Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

03 Aralık 2008

Günün Kutlu Olsun Öğretmenim

24.11.2008
Yazıp yazmamak konusunda tereddüt yaşarım her 24 Kasım’da.
Bugün ben yazmasam, hiç konuşmasam da başkalarının yazdığını okusam, konuştuklarını dinlesem derim. Derim de kendime söz geçiremem.

İhtimal, bugün neler işitecek yahut göreceksiniz diyerek sözü açalım şimdi.

Gazeteleri ve televizyon haberlerini öğretmenlerin sorunları meşgul edecek bugün. Mesleğin kutsallığına dair herkesin sözü olacak. Biri şehirden diğeri taşradan iki öğretmen portresi gelecek önünüze. Muhtemelen, ders dışı zamanlarda taksicilik yapıp geçimine katkı yolu arayan ve orta yaşı çoktan geçmiş bir öğretmen ile, mesleğe köyün birleştirilmiş sınıfında adım atmış genç, bir o kadar idealist başka bir öğretmen portresi olacak göreceğiniz.

Problemler dizi dizi sıralanacak. İlerleyen saatlerde canlı oturumlar düzenlenecek televizyon stüdyolarında. Öğretmenlerin yüzde 72’sinin ek iş yaptığını, yüzde 56’sının kirada oturduğunu, yüzde 76’sının banka kredisi alarak geçimini yürütmek zorunda kaldığını söyleyecekler mesela. Türkiye’deki öğretmenlerle OECD ülkelerindeki öğretmenlerinin maaşı kıyaslanacak. Danimarka’da işe yeni başlayan öğretmenin yıllık 35 bin 368 dolar gelirine mukabil bizdeki rakamın yıllık 12 bin 150 dolarda kaldığını işitmeniz mümkün olacak.

Pazarcılık, boya-badana, tamirat, garsonluk, nakliye, oto alım-satım gibi ek işlerle uğraşıp evine yorgun argın dönen bir öğretmenin yıl boyunca oku(ya)madığı kitap, gazete sayısının istatistiğine göz atılacak. Seyircinin kahir ekseriyeti, rakamlarını geçtiğimiz günlerde yapılan bir anketten aldığım ve mesela diyerek yazdığım şu durumlara bakarak sinirlenecek ve öğretmenlerin aslında üç ay yattıklarını dile getirecek.

Eğitim sendikalarının yetkilileri, öğretmenlerin hak ettikleri yaşam koşullarına kavuşturulmaları gereğini beyan ederken, öğretmen açığını kapatmak için uygulanan sözleşmeli ve ücretli atama biçimine karşı olduklarını söyleyecekler. Şehirde tek maaşla geçim savaşı veren öğretmenin kira, yakıt, eğitim, giyim ve sağlık giderleri, mevcut gelirle mukayese edilecek. Sendika yetkilileri, dünya görüşleri hariç hemen her konuda söz birliği edecekler.

Muhtelif yerlerde karşı nutuklar duyulacak bunlara cevaben. İşlerin yolunda gittiği, önceki dönemlerin istatistikleriyle mukayese edilerek anlatılacak.

Sıra öğretmenlere gelecek sonra. Onlar, senede bir gün hatırlanmanın sembolik değerini bir kenara bırakıp, ellerini öpmek için sıraya giren öğrencileri sebebiyle duygu seline kapılacaklar. İz bırakan öğretmenleri uzak yerlerden arayanlar olacak muhtemelen. Ben 105 Ayşe diyecek biri. Şimdi filan yerde öğretmenim, mühendisim, doktorum, polisim. İyi ki varsın öğretmenim. Emekli öğretmenlerden, hayata ve insana gerçek anlamda emek vermiş olanlarına ev ziyaretleri yapılacak, hatıralar canlanacak.

24 Kasım yazılarımda hep söylediğim şeyi tekrar edeyim aziz okuyucu. Gidin ve bir öğretmeninize merhaba deyin bugün.



***
Emekli Öğretmen Seyfeddin Karahocagil’e ait şiirden:

Bayramda Öğrencilerim...
Minicik dudakların arkasında bir şey var.
Gözlerinde, yanıp sönen bir alev...
Dolu gönüller, durmayan kıpırdayan eller, Gözleri gözlerimde...
Kalplerinin sıcaklıklarını kalbimde hissediyorum. -Gelin çocuklar....
Yarım yamalak Türkçesi ile;
-Öğretmenim bayramınız kutlu olsun. Dedi.
Hele bitirmeden sözlerini,
Tonton ellerine şekerleri sıkıştırıp,
Öpüverdim gözlerini
(Nisan-1960-Van-Başkale)

30 Haziran 2008

Bu Çabayı Anlamak Gerek

Bilenler için, Ümit Burnu’ndan Moğol steplerine, Çin’den Maçin’den Aztek topraklarına kadar, çağdaş alperenlerin destansı hikâyelerini yazmaya koyulmak ne zor iştir. Lisanımız, murad edileni vücudun yardımıyla şöyle yahut böyle anlatır da, onu sayfalara dizmek o kadar kolay olmaz.

Tuttuğum notları, edindiğim gözlemleri tarihe kayıt düşmek bize de kısmet olsun diyerek kendimce yazmaya çalışacaktım Türkiye’ye döndükten sonra. Çağdaş alperenlerin hizmet serüveninin aşk ile vücud bulduğunu fark ettikten beri, hiçbir şeyin hissiyat kadar muteber olmadığını anladım.

Batum’da, Kutaisi’de ve Tiflis’te geçirdiğim her gecenin ardından, kaldığım odaların pencerelerini açıp, gözümde giderek büyüyen ülkeme selamlar yolladım. Adını hiç duymadığı, haritada yerini hiç gösteremediği ülkelere akıl ve samimiyet götüren insan evlatlarının hâlisâne gayretlerini, kalpleri mühürlü adamların bir gün olup anlamalarını diledim.

Yüreklerin kadim fetih tarihlerinin en muhtasar tezahürlerini bugüne tebdil ederek, yeryüzünün istikbalini karartan perdelerin yakın zamanda yırtılıp yok olacağına kanaat getirdim. Hâl ile, uzak ülkelerin muhtelif sıfat sahibi yüksek idarecilerinin kalplerine girmeyi başarmış çağdaş alperenlerin her edâ ve tavrı, Alparslan zamanlarının kutlu erenlerinde görülürdü ancak.

Bu kez onlar, Altaylardan Andlara bulutların üstünde, Diyar-ı Şâm’dan Cebel-i Tarık’a denizlerin üzerinde gidiyorlardı. Akif’in, “Gidelim bir yere, hatta şu bizim Sudan’a; / Yeni bir medrese tesis edelim Urban’a” temennisi çağı aşıyor, kara oğlanlarla çekik gözlü kızların boy hizalarında, okul koridorlarının duvarlarına asılmış tabelalardan yansıyordu.

Uçsuz bucaksız steplerin bağrında, Orhun Kitabeleri’nin hemen yanı başında yatıyordu biri. Diğeri Dar-es Selam’da bir ağacın altında. Hak vâki olunca başka vasiyetler, başka kutlu hikâyeler de duyacağız belli ki çağdaş alperenlere dair. Demek destanlar böyle yazılırmış. Destanlara konu olan yiğitlerin serencamı böyle olurmuş.

Olup bitenlerin tesadüflerle ilgisi yoktu hiç. İşittiklerinizi ancak tevafukların, ezelde yapılmış planların neticeleridir diye izah edebilirdiniz. Akif’in sözünü ettiğim öngörüsüyle birlikte, Yahya Kemal’in “ses bayrağım” dediği Türkçe, bakınız ki Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2008’i Yahya Kemal Yılı ilan ettiği şu zamanda tam 113 ülkede ay-yıldızlı bayrağın sesi oluyordu. Şeyh Sanan Tepesi’nden yankılanan seda, Kura Nehri’nin sularına karışıp Hazar’a ilerliyordu. Bir akşam sonrası karanlığın yuttuğu Azeri köy evinde; akrabamız Hacı Hasret’in evinde muhabbetin bitmemesine duacı oluyorduk.

Gürcistan’ın yemyeşil dağlarından Sarp sınırına doğru akarken arabamız, ufkumuzu alabildiğince genişletiyor, üç kıtayı birden kaostan kurtaracak erkin içimizdeki sulh gayretinin meyvelerinden neşvünema bulacağını fısıldıyorduk birbirimize.

24 Ocak 2008

BAK, SONUNA KADAR OKUNACAK TAMAM MI?

İlk defa, e-posta kutuma gelen bir iletiyi, sonuna kadar hak verdiğim bir "iğnelemeyi" paylaşacağım. Hepsi doğrudur ve abartı yoktur. Şöyle başlıyor:

BAK, SONUNA KADAR OKUNACAK TAMAM MI? YOK ÖYLE HEMEN PES ETMEK.....
BİZ ÖĞRETMENLERE NE GÜZEL İŞİNİZ VAR BOL TATİLİNİZ VAR, YATA YATA PARA KAZANIYORSUNUZ DİYENLER HAKLI. AŞAGIDA ÖĞRETMENLERİN YAPTIKLARI İŞLERİ OKUYUNCA ÖĞRETMENLİĞİN GAYET BASİT BİR MESLEK OLDUĞUNU SİZ DE GÖRECEKSİNİZ.

1- Toplantılara katılınacak,

2- Yıllık plan yapılacak

3- Günlük plan yapılacak

4- OGYE çalışmasına katılınacak

5-TKY çalışmalarında bulunulacak

6- Nöbet tutulacak

7- Sınıflar düzenlenip panolar hazırlanacak

8- Toplantılar hafta sonları veya ders saatleri dışında yapılacak

9- Kurumların açtığı sınavlara ucuz iş gücü olarak gidilecek,

10- Seçimlerde zorunlu olarak sandık başkanı olunacak

11- Envai çeşit tören, kutlama vb. proğrama katılınacak.

12- Her hafta tüm öğrenciler için ve tüm derslerde değerlendirme formları

doldurulacak.

13- Kişisel dosyalar her dönem sonunda doldurulacak.

14- Öğrenci tanıma fişleri doldurulacak.

15- Portfolyo dosyalarına hiçbir çalışma getirmeyen öğrencilere

çalışmalarını getirmeleri için yalvarılacak.

16- Öğretmenliği öğretmenlerden iyi bilen velilere dert anlatılacak.

17- Sosyal kulüp çalışmaları ve toplantıları yapılacak.

18- Rehberlik çalışmaları, anketleri yapılacak ve raporları tutulacak

19- Ders işlemek yerine internetteki ve kitaplardaki bilgileri bize

okuyarak 'bak okuyan toplumuz' imajı veren insanların zorunlu

seminerlerine katılınacak.

20- Pansiyonda nöbet esnasında

öğrencilerin yemek etüt, uyku, banyo, hastalık, can sıkıntısı, aileden

ayrılık sendromu, koğuş ve oda düzeni durumlarına bire-bir müdahil

olunacak.


21- Sınırsız sorumluluk, öğrenci takılıp düştüğünde polise

ifade verilecek. Hiçbir dayanağı olmaksızın dayakçı öğretmen olmakla

suçlanılacak.

22- Öğrencilere çalışma kâğıdı hazırlanacak

23- Öğrencilere yarın ne gibi etkinlikler yaptırabilirim diye düşünülecek

24- Velilerle görüşülecek

25- Teneffüslerde çocukların şikâyetleri dinlenecek

26- Panolara asılan şeyler belli aralıklarla dosyalanacak

27- Her hafta rehberlik ve sosyal etkinlikler dersi için tutanak

tutulacak

28- Toplum hizmeti için zaman yaratılacak

29- 40 dk içinde yüz kere öğretmenim diyen bücürlere efendim denilecek

30- Kavga edenler ayırt edilecek, kafası gözü yarılanlara pansuman

yapılacak,

31- Değerlendirme testleri hazırlanacak

32- Değerlendirme testleri evde değerlendirilecek,

33- Üstüne saldıran veliler ikna edilecek,

34- Bilgi yarışmalarına öğrenci hazırlanacak,

35- Öğrencilerin evlerine gidilip hal hatırı sorulacak,

36- Saha çalışması yapıp okula gelmeyen öğrencileri toplayacak ve okula

getirecek,

37- Temizlik, spor, fotokopi, demirbaş, sabun, tuvalet kağıdı için para

toplanılacak,

38- Taşımalı öğrencileri sabah servisten inerken sayıp kontrol edilecek,

39- Öğle yemeğinde listeden çağırıp sıraya koyulacak,

40- Okul çıkışı öğrenciler servislerine bindirilecek.

41- Belirli Gün ve Haftalarla ilgili program hazırlanacak,

42- Öğrencilere katılım için yalvarılacak,

43- Belirli günler ile ilgili pano hazırlanacak,

44- Panolar için yazı ve şiirler, bulunacak ya da kontrol edilecek.

45- Veliler okulda bilgilendirilip, eğitilecek

46- Kanuni hak olan sevk ve izin istenirken mahcup, hafif ve ince bir sesle

rica edilecek ve sevk dersin olmadığı bir zamana denk getirilecek,

hasta hasta derslere girilecek, bazı yerlerde muayene saati sevke

yazdırılacak (diğer çalışanlara da mesai dışında mı sevk alın deniliyor

acaba).

47- Veli toplantıları yapılacak.

48- Okul aile birliği toplantılarına katılınıp velilerin kahırları

dinlenecek.

49- Her dönem ve gerektiğinde zümre toplantıları yapılıp tutanak

hazırlanacak.

50- Yeni müfredat konusunda veliler bilgilendirilecek.

51- Gözlem dosyaları tutulacak

52- Etkinlik yaptırılacak(yapmayanlara bir şey yapılmayacak)

53- Sınıf başkanı, kitaplık görevlisi, temizlik başkanı seçilip

görevlerini yapıp yapmadıkları günlük olarak takip edilecek.

54- Hizmetlilere ya da idareye bildirilen temizlik, tamirat ve görüşler
bu

kişiler tarafından dikkate alınmayacak.

55- Gelen giden evrak defteri doldurulacak

56- Laboratuar düzenlenecek, temizlenecek

57- Müdür ve müdür yardımcılarının yapmak istemedikleri görevler

yapılacak

58- Çocukların elbise, saç, tırnak temizliği ile ilgilenilecek.

59- Deneyler, gözlemler, etkinlikler için hazırlık yapılacak.

60- Beslenme saatinde beslenme yaptırılacak.

61- Başarısızlığın sebebi

araştırılacak.

62- Mahallede kavga edenlerin aileleri okulda dinlenecek.

63- Müdür Beye hesap verilecek.

65- Dersi boş olan, derslerine branş

öğretmenleri giren (özellikle sınıf öğretmenleri) öğretmenler,

''İşlerim var şu boş sınıfa derse giriver'' diyen idarecilerin

derslerine girilecek.

66- Birilerine ek ders ücreti verebilmek için

açılan seminer, hizmet içi eğitim vb. şeylere gerçekten ihtiyacı olup

olmadığını bilmeden, sormadan zorunlu olarak ders saatleri dışında

katılmak zorunda kalınacak.

67- Sorumluluğu çok yüksek olan nöbetçilikler yapılacak.

68- Son zamanlarda artık iyice raydan çıkan eğitim sisteminde

öğretmenlikten çok dadılık yapılacak.

69- Müdür ve müdür yardımcılarının

imalı ve iğneli sözlerine kulak asılmayacak, duymazlıktan gelinecek.


70- Spor parası toplanacak.

71- Yakacak ve ihtiyaçlar için aidat toplanacak hatta vermeleri için

yalvarılacak

72- Onur kurulu ve disiplin kurulu toplantılarına katılınacak

73- Nöbet günü ve diğer günler öğrencilerin kılık kıyafet kontrolü

yapılacak

74- Nöbet defterine gelmeyen öğretmen yazılacak ve sınıf defteri

imzalanacak.

75- Zaman zaman öğrenci çantalarına arama yapılacak

76- Okula getirilmesi yasak olan eşyalar için tutanak tutulacak ve bu

eşyalar ailelerine teslim edilecek.

77- Aidat toplanacak hatta vermeleri için yalvarılacak

78- Nöbetlerde mıntıka temizliği yaptırılacak.

79- Ünitelendirilmiş Yıllık Plan Yapılan Açıklamalar

80- İş Günü Takvimi

81- Ünite Süre Çizelgesi

82- Yıllık Çalışma Programı

83- Haftalık Ders Programı

84- Ünite Çalışma Dosyası

85- Sınıf Ders Defteri

86- Deney defteri Raporu

87- Gezi Planı

88- Öğrenci Kişisel Robşayanı

89- Öğretmen Not Defteri

90- Kitaplık ve Defteri

91- Çevre İncelemesi

92- Tebliğler Dergisi Fihristi

93- Sınıf Demirbaş Listesi

94- Ders Dışı Etkinlik Dosyası

95- Yazılı Kağıt ve Cevapları

96- Ödev Listesi-Ödevler

97- Dershane Araçları

98- Koordinasyon Kurulu Kararı

a. Cümle Listesi

b. Metin Defteri

c. Metinler

d. Kontrol Tablosu

99-?????????????????????

BİR DE BİZ ÖĞRETMENLER ÇOK YORULUYORUZ DERİZ.

ŞUNCACIK İŞ YAPMAKLA HİÇ İNSAN YORULUR MU?

Böyle de sona eriyor...

10 Aralık 2007

Hayatın Farkında Olanlar

2007-11-29 19:25:00
Sahip olunan her ne ise, onun verdiği güven duygusunun sürekli olacağı zannına dayanarak yaşamanın adı aptallık, bunun faillerine de aptal denebilir. Bu bakımdan “hayatta en emin olmadığım şey, hiçbir şeyden emin olmadığımı bilmemdir” tarzında bir önermenin arkasında durmak tecrübe sahibi olmanın delaletidir.

Hayatın farkında olanlar bilirler ki, insana ev sahipliği yapmaya başlamasından beri yeryüzü, emin olan aptallarla emin olmayan bilenlerin arasındaki çekişmelerin tanığı olmuştur. Onlar bunu hayatta her şeye hazır olmak bilinci ve sonu olmak farkındalığı ile akledederler.

Hayatın farkında olanlar, hadlerini bilmek üzere hayat sürdüklerinden cevr-ü cefaya da bilinçle katlanmayı bilirler. Hayata hazırdır onlar. Geliştirdikleri davranış modellerinin ölçülü başlangıç ve sonuçları vardır. Olayların kendilerini kontrol etmesine izin vermezler. Olayları kontrol edememeleri halinde özgürlüklerinden olacaklarını iyi bilirler. Heveslerinin kaçmasına engel olacak durumları ortadan kaldırırlar. Onları kavrar ve çoğaltırlar. Hayatı sona ermeyecekmiş gibi yaşarken, günün birinde hesapta olmayan sonuçlarla karşılaşanları ibretle hatırlarlar. Aslında hayat, çoğu zaman kendi senaryosuna, hesapta olmayan ancak hesabı altüst eden detaylar koymayı ihmal etmez. Onlar bunu, altüst eden detayların etkilerini görmüş olmalarının farkındalığı ile bilirler.

Hayatın farkında olanlar, anlaşmazlıkları ortadan kaldırmanın yolunun empatiden geçtiğini çoktan kavramış olanlardır. Kendilerini, benzer fikirde olmayanların tartışma ortamlarına atmazlar. Hassas konularda iknayı, iknanın psikolojisini ile kullanırlar.

Hayatın farkında olanlar, bir yol keşfedilmemişse onu kendileri yaparlar. Ulaşılabilir, anlaşılabilir ve başarılabilir hayalleri başkalarında olmayan yöntemlerle geçekleştirirler. Kusur aramanın işe yaramadığını görmüş olarak, çare peşinde bulunurlar. Mükemmel olma çabası süreçlerinde muhtemel başarısızlığın kendilerine öğrettiklerinden ibret alırlar. Başarısızlıkları ile kendilerini kandırmadan yüzleşirler. Diğerleri için fedakarlık, kendi beklentilerinin önünde bulunur.

Hayatın farkında olanlar, çok şeye hazırlıklı durumda bulunurlar. Yoksulluklara, hastalıklara, ölümlere, çaresizliklere karşı muhtemel yıpranmanın seyri onlarda bu sebeple yok edici olmaz. Onlar, karakteri şekillendiren şeyin başa gelenler olmaktan çok onların nasıl karşılanacağı problemini önceden öğrenmişlerdir.

Hayatın farkında olanlar, acil durumlarda gerçek ve ideal kişiliklerini ortaya çıkararak liderliklerini de ispat etmiş olurlar. Yeteneklerini asla küçümsemez ve güçlendirmenin mücadelesini bırakmazlar. Tamamlarlar ve yetenekleri olanlar desteklemekten geri durmazlar. Kaybederken egolarını kontrol altında tutabilirler. İntikam duygusundan arınmışlardır.

Elbette hayatın farkında olmak, bu satırları yazan için de kolay değildir. Bunun başarılması için “her şeyin bir gün nihayetleneceği, yok olup gideceği” bilgisinin içselleştirilmesi gerekecektir. Şu halde hayatın farkında olmak; her an, her şeyin olabilme ihtimalinin akıldan çıkarılmamasından başka bir şey değildir.


Sevgili Öğretmenler Övgüler Sizedir

2007-11-22 19:43:00
Yarın öğretmenler günü.
24 Kasım.
Haklarını hiçbir surette ödeyemeyeceğimiz kıymetli öğretmenlerimizin günü.
Onlar senede bir gün de olsa vefalı öğrencileri tarafından hatırlanacaklar.

Hatırlanmaya değer bulduğunuz bir öğretmeninize ne olur gidin, hatırını sorun. Uzaktaysanız iletişim kurmayı deneyin. Bunları yapamıyorsanız, az da olsa zaman ayırıp okulda okuyan çocuğunuzun öğretmenine içten bir selam verin.

Ya öğrenenin ya da öğretenin tarafında yerini almak ne güzel. Hele öğreten tarafında bulunup da bundan ecirler almak ne kadar kutlu. Çocuk dimağlara şekil verme azminde olmak, genç nesli vatana hayırlı kılmak isteği ne kadar yüce. Emeklerin zayi olmadığını görmek ne kadar kıvanç verici. Onlar işte bunu yapıyorlar.

Hafta içinde, ilkokul öğretmeninin izini süren, okuyup büyük adam olmuş bir hanımefendi telefonla aradı. Öğretmeninin son görev yerinin adını vererek, sesini duymak istediğini, hatta bulursa ziyaret edebileceğini anlattı. Fevkalade duygulandım. Yardımcı olmaktan mutluluk duyacağımı ifade ettim. Üst düzey makamlara gelmiş birinin böyle bir arayışta olacağı aklıma hiç gelmezdi. Gıyabında bu vefa için tebriklerimi sunuyorum.

24 Kasım arefelerinde eğitim camiasının sorunlarını dile getirmek ile onların kıymet bilinesi çalışmalarına övgüler düzmek arasında bocalıyorum. Muhtelif zeminlerde sıkça söz konusu edilmesine rağmen sadra şifa vermeyen sonuçlara bakarak birincisinden vazgeçmek istiyorum. Bu konuyu söyleyecek sözü olanlara bırakmak geliyor içimden. İkincisini her daim yapabilirim kalemimin mürekkebi bitene kadar.

Anadolu’nun ücra köşelerinden, köylerinden, beldelerinden geçerken gözüm hep okul arar. Tek katlı, kimi dışarıdan bakınca bakımlı, kimi ilgi beklediği her halinden belli okullara rastlarım kimi zaman. Memleketinden hayli uzakta genç bir öğretmenin buralardaki mesaisini düşünürüm. Acaba ortamını sevmiş midir, etrafı ile iyi bir iletişim kurabilmiş midir, öğrencilerine heyecanını bulaştırabilmiş midir, kafa yorarım. Mesleğin ilk tecrübelerini bu tür ortamlarda yaşayan özverili öğretmenlerin sohbetini dinlemek doyumsuzdur. Çünkü onlar müfredatı yetiştirme çabasının dışında başka işlerin de muhatabı olurlar. Sobalı evde hiç oturmamış genç hanım öğretmenler kış bastırınca odun kırarlar, ilk defa soba yakma tecrübesi yaşarlar. Üstü başı kir içindeki köy çocuklarına kıyafet aramaya çıkarlar. Çocukların okumasına karşı çıkan insanlarla baş etme gayreti içinde olurlar. Üniversitede okurken akıllarına gelmeyen, coğrafyanın neresinde olduğunu bilmedikleri köylere, kasabalara tayinleri çıkar çünkü. Aday öğretmenlik dönemlerini de şehir yahut ilçe merkezlerindeki okullarda geçirdiklerinden zor bir yerde göreve hazır olmak ihtimali pek düşünülmez nedense. Üstelik onların öğrenciliğinde, zor şartlara nasıl karşı konulabileceğinin dersi de verilmemiştir. Çocuk zihinlerine şekil veren eller, aynı zamanda kendilerinin hayat tecrübelerini de tamamlamış oluyorlar böylece.

Geçen sene Konya Mimarlar Odası’nda, İletişim Fakültesinden bir grup öğrencinin hazırladığı “Çalı” adlı kısa metrajlı bir film seyretmiştim hayranlık içinde. Bütün sahneleri hafızamda çakılı kaldı. Bitlis’in ağacı olmayan bir dağ köyünde, karların altında çalı aramaya çıkan öğrenci velilerinin çabası anlatılıyordu.

Memleketin her yeri böyle değil elbette. Modern imkânların kullanıldığı, donanım açısından yeterli okul sayımız giderek artıyor. Artmalıdır da. Öğretmenler sadece işlerini yapmalılar. Nasıl olsa hayat hem göreve yeni başlayan öğretmenleri, hem de bu tecrübeleri yaşamış diğerlerini durmadan eğitmeye devam ediyor. Ben üzerimde emeği olan değerli öğretmenlerime saygılar sunuyor, muhabbetlerimi gönderiyor ve kendilerine yaraşır eğitim ortamlarındaki mesailerinde başarılar diliyorum.


Sözün Kısası; Kendi Engelini Ortadan Kaldırmak

2007-11-08 19:50:00
Üniversiteden mezun olup hayata tutunma mücadelesi veren genç ve büyük bir nüfusa sahibiz. İş bulma eşiğine kadar okul ortamlarında harcanan emeği sıralamaya kalktığınızda, başınız dönüyor. Öğretimin hemen her aşamasını sınav kaygıları ile geçiren öğrenci ve ailelerin yıpranışını izleyen yeni engeller bitmek bilmiyor.

Okullara ücretli öğretmen olarak atanan, görev süreleri kısıtlı gençlerle zaman zaman sohbetlerim oluyor. Onların çehrelerinden bana yansıyan şeyin umut olmasını ne çok isterdim. Buna rağmen işe yaramaktan, okul ortamlarını tecrübe etmekten şimdilik memnuniyet duymuyorlar değil. En azından öğretim yılının sonuna kadar da olsa bir kimliğe sahipler. Küçük yaşlardan itibaren etliye sütlüye karışmamak uyarılarıyla başlayan büyüme serüvenimiz, bir memuriyete kapağı atmak hedefiyle nihayet buluyor. Bu sebeple “kendim için başka ne yapabilirim” alternatifine kafa yormak zahmetine uzak kalıyoruz. Hayatın nihai amacı elbette dünyalık biriktirmek, bunun için kırıp dökmek olmadığına ve içinde yaşadığımız ortamda yukarıda sözünü ettiğim sebeplerden kaynaklanan fırsat çeşitliliği bulunmadığına göre, geleceği daha güzel inşa etmek için kendimizin farkına varmaktan başka seçeneğimiz kalmıyor. Gençler böyle düşünmeliler. On sene sonra nerede ve nasıl olmaları gerektiğinin planlarını ciddi şekilde akıl süzgecinden geçirmeliler. Bunun ne demek olduğuna dair aile ve çevreyi de kapsayan bir eğitim anlayışından gelmiyoruz. İmkansız saydıklarımız, bize öğretilen ve davranageldiğimiz süreçlerin sonunda imkansız hale geliyor. Başarı, insana bağışlananın değil, kazanılması için mücadele verilenin adıdır oysa.

Hayat görebilene, inanabilene onu doğru kullanabilene fırsatlar tanır. Bunun için kafayı kaldırıp neler yapılabileceğinin hayal kurgusu kâğıt üstünde, söz içinde muhakkak yer bulmalıdır. Anne-babalara açıkçası mühim işler düşüyor.
Muhammet Ali, on iki yaşındayken, komşularının kapılarının zillerini çalıp, böbürlenerek boks maçını nasıl kazanacağını anlatır, komşular bundan çok hoşlanır ve neler olacağını görmek için maça giderlerdi. Aynanın önünde saatlerce prova yapar, idman yapmaktan nefret etmesine rağmen, çektiklerinin karşılığını bir gün göreceğini ve hayatının kalan kısmını bir şampiyon gibi yaşayacağını düşünürdü. Öyle de oldu. Bir olimpiyat, üç de ağır sıklet şampiyonluğu.” Aynanın karşısında, 70’li yılların sosyal hayatını etkileyeceğini elbette düşünmemişti. İnanmak lazım.
Jeff Bezos, e-ticaretin gelecekte piyasalardan önemli paylar alacağına inandığında yıl 1995’ti. Ülkemizde bize has güvensizlik sebebiyle e-ticaret henüz oturmuş değil. Yeterince kullanıcı da var aslında. Amazon.com, 1995’te bir milyon kitap satışına ulaştı. 2000 yılı rakamları 18 milyon ürünü gösteriyor. Kitap değil sadece. Risk almadan fayda olmuyor. Bizde bu riski göze alanlar, meyvelerini toplamaya başladılar bile.
Michael Jordan, lisede basketbol takımından ihraç edildi. Bill Gates, okuldan ayrıldı. Henry Ford’un, 1903 yılında ilk arabasını satmadan önce cebinde 223 doları vardı. Teksaslı bisikletçi Lance Armstrong’un, kanseri yenmedeki azmi ve yaşama çabasını duymayanımız yok. Venus ve Serena Williams kardeşler büyük turnuvaları, babalarının kendilerine her gün altı saat boyunca attığı tenis topunu karşılayarak başarıya ulaştılar.

Bu örneklerin ecnebi oluşunun, aynı şartların bizde olmayışının vs. itirazını işitir gibiyim. İnsan her yerde aynı. Türkiye’de cep telefonu ve servis sağlayıcı piyasasının neredeyse ülke nüfusunun üçte birini ilgilendireceğini 10 sene önce kim söyleyebilirdi. Bizde de sıfırdan kotarılmış başarı örnekleri çok. Bir başka yazımızda buna değiniriz.

İki kişi bir araya geldiğimizde şikayeti odak konusu yapmayı huy edinmiş bir toplumuz. Ne yapılması gerektiğini düşünerek icraata geçince bir şeylerin kıpırdayacağını fark ettireceğimiz genç bir nesil için ilk görev aslında bizim. Değilse konunun muhatabı doğrudan kendinizsiniz. Unutmadan: Çuvaldız bana…

16 Kasım 2007

Sözün Kısası; Kendi Engelini Ortadan Kaldırmak


2007-11-08 19:50:00
Fotoğraf için not: Bunu Şam'da Hamidiye Çarşısı çıkışında görüntüledim. Ne amaçla yapıldığı konusunda bir fikrim yok. Aleacele Mevlana Halid'e gitme telaşındaydık. Durup deklanşöre bastım o kadar. İş bulamayan genç okumuşlarımız böyle bir işyeri! açabilirler demeye getirmiyorum.
Kendi engelini bir şekilde aşma gayretinde birinin çabası...

Üniversiteden mezun olup hayata tutunma mücadelesi veren genç ve büyük bir nüfusa sahibiz. İş bulma eşiğine kadar okul ortamlarında harcanan emeği sıralamaya kalktığınızda, başınız dönüyor. Öğretimin hemen her aşamasını sınav kaygıları ile geçiren öğrenci ve ailelerin yıpranışını izleyen yeni engeller bitmek bilmiyor.

Okullara ücretli öğretmen olarak atanan, görev süreleri kısıtlı gençlerle zaman zaman sohbetlerim oluyor. Onların çehrelerinden bana yansıyan şeyin umut olmasını ne çok isterdim. Buna rağmen işe yaramaktan, okul ortamlarını tecrübe etmekten şimdilik memnuniyet duymuyorlar değil. En azından öğretim yılının sonuna kadar da olsa bir kimliğe sahipler. Küçük yaşlardan itibaren etliye sütlüye karışmamak uyarılarıyla başlayan büyüme serüvenimiz, bir memuriyete kapağı atmak hedefiyle nihayet buluyor. Bu sebeple “kendim için başka ne yapabilirim” alternatifine kafa yormak zahmetine uzak kalıyoruz. Hayatın nihai amacı elbette dünyalık biriktirmek, bunun için kırıp dökmek olmadığına ve içinde yaşadığımız ortamda yukarıda sözünü ettiğim sebeplerden kaynaklanan fırsat çeşitliliği bulunmadığına göre, geleceği daha güzel inşa etmek için kendimizin farkına varmaktan başka seçeneğimiz kalmıyor. Gençler böyle düşünmeliler. On sene sonra nerede ve nasıl olmaları gerektiğinin planlarını ciddi şekilde akıl süzgecinden geçirmeliler. Bunun ne demek olduğuna dair aile ve çevreyi de kapsayan bir eğitim anlayışından gelmiyoruz. İmkansız saydıklarımız, bize öğretilen ve davranageldiğimiz süreçlerin sonunda imkansız hale geliyor. Başarı, insana bağışlananın değil, kazanılması için mücadele verilenin adıdır oysa.

Hayat görebilene, inanabilene onu doğru kullanabilene fırsatlar tanır. Bunun için kafayı kaldırıp neler yapılabileceğinin hayal kurgusu kâğıt üstünde, söz içinde muhakkak yer bulmalıdır. Anne-babalara açıkçası mühim işler düşüyor.

Muhammet Ali, on iki yaşındayken, komşularının kapılarının zillerini çalıp, böbürlenerek boks maçını nasıl kazanacağını anlatır, komşular bundan çok hoşlanır ve neler olacağını görmek için maça giderlerdi. Aynanın önünde saatlerce prova yapar, idman yapmaktan nefret etmesine rağmen, çektiklerinin karşılığını bir gün göreceğini ve hayatının kalan kısmını bir şampiyon gibi yaşayacağını düşünürdü. Öyle de oldu. Bir olimpiyat, üç de ağır sıklet şampiyonluğu.” Aynanın karşısında, 70’li yılların sosyal hayatını etkileyeceğini elbette düşünmemişti. İnanmak lazım.

Jeff Bezos, e-ticaretin gelecekte piyasalardan önemli paylar alacağına inandığında yıl 1995’ti. Ülkemizde bize has güvensizlik sebebiyle e-ticaret henüz oturmuş değil. Yeterince kullanıcı da var aslında. Amazon.com, 1995’te bir milyon kitap satışına ulaştı. 2000 yılı rakamları 18 milyon ürünü gösteriyor. Kitap değil sadece. Risk almadan fayda olmuyor. Bizde bu riski göze alanlar, meyvelerini toplamaya başladılar bile.

Michael Jordan, lisede basketbol takımından ihraç edildi. Bill Gates, okuldan ayrıldı. Henry Ford’un, 1903 yılında ilk arabasını satmadan önce cebinde 223 doları vardı. Teksaslı bisikletçi Lance Armstrong’un, kanseri yenmedeki azmi ve yaşama çabasını duymayanımız yok. Venus ve Serena Williams kardeşler büyük turnuvaları, babalarının kendilerine her gün altı saat boyunca attığı tenis topunu karşılayarak başarıya ulaştılar.

Bu örneklerin ecnebi oluşunun, aynı şartların bizde olmayışının vs. itirazını işitir gibiyim. İnsan her yerde aynı. Türkiye’de cep telefonu ve servis sağlayıcı piyasasının neredeyse ülke nüfusunun üçte birini ilgilendireceğini 10 sene önce kim söyleyebilirdi. Bizde de sıfırdan kotarılmış başarı örnekleri çok. Bir başka yazımızda buna değiniriz.

İki kişi bir araya geldiğimizde şikayeti odak konusu yapmayı huy edinmiş bir toplumuz. Ne yapılması gerektiğini düşünerek icraata geçince bir şeylerin kıpırdayacağını fark ettireceğimiz genç bir nesil için ilk görev aslında bizim. Değilse konunun muhatabı doğrudan kendinizsiniz. Unutmadan: Çuvaldız bana…

11 Ekim 2007

Hadi bakalım hayat başlıyor

2007-09-06/18:20:00

Önümüzdeki Pazartesi günü, ilköğretimin birinci sınıfına kaydı yapılmış minik öğrenciler, hayatlarının ilklerinden birini yaşayacaklar. Kendi ayakları üzerinde durabilmenin de bir tür provası olacak okula ilk geliş. Anne-babalar, ellerini sıkıca tutan yavrularının sınıflara girişlerine, belki çaresiz bakışlarına, ağlayıp sızlanmalarına, belki de sanki yıllardır okulu tanıyormuş gibi alışık tavırlarına şahit olacaklar.

Okulda ilk günün heyecanı hakkında, çoğumuzun hafızasından çıkmayan sahneler vardır. Hangi hafta başı olduğunu unuttuğum 1976 yılının Eylül’ünde, siyah önlük giyip kapı önüne çıktığım vakit babam; “hadi bakalım hayat başlıyor” demişti de, asla unutmadığım bu sözün ne demek olduğunu hiç anlamamıştım. Okulun küçücük yaşta kendine, aileye ve çevreye karşı sorumluluklar yüklediğini anlatıyordu elbette.

Her okul yılı başında yeniden hatırladığım bu cümleyi geçen öğretim yılının ilk günü, annesi yanında olmadan anasınıfına girmek istemeyen küçük Betül’e aynı duygularla söylemişim. “Hadi bakalım hayat başlıyor.” Hayat başlıyordu ama, Betül annesi veya ablası yanında olmadan sınıfa girmek istemiyordu. Problemi bilinçle halletmek isteyen anne, asla kızmadı, bağırıp çağırmadı. Birkaç gün zorunlu, kapı aralığı ile göz teması eksik olmayan teneffüsler yaptı. Yanında oturdu. Olmadı. Anne, bu bekleyişlerin diğer öğrencilere iyi örnek olmadığı düşüncesiyle öğretmen ve okul idaresinin yardımını istedi. Sonraki gün okula uzman bir rehber öğretmenle geldi anne. Birkaç dakikada hazırlanan senaryo işe yaradı ve Betül için sorun bitmiş oldu.

Hayırlı sonuçlanan her işin başında, söz konusu ne olursa olsun, akıl ve sukûnet yatar. Eğitim-öğretim süreçlerinin içinde “olacağına varacak” eğilimlerin yeri olmaz. Anne, şu yaşanmış örnekte doğrusu pek de alışık olunmayan bir tavır sergileyerek, çocuğunun okula severek gelmesini bilinçle kotarmıştır. Günlerce sürecek anlamsız bir mücadelenin konusu olmamıştır.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın birinci sınıflar için geçen yıl başlattığı bir hafta önce okula başlama uygulaması oldukça işe yaradı. Rahat okul ortamına adaptasyon sağlayan bu bir haftalık sürede küçük misafirlerin okul, sınıf, öğretmen ve akranlara uyumundan, ilgili herkes memnun oldu. Eğitim öğretim yılının hayırlı olmasını diliyorum.

***

İçkiye Geçit Yok
Gazetemizin iki gün önceki manşeti bana göre, Konyasevmez malum medyacılara malzeme olacak yeniden. Konya İl Genel meclisi, Seydişehir ve Beyşehir Kaymakamlıkları tarafından içkili yer olarak tespit edilen mekanlara izin vermemiş. Sebep, bu tür yerlerin potansiyel cinayet, yaralama, adam kaçırma ve trafik kazalarına davetiye çıkarması olarak gösterilmiş. İlgililer durduk yerde almamışlar kararı. Halkın talebi ile muhalefetin de desteği bir araya gelmiş.
Artık Konyasevmez’lere gün doğmuştur. Adamlarını oraya buraya salıp, Konya’nın içki tüketiminde ülkenin en önde şehri olduğu yalanını, başka numaralarla birleştirip hatırlatacaklardır. Yahut öyle olmayacak da biz Konyaseverler, böyle haberleri öğrenince otomatik ve tanısı evveliyata dayalı psikomedyatik (hayırlı olsun, bunu ben uydurdum) bir önsezi mi inşa ediyoruz? İçki müptelalarına duyurulur. Hazır mübarek ay da yakınken, kurtulun şu illetten. Bunun hanyası Konyası yok.

Öğretme’nin Yolculuğu

2007-08-23/19:04:00

Hem Konyalı hem de eğitimci olarak, özellikle şu iki sıfata uygun yazarlarımızdan eser üreten, eğitim serüvenine katkıda bulunan tanıdıklarıma burada yer veriyor, bundan mutlu oluyorum. Daha önce, “Öğrenmeyi Öğret Bana” kitabı şimdi 7. baskısına ulaşan yazar Ersal Özkan ve onun yeni bir bakış açısı kurgulayan bu çalışmasını söz konusu etmiştim. İkinci kitabı “Öğretme’nin Yolculuğu” geçtiğimiz günlerde çıktı. Yazarın, yeni çalışmalarının yolda olduğunu biliyorum.

Kitabın sunuş yazısı, eser sahibinin yazdığı, yazacağı ve yazmak istediklerini bir arada topluyor neredeyse. Eğitim öğretime yaklaşım tarzını, insana değer vermeyi elden bırakmayan öngörüsünü, kalıplaşıp hantallaşmış uygulamalara yaklaşımını gözler önüne seriyor. Söz gelimi bir yerde, “bu eser, hayatın anlam ve gayesini bilen, hangi insanı nasıl ve niçin yetiştirdiğini bilen öğretmenlerindir” diyerek, onlara atfedilmiş gibi duran kitap, bir başka yerde, “kişisel gelişim, şiddet, pasta tariflerinin sıkça verildiği günümüzde, penceremden gördüğüm insan tariflerini yazmaya çalıştım” ifadesiyle kitabın bütününde anlatmak isteneni ortaya koyuyor.

Yazar; yaşayan, iz bırakan öğretmen ve öğreten diğer modelleri, kitabına lirik bir üslupla taşımış. Bu kitaba, öğretmen hikayeleri de denebilirdi belki. Anlaşılan o ki, öğretme pozisyonunda olanların, karşısındaki kitlelere uyguladıkları “iz bırakıcı”, “işe yarar” ve çok zaman geçse de yeni öğrenme medodlarını önceden fark etmiş çabaları sebebiyle, “Öğretme’nin Yolculuğu” adını almış. Kitabın sözünü ettiği kişilerin tamamı öğretmen değil. Hayatın içinden, diğer mesleklerden, yeni bir fedakarlığı yeni bir yük bilmeyen, fark yaratmış modeller de var. Hayat öyküleri, şiirler ve deneme tarzında yazıları bir araya getiren kitabın metodik olarak “hangi tür”e girdiği konusunda ben, her ne kadar “didaktik” kelimesi şiire ait bilinse de öyle demeyi tercih ettim. Esasen bunu yazarına sormak lazım.

Muhtevası, dili ve mesajı itibarıyla yerini bulduğunu düşündüğüm eserin okuyucu tarafından beğenileceğini düşünüyorum. Akademik lisan, genel okuyucuya umumiyetle hitap etmez. Sıkıcıdır, sistematiği, kuralları, önerileri vardır ve iddialı olmak gibi özellikler taşır. Bu sebeple herkesin kitap hakkında aynı sonuca ulaşması, benzer sonuçlara gitmesi mümkün olmaz. Meraklısı ve ilgilisi dışında herkes aynı seviyede onun muhatabı bulunmaz. Hayat öyküleri okumak, onlarca sayfada anlatılan bir öğretme metodu önerisinin yerini tutamaz. Yunus Emre’nin, “İlim kendini bilmektir” sözünü, türlü yerlerden deliller de getirerek ciltlerle anlatırsınız. Fakat o, hakikatin söz ustası olarak üç kelimeyi yan yana dizerek görevini tamamlar. Kitabın, hayattan örneklerle sıkıcı olmayan bir söyleyiş tarzı olduğuna işaret ediyorum.

Aslında çevremizde ümmi bile olsalar “doğru öğretme”yi aklen yahut vehbî yollarla bilen, yahut tecrübenin hataların bütünü olduğunu kendine has yöntemlerle idrak etmiş insanlar mevcut. Onları “anlamak” lazım. Öğretme işi sadece eğitimcilere ait bir olgu da değil. Okul çağına kadar ailede yaşanan yığınla süreçler mevzubahistir. Bence “öğretme”yi sorun edinmiş kalem erbabının okul dışında öğretme süreçlerini dert edinmesi de lazım.
Yazarın dile getirdiği;
Sıradan öğretmen anlatır;
İyi öğretmen gösterir;
Başarılı öğretmen, uygular ve yaptırır;
Büyük öğretmen ise esin kaynağı olur…
sözlerinde geçen öğretmen kelimesini, “ebeveyn” şeklinde değiştirdiğimizde, çocuklarının doğru insan olması hakkında problemi olan insanlara ciddi bir sorumluluk getirmiş oluruz. Öyle de olmalı.

Bu yazı samimiyetle kaleme alınmış bir kitabın tanıtımı olduğundan, sadece görsel eleştirisini yapacağım. Konular arasına yerleştirilmiş şiirlerin dikkat dağıttığını söyleyebilir, yahut ne işi olduğunu sorabilir, daha iyi bir baskı yapılamaz mıydı diyebilir, fotoğrafların neden yıllar öncesinden çıkıp gelmiş gibi soluk durduğunu merak edebilir, üç takriz yazısına neden gerek duyulduğunu öğrenmek isteyebilirim. Yazara çalışmalarında başarılar dilerim.

Sevmiyor/um, Seviyor/um

2007-08-09/18:33:00

Normalde şu yazı için de metodik bir sıralama yapmam gerektiğini düşünüyorum. Mevzuların sıralanmasında bir bağ bulunmalı. Ne demek istenildiği hakkında karşıdakini konudan uzaklaştırmayan konuşmalar ve yazmalardan yanayım aslında.
Bunu yapmayacağım bu defa.

Hayatın orasından burasından, gündemlerin şurasından burasından “sevmiyor seviyor” oyunu oynayacağım bugün. Seviyor ile başlaması yahut güncel olması da hiç mühim değil.

Futbol Kulüp başkanlarının medya aracılığıyla birbirlerine hakaretini sevmiyorum. Bir amatör futbol kulübünü üst kümeye çıkarmış bütçesiz, heyecanı süresiz kadroları seviyorum.

Filancalara “askerden sert yanıt” tarzında, içeriğini öğrendiğinizde hiç de öyle olmayan haberleri sevmiyorum. Küçük bir öğrencinin başarılı çalışmasını öven mahalli gazete haberini seviyorum.

Hayatı boyunca insan ilişkilerinde sınıfta kalmış insanların gözlerinden okunanı sevmiyorum. Pazarda ürününü satmaya çalışan dede ve nineleri seviyorum.

Milleti adam yerine koymayan siyasetçileri sevmiyorum. Telebelerine ihtimamda daim olan muallimleri seviyorum.

Dünyanın kendilerine de kalmayacağını bir türlü idrak edemeyen “yetki sahipleri”ni sevmiyorum. Ölüme hazır “sıradanları” seviyorum.

İnsanları görünüşlerine bakarak kategorize eden zihniyetleri sevmiyorum. Böylelerini kategorize ve âşikâr etmeyi seviyorum.

Yalandan başka işi olmayan adamlar ve onların yazdıklarını sevmiyorum. Birinci sınıfa giden Ayşe’nin “bitişik-eğik” yazısını seviyorum.

Yerküreyi gezip de, gördüklerinden ibret almayanları sevmiyorum. Köyünden başka bir yer bilmeyen teyzelerin, koyun sütünü yaratan Mevla’yı fark edişlerini seviyorum.

Fildişi kulelerinden arza bakanları sevmiyorum. Toprakta karınca cehdini ibretle seyreyleyen insanları seviyorum.

Yanlış anlama, anlaşılma ve yorumlama korkularını sevmiyorum. Mızrabın farklı telleri ahenkle çalan vuruşunu seviyorum.

Bâki kalışlar yaşayacağına inanmış zulümleri sevmiyorum. Ölümü yaratanının en büyük adaletinin ölüm olduğunu seslendirenleri seviyorum.

Kelimelerin mânâlara esir oluşunu sevmiyorum. Mânâyı gözden gören bakışı seviyorum.

***
Bu mesele bitmez diyerek hülâsâ,
kendi ayıbımı ve onun âşikâr olmasını sevmiyor, noksanımın içimde bir gün nihayetlenme ihtimalini seviyorum.


Halk Neyse Devlet de Odur

2007-07-19/20:26:00

Kendimizi geliştirme ve yetiştirme konusunda aile, çevre ve eğitim ortamlarından getirdiğimiz eksilerimizin fazlalığı sebebiyle çok az şeyi bilinç içinde gerçekleştiriyoruz. Söz gelimi, harekete geçmeden önce kimin neleri deneyip de nasıl sonuçlar aldığını beklemek gibi “aşırı faydacı”, belki de bize hiç uymayacak, işe yaramayacak modelleme işlerimiz mevcut.

Kendimizi yenilememizin temel şartı olan “düşünmek” fiiline uzak yaşayış tarzımız, başkalarının ne düşündüğü konusunda bizi tuzağa düşürmeye yetiyor.

Zihnimizi yenilemek için yapmaktan kaçındığımız “okumak” eylemi, başkalarının bize öğrettiği şeyin kâfi geldiği düşüncesine zemin hazırlıyor.

Sınırlarımızı kabullenmeyi başarmanın en müstesna yolu olan “ibadet” konusu, önyargılarla bezenmiş ve önceden öğrenilmiş yanlışlıklar sebebiyle, aidiyeti başkalarına aitmiş gibi bizi metafizikten uzaklaştırıyor.

“Hayatı planlamak” gibi önemli bir meseleyi, sadece çok zor şartları aşabilmenin bir yolu, bir metodu olarak kabulleniyoruz. Bunu mühim adamların ve işlerin çıkar yolu sanıyoruz.

“Hayal kurmanın” aslında insanî gelişmenin en geçerli şartı olduğunu, bütün büyük başarıların altında bunun yattığını ve doğrusu yeryüzünü bu “lüzumsuz işin”! imar ettiği gerçeğini göz ardı ediyoruz.

Ulaşmak arzusunda olduğumuz, başlangıçta tutku derecesinde önemsediğimiz sonra da alışkanlıklarımızdan mülhem kronkleşmiş “erteleme” hastalığımızın önüne geçemiyoruz. Hayatta pek çok kişinin başarısızlığının birkaç sebebinden birinin bu olduğunu idrak edemiyoruz.

Muvaffakiyete bir başka engelin, “peşini bırakmak ve bunu kabullenmek” ile ilgisi olduğunu bilmiyoruz. İşin kötüsü, buna kılıf bulmak konusundaki çabalarımızı öncekine tebdil ettiğimizde gerekeni yapıp tamamlamış olacağımızın farkında olmuyoruz.

“Öğrenilmiş çaresizliklerle” dolu bir hayatı sırtımızda yük gibi taşıyor, bunu içselleştirmiş olduğumuzdan sorgulama gereği duymuyoruz.

“Sorunlar karşısında teslimiyeti” acil çözüm yolu biliyor, bununla psikolojik bir rahatlamaya atlayarak, çözümün parçası olmayı öğrenemiyoruz.

Büyük olmasa da, hedefe giderken “risk almaksızın” hayattan fayda ummak gibi bir hayali peşimize takıyor, “başkalarının yaptığı gibi” yapmaya devam ediyoruz.

“Kendimize güvenmiyoruz”. Sonuçlar sebebiyle kınanmak endişeleri, harekete geçmemize ayak bağı oluyor.

Hayatı en iyi şekilde kotarmaya engel olan adına ardı ardına sıraladığım şu olumsuz tutum ve davranışlarımızın sona ermesi hususundaki çabalarımız bile, sözünü ettiğim küçük kararlarımızın nihai sonuçlarını olması gerekene çevirmeye yetecektir. Yazdıklarımla, “biz başarısız bir toplumuz”a değil, “daha başarılı bir ülke nasıl oluruz”a vurgu yapıyorum. Yazıma başlık yaptığım Socrates’in sözü, şu anlatmaya çalıştıklarımı murad ediyor sanırım.

Küçük kararlarımızın -çoğu zaman- hayatta belirleyici rol oynadığının farkında olmadan yaşayıp gidiyoruz. Bunlardan bazılarının sadece kendimizi değil, bütün toplumu nasıl etkilediğinin de farkında olmuyoruz açıkçası. Oysa, nihai kararlarımızdan doğacak neticelerin bir bütün olarak toplumsala sirayeti azımsanmayacak kadar mühim.

Bilvesile, başlayan üç ayların huzura yol açmasını ve Pazar günü yapılacak genel seçimlerde, kendilerini akıl ve mantığa teslim etmiş oy sahiplerinin kararlarının, aynı karakteri taşıyan vekillere isabet etmesini diliyorum. Mevlâ görelim neyler!


Merhaba! Pacific Palisades’e hoş geldiniz

2007-06-07/19:20:00

Zaman zaman e-posta kutularımıza etkili eğitim mesajları içeren yazılar geliyor. Bunlardan biri, aşağıda okuyacaklarınız hayli dikkatimi çekti.

Konumuz California’daki “Pacific Palisades” adlı okul. Burada okuyan çocukların velileri, bütün okulu ve öğretmenleri dava ediyor. Çünkü bütün dönem boyunca 15 ile 30 gün arasında devamsızlık yaptıkları halde çocuklarının derslerden kalmalarını kabul etmiyorlar. Velilerin neredeyse tehdide varan itirazlarıyla baş edemeyen okul yönetimi, en sonunda telesekreter mesajını aşağıdaki şekilde değiştiriyor ve “Yılın Telesekreter Mesajı” ödülünü kazanıyor.
“Merhaba! Pacific Palisades’e hoş geldiniz. Bu bir otomatik mesajdır. Lütfen seçenekleri tek tek dinleyerek istediğiniz departmanla ilgili tuşa basınız.
Çocuğunuzun neden devamsızlık yaptığı konusunda yalan söylemek için 1’e
Çocuğunuzun neden ödevlerini yapmadığı konusunda yalan söylemek için 2’ye
Bizim hangi konularda işe yaramadığımızı belirtmek için 3’e
Evinize gönderilen ve alıcı imzanız üzerinde olduğu halde almadığınızı iddia ettiğiniz uyarı mektupları için 4’e
Müdür ve diğer yetkililere küfür etmek için 5’e
Çocuğunuzu her sabah en az 10 dakika bekleyen okul otobüsü hakkındaki şikâyetleriniz için 6’ya
Süper kabiliyetli mükemmel çocuğunuzun beceriksiz öğretmeninden yakınmak için 7’ye
Bıraksanız bütün okulu yiyecek çocuğunuzun yetersiz bulduğu okul menüsünden şikâyet etmek için 8’e basınız

Çocuğunuzun gerçek bir dünyada yasadığının farkındaysanız ve sorumluluk almayı öğrenmesini istiyorsanız, bunun için de ona verilen ödevleri zamanında ve tam olarak yapmasının çok önemli olduğuna inanıyorsanız, ayrıca eğitimin ilk önce ailede başladığının bilincindeyseniz, artık telefonu kapatabilirsiniz. İyi günler dileğiyle…

Bizim ilköğretimde öğrenci lehine esnetilen devamsızlık, kol kırılır yen içinde kalır misali kendi içimizde halletmeye çalıştığımız disiplin sorunları ve öğrenci başarısızlığına baktığımda, velilerin neden bu konularda okulları arama gereği duymadıklarını daha iyi anlıyorum.

Her şeye rağmen, okullarımızda fevkalade güzel işler yapıldığını bilenlerden olarak, eğitim yılının sonuna geldiğimiz şu günlerde, kendilerini eğitime adamış idareci, öğretmen ve velilere şükranlarımı sunuyor, gelecek Pazar günü sınava girecek bütün öğrencilere başarılar diliyorum.



Hem Eğlen Hem Öğren

2007-05-31/18:56:00

Öğretim yılının bitmesine az bir süre kala, ilköğretim okullarımızda yoğun bir tempo ve heyecan var bugünlerde. Yılsonu etkinlikleri alabildiğine sürerken, yaklaşan OKS sınavı iddiası olan öğrencileri de neredeyse germiş durumda. Hepsine kolaylıklar dilerim.

Anasınıflarından itibaren öğrenciler marifetlerini, bilgi ve becerilerini öğretmenleri, velileri ve davetlilerin huzurunda çoşku içinde sergiliyorlar. Ben de vakit buldukça katılmaya gayret ediyorum. Hafta içinde Meram Mehmet Şükriye Sert İlköğretim Okulu’nun, Fen ve Teknoloji ile Teknoloji ve Tasarım Derslerinin sergisi vardı. Görünen o ki, yenilenen ders programları öğrencilerin yaşayarak öğrenmelerine ve ezberden kurtulmalarına vesile oldu. Uygulamaların etkili öğrenme metotlarını sağlayabilmesi ve programların yerleşebilmesi için elbette ki zaman ihtiyaç olacak. Öğrenciler, özenle hazırladıkları standlarında projelerini anlattılar. Amacım aslında bunların içinde en orijinal olanlarını tanıtmak ve heyecanlarına ortak olmaktı. Yoğun ilgi gösterdiler, anlatırken birbirleriyle yarıştılar adeta. Bunun üzerine tek ya da grup çalışması olan öğrencilere birer not kağıdı verip, projeleriyle neyi hedeflediklerini, amaçlarının ne olduğunu yazmalarını istedim. İlginç proje notları birikti elimde. Bakın neler var:
Büşra Dökmeci-Tuba Öner: Projelerinin adı, “Hem Eğlen Hem Öğren”. Fen ve Teknoloji Dersini eğlenceli hale getirmek, ezberi kaldırarak derse dikkat çekmek ve öğrenmeyi kalıcı hale getirmek istiyorlar. Hayvan ve bitki hücrelerinin işlevsel özelliklerini elleriyle hazırladıkları düzenekler eşliliğinde anlattılar. Projeleri “Bu Benim Eserim” yarışmasına katılmış, Konya elemelerini geçerek Antalya’ya gitmiş ancak Ankara’da finale kalamamışlar. Projeyi hazırlarken neler hissettiklerini sorduğumda, çok keyifli çalıştıklarını söylediler.
Nazlı Doğru: Anasınıfı öğretmeni olmak isteyen Nazlı’nın projesinin adı “Müzik Çalan Kumbara”. Kumbaraya para atınca müzik çalmaya başlıyor. Amacı, çocuklara tasarruf alışkanlığı kazandırmak. Benzer bir çalışma görmediğini söyledi.
Mehmet Taner Soysal: Projesinin adı “Uzaktan Kumandalı Çöp Kovası”. Hanımların evde daha rahat temizlik yapmasına olanak sağlamak istiyorum dedi. Elinizdeki çöpü oturduğunuz yerden kalkmadan kumanda marifetiyle kovayı yanınıza getiriyorsunuz.
Ayşegül Öztürk-Saliha G. Öcal-Rabia Özcan: Projelerinin adı “Dolaşım Sistemi”. İnsan dolaşım sisteminin yararlarını insanlara basit şemalarla anlatıp kanın insan hayatındaki önemine dikkat çekmek istiyorlar.
Neriman Elif Sumak-Rabia Tunç: Projelerinin adı “Destek ve Hareket Sistemi”. Amaçları, destek ve hareket sistemini kavrayarak kemiğin işlevsel yapısını kolayca öğretmek.
Tuğçe Özkan-Eslem Eraslan: Projelerinin adı, “Maddenin Tanecikli Yapısı”. Notlarına şöyle yazmışlar: Bu projeyi hazırlarken hem çok eğlendik hem de öğrendik. Maddeler dünyasını gezerek neyin nasıl çalıştığını ve her şeyin maddeden yapıldığını anladık.
Özcan İli-Ramazan Acar-Muhammet Akpınar: Projelerinin adı, “Düzen Kuşağı”. Birimden bütüne nasıl varıldığını anlatmak istediklerini belirttiler.
Abdurrahman Taşkın-İbrahim Bacak-Emrah Çelikel: Projelerinin adı, “Düz Aynaların Sağladığı Kolaylıklar”. Amaçları, düz aynaları değişik açılarla yerleştirerek istenilen yerdeki görüntüyü kolayca görebilmek. Bu ilginç çalışma, su altından yukarıyı görmek veya trafik kazalarını önlemek amacı taşıyor.
Yaşar Fatih Ceranoğlu-Emre Ayöz: Projelerinin adı, “Sürtünme Kuvveti”. İnsan vücudunda sürtünmeyi önleyen kıkırdak doku ve eklem sıvısını anlattıkları projenin iş makinelerine uyarlanarak iş ve enerji kaybını önleyeceğini savunuyorlar.
Ayşe Nur Kaynar-Ahsen Palaz: Projelerinin adı, “Akıllı Alet”. Sıcak havalarda serinlik sağlayan tabir uygunsa bu akıllı klima, ışığı sayesinde geceleri de kullanılabiliyor.
Sefa Keserci-Hayati Karahan-Furkan Kutlu: Projelerinin adı, “Yer kabuğundaki Sır”. Yer kabuğu olaylarını, yanardağ oluşum ve faaliyetlerini ve bunları hissedebilen hayvanları tanıtıyorlar.
Birbirinden farklı görünüşte, kullanışlı ve aynı amacı güden ilginç bir çalışma daha vardı. “Kayıp Dolabı”. Öğrenciler, kaybolan eşyaları kolayca bulabilmek ve sahiplerine iade edebilmek için yaptıkları bu çalışmalara emekler vermişler. Filiz İli, Merve Barutçu, Nihal Ekinci, Ayşe Akpınar, Sümeyye Karahan ve Munise Öğeç, bireysel veya grup etkinliği ile projelerini ortaya koymuşlar.

Netice itibarıyla, sergiye emek veren öğrenciler şu mesajı vermek istiyorlar: “Bize doğru öğrenme yöntem ve metotlarını, öğrenme kolaylıklarını da sağlayarak ulaştırın, bakın neler başarabiliriz.

Teknoloji ve Tasarım tarzında bir dersimiz yoktu bizim. Aklıma öğrencilik yıllarımda hiç sevemediğim Fen Bilgisi dersi geldi. Golgi aygıtı diye bir şey hatırladım. Hücre içinde oluşan maddelerin paketlenmesinde ve salgı üretiminde görevli olduğunu öğrendiğim golgi kardeşi, eğer bir düzenek üstünde dört minik parfüm şişesi ile görseydim unutabilir miydim?

Öğrencileri yönlendiren ve serginin ortaya çıkmasında büyük gayretleri olan Fen ve Teknoloji Öğretmenleri Fadime Sinan ve Yasemin Karpuz’u, Teknoloji ve Tasarım Öğretmenleri Zennur Palaz, Bilgehan Temizel ve Havva Özeren’i, tebrik ve takdir etmez miyim hiç? Çok yaşayın öğretmenlerim.

Yeryüzü Melekleri

2007-05-24/19:54:00

İşimiz eğitim öğretim olduğundan, camiamızı ilgilendiren etkinliklere de davet edilmişsek katılmaya ve bazılarını duyurmaya özen gösteriyorum. Boyutu ne olursa olsun bütün etkinliklerin arka planının emekler ve heyecanlarla can bulduğunu biliyorum çünkü. Üstelik yazacaklarım çok daha özel anlamlar taşıyor.

Konya’da engelli çocukların eğitimi için çaba sarf den ve gönülden öte yaklaşımlarıyla kendilerini tanıyanların takdirini kazanmış bir eğitim derneği var. İlgi çekici ismiyle muhakkak duyduğunuzu düşünüyorum: “Yeryüzü Meleklerini Koruma Derneği.” 1 Ekim 2004 tarihinde kurulan derneğin başında emekli bir Öğretmen Fatma Menekşe var.

Geçtiğimiz Çarşamba günü Ticaret Odası’nda derneğin kermesi vardı. Açılışını Selçuklu Kaymakamı Şükrü Görücü’nün yaptığı kermeste dernek yönetimi ve velilerin gözleri Konya protokol ve basınını aradı. Dernek yönetimi, dağıttığı 1000 kadar davetiyeye bu denli icabetsizlikten karamsar göründü bana. Veliler de aynı serzenişi dile getirdiler. Kermes çıkışı bir vesile ile, özellikle davet edilen Konya yöneticilerinin aynı saatte Meram’da bir ilköğretim okulunun temel atma törenine katıldıklarını öğrendim.

Bir kısmı down sendromu olan engelli çocukların açılış öncesi yaptıkları müzikli gösteriyi ilgiyle, alkışlarla izledi ziyaretçiler. Çehrelerinden gülücük eksik olmayan öğrenciler, “eğitilemez insan yoktur” mesajı verdiler salonda bulundukları süre içinde. Dernek Başkanı Fatma Menekşe ve aynı zamanda Konya Umut Çocuklarını Koruma Derneği Başkanı olan yardımcısı Ferda Okur Hanımefendilerle, yaptıkları çalışmalar hakkında konuştuk. Eğitime gerçek manada destek veren bu zarif insanlar, herkesin kaldıramayacağı hatta kabullenemeyeceği engeli, engel olmaktan çıkarmışlar çoktan. Üstelik ikisinin de engelli çocuğu yok. Gerçek manada destekten bunu kastediyorum. Sohbet sırasında elbette şunu yaptık bunu başardık kabilinden sözler söylemediler. Heyecanlarını görmek ortaya konan işi anlamaya kafi idi. 100 kadar üyesi ve ancak bir elin parmaklarını geçmeyen aktif üyesi bulunan Yeryüzü Meleklerini Koruma Derneği, özellikle Başkan Fatma Hanım’ın kişisel çabasıyla Dumlupınar Mahallesine okul yaptırmış. Halen faaliyetlerini sürdüren bu okulun resmi açılışı gerçekleşmemiş. Bu eğitim öğretim yılı sona ermeden “Öğretmen Fatma Menekşe Eğitim Uygulama Okulu ve İş Eğitim Merkezi”nin bir etkinlikle resmi açılışın yapılmasını yetkililerden talep ettiklerini belirttiler. Buradan duyurmuş olalım. Bu okulun bir benzeri yoğun talebe rağmen Konya’da yok. Biri idareci olmak üzere iki özel eğitim öğretmeninin görev yaptığı okulun diğer öğretmenleri hizmetiçi eğitim almak suretiyle çalışan sınıf öğretmenleri.

Engelli çocukların eğitimini üstlenmiş diğer dernek ise, İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü Rehabiltasyon Merkezi’ne bağlı ve hiçbir sosyal güvencesi olmayan çocuklar için çalışmalarına devam eden Konya Umut çocuklarını Koruma Derneği. Ferda Okur, kendisiyle barışık bir eğitim gönüllüsü. Sayıları giderek artan ve devlet desteği de alan özel eğitim kurumlarının ancak işe gönüllü olmak suretiyle çocuklara faydalı olabileceğine inandığını, bu özel çocukların gelir vasıtası gibi algılanmaması gerektiğini altını çizerek ifade etti.

Bizim ülke insanı olarak sivil toplum kuruluşlarına ideal anlamda desteğimiz olmadığı çok açık. Hatta merakımız bile yok. Şartlar ne zaman aleyhimize gelişse farkına vardığımız, yüz yüze geldiğimiz zaman arayış içine girdiğimiz gerçeklerimiz var.

Ticaret Odası’ndaki kermes 23-30 Mayıs tarihleri arasında açık olacak. Gidin ve sizi güler yüzle karşılayacak insanlara bir hal hatır sorun. Birkaç lira ile de olsa katkıda bulunun.
Ülke gündemi vatandaş açısından umumiyetle can sıkıcı gelişmelerle devam ediyor. En son Ankara’da patlayan terörist bombası canlar aldı, canlar yaktı. Mitinglerin ardından seçim arefelerine girdiğimiz şu günlerde Ulus’taki menfur olayın etkili ibretler bırakmasını ve aklı selim sahiplerinin sayısını arttırmasını umarız.

Uçurtmam Akyokuş’ta

2007-05-18/10:02:00

Dünyanın en çok tanıdığı ve canlı oyuncak olarak ta bilinen uçurtma, günümüzde artık “halkla iletişim organizasyonlarının gözdesi”. Kökeni 2000 yıl öncesi Çin’ine dayanan ve Avrupa ülkelerine 13. yüzyıldan sonra Marco Polo hikâyeleriyle ulaşan uçurtma, insanların havada uçabilme ihtimallerinin ilham kaynağı sayılıyor. I. Ve II. Dünya savaşlarında da yer belirleme ve işaretleşme amacıyla etkin olarak kullanılmış. Son 50 yıldır da hem bir spor etkinliği hem de ülkelerin kültürel tanıtım aracı olarak iş görüyor. Demek ki uçurtma deyip geçmemek gerekiyor.

Festivalleri, kulüpleri hatta müze ve derneğiyle uçurtma, günümüzde yaşlı-çocuk herkesin ilgisini daha çok çekiyor. Bu konudaki bazı etkinlikleri kısaca zikrettikten sonra yazımın sonunda bir duyuru yapacağım.

Uçurtma festival ve şenliklerinde İstanbul Belediyeleri önde gidiyor. Bazıları neredeyse 10 yıldır organizasyonlar yapıyorlar. Afyon Belediyesi ise bu yıl 21.sini düzenlemiş. Türkiye’de ilk uçurtma derneği 1997 yılında, “uçurtmanın unutulmaya yüz tutmuş kültürel değerlerimizden biri olduğu inancıyla, uçurtma yapma ve uçurma alışkanlığını, sevgisini yaygınlaştırmak, yerli ve yabancı uçurtma modellerini tanıtmak, ülkemize özgü modelleri yaşatmak ve uluslararası alana taşımak misyonuyla hareket etmek” sloganıyla yola çıkmış. “İstanbul Uçurtmacılar Derneği”nin ilginç hedefleri var. Her şeyden önce uçurtmanın bir spor olarak kabul görmesini ve ülkemizin kültür değerlerinin uluslar arası platformlarda tanıtılmasını öngörüyorlar.

Yerel kültürü spor mantığıyla birleştirilerek kent halkının sosyalleşmesine aracı olmak ve insanları aileleriyle birlikte düzeyli bir organizasyonla buluşturmak bana göre aynı zamanda en etkili ve ekonomik sosyal gerilim azaltma yollarından biri. Bu tür etkinliklere yerel yönetimlerin sahip çıkmaları, kendilerinin son dönemlerde ürettikleri kent kültürü ve kentlilik bilinci kavramlarına yükledikleri anlamlarla da örtüşüyor. İyi yapıyorlar yani. Beypazarı, Kaş, İstanbul ve Kastamonu (uluslar arası düzeyde) gibi turistik ziyaretçisi fazlaca olan kentlerin uçurtma festivallerine daha çok ilgi göstermeleri de tanıtım adına güzel bir öngörüdür.

Konya Büyükşehir Belediyesi, “Kent Kültürü ve Kentlilik Bilinci Projesi” kapsamında bu sene hediyeli uçurtma şenliğinin üçüncüsünü 20 Mayıs 2007 Pazar günü saat 11.00’de Akyokuş Tepesinde düzenleyecek. Aynı gün saat 9.30-10.30 arası Büyükşehir Belediye Camii önünden ve Fuar Otobüs Hareket Şefliği’nden ücretsiz araç kaldırılacak. Bu seneki etkinliğin hazırlanması, okullar bazında duyurulması ve sponsor firmalarla görüşülmesinde çok yönlü bir öğretmen ve gazetemizin köşe yazarı dostumuz Mustafa Karaçelebi’nin tebriklere şayan emekleri var. Afişler asıldı, davetiyeler öğrenci ve velilere ulaştırıldı. Bu etkinliğe katkı sağlayan kurum ve kuruluşları zikretmek yerinde olur. Beysu, PTT, Adese Petrolleri, Aquasoft, Mehmet Karaciğanlar Mevlana İlköğretim Okulu, Lalebahçe İlköğretim Okulu, Kozağaç İlköğretim Okulu, Yunus Emre İlköğretim Okulu ve Necatibey İlköğretim Okulu. Etkinliğe adı geçen okulların dâhil edilmesi, toplam kalite ve öğrencilerin ders dışı çalışmaları açısından fevkalade isabetlidir. Buradan, emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Önümüzdeki Pazar günü bütün Konyalılar yediden yetmişe Akyokuş’ta uçurtma uçurmaya ve eğlenceli bir gün geçirmeye davetliler.

Belediyeciliğin farklı alanlarında “en” ve “ilk” olma gayretleri içinde olduklarını gözlemlediğimiz Konya yerel yönetimlerinin, gelecek yıllardaki uçurtma şenliklerini uluslar arası düzeyde gerçekleştirmelerinin kentin tanıtımına önemli katkısı olacağını da bilvesile duyurmuş olalım. Özel sektöre de bir not: Uçurtma festivalleri bütün ülke genelinde çığ gibi büyüyor. Araştırmakta fayda var.



Armudun Sapı Üzümün Çöpü

2007-04-06/10:54:00 21.

yüzyıl, şimdilerde kimi yerlerde alabildiğince vahşi, buna mukabil kimi yerlerde de son derece çıtkırıldım endamıyla yolculuğunda ilerliyor. Modern zamanlarda insanların hayata karşı kaygılarının daha fazla artacağından kimsenin şüphesi yok gibi.

Ciddi problemlerin yanında, çıtkırıldım diye tanımladığım kaygılardan kaynaklanan üstelik de giderek büyüyen sinsi rahatsızlıklar artıyor. Biz de bundan nasibimizi fazlasıyla alıyoruz. Gündelik hayatta daha fazla konfor ve rahatlık elde etmek adına yapılanların cins ve çeşitliliğindeki gelişmeler dikkat çekici. Hormonlu hayat, televizyon ve uzaktan kumanda (bu son ikisinin sayesinde, akşam yemeği sonraları Batı kaynaklı lakin Türk usulü ince entrika ve kaliteli düzenbazlık öğrenimi beleşe geliyor), bilgisayar ve sağlıksız beslenmeden mürekkep göbekli bir toplum neşvünema buluyor. Bunlardan parantez dışında kalanların benim hayatımdaki yeri, herkesinkinden farksız değil. Üstelik bunlara sigara ve cips cinsinden ilki hayat kaydıran, diğeri mide kandıran alışkanlıklar girdiğinde durum daha vahim hale geliyor.

Eskiden yoktu bunların çoğu. Türlü zeminlerde yapılan sosyal araştırmalara göre, hayatımızın belli vakitlerine el koyan bu çıtkırıldım lakin vazgeçilmesi bir hayli zor alışkanlıklardan kaynaklanan kaygılar arasında bakalım neler varmış: “bilgisayarın kasması, internetin yavaşlaması, modem arızaları, şifre unutma, virüsler, iletişimden mülhem borç ve öde/yeme/meler, heklenme korkusu, diyet, tv dizisi kaçırma, günlük basit takıntılar, dış görünüş itibarıyla beğenilme endişeleri, estetik” vs. listeyi uzatmak mümkün elbette.

Uzmanlar; kaygının, yani korku ve endişe duygusu psikoloji içinde herkesi sık sık etkileyen ve pek çok insanı ilgilendiren tek konu olduğunda hemfikirler. Pek az kişi normal yaşamda bir haftayı korku veya endişe duygusu yaşamadan geçiriyor. Normal yaşamda karşılaşılan bu kaygı durumu süre ve şiddet olarak fazla bir şekilde devam ederse kaygı bozukluğu şeklini alıyor. Yani psikolojik sorun sahibi oluyorsunuz.

Bireyin giderek özgürleştiği, aynı zamanda da yalnızlaştığı hayatta sosyal kaygılarda yoğun artışlar var. Buna karşılık geleneksel toplumda bir ölçüde korunabilen yakın sosyal ilişkiler olumlu psikolojik sonuçlara yol açıyor. Bizi gelişmekte olan ülkeler sınıfına dahil ederlerdi. Hala nerelerdeyiz bilmiyorum ama, durum kentte yaşayan insan adına hiç de iyi değil. Taşrada alışkanlıklar sosyal değişim adına farklılıklar gösterse de geçmişin izlerine bağlılık sebebiyle yoğun çıtkırıldım kaygılar fazla değil.

Eskiden küçük ama rutin meşgalelerimiz vardı. Her şey elimizin altında değildi lakin kaygı cetvelimiz de şimdiki kadar dolu değildi. Artık, küresel ısınma ve su konulu problemlerimiz de oldu hayırlısıyla. Öğretmen bir arkadaşım, ilköğretimin birinci kademesinde okuyan kızının “su” konulu paneli arkadaşlarıyla birlikte izledikten sonra eve geldiğinde, yakın bir gelecekte susuz kalmak korkusundan gözlerinden endişe fışkırdığını gördüğünü, büyükler olarak çocukları bu derece korkutmanın doğru olmayacağını ifade etti. Haklı da. Şimdikilerin medyatik esprileri bile mevcut. Bizler son babaanne veya son anneanneler olacağız diyorlar. Kendilerinden sonra gelecek olanların yaşama şansına sahip olamayacaklarına atıflar yapıyorlar yani.

Ergenlerin çelişkili olmaması, kendilerini bilgilendirmeleri ve çocuklarının kaygılarını dindirebilmeleri için öncelikle kendi kaygı zeminlerine karşı mukavemetli olmaları gerekiyor. Kendine güveni olmayanların sayısının yekun tuttuğu toplumumuzun ne kadar çok psikolojik desteğe ihtiyacı olduğu daha fazla göz önüne gelir oldu. Rabbımın işlerini ona bırakmak lazım. Biz, bize düşeni yapalım yeter. Armudun sapı, üzümün çöpü bir hayatla yaşamanın anlamı yok ki!. Bin tasa bir borç ödemiyor nasılsa.

En Önemli İşimiz

2007-03-22/19:13:00

Hiç şüphe yok ki, eğitim öğretim faaliyetlerine verilen önem, bir ülke gelişmişliğinin en önemli ölçülerinden biridir. Kısacık bir genellemeyle, “bana eğitime verdiğin değeri söyle, sana gelişmişliğini söyleyeyim” demek, bu ölçüyü özetlemeye kâfidir. Bugün olup biten her ne ise, dün yapılanların neticeleridir.

Uzunca bir süreden beri, okullarda şiddet konusu gündemden düşmedi. Eğitim öğretim faaliyetlerinin muhatabı olan eğitimci, veli ve medya üçlüsü arasındaki dizi dizi şikayetler bu gündemin sürekliliğini sağladı. Öğretmenler genellikle, kısa süreli dönemlerde çok hızlı müfredat ve program değişikliği olmasını, kolay sınıf geçmeden kaynaklanan başıboşluk ve gevşekliği, disiplin uygulamalarının yetersiz kalmasını ve veli ilgisizliğini şikayet konusu yapıyorlar. Veliler daha çok, öğretmen yetersizliğinden, sınıfların çok boş kalmasından müştekiler. Medya ise bu iki grubun toplam şikayetlerinin muhatabı durumunda.

Geçen yıl, medyanın okullarda şiddeti nasıl etkilediğine yönelik olarak Sosyolog Nilüfer Narlı, “mafya temalı dizilerin, şiddet içerikli yayınların etkileri olduğu doğruysa da payı sanıldığı kadar yüksek değil” demiş ve “çocukların şiddet eğilimine sahip rol modelleriyle medyadan önce evde, sokakta, okulda tanıştığını ve medyanın ancak durumu pekiştirdiğini” aktarmıştı. Narlı, “Türkiye’de aile içinde yaşanan şiddetin yüzde 58 olduğuna” dikkat çekerek, “çocuğun birincil iletişim kurduğu yakın çevresinde bile durum böyleyse, eğitim sisteminden önce toplumsal bütünlüklü sorgulama yapmakta fayda olduğuna inanıyorum” demişti.

Ortada bir sorun vardır ve “mış” gibi yaparak, şikayet konularını arttırarak, işi başkasına yıkarak bunu çözmek mümkün görünmüyor. Eğitim öğretim işi sadece öğretmenlerin değil, bu ülkede yaşayan hukuken mükellef her bireyin görevidir. Bu anlamda öğrencileri problemin odak noktası yapmak haksızlık olur diye düşünüyorum. Onları nasıl bir sistem içinde yetiştirirseniz ona göre sonuçlar alırsınız.

Ben, Narlı’nın, “toplumsal bütünlüklü sorgulama” isteğinden, birlikte hareket etmek gerekliliği sonucunu çıkarıyorum. Bir suçlama gibi algılanmasını istemem ama, velilerin okul ortamına ilgisizliği en önemli sorunu oluşturuyor. Okulda doğru olanı öğrenen çocuklardan % 58’inin evde şiddet görmüş olması, okul ortamının inandırıcılığını ortadan kaldırıyor. Bir başka ifadeyle okul çağındaki çocuğun davranışlarına bakarak aile hakkında isabetli veriler elde edebiliyorsunuz.

Ekonomik sorunlar, göreceli geçim sıkıntıları, aile içi sorunlar, boşanmalar ve parçalanmış ailenin, her türlü şiddeti körüklediği vakıasına bağlı olarak, okul içi/dışı şiddetin yok edilmesi, eğitim öğretimin daha verimli hale getirilmesi için toplumsal birliktelik lüzumu vardır. Bunun için; ilköğretim okulları da dahil olmak üzere, disiplin ve sınıf geçme uygulamalarının etkin hale getirilmesi, kalabalık sınıfların ideal sayılara çekilmesi, velilerin gönüllü birer eğitimci olarak okullarda faal rol üstlenmelerinin sağlanması, öğrencilerin sosyal ve bedensel gelişim ve yeteneklerinin keşfi bakımından okul ortamlarının uygun hale sokulması ciddi ölçüde gerilimi azaltacaktır. Zikrettiğimiz şu birkaç husus esasen yönetmeliklerde mevcut olmasına rağmen, kimi imkansızlıktan, kimi de kısmen imkan olmasına rağmen uygulayıcıların pasifliğinden öngörülen hedefi getirmemektedir.

Netice itibarıyla, bu işi toplum olarak bir istikbal meselesi yapmadıkça ulaşacağımız yer de olmayacaktır.

Kitap Ödüllü Bir Yarışma Duyurusu

2007-03-15/20:18:00

Ülkemizde her yıl Mart ayının son Pazartesi günü başlayan hafta “Kütüphaneler Haftası” olarak değerlendirilir. Bugün, Türkiye’de kitap okuma/ma hakkında yazmaya niyetim yok. Nasıl olsa bu mesele hakkında halkımız çok haberler “seyredecek”, nutuklar işitecektir.
Ben de, hem kitaba verdiğim değer adına, hem de paylaşıp aramızda bir ülfet gelişsin düşüncesiyle kendi kendime belirlediğim ölçüleri kullanarak, aşağıdaki sorulara cevap yazma nezaketinde bulunacak okuyucularımızdan “ilk üçe girene” kitap hediye etmeye karar verdim.
Böylece Kütüphaneler Haftasını farklı bir şekilde değerlendirmiş olacağız.
Sorular aşağıda:
1. Neden öğrenciler ilköğretimin beşinci sınıfına kadar öğretmenine “öğretmenim” diye seslenirken, altıncı sınıfta bir anda “hocam” diye seslenmeye başlarlar?
2. Neden sınavlarda “3 yanlış bir doğruyu götürür” şeklinde bir uygulama ile öğrenciler cezalandırılırlar da “3 doğru bil, bir doğru da bizden” seklinde bir kampanya başlatılıp zekâya ve riske girme cesaretine ödül verilmez?
3. Neden dükkânını kapatıp giden esnaf, kapıya “10 dakika sonra dönücem” yazar, ne zaman gittiğini nasıl anlarız?
4. Televizyona çıkan insanlar neden kendilerini Türkiye'deki bütün insanların izlediğini sanırlar? Örnek: Su anda 70 milyon kişi bizi izliyor...
5. Neden gözlerinden öperim denir? Kimse kimseyi gözünden öpmüş müdür?
6. Düğünlerde neden “dom dom kurşunu” ile göbek atılmaktadır. “Bir avcı vurdu beni, bin avcı beni yedi” gibi sözler eşliğinde kendinden geçen başka milletler var mıdır?
7. Bilgisayarda bir programı kurarken neden “kabul ediyorum” ya da “kabul etmiyorum” seçenekleri vardır? O kadar parayı bayılıp bir bilgisayar programı satın aldıktan sonra “kabul etmiyorum” seçeneğini işaretleyen bir takım saf kişiler mi mevcuttur?
8. Bulmacalarda boru sesinin karşılığı neden hep “ti”dir? Bulmacaları hazırlayan arkadaşlar hiç “ti” diye ses çıkaran boru görmüşler midir?
9. Neden ilanlarda “doktordan temiz araba” diye yazılır? Hipokrat yemininde “arabamı temiz kullanacağım” seklinde bir madde mi vardır?
Bilgisayara ilgisi, zarureti olan hemen herkesin bir elektronik postası veya iletişim grubu mevcut. Bu esprili soruların belirli cevapları yoktur. Cevaplarınızı 26 Mart tarihine kadar m.uluturk@gmail.com adresine bekliyorum. Yarışma yediden yetmişe herkese açıktır. İletinize ev veya iş adresinizi eklemeyi unutmayın.

İlgilenmiyorum diyorsanız Mart’ın son haftası (varsa) çocuğunuzun elinden tutup bir kitapçıya gidin ve seçeceği bir kitabı ona hediye edin. Yahut eşinizin, kardeşinizin, arkadaşınızın hediyesi bir kitap olsun.


Nesir Azlığı ve Şiir Çokluğunun Anlamı

2007-02-15/19:23:00
Müstakbel neslini geleceğe hazırlama konusunda aciz kalmış yaptırım kudretinin (kural koyanlar, iktidar olanlar ve bunları icra edenlerin) sonraya emaneti; eskinin izlerini sürdüğünden, aynı döngünün muhafazasını başarmış olma neşesi yaşayan yeni bir nesil olarak ortaya çıkar. Her yeni olana sert tepkiler verme âdetini zihnine işlemiş ve akıl süzgecinden geçirmeksizin reddetmeye hazır hale gelmiş bu yeni nesil için terakki, seleflerininki gibi mevcudu muhafaza olduğundan, işlerin iyi gitmediğini düşünenlere fırsat vermek niyetinde olmaz. Bu hal içinde, halinden memnun olan ve kendilerinden “hareket” beklenen lakin harekete geçmek azmini yitirmişlerin, yahut bunun ne demek olduğunun idrakinde olmayanların sayısal çoğunluğu da, kudret sahiplerinin alanını genişletir. Böyle bir coğrafyada ilerleme olmaz.

Bilmem kaç sene sonra altını çizdiğim yerleri yeniden okumak amacıyla elime aldığım “Sosyoloji Notları”nda Cemil Meriç; “her asırda birkaç kişi düşünür, gerisi düşünenleri düşünür. Geri kalan Heidegger’in, Kirkgeegard’ın “on” dediği kaz sürüsüdür” demiş. Birkaç sayfa geride, “bir ülkede şair ne kadar çoksa, o ülke düşünce bakımından o kadar geridir. İnsanlar ve milletler yaşlandıkça şiirin yerine nesir geçer. Düşüncesi henüz pozitifleşmemiş medeniyetlerde nesir çok ağır ilerler. Bir 18. asır Fransa’sında şiir susar, hakikatin haşin sesi, şüphenin ve aklın çığlığı konuşur” demek suretiyle, dünyada ne kadar az sayıda yüksek düşünen insan bulunduğunu resmetmiş. Şimdi kendimize bakarak bu hayli ilginç tespit hakkında bir habere bakarak kafa yoralım.
Kural koyucuların rutin işlerine mukabil, cesareti ve elde ettiği makul bilgi birikimini ortaya koyacak kimselerin olmayışı/azlığı, bizim cephede/ülkede değişen bir şey olmadığının göstergesi. Ulusal bir gazetenin Pazar günkü sayfalarından birinde, “2 akademisyene 1 makale” başlıklı haberi –buna benzer haberleri basında sıkça görmek mümkün- izaha çalıştığımız meseleyi ortaya koymaya yetiyor. YÖK’ün istatistiğine göre 2005’te 17 bin 391 olan toplam yayın sayısı, 2006’da 16 bin 807’ye gerilemiş. Bu, öğretim üyesi başına düşen yayın sayısının “1”i geçemediği anlamına geliyor. Dört üniversitede ise, öğretim üyelerinden hiçbiri eline kalem veya karşısına bilgisayarı almamış.
Nesir çok ağır ilerlememiş, neredeyse hiç ilerlememiş. Bu doğal olarak, bilimsel rutini aşarak kendine has, yenilikçi, iddiası olan, değer ortaya koyan, çözümcü bir görüş, anlayış ortaya konamamış mı demek olur? Bir kısmı emek verip terleyerek maaşa hak kazanmış bu meslek sahiplerinin faaliyeti; bilgiye ulaşımın neredeyse sorun olmaktan çıktığı şu devirde düşünmek, sezmek, mukayese etmek, yeni görüşler ortaya koymak, yazmak, bunları seslendirmek olmayacaksa, benim gibi “düşünenleri düşünenleri düşünecek” (ikinci düşünenleri kelimesi bir yazım hatası değil) adamların hayatını zihinsel anlamda kim etkileyecek? Bütün lügatimiz işte bu yüzden rivayettir demiş olsak hata yapmış olur muyuz? İddialı teorileri olan bir akademisyeni konuşmaktan alıkoyan ne? Kaldı ki merakı olanlar, iddiası olanları makul basın ve yayın vasıtalarında takip edebiliyorlar. Buna ilaveten, nesri sadece akademisyenlik rütbeleri alanlar yazabilir türünden bir iddiamız da yok. İşi düşünmek, üretmek ve öğretmek olanların gayretsizliği bu durumda, yaptırım kudretine angaje olmaktan başka bir şey değil.
Kelimelerini kaybetmiş mevcut neslin şiire ilgisinin ise giderek arttığını görme imkânımız var. Çünkü şiir, düşünenler tarafından değil de, bir bakıma “hassasiyeti kendine” olanlar tarafından yazılmışsa, derde derman olmak gibi bir amaç taşımaz. Şiirlerini beğendiğim, ancak, defaatle altını çizerek “artık içe dönük hesaplaşmalarınızı yazmayı bırakın” uyarısına kızdığım bir şairin sözlerine, Cemil Meriç zaviyesinden baktığımda hakkını teslim ediyorum. Nesir azlığına karşılık, şiir çokluğunun, bir medeniyet göstergesi/ölçüsü olduğu tespitini hiç düşünmemiştim. Sosyal bilimcilerin ilgi çekici öngörüleri oluyor. Belki de onlar realiteleri düşünmekten şairleri es geçip kızdırmış oluyorlar. Bir zamanlar antropologlar, meslektaşları İngiliz Andrew Lang’in öne sürdüğü görüşleri şair olduğu gerekçesiyle güvenilmez bulmuşlardı.
Düşünmek ve yazmak için “bir mecburiyet gerekliliği”ni öngören Cemil Meriç’in ne demek istediğini, şiirin çokluğu ve nesirin azlığına bakarak daha iyi anlamak mümkün.

Vakit Geç Olmadan

2007-01-25/20:28:00
Hırant Dink cinayetinin ardından, olaya ilişkin yığınla söz söylendi de, asıl konuşulması gerekenler üzerine ciddi anlamda eğilen fazla olmadı. Gazetemiz yazarı Lütfi Ayhan çok yaşasın, işin eğitim boyutuyla ilgili isabetli tespit ve önerilerde bulunmuş.

Geçtiğimiz günlerde açıklanan verilere göre okullarda en çok şiddetin görüldüğü ilin Konya olduğunu duyunca kendi adıma suçluluk duygusuna kapılmıştım. Ülkenin birçok yerinden sosyal hayatın berkemal göründüğü Konya’da neler olmuştu da sonuçlar böylesine vahim çıkmıştı?

2006 Haziran’ında yapılan bir anketi değerlendirerek, 17 yaşında birini cinayete götürmesi muhtemel sebepleri aile, okul ve çevre üçgeni içinde bulunan herkesin dikkatine sunuyorum. Bu üçgenin dışında olan yok zaten. Demek ki mesele herkesi ilgilendiriyor.

Şimdi, Uluslararası Politik ve Strateji Araştırmalar Merkezi’nin 17 ilde 1850 lise 1, 2 ve 3.sınıf öğrencileri arasında Haziran ayında yüz yüze yapılan yaptığı “Gençler Hayatı Nasıl Algılıyor?” başlıklı anketten bazı başlıklara ibretle bakalım.

*Gençler en çok ÖSS’yi kaybetmekten korkarken, Allah korkusu ise altıncı sırada yer almış.
*Gençlerin yüzde 65’i hayatında bir kere uyuşturucu kullandığını ifade ederken, yüzde 26’sı uyuşturucu kullanıcısı olduğunu itiraf etmiş. Sigara değil, dikkat buyurun. “Bunları kullanırken sizi etkileyen faktörler neydi” sorusuna ise “Okul ve ailevi problem (yüzde 28), arkadaş çevresi ve özenti (yüzde 25), merak (yüzde 17), canım istedi (yüzde 10), çaresizlik (yüzde 6), sorunlardan kurtulmak için (yüzde 5)” yanıtı verilmiş.

*Gençlerin idolü hala Polat Alemdar olurken, en sevdikleri sanatçı Sezen Aksu ardından da İsmail YK olmuş. İsmail YK’nın “Allah Belanı Versin” parçasının revaçta olması dikkat çekici. “Kendinize yetişkin olarak kimi örnek alırsınız” sorusuna verilen yanıtlar ise oldukça ilginç. Gençlerin idolleri sırasıyla “Polat Alemdar, anne, baba, öğretmen, teyze, dayı, abi, Atatürk, Hülya Avşar, Recep Tayyip Erdoğan, Alpacino, Hz.Muhammed, kuzen, Seray Sever, Aziz Yıldırım” olarak belirlenmiş.

*Gençlerin yüzde 74’ü şiddet gördüklerini dile getirirken, şiddeti en çok baba, abi, öğretmen, anne ve arkadaşlarının uyguladığını ifade etmişler. Yine gençlerin yüzde 46’sı ise kendisine zarar verdiğini söylemiş. “Kendinize nasıl zarar verdiniz” sorusuna “Psikolojik olarak (yüzde 27), duvara kafamı vurdum ya da yumruğumu vurdum (yüzde 26), jiletle kendime zarar verdim (yüzde 14), intihar ettim (yüzde 11), cevap vermek istemiyor (yüzde 21)” karşılığı verilmiş.

Evladınızı günün birinde, tahammül edemeyeceğiniz şekilde görmek istemiyorsanız sahip çıkmaktan başka çareniz yok. Çünkü bu toplumun çocuk ve gençleri benim, senin, onun evladı, yeğeni, torunu, yakını olurlar. Anketin ürütücü sonuçlarını okuduktan sonra, kendi adınıza “hiç olmazsa bir şey yapayım” demeyi ve “o bir şey” ne ise yapmayı ihmal etmeyin lütfen. Gerçekten duyarlı bir veli iseniz, hatta ben çocuğuma güvenirim demiş bile olsanız, mesela ikinci dönemin başından itibaren bir hafta süreyle çocuklarınızı onlara hissettirmeden izleyebilirsiniz. Bunun için de bir zahmet, zaman ayırmanız gerekiyor. Evde yahut okulda gereken yapılıyor demeyin. Asıl tehlike ev ve okul dışında.