmuş Batılılar, sahurun sona ermesini istemezler bir türlü. Hollanda’da Protestan bir aile, sırf Müslüman ailenin Ramazan hassasiyetini görmek, yaşamak ve hissetmek için onları sofralarına davet eder.

İşte, Avrupa’da ilk Ramazan çadırının öyküsü:
Hollandalı bir öğretmen bundan dört sene önce turist olarak Türkiye’ye gelir. Ramazan ayıdır. Akşam olduğunda insanların büyük meydanlarda kurulmuş çadırlara girip çıktığını, yemek yediğini görünce, bunun yılın her günü yapılan normal bir şey olduğunu düşünür, parasını hazırlar ve yemek yemek için çadıra yanaşır. Güler yüzlerle karşılanır, yemek ikram edilir, üstelik para da alınmaz. Düşünüp taşınır böyle bir şeyin nasıl olabileceğini. Aklı almaz bir türlü. Öğrenir ki Ramazan ayına has bir gelenektir Ramazan çadırları... Hollanda’ya döner ve orada tanıdığı birkaç Türk’e yaşadıklarını anlatır. Der ki; “Ben burada hiç böyle bir şey görmedim, siz niye Ramazan’da iftar çadırı kurmuyorsunuz?

Hollandalının öneri ve girişimleriyle Avrupa’da ilk Ramazan çadırı Hollanda’nın kadim şehri Haarlem’de üç yıl önce kurulur. İlk çadırın kurulmasına vesile olan bu bayan kısa süre sonra adeta kendisini büyüleyen Ramazan ayının etkisiyle İslam’a yaklaşır araştırır, inceler ve Müslüman olur.

Ramazanda bizim anlatılmaya değer öyle çok iyi işimiz olur ki aslında…
İftar vakitleri geldiğinde digergâm bir eda ile aç açıkta kalanı sorarız yanımızdakilere. Elimizden gelse dünyaları paylaşmak isteriz. Bazen, başkasına yardım etme fırsatı verdiği için ahbabımıza minnettar oluruz. Kavga ortamlarına “oruçlu olmak” engel olur. Mukabeleler okur, duasız gün geçirmeyiz. Teravih, en mühim namazlarımızdan biri olur. Bayram gelince merhamet ve şefkat libası giyeriz.

Ne ki, bayram sona erer de, Şevval’in dördüncü günü gelir, bir tuhaf oluruz.
Şevval’de de Ramazan ruhunun eksilmemesi dileğiyle…

(Bilvesile özellikle Kafkasya, Doğu Türkistan, Filistin ve Afrikalı Müslümanlar için de Ramazan bereketinin daim olması yürekten niyaz ederim. Cümlesine selamlar…)

11 Ağustos 2008

Gevne Vadi’sine Yolculuk

29.07.2008
Bu yazıyı çoktan yazmış olacaktım aslında. Hadim Balcılar’daki felaket sebebiyle elim bir türlü varmadı. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Oralarda eyleşmiş, suyunu, ayranını içmiş, insanlarla muhabbet etmiştik gün boyu. Acılı ailelere en güzel sabır dilesem, bir yaraya merhem bile olamam ki…

Gevne Vadisi, Yörük Pazarı, Yörük Beyi Kuş Ali ve obası, Toros yaylaları ve daha pek çok şey…
Zeki Oğuz’un dilinden düşmeyen şu Yörükler.
Zeki Oğuz, Ali Işık ve Mustafa Karaçelebi ile birlikte sabahın erken saatlerinde yola koyuluyoruz Hadim-Taşkent’e doğru.

İlk molamızı İçeriçumra’da verdikten sonra Apa istikametinde ilerliyoruz. Rotamız Dinek, Dineksaray, Çiçekköy, Sarıoğlan, Yeniköy, Bağbaşı, Hadim, Taşkent ve oradan Sarıveliler-Başyayla yol ayrımındaki Yörük Pazarı. Eğitse Deresi’ne kadar yolda sorun yok. Buradan sonrası şoförlere Allah sabır versin cinsinden.

Taşkent yolunda, sürücüsü üzerinde adeta kaybolmuş bir bisiklet önümüze çıkıyor. Arabayı durdurunca o da duruyor. Maceracılığı bizi yüzlere katlamış bir yabancı bu. Selam verip tanışıyoruz. Michael’miş adı. Fransa’da başlayıp İran’da bitecek bir yolculuğa çıkmış. Yalnız olup olmadığını soruyorum. Eşim biraz daha ileride diyor. Bisiklet çok ilginç. Direksiyonunun üstünde ayakla çevrilen bir pedalı var. Uzunca da bir selesi. Rampa çıkarken ayaklar uzatılıp rahatça ilerleme imkânı veriyormuş. Hizarcı Michael ile dağ rehberi eşi Nathalie ilk defa böyle büyük bir tura çıkmışlar. İleride onu beklerken buluyoruz. Üç haftadır yoldalarmış. Edirne’den İran sınırına kadar gidecekleri güzergâhı atlamadan sıralıyor. Yüzü, bacakları meşin gibi olmuş. Ne cesaretli bir maceradır bu.

Yol boyu yazın kavurucu sıcağı ile kuraklığa teslim olmuş ekin tarlaları…Ellerinde oraklarla kadınlar, erkekler… Fotoğraf makineleriyle tarlanın birine giriyoruz. Hangi televizyon kanalından geldiğimizi soruyorlar önce. Bu tür sorularla hep karşılaşırız. Hasattaki yaşlı kadınlardan biri genç kızların fotoğrafını çekmememiz şartıyla izin veriyor. Ekin yok doğru dürüst, güneş tepemize gelmek üzere. Birkaç kare ile yetinip ayrılıyoruz Bolay Yaylası’na doğru…

Rehberimiz Zeki Oğuz’un, günümüzün Karacaoğlanı dediği Hacıahmet Kıraslan’ın evi Bolay Yaylası’nda. Kışları İzmir’de geçirip yaz gelince yayladaki evine göçen Hacıahmet, Hadim’e gittiği için görüşemiyoruz. Sarıveliler-Başyayla yol ayrımındaki Yörük Pazarı’nın birkaç km. ilerisindeki vadi boyunca uzanan yörük obaları ilk uzun durağımız. Burası Anamur’a 150 km. uzaklıktaki Barcın Yaylası. Obaları tek tek ziyaret edip sohbetler ediyoruz. Vadinin sakinleri çocuklar, genç kızlar ve yaşlı kadınlar. Çocuklar etrafımızda halka olup merakla bizi izliyorlar. Herkes misafire çok ilgili. İkram ettikleri ayranları afiyetliyoruz. Vadide öyle fazlaca koyun, keçi yok. Çehrelerde gerginlik, huzursuzluk yok. Fotoğraf için izin almamıza bile gerek yok. Çocukların tamamı Anamur’daki okullarda öğrenim görüyorlar. Genç kızlardan biri üniversite sınavlarına hazırlanıyormuş, biri de lise son sınıfa geçmiş. Obanın yaşlılarından Emine Nine yaptığım onca pazarlığa rağmen, eliyle dokuduğu kilim çantayı 20 YTL’ye satıyor bana. Olsun, amacım ihtiyaçtan satın almak değil zaten.

İkinci durağımız Alanya yolu üzerinde Gevne Vadisi tepelerinin ardındaki Kuş Ali’nin (Uçar) obası. Topraklı tozlu bir patikadan ilerleyip tepeyi aşıp Küçüklü Yaylası’na ulaşıyoruz. Yörük Beyi ile karısı Hatice Keçimen’e bir iş için gitmişler. Zeki Emmi’nin (küçük Fatma öyle diyor) bahsettiği develer ortalıkta yok. Mahmut otlatmaya götürmüş. İki oğlundan diğeri Bayram, sekiz kızından üçü Emine, Kezban, Gülcan ve Fatma bizi sevinçle karşılıyorlar. Zeki Emmi’yi buralarda tanımayan yok. Kıl çadırda obanın büyük kızı Emine bulgur pilavı için hemen kolları sıvıyor. (ah, annem burada olmalıydı şimdi. Gözyaşlarını tutamazdı eminim).

Kıl çadır beş direkli. Sol tarafta yatak yorgan, karşı tarafta mutfak gereçleri, sağ tarafta da üç ayaklı basit bir düzenek var. Emine bunun altına odun atıp yakıyor. Pilav birazdan yer sofrasında hazır olacak. Allahım diyorum çıplak, tek bir ağaç olmayan iki tepenin orta düzlüğünde iki kıl çadır.! Bizim olmazsa olmazlarımız yok ortalıkta. Oba sakinlerinin çehrelerine bakıyorum. Huzur, sükunet, hiç eksilmeyen tebessümler...Buradan gitmeye niyetim yok benim. Zeki Emmi’ye diyorum; “bu yolculuk bir güne sığmaz”. Masmavi gözlü küçük kız Fatoş, Emmi’sinin dizinin dibinden ayrılmıyor. Bu sırada Cumhuriyet gezi ekinde oba hakkında Zeki Bey’in iki sayfalık yazısını okuyor ve fotoğraflara bakıyoruz.

Bayram’a Bozyazı-Küçüklü istikametinde nerelerde konakladıklarını soruyorum. O anlatıyor, ben not alıyorum. “Nisan ortalarında kışlak dediğimiz Bozyazı’dan çıkarız yola” diyor ve sıralıyor: Gülnar Söğüthanifeler Yaylası, Gülnar Kumkonak Yaylası, Gülnar Bardat Yaylası, Gülnar Eriklidere Yaylası, Ermenek Mazıbelen Yaylası, Ermenek Görmeli Köprüsü, Ermenek Sultanalanı Yaylası, Ermenek Üçpınar Yaylası, Ermenek Altıntaş Yaylası, Konya-Balcılar Usutaşı Yaylası, Sarıveliler Yörükpazarı, Avşar Hamboynu Yaylası ve bulunduğunuz Küçüklü Yaylası”.

Kuş Ali Obası’nın uzun yolculuğu Nisan-Kasım arası gerçekleşiyor. Kışlak dışında yaylalarda konaklama süresi iki gün ile bir hafta arasında değişiyor. 300 kıl keçi, 160 koyun, 4 köpek, 25 deve ve 10’u çocuk 12 kişi sekiz ay boyunca yollarda. Bayram kardeşlerini sayarken, Zeki Emmi’ye göz ucuyla bakıyorum: “Çocuk lazım tabii işler için” cevabını veriyor. Karşılıklı gülümsüyoruz. Emine’nin pilavı hazır. Lezzeti bir başka. Yemeğin ardından kıl çadırın dışına çıkıyoruz. Ağustos sıcağı kavuruyor ortalığı. Obanın kızları kendilerine has ıslıklar, bağırış-çağırışlarla keçi sürüsünü sağılmak üzere üç tarafı duvarla çevrili açık alana alıyorlar. Gülcan iki keçiyi sakalından tutarken Emine ile Kezban büyük bir ustalıkla sağım yapıyorlar. Öteki çadır oturma odası gibi düzenlenmiş. Ön kısmında bir kilim tezgâhı var. Herkes çok marifetli.

Zaman az, bu günübirlik gezide alınacak yol çok. Hiç içimden gelmiyor buradan gitmek. Emmi’sinin yanından ayrılmayan Fatoş ağlamaklı sesiyle “gitme Zeki Emmi. Kal burada” diyor. Bir başka sefere diyerek obadan ayrılıyor, aile büyüklerine selamlarımızı bırakıyoruz.

Gevne Vadisi üzerinden Keşefli’ye ulaşıyoruz biraz sonra. Yayla iki ayrı yere oturmuş. Yüzlerce metre aşağıda yer alan Aşağı Keşefli cennet gibi adeta. Göksu’nun kollarından biri yaylayı ikiye bölüyor. Yaylanın sakinlerinden Mehmet Aladağ, hangi dönemin eseri olduğu konusunda kararsız kaldığımız kaya mezarları ve özenle oyulmuş kayaları gösteriyor. Defineciler talan etmişler burayı da. Alanya’da muz seracılığıyla uğraşıyormuş Mehmet Bey. İkindi namazından çıkan cemaati gölgelik yerde çay hazırlığında buluyoruz. Bizim için hazırlamışlar. Burada hoş-beşten sonra Konya’ya doğru yola koyuluyoruz.

Şam’te bir yudum mırra, Batum-Sputnik’ten Karadeniz’e içli bir nazar, Harran evinde tavşankanı çay, Urfa konaklarında doyumsuz sohbet, Mardin abbaralarında serinlik, Odunpazarı sokaklarında keyif, Beypazarı’nda guşganalı Konaklar derken, Gevne Vadisi’nde bir kıl çadıra misafir olmak da varmış ömürde…

05 Ağustos 2008

Kültür Sanat Kimin İçin

07.07.2008
Bütün ülkenin anlamakta, kavramakta zorlandığı günlerden geçerken, bu şehrin kültür-sanat meselelerini söz konusu etmenin tabirim uygun görülsün doğrusu herkesi ırgalamadığının farkındayım.
Lakin böyledir diye de yazacaklarımdan tasarruf edecek değilim. Memleketin bitmek bilmeyen malum vakıalarına takılıp kalacak olursak neyi halletmiş olacağız?

Konya’da kültür sanat etkinliklerinin en yoğun, en disiplinli ve en verimli merkezidir Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi. Hatta TYB şubelerinin içinde en aktif olanıdır. Cumartesi günleri, bahçesinin ikindi serinliğinde kültür sanat adamlarını bir araya getiriyor, takvimli programlar dâhilinde gerçekleştirilen paneller, konferanslar, sohbetler ve sergilerle göz dolduruyor. Kurslar düzenliyor. Tertiplediği gezilerle mensuplarının bilgi dağarcığına katkılar yapıyor ve şehirler arasında gönül köprüleri kuruyor.

Devletten maaşlı onlarca görevlinin çalıştığı kurum ve kuruluşların bir türlü bitiremediği, başaramadığı hatta cesaret bile edemediği programları iki-üç kişi ile organize edebiliyor (Mukayese için bkz. TYB Konya etkinlikleri vd.). Fakat ne yazık ki, Kültür Bakanlığına ilettiği projeler karşılık görmüyor. İlgili bakanlık bizim bunca öne çıkan özelliğimize rağmen niçin ilgilenmez, niçin taleplerimizi değerlendirmez? TYB Konya’sız bu şehrin kültür-sanatı sağırdır, dilsizdir.

Bunları ilgisi olan herkes biliyor zaten. İlgisi olması gerekenler ortalıkta görünmüyorlar nedense. Bu şehri yönetenler, özellikle kültür-sanat kurum ve kuruluşlarının başında resmi sıfatlarla bulunanlar, üniversite mensupları, basın camiası yahut kısaca bu yazdıklarıma muhatap olması gerekenleri TYB Konya’da görmek mümkün olmuyor. Bunların istisnaları yok değil. Vekillerimizden Prof. Dr. Sami Güçlü ile Mustafa Kabakçı Beyefendiler programlara sıkça iştirak ederler. Selçuklu Belediye Başkanı Doç. Dr. Adem Esen’i gördüğümüz olur ara sıra. Diğer belediyelerin reislerini ve kamunun diğer yöneticilerini görmüşlüğümüz yoktur. Bizim bilmediğimiz sebepler söz konusu olduğundan mı iştirakleri yoktur diye düşünmeden edemiyoruz. Üniversite camiasına diyecek söz zaten yok. Muhtemelen işleri çoktur.

Vekilimiz Sayın Mustafa Kabakçı’ya özellikle teşekkür etmek isterim. KONFAD’ın yılın son Cuma programına iştirakinden mutlu olduk. Yeni sezon açılışına, fotoğraf sanatına ilgisini bildiğimiz sayın vekilimizin bir gösterisi ile başlayacağımızı buradan duyurmuş olalım. Özellikle şehir dışı fotoğraf gezilerinin gerçekleştirilmesi için elinden geleni yapacağına dair söz vermesi bizi memnun etmiştir.

Cumartesi akşamı çınar altında, TYB Konya ve KONFAD işbirliği ile KONFAD üyelerinin çalışmalarından oluşan bir Karma Fotoğraf sergisi açıp iki saydam gösteriyi izleyenlerin beğenisine sunduk. İki güzide kültür sanat kuruluşunun da üyesi olmak sıfatıyla bu serginin hazırlanmasında emeklerimiz geçti. Sergi ve sonrasındaki fotoğraf gösterilerinin güzel olması için elimizden gelen çabayı sarf ettik. Açılışımızda hazır bulunanların sayısı iki pilav sofrasını geçmeyecek kadardı. İyi de evvelen kendi üyeleriniz gelmemiş ki, diyecek olanlar için söyleyecek sözüm de yok maalesef. Özellikle bu son cümlenin yaralayıcı bir etkisi söz konusu. Zamanlaması uygun değildi itirazına karşı serginin Çarşamba gününe kadar açık olduğunu hatırlatalım.

Bu tür durumlar için söz ustaları hemen bir kemmiyet/keyfiyet cümlesi irad ederek vakıayı doğru tespit etmiş, gerilimi azaltmış olurlar. Öyle de oldu. Sessiz sedasız bir açılış yaptık. Kırıldık da biraz. Lakin marifet iltifata tâbidir vakıasına takılıp kalmadık. İmkân oldukça daha yeni ve daha güzellerini sanatseverlerin beğenisine sunmaya çalışacağız.

Bu serginin bir başka yönü, “internetteki fotoğraf paylaşım sitelerinin fotoğraf sergilerine etkileri” başlıklı bir yazı için bizi dürtüklemesi olmuştur diyebilirim. Bunu zamanı gelince bir fotoğraf amatörü olarak dile getirebiliriz.

Söz bitmez. Bu ve benzeri serzenişlerimizin sebebini kısaca yazarak yazımızı nihayete erdirelim: Yaptığımız iş üzerinde yaşadığımız toprakları önemseyen tavrımızdandır sadece. Bunu, “kültür sanat karın doyurur mu?” cinsinden algılamalarla irtibatlandırmak abestir, yanlıştır, üzücüdür. Şairin dediği gibi: “Devler gibi eserler bırakmak için, karıncalar gibi çalışmak lazım.” Yapmaya çalıştığımız budur.

21 Nisan 2008

Beyşehir'in Nimetleri


21.04.2008 09:06:06 Bahar mevsimi kendine has mecrasında doludizgin ilerliyor. Konya Fotoğraf Amatörleri Derneği (KONFAD) olarak henüz planlama aşamasında olan fotoğraf gezilerimiz söz konusu.
Baharın renklerini, böcü börtüsünü, yağmurunu, memleketimin dağını yaylasını, köyünü, insanını velhasıl kadraja girmeye aday ne varsa, havalar iyice ısınmadan önce yerinde görüp fotoğraf üretmek en keyifli işlerimizden olacak. Bunlara ilaveten aşağıda okuyacağınız gibi, memleket hayrına olan konuları yetkili mercilere hatırlatarak yurttaşlık görevimizi yerine getireceğiz. TYB Konya Şubemizin “yazılacak çok şeyimiz var” gezilerinin de en kısa zamanda başlamasını bekliyoruz. Bu gezilerin bize öğrettiğini anlatmaya sözler yetmez. Özellikle TYB şubemizin gezilerine katılan yazarlarımızın izlenimlerini gazetelerden, web sayfalarından keyifle okuyor, yenilerini sabırsızlıkla bekliyoruz.
Yakın çevremizde görülmeye değer yüzlerce yer ve yerleşim alanı mevcut. Konya’nın bu konuda çok şanslı olduğunu her fırsatta dile getirenlerdenim. Yaşadığınız coğrafya hakkında bilgilenmenin sağlam ve isabetli yoludur “orada olmak”. Bunu, en iyi fotoğraf sanatçısı-yazar Zeki Oğuz Ağabey’den öğrenirsiniz. O, usta bir yazar olduğu kadar mahir bir fotoğrafçıdır çünkü. Ekiple fotoğraf gezisine çıkmanın bağlayıcılığını bildiğinden alır başını tek başına gider. Yazı ve fotoğraflarında kâh dağ başındaki çobanın güncesini, kâh yörük çadırında geçen bir geceyi bulursunuz. Bahar çiçeklerini, çağıldayan dereleri, dağları anlatır kimi yazılarında hiçbirini görmediğiniz. Bazen yetkililere çağrıda bulunur ilgilenilmeyeceğini bile bile. Filan yerdeki sorunların çözülmesine dair bıkmadan yazılar yazar. Ben Zeki Ağabeyi çok iyi anladığımı düşünürüm. Onunla birlikte, Eski Garaj’dan sabah saatlerinde kalkan bir köy minibüsüne atlayıp dere tepe düz gitmek niyetimi bir türlü gerçekleştiremediğimden dem vururum.
Üyesi bulunduğum iki kuruluşumuzun gezi programlarından evvel doğrusunu söylemek gerekirse yerimizde duramadık. Geçen hafta, KONFAD’dan birkaç dost ile yaptığımız istişare sonucu rotamızı belirleyip Pazar sabahı yola koyulduk. Beyşehir Gölü merkez olmak üzere çevre köy ve kasabalara uğrayıp günü en verimli şekilde değerlendirmekti amacımız. Bir köy kahvesinde mola verip ihtiyarları dinlemek, memleketi problemlerden acilen kurtaracak çözümler üretmek her daim mümkün. Yeter ki, oralarda olun. Hele gittiğiniz dağ köylerindeki ikramlar da cabası olacaktır.
Ani bir karar vererek Beyşehir-Isparta karayolu yerine, Seydişehir-Antalya karayolunu tercih ettik. İyi ki de öyle yapmış ve Mustafa Karaçelebi dostumuzu dinlemişiz. Seydişehir’i Beyşehir’e ulaştıran yolun 14. kilometresinde “Kavak” adında bir köy var. Bu yazının asıl konusu bu köy aslında. Şimdi ben bu yazıyı vesile kılarak ilgilenenlere bir çağrıda bulunacağım. Mustafa Bey’den bu köyün üstünde yer alan tepeliğinde maden suyu olduğunu öğrendik. Kavak köyünün birkaç km. ilerisindeki çeşme başına ulaştığımızda başıboş akan maden suyu ile karşılaştık. Market raflarını dolduran maden suyu işte bildiğiniz. Motosikletiyle oradan geçmekte olan bir Kavak köylüsü hemen yanımıza gelip bu köyün “etrafındaki nimetler” hakkında bilgi vermek istediğini ifade etti. Mermer ocağında aşçı olarak çalıştığını belirten Ahmet Güneş, duyarlı vatandaş ciddiyetiyle bize üç şeyden söz etti: Yanında durduğumuz maden suyu, az ilerideki termal su ve buraya yakın mermer yatakları. Maden suyu çok eskiden beri yaz-kış akar eksilmeden durumda imiş. Bizi oradan birbirine çok yakın üç termal su kaynağına götürdü. Bundan dokuz yıl önce köylü kendi imkanlarıyla iki kuyu kazdırmış. Bunlardan biri 87 metre derinliğinde ve 47 derece, diğeri 225 metre derinliğinde ve 37 derece ile ölçülen sıcak suya sahip. M.T.A. tarafından kapatılan bu iki kaynak yerine 180 metre derinlikte 38 derece sıcaklığa yeni bir kaynak bulunmuş. Birkaç kilometre ötede, Karakaya mevkiinde nadir cinsten mermer yatakları bulunuyor. Kavak ile Kızılcaköy arasında barit madeni de mevcut dedi, Ahmet Güneş.
Bu üç nimet hakkındaki bilgilerden üç sonuca ulaşıyoruz elbette. Maden suyunun şişelenmesi, termal tesis kurulması ve mermer yataklarının değerlendirilmesi. Gördüklerimiz orada öylece duruyorlar. Duyarlı vatandaşa soruyorum, bunların harekete geçirilmesi ihtimalinden beklentin nedir diye? İş, aş ve memleket hayrı diye cevap veriyor.
Benden hatırlatması.