Müslümanlar hem çoğunluk hissiyatı hem devleti koruma güdüsüyle bu vakıf meselenin üzerine gidememişti. Ama...
Taha Süren haber verdi..
Bir zamanlar biz Müslümanlar, müesses
bir nizamın sahibi idik. Ne Batı ile olan askeri mücadelemiz, ne de
kendi içimizdeki iktidar ve mezhep kavgaları bu müesses nizamı sarsmayı
başaramamıştı.
Yukarıdaki ve çevredeki dalgalanmalardan
etkilenmeyen bir bünyemiz vardı. Kim sultan olursa olsun, ordu hangi
ülkeye sefere giderse gitsin, camileriyle, medreseleriyle, tekke ve
zaviyeleriyle, dar’üş şifa ve imaretleriyle, tüm esnaf teşkilatı ve
tımar sistemi ile ictimai hayatımız aynen devam ediyordu.
Sistemin merkezi: vakıflar
Bu müesses nizamın temelinde ise
vakıflar bulunmaktaydı. Bütün camiler, medreseler, tekke ve zaviyeler,
darüşşifa ve imaretler, hükmi şahsiyete sahip vakıflar tarafından idare
edilmekteydi. Bu hizmetlerin giderleri, akar olarak vakfedilmiş
gayrimenkullerden elde edilen gelirlerle sağlanmaktaydı. Gelirlerin
idaresi, hizmet binalarının bakım ve onarımlarının yapılması, verilen
hizmetin vakıf senedi doğrultusunda düzgün bir şekilde sürdürülmesi,
vakıf mütevelli heyetlerinin vazifesi idi. Bu sistem ictimai
varlığımızın hayat damarı idi.
Batılılaşma sürecinin ilk safhalarında,
ilk değişiklikler askeri ve siyasi alanda gerçekleştiğinden, bunların
ictimai yapımıza etkisi sınırlı oldu. Ancak süreç ilerledikçe sıra vakıf
sistemine, medreselere, tekke ve zaviyelere geldi. Kademeli olarak
ictimai yapımızın kökleri budandı. Vakıf sistemi bozulmaya, medrese
tedrisatına müdahele edilmeye, tekke ve zaviyeler bürokratik denetim
altına alınmaya başlandı. Bu süreç II. Mahmud döneminde, ictimai hayata
tesir etmeye başladığı için, bu dönem Müslümanların kimlik ve varolma
kavgalarından ötürü devlet ile karşı karşıya geldikleri ilk dönemeç
oldu.
Yıllarca talan edildi
Tarihi süreç hepimizin bildiği gibi
işledi. İnkılaplardan sonra vakıflara el konuldu, medreseler, tekke ve
zaviyeler kapatıldı. El konulan vakıflar, camiler, kapatılan medrese ve
zaviyeler, vakfedilmiş akar statüsündeki gayrimenkuller büyük bir mal
varlığı oluşturuyordu. Tam bir kaydına sahip değiliz ancak, Müslümanlara
ait olup da el konulan vakıf mallarının ülke topraklarının üçte ikisi
civarında olduğu tahmin ediliyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Tapu ve
Kadastro Kanunu kapsamında birçok vakıf malı, üzerinde hak iddia eden
kişiler adına tapuda tescil edildi. “Vakıf zengini” tabiri bu döneme ait
bir deyim. Bu yağmadan kurtulan malvarlığı ise idari olarak iki
müesseseye bağlandı; Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Diyanet İşleri
Başkanlığı. Her iki müessese de kuruluş kanunları doğrultusunda bu
malvarlığını kullanmış ve hala kullanmaktadırlar.
İctimai hayatımızın temeli olan bu
müesseselerin kamulaştırılması Cumhuriyet döneminde Müslümanlar için
dört temel sorun oluşturdu. Bu sorunların dördü de hayati önem taşıyordu
çünkü bu müesseseleri kaybetmek, müslümanların bir cemaat ve kimlik
olarak ictimai hayattan silinmesi anlamına geliyordu. Bugün de bu
sorunların çözülmesi noktasından oldukça uzakta bulunmaktayız.
Onlarınki de vakıf ama...
Birinci sorun el konulan vakıf
mallarının iadesi meselesidir. Ülkemizdeki gayri müslim azınlıklar, uzun
bir mücadelenin sonunda ve elbette Batı’nın da desteği ile azınlık
vakıflarının ve el konulan vakıf mallarının iadesi hakkını kazandılar.
Ancak Müslümanlar bu mücadeleyi yapmadılar ve bu mücadeleyi yapacak bir
üst kimlik oluşturamadılar. Kendi hakları olan bu büyük mal varlığının
aynen iadesini veya tazminini talep edebilecek iken bu yola
başvurmadılar. Belki çoğunluk olmanın verdiği güven, belki de tarihten
gelen devleti sahiplenme ve aidiyet hissi Müslümanları bu mücadeleden
alıkoydu.
İkinci sorun Müslümanların
ibadethaneleri olan camilerin idaresi meselesi idi. Azınlıklar kendi
ibadethanelerini kendileri idare eder, kendi din adamlarını ve
ibadethanelerinde vazife yapacak görevlileri kendileri tayin ederler
iken, Müslümanların ibadethaneleri olan camiler devlete bağlı bir
müessese olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kontrolü altında kaldı. İmam
ve müezzinler devlet tarafından atandı, camilerin anahtarları da daima
devlet memurlarının elinde kaldı. Her cami kendi vakfiyelerinin
gelirleri ile ayakta kalabilecek ve görevlilerinin maaşlarını
karşılayabilecek iken, kendi vakıf gelirleri alınıp devlet bütçesinin
içine yerleştirildi. Bütçeden camilere ayrılan pay ise daima yetersiz
kaldı ve cemaatten para toplanarak camiler ayakta tutulmaya çalışıldı.
Halbuki ibadethanelerin mali ve idari denetiminin, o dinin mensuplarının
idaresinde olması aklın ve hakkaniyetin gereği idi.
Devlet, din eğitimini nasıl verebilir?!
Üçüncü sorun, Müslümanların dini eğitim
müesseseleri olan medreselerin kapatılması meselesidir. Her ne kadar bir
ara çözüm olarak ilahiyat fakülteleri, imam hatip liseleri ve Kur’an
kursları ihdas edilmiş ise de, bu müesseselerin müfredatı, tedrisat
usulü ve idari yapısı ile medreselerin yerini tutmadığı açıktır. Bugün
Fener Rum Patrikhanesi’nin Heybeliada Ruhban Okulu için yaptığı mücadele
hepimizin gözlerinin önünde cereyan etmektedir. Patrikhane, Heybeliada
Ruhban Okulu’nun YÖK’e bağlı bir üniversitede, ilahiyat fakültesine
bağlı olarak açılması teklifini kabul etmemektedir. Gerçek şu ki bir
dinin mensuplarının, kendi dini eğitimlerini, kendi inanç ve anlayışları
doğrultusunda verebilmeleri, kendi din adamlarını kendilerinin
yetiştirebilmeleri, aynı zamanda kendileri olarak var olmalarının,
varlıklarını ve inançlarını gelecek nesillere ulaştırabilmelerinin
şartıdır.
Dördüncü sorun ise dini özgürlükler
kapsamında değerlendirilebilecek olan tekke ve zaviyelerin yasaklanması
meselesidir. Her ne kadar tarikatlar bu yasağa rağmen belli bir oranda
varlığını sürdürebilmiş ve günümüze ulaşabilmiş, hatta yarı yasal temsil
organları oluşturabilmişler ise de, haklarındaki temel yasak kararı
sürmektedir. Günümüzde Dünya Ehl-i Beyt Vakfı Genel Başkanı Fermani
Altun, tekke ve zaviyelerin kaldırılması kararının değiştirilmesini
talep etmektedir. Alevi Bektaşi Konfederasyonları’nın 16.01.2011
tarihinde topladığı Büyük Alevi Kurultayı’nın sonuç bildirgesinde, Hacı
Bektaş Veli ve Abdal Musa dergahlarının iadesine dair talepler yer
alabilmektedir. Buna rağmen sünni müslümanların kendilerine ait tekke ve
zaviyeler konusunda hiçbir çalışma yapmadıklarını görmekteyiz.
Anayasa değişikliğinde halledilmeli
Ülkemizde Müslümanların ictimai
varlığını sürdürebilmesi, siyasi iktidarları belirlemekle ya da
bürokrasiye hakim olmakla değil, ancak kendi müesseselerini ikame
etmekle, varlık ve kimlik mücadelesini siyaset üstü bir çatıya taşımakla
mümkün olabilecektir. Yeni Anayasa yapım sürecinde, el koyulan vakıflar
ve vakıf mallarının iadesi, camilerin idaresi, medreselerin, tekke ve
zaviyelerin kapatılmasına dair kararların tekrar gözden geçirilmesi gibi
meseleler Müslümanların kimlik ve varlık meselesi olarak görülmeli ve
tartışılmalıdır. Müslümanların varolma ve varlığını sürdürebilme hakkı,
mülkiyet hakkı, eğitim hakkı ve dini özgürlük hakkı, hukuki bir zemine
oturtulmaz ve müesseseleşemezse, var olduğu zannedilen bütün kazanımlar
her zaman pamuk ipliğine bağlı kalacaktır. Bu yüzden Diyanet İşleri
Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü, ve dini eğitim müesseselerinin
geleceği konusunda Müslüman aydınların konuşmaları gerekmektedir.
Abdülhamid Ahdar dikkat çekti.
Alıntı: https://www.dunyabizim.com/hikmet/vakif-mallarini-kaptirmak-neye-mal-oldu-h8872.html