Yahya Kemal şöyle anlatır:
“Şiire bir aşkla başladım. Üsküp’de,
yerli mahalleler ortasında, Türkkâri eski bir konakta oturur, bey
hânedanlarından birinin kızı, kumral ve endamlı, cazibesi ve güzelliği mâruf,
bir Redîfe Hanım vardı. Bu genç kız, çocukluğumda, fâsılalı olarak, üç defa
hayalimi işgaal etti. İlk defâ, cülûs mu, velâdet mi? bir şenlik gecesiydi,
büyük vâlidemle, Vardar boyunda bir araba gezintisinde bulunuyorduk; arabada o
da vardı; o zaman beş yaşında vardım; küçücük kafam bu hanımın câzibesiyle
sersemlemişti; ona karşı içimde günlerce ateş gibi bir üzüntü hissettim. (Eski
Üsküplüler, Redîfe Hanım’ın o zamanlarda Üsküp Venüsü diye anıldığını rivayet
ediyorlar.)
İkinci defâ onu bir düğün gecesi
gördüm; oniki yaşındaydım…
Henüz genç kız olan Redife Hanım’ı
ikinci defâ işte o düğünde gördüm. Eski yaram açıldı. Bütün bir gece yayından
ayrılmadım. Zannedersem o da o akşam içimi yakan ateşi hissediyordu.
O düğün bitince derin bir melâl
içinde kalmıştım. Hep onu düşünüyordum. İlk şiirim olan bir türkü güftesini,
ekseriyâ Üsküp türkülerinde gördüğüm vezinle, onunçün karalamağa başladım. Bu
ilk eserin hemen hiçbir mısra’ını şimdi hatırlıyamıyorum.
…
Çocuk dâima avunup acılarını unutur.
Ben de Redîfe Hanım’ı bir müddet sonra yine unuttum. Üsküp idâdî mektebinin
ikinci sınıfına geçtiğim sene yazıya istîdâdım epiyce inkişâaf etmişti; ancak
nazımdan bîhaberdim.
Üsküb’de Rifâî şeyhi bir Sâdeddin
Efendi vardı. Taşranın bu kadar uzak bir şehrinde yetişebileceğine
inanılmayacak gibi kibar, terbiyeli, ince bir adamdı. Post-nişîn olduğu gibi
şehrin eşrâfından da addedilen bu zat Redîfe Hanım’la evlendi. Rifâî tekkesi,
Üsküb’ün eski, güzel, ziyâretgâh, çeşmeli ve şadırvanlı, oldukça zengin bir
dergâhıydı; Cuma günleri zikir ve devran olduğu saatlerde seyircilerle dolar,
erkek mahfilleri gibi, kadınlara mahsus kafeslerinde iğne atılsa yere düşmez
derecede kalabalık olurdu.
Bir Cuma günü oraya gitmiştim. Zikirden sonra, kadınların
tarafından çıkan Redîfe Hanım’ı hayatımda üçüncü defâ gördüm. O vaktin taşra
kızları, kızlıktan kadınlığa geçince ilk defa bir kadın gibi süslenirler ve
birdenbire epiyce başkalaşırlardı. O bu son görüşümde daha başka türlü güzeldi.
Ben de onbeş yaşına girmiştim. Bu üçüncü tesâdüfün têsîri derin oldu. Mektepte
vazîfelerimi, evde ve sokakta eğlencelerimi unuttum. Âilem dalgınlığıma merak
etti ve zannedersem derdimin farkına da vardı. Izdırâbımı bir şiirler söylemek
hevesine düştüm. Lâkin bu defâ, ikinci tesadüfte olduğu gibi, âdî bir türkü
değil, kitaplarda gördüğüm manzûmeler nev’inden aruzla bir şiir söylemeye
çalışıyordum. Aruzla bozuk düzen bir kıt’a söylemeye muvaffak
olmuştum. Redîfe Hanım’ın zevci Şeyh Sâdeddin Efendi güzî de
bir zattı; o zamanda Üsküp’de yaşayan Bursalı Tahir Bey gibi, Eşref Paşa gibi
fâzıllarla görüşürdü. Onlarla tasavvuftan ve edebiyattan bahsederdi ve
mutasavvıfâne şiirler neşrederdi; kıt’amı ona gösterdim. Beğenir gibi davrandı.
Kırmızı mürekkeple birkaç noktada vezin hatalarını tashih ederek bana verdi.
Veznin hayliden hayliye farkına vardım...
…
Ben rindâne şiirin âlemine daldığım
o sıralarda (beni şiire sevkeden Redîfe Hanım, vaz’-ı haml ederken, genç
yaşında ölmüştü. Ben de o aralık Selânik İdâdîsi’ne) Üsküp’den Selânik’e
göderildim ve oranın idâdîsine leylî olarak verildim…” (Yahya Kemal,
Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım, İstanbul Fetih Cemiyeti
Yayınları, İstanbul, 2008, 5. Baskı, s. 93-97.)