Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Nostaljiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nostaljiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

06 Mayıs 2014

Erzurum Narmanlı Âşık Sümmanî

ÂŞIK SÜMMANÎ 1860-1915

Ervah-ı ezelden levh ü kalemden
Bu benim bahtımı kara yazdılar
Gönül perişandır devr-i alemde
Bir günümü yüz bin zara yazdılar 



Sümmani'nin gerçek adı Hüseyin olup, babası Kasımoğulları'ndan Hasan'dır. 1861 yılında Erzurum ili, Narman ilçesi, Samikale Köyü'nde doğmuştur. Kendileri bu köye Kafkaslar' dan gelmişlerdir. Babası köyde çobanlıkla geçimini sağlamakta idi Hüseyin 10-11 yaşlarına geldiğinde, babasıyla birlikte çobanlık yapmaya başladı. Hüseyin'in genellikle danalarını otlattığı yer Ablaktaş'tır: Bir gün Şekerli Düzü' ne hayvanlarını otlatmaya tek başına gider. Hüseyin, kendisine doğru bir atlının geldiğini görür. Atlı, Hüseyin'e selam verir ve adını öğrenmek ister. Çok aç olduğunu söyleyip ondan ekmek ister. Köylerinde nerede misafir olabileceğini sorar. Hüseyin üç arpa ekmeğinin yarısını atlıya verir. O' nun bu cömertliği hoşuna gider ve der ki:

-Oğul, sana bir dua öğreteyim. Bu duayı kırk gün okuyacaksın. Yalnız yüz tane taş say, cebine koy. Her okuyuşta bir taş atarsın. Duayı kırk gün okur ve son gün Ablaktaş'a gider. Babası ise Cuma namazını kılmak için köyde kalır. Ablaktaş'taki çeşmenin yanında hayvanlarını otlatmaya bırakır. O da namaz kılmaya niyetlenir. Daha önce babasıyla burada namaz kılarlarmış Namaz vaktini anlamak için de kendilerine bir taş tespit etmişler. Güneş taşa isabet ettiği zaman öğle vakti olduğunu anlarlarmış, O gün de babasıyla yaptığı gibi kendisine taşı nişan eder ve Güneş'e bakarken uykuya dalar.

Uykusunda, çeşmenin başında kırk yeşil güvercin görür. Güvercinler birden kaybolur ve karşısında üç derviş belirir. Dervişler Hüseyin'e abdest aldırırlar ve birlikte namaza dururlar. Hatta bir dörtlüğünde der ki:

Vardım saf saf olup durmuş divana
Ben de el bağlayıp geçtim bir yana
Meylimi bağladım gari sübhana
O güzel Allah'ı gözler gözlerim...........

Daha sonra Hüseyin'i ortalarına alıyorlar. Hüseyin bakıyor ki. dervişlerden birinin elinde bir tabla, üç dolu bardak var. Derviş, bunları Hüseyin' in önüne getiriyor ve

-Hüseyin, bu şerbetlerden bir tanesini iç bakalım.

diyor. Hüseyin bardakların içindekileri şerbete benzetemiyor. Kendisini kandırdıklarını. Ona içki içireceklerini sanıyor. Ne kadar zorluyorlarsa da içmiyor Bunun üzerine birisi Hüseyin'in ellerini tutuyor. birisi de parmağını bardağa batırıp Hüseyin'in ağzına sürüyor. Tam bu esnada Hüseyin uykudan uyanıyor. Bakıyor ki, ne derviş var ne de şerbet. Fakat ağzında İnanılmaz bir lezzet hissediyor.

- Öylece bir daha uykuya dalıyor. Uykuda yine karşısına dervişler çıkıyor Tam eline bardağı alıp içmeye hazırlanıyor ki, dervişler şôyle diyor:

-Oğul, buna aşk badesi derler. Sevdiğin kız aşkınadır. Kızın adı Gülperi'dir. Bedahşah kentinde Şah Abbas'ın kızıdır. Sen Onun. O da senindir. Birbirinize aşık maşuk'sunuz. Dervişlerden biri Gülperi'nin cemalini gösterir. Üç bardak Hüseyin'e. üç bardak ta Gülperi 'ye verirler. Yeşil mürekkeple yazılı bir kitap okuturlar.

Üç harf okuttular yeşil yapraktan
Okudum harfini noktasın tek tek.....

Hüseyin uykudan uyanır ki, ne Gülperi Han var ne de dervişler. Danaları da göremeyince köyün yolunu tutar. Köye varmaya yakın bir atlıyla karşılaşır,

-Hüseyin, korkma oğlum, sen ereceğine erdin. Bundan sonra senin mahlasın Sümman, dünyada kavuşmak senin için haram, der. Sümmani, anlam olarak "Sonuncu, sona ait" demektir.

Hüseyin köye varınca annesini,. babasını uyandırır. Babası da ertesi sabah. köylülere, çobanlığı bıraktıklarını söyler. Aradan otuz kırk gün geçer, günler geçtikçe aşkı da ziyadeleşir. Herkes. Onun hastalandığını, cin'e; peri'ye karıştığını sanır. O zamanlar sıra geceleri düzenlenirmiş. Bir akşam babasına yalvarır. gecelere katılmak İstediğini söyler. Babası da dayanamayıp götürür. Sıra Sümmani'ye gelince. bazı kimseler, O'nun çocuk olduğunu söyleyerek atlamak İsterler. Köylülerin teklifini kabul etmeyerek, türkü söylemek istediğini belirtir ve söze başlar:

Uyandım gafletten oldum perişan
Bir nur doğdu alemler oldu ürüşan
Selam verdi geldi üç-beş dervişan
Lisanları bir hoş sedasın tek tek

Lisanları bir hoş eyler avazı
Onlarda mevcuttur ilm-ü el fazı
Dediler: Vaktidir kılak namazı
Aldılar abdestin edasın tek tek

Aldılar abdesti uyandım habran
Aslımız yapılmış hak ü turabtan
Üç harf okuttular yeşil yapraktan
Okudum harfini noktasın tek tek

Okudum harfini zihnim bu!andı
Yalelerim göz göz oldu sulandı
Baktım çar etrafa kadeh dolandı
Nuş ettim kırkların mahlesin tek tek

Nuş ettim badesin gördüm rengini
Tam on sekiz saat sürdüm cengini
Yar yüzünde saydım üç beş bengini
Halhalın altında hırdasın tek tek

Dediler: Sümmani gel etme meram
Adamı çürütür dert ile verem
Sen içün dünyada kavuşmak haram
Hüdam böyle salmış kalemin tek tek

Koşma bitince köylüler şaşırır. Onun badeli Aşık olduğu anlaşılır. Fakat henüz saz çalmasını bilmemektedir. Babası ile bir gün Erzurum ' a giderler. Burada aşık kahvelerine devam eder. Sazın perdelerini ve tezene tutmasını öğrenir. Her akşam köylüyü toplayıp saz çalar. Günler ayları, aylar yılları kovalar Sümmani köyde duramaz ve sevdiğini aramaya karar verir. Önce KafKaslar'a. oradan İran'a gider. İran- Turan illerini dolaşır. Bedahşah'ı tanıyan, Gülperi'nin adını duyan bir Allah kuluna rastlayamaz Hint, Afgan topraklarına gider. Onun bir gurbeti yaklaşık beş yıl sürmüştür. Günlerden bir gün rüyasında pirini görür. Piri O'na Kırım'a bir geziye çıkmasını söyler. Sümmani yanına sofusunu alıp Kırım yolculuğuna çıkar Kışı Kırımda geçirir. Yaz gelince tekrar köyüne döner. Artık şair, hareket kabiliyetini yavaş yavaş kaybederek duraklama dönemine girmektedir.

Devrin büyük şairlerinden Erbabi'yi mat eder. Başarıları Erzurum Valisinin kulağına kadar gider. Bir süre sonra. Sümmani Pasof'a gider. Aşığı oradan Suskap köyüne Zülali'nin yanına götürürler. O sırada ünü Kars'ı, Ardahan'ı, Erzurum'u kaplamış olan Aşık Şenlik'te oradadır. Üçünden bir atışma İsterler. İlk sözü Sümmani söyler:

Adem Sefiyullah makam-ı peder
Cennet' te ihvan bir kere düştü
''Sürün'' dedi, mollam takdir-i kader
Cennetten dünyaya bir kere düştü

Şenlik: Hışm-ı nar içinde gülüstan gözü
İbrahim Safa'ya bir kere düştü
İsmail' e gelen koç kurban kuzu
Cennet'ten Mina 'ya bir kere düştü

Zülali: Türaptan bir avuç hak aldı kaddes
Bu zemin Ierzeye bir kere düştü
Beytullah yerine Beytü'l Mukaddes
Kuruldu Kabe'ye bir yere düştü

Sümmani'nin esas amacı, Şenlik ile meydan edilmekti. Günün birinde yine Samikale köyünden, Sefili isminde birisi, Aşık Şenlik'in yaşadığı. Kars'ın Çıldır ilçesinin Suhara Köyü'ne gider. Kendisini Aşık Sümmani olarak tanıtır. Fakat mat olup, sazını bırakarak köyüne geri döner. Bu olaydan hemen sonra Aşık Şenlik, Ardahan'a gider. Aşık Sümmani ile Ahmet Onbaşı da Şenlik'İn köyüne gelirler Orada. yöre İçinde önemli bir konuma sahip olan, Haşimoğulları 'ndan Celal Bey ve Şerif Bey'le karşılaşırlar. Her ikisi de, bir süre önce köye gelip kendisini Sümmani olarak tanıtan aşıktan, Onun Şenlik'le yaptığı karşılaşmadan bahsederler. O zaman, Sümmani kendi şanını kurtarmak için Aşık Şenlik'le karşılaşmak istediğini söyler. Şenlik, Ardahan'dan köye çağrılır. Neticede bir araya gelirler. Hem tatlı tatlı sohbetler ederler hem de atışırlar. Sonunda yenişemeyip, kardeş olduklarım ilan ederler. Birkaç gün sonra köyüne geri döner. Fakat zaman Gülperi'yi unutturamamıştır. Köylüleri ona rastlayıp konuşturdukları zaman, O, şu şiirini söyler:

Ervah-ı ezelden levh ü kalemden
Bu benim bahtımı kara yazdılar
Gönül perişandır devr-i alemde
Bir günümü yüz bin zara yazdılar

Gönül gülşeninde har oldu deyu
Hasretlik ismimde var oldu deyu
Sevdiğim, sevdiğin pır oldu deyu
Erbab-ı garezler yare yazdılar

Dünyayı sevenler veli değildir
Canı terk edenler deli değildir
İnsanoğlu gamdan hali değildir
Her birini bir efkara yazdılar

Nedir bu sevdanın nihayetinde
Yadlar gezer yarin vilayetinde
Herkes diyarında muhabbetinde
Bilmem bizi ne civara yazdılar

Döner mi kavlinden sıdk-ı adıklar
Dost ile dost olur bağrı yanıklar
Aşk kaydine geçti bunlar aşıklar
Sümmani'yi ''Derkenara'' yazdılar

Aşık artık gerileme dönemine girmiştir. Bir gece rüyasında Gülperi. işaret almadan gurbete çıkmaması yolunda tembih eder. Bu duruma çok üzülür. Zaman zaman Erzurum'a gidip gelmektedir. Erzurum da bulunduğu günler kahvede otururken arkadaş ve dostları sözü eski günlerden açıp. Sümmani'ye Gülperi ile olan aşkını anlattırmak isterler. Artık ihtiyardır. Sazını eline alıp şu şiirini söyler.

Tarih seksen dokuz on bir yaşımda
Cem başımda iş birer birer
On sekiz yıl sürdü yarin peşinde
Akıttım gözümden yaş birer birer

Görmedim dünyada bir şadlık demi
Geçti civan ömrüm, gülmem encamı
Her boyun sistemi, feleğin kahrı
Vurdu her taraftan taş birer birer

Sümmani'yim hani benim otağım?
Gün be gün, bulandı dalım, budağım
Devroldu devranım, çevrildi çağım
Döküldü dihenden diş birer birer

Bir gün gençliğini hatırlayıp aşk badesini içtiği Ablaktaş'a gider. Çobanlığı bıraktığından beri buraya hiç gitmemiştir. Orada oturur, uzun uzun düşünür, çalar, söyler. Artık, sadece kahvelerde çalıp söylemektedir. Bu sıralarda, Gülperi de Sümmani'den haber alamadığına üzülmektedir. Bir gün Bedahşah 'tan tellal çağırttırır. Sümmani'yi aratmak için iki kardeş görevlendirir Sümmani'yi bunlara iyice tarif eder. Aradan günler, ay!ar geçer İki kardeş Kafkas taraflarına gelirler. Birden gözlerine bir adam ilişir. Adamlara Sümmani adında birisi aradıklarını söylerler. Adamlar:

-Biz Onun akrabalarındanız. Sümmani yakında öldü. Gülperi adında bir kızı sevmişti. Bu kızın aşkı için pir elinden bade verilmişti. İşte o vakitten beri. Sümmani Gülperi'nin aşığı olmuştur. Daha ölmeden bir kaç gün evvel rüyasını görmüştü. Günlerce ağladı, son dakikasına kadar Gülperi'nin acılarını çekti. Sonunda Ona hasret gitti.

İki kardeş, Sümmani'nin ölümüne çok üzülürler. Köye dönerler ve doğruyu Gülperi'ye söylemeye karar verirler. Şah'ın sarayına yaklaşırlar, bakarlar ki bir cenaze kalkmaktadır. Bu Gülperi'nin cenazesidir. Sümmani, Samikale Köyü'nde, 5 Şubat 1915 tarihinde vefat etmiştir.


****
 
Sümmânî'nin köyündeki mezarı
Kaynak:http://www.narman.bel.tr/AsikSummani.htm
***
ŞİİRLERİ


Yazdılar

Ervah-ı ezelde levh-i kalemde
Bu benim bahtımı kara yazdılar
Bilirim güldürmez devri alemde
Bir günümü yüz bin zara yazdılar

Bulmadık şadlığın iradesini
Çekerim bu gamın ziyadesini
Herkes dosta verdi ifadesini
Bizimkini rüzigara yazdılar

Aşk benimle eyler daim kıl ü kal
Daha sabretmeye kalmadı mecal
Derdim taksimdara kıldım arzuhal
Dedi ki öz bahtın kara yazdılar

Gönül gülşenimde har oldu deyi
Hasretlik cismimde var oldu deyi
Sevdiğim sevdiğin pir oldu deyi
Erbabı garezler yare yazdılar

Dünyayı sevenler veli değildir
Canı terkedenler deli değildir
İnsanoğlu gamdan hali değildir
Her birini bir efkara yazdılar

Nedir bu sevdanın nihayetinde
Yadlar gezer yarin vilayetinde
Herkes diyarında muhabbetinde
Bilmem bizi ne civara yazdılar

Kadrimi bilmeze eyledim minnet
Derdimi artıran görmesin cennet
Sarraflar verdiler yari bin kıymet
Benim kıymetimi nere yazdılar

Döner mi kavlinden sıktı sadıklar
Dost ile dost olur bağrı yanıklar
Aşk kaydına geçti bunca aşıklar
Sümmani’yi derkenara yazdılar

Beni Beni

Bu yalan dünyaya geldim geleli
Gülmedi bu yüzüm gör beni beni
Yüklendi barhanam gidiyor göçüm
Kalan dostlarımdan sor beni

Kalkın verin şu aşığın sazını
Nasihat eylerse tutun sözünü
Ejderha misali açmış gözünü
Korkarım yutacak yer beni beni

Hani benim ahbaplarım dostlarım
Hepisi yanımda olsun isterim
Gün gelir sırtımı yere yaslarım
Artık eyleyemez tor beni beni

Şimdi menzilimiz yüceden yüce
Çok masarif edip girmeyin borca
Varından ziyade bir altın harca
Sonra gül kefene sar beni beni

Yaktı yüreğimi şu hasret habı
Akıttım gözümden kan ile abı
Avuçlayıp yerden alın turabı
Atmadan başıma sor beni beni

Sümmani dünyadan uçmuş gidiyor
Ecel şerbetinden içmiş gidiyor
Cümle yarenlerden kaçmış gidiyor
Haydi gel mahşerde gör beni beni



Tersine

Devranı alemi seyran ederken
Bir sam esti geldi koku tersine
Baktım çar etrafa cevlan ederken
Attı bana felek oku tersine

Bu aşkın rahına girdim piyade
Canan beni mecnun etti rüyada
Derdim bin tabibe kıldım ifade
Yarama vurdular yakı tersine

Bu dar-ı dünyada olmam aşikar
Geçer çağ-ı ömrüm olur tarumar
Yarden name gelmiş bana bergüzar
Talih emreylemiş oku tersine

El haris değildir mahrum kim sever
Böyle buyurmuştur habib-i server
Sümmani kiminin ikbali yaver
Kiminin dolanır çarkı tersine





Açtı

Derdi cananıma kıldım şikayet
Sevgilim bahtıma gör ne fal açtı
Tahammül etmeye kalmadı takat
Bu sevda serimde kıvl-ı kal açtı


Yüz tutmaya haki payi görünmez
Cemalin mürdeye mahı görünmez
Ben deryaya baktım rahı görünmez
Bazı sağ gösterir bazı sol açtı

Sümmani bu derde oldu müşterek
Kul ermez maksuda meğer everek
Bugün birgün yarın iki diyerek
Yar siyah zülfümde beyaz gül açtı





Baka Baka
Dertsiz iken dert ehlinden dert aldım
Aşkın ocağına köz baka baka
On birinde ben ustamdan vird aldım
Guş verdim kamile göz baka baka
Laleyi sümbülü giyinmiş dağlar
Gitti şita geldi müzeyyen çağlar
Uyandı ağaçlar bezendi bağlar
Bizlere gelmiyor yaz baka baka
Kan ağlar dideler nem ile geçti
Arzusun bulanlar dem ile geçti
Şu bizim tecelli gam ile geçti
Tutmadı gönlümüz söz baka baka
Canan der ki maksut ili görünmez
Perişan bağrımın gülü görünmez
Yar der ki Sümmani kulu görünmez
Usandım canımdan öz baka baka
Eyle
Gözden ırak düşen gönül güzeli
Unutma bizleri sadakat eyle
Değil gurbet elde ezel ezeli
Severiz biz seni adalet eyle
Vefasızlık etme yakışmaz sana
Güzelce hizmet et yola erkana
Hasret ü firkatin kar etti cana
Üç beş kelam söyle mürüvvet eyle
Aşkın yine verdi gam efkarıma
Firkatin dağ gibi çöktü serime
Bir şifa görmedim can ciğerime
Gel sen derman eyle kemalet eyle
Nizam ehli ol ki bulasın rağbet
Fakir Sümmani’ye hoş eyle hizmet
Vefanın emridir düşküne hürmet
Gel güzel gel etme mürüvvet eyle

Uyanır mı
Kınamayın bizi hakkı sevenler
Yağmur yağmayınca sel uyanır mı
Gönül boş değildir aşka düşeli
Rüzgar esmeyince dal uyanır mı
Nideyim dostlarım vefasız yari
Mevlam her kuluna vermez bu karı
Gün be gün artmakta bülbülün zarı
Goncasız gülşende gül uyanır mı
Gönül goncasını gelip derdiler
Rakiplerim muradına erdiler
Sümmani’yi can evinden vurdular
Böyle yaman aşka dil uyanır mı

Usandım
Çoktan beri terk-i vatan olmuşum
Diyarı gurbette candan usandım
El kahrı çekmekten ömrüm hiç oldu
Aktı çeşmim yaşı nemden usandım
Deli gönül ister dağları aşa
Dünyada ne kaldı gelmemiş başa
Benim gam yükümü yüklesem taşa
Taş da dile gelir senden usandım
Canım kurban olsun mert oğlu merde
Bunca emeklerim hiç oldu nerde
Sümmani göç eyle durma bu yerde
Ay yıl hafta değil günden usandım

***
HABER

Âşık Sümmanî’nin yeniden keşfi
MAHİR DEMİR
Zaman 1 Aralık 2012

Erzurumlu Âşık Sümmanî (1862-1915), uzun bir unutuluştan sonra yeniden keşfedildi. 2012, âdeta Âşık Sümmanî'nin yeniden keşif yılı oldu. Uluslararası düzeyde sempozyum, divanının da yer aldığı bir araştırma kitabı, yakınlarının ve akademisyenlerin katkıda bulunduğu belgesel film ve Grup Abdal'ın ‘Ervah-ı Ezelde' albümü Âşık Sümmanî'yi bugüne taşıdı.

Âşıklar diyarı Erzurum'un soğuk kış akşamları, sadece kıtlamayla içilen demli çaylar ile geçmezdi. Âşık kahvehanelerinde, sineleri demlendiren âşıklar da akşamı sabaha ekler; hikâyeleri, destanları, karşılaşmaları (atışma), semaileri, koşmaları ve muammalarıyla âdeta bir ‘çay erkanı' oluştururlardı. Erzurum âşıklık geleneği, edebiyatımıza ve müziğimize Emrah, Zihnî, Erbabî, Reyhanî ve Sümmanî gibi saz ve söz ustalarını armağan etti. Bu isimlerden Âşık Sümmanî (1862-1915), uzun süre sonra yeniden keşfedildi. 2012, âdeta Âşık Sümmanî'nin yeniden keşif yılı. Uluslararası düzeyde sempozyum, divanının da yer aldığı bir araştırma kitabı, yakınlarının ve akademisyenlerin katkıda bulunduğu belgesel film ve etkisi bu yıla da sarkan Grup Abdal'ın ‘Ervah-ı Ezelde' albümü…

SÜMMANÎ GELENEĞİ

İlk önce, Erzurum Atatürk Üniversitesi, 31 Mayıs-2 Haziran 2012 tarihleri arasında Sümma-nî'nin memleketi Narman'da gerçekleştirdiği sempozyum ile akademik alanda önemli bir adım attı. Atatürk Üniversitesi Narman Meslek Yüksekokulu ve TC Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından düzenlenen “1. Uluslararası Âşık Sümmani ve Âşıklık Geleneği” başlıklı sempozyuma Türkiye'nin halk edebiyatı alanındaki sayılı isimlerinden Prof. Dr. Saim Sakaoğlu'nun yanı sıra yerli ve yabancı pek çok akademisyen katıldı. Âşık Sümmanî, hayatı, eserleri, âşıklık geleneğine katkısı olmak üzere tüm yönleriyle ele alındı.

Sempozyum vesilesiyle Âşık Sümmanî'yi ve eserlerini anlatan bir de belgesel hazırlandı. Yönetmenliğini Yard. Doç Dr. Yusuf Yurdigül ve Öğretim Görevlisi Cüneyt Korkut'un üstlendiği Sümmanî Belgeseli; İstanbul, Bursa, Konya, Erzurum ve Narman'da birçok uzman ve sanatçıyla yapılan röportajla tamamlandı. Belgesel, özellikle İran başta olmak üzere uluslararası uzmanların görüşleriyle Sümmanî'nin Türkiye için önemini bir kez daha ortaya koydu.

Abdülkadir Erkal'ın yayına hazırladığı ‘Âşık Sümmanî Divanı' ise bu söz üstadının gelenek içinde konumlandığı yeri göstermesi bakımından önemliydi. Erkal, titiz bir çalışmanın ürünü olan kitabında, Sümmanî'nin eselerini bir kaynakta toplamakla kalmıyor, onun gelenek içindeki yerini de teslim etmiş oluyordu.

Olayın daha popüler kısmında ise Grup Abdal devreye giriyor. Halk müziğine getirdikleri özgün yorumla kısa sürede dikkat çeken grup, Âşık Sümmanî'nin ‘Ervah-ı ezelde' türküsünü, geçtiğimiz yıl çıkardıkları albümün adı yaptı. Albümün en çok sevilen türküsü de bu oldu. Grup Abdal, albümden sonra Sümmanî'nin torunları ile görüşerek onun eserleri hakkında daha geniş bilgiye ulaştı. Aynı zamanda, dedelerinin âşıklık geleneğini de devam ettiren Hüseyin Sümmanioğlu ile Nusret Toruni, Grup Abdal'ın yeni albümünde Âşık Sümmanî'den daha fazla türkü almalarına da öncü oldular.

Bir hakikat âşığı

1862'de Erzurum'un Narman ilçesi Samikale köyünde doğan Âşık Sümmanî'nin gerçek adı Hüseyin'dir. Âşıklık geleneğine kendi tarzını getiren Sümmanî, ismiyle anılan koşma tarzının sahibidir. Pek çok destanı, hikâyesi, semaisi, koşması olsa da ‘Sümmanî ile Gülperi' hikâyesi meşhurdur. Kendi hayatından izler taşıyan hikâyede Sümmanî, 11 yaşında Ablak Taşı mevkiinde çobanlık yaparken 18 saat süren bir uykuya dalar. Uykusunda üç derviş görür ve onların elinden bade içer. Hüseyin'e rüyasında Bedahşân ilinde Abbas Han'ın kızı Gülperi'nin suretini gösterirler ve gözünü kırpmadan bakmasını tembihlerler. Gülperi'nin güzelliğinden gözleri kamaşan Sümmanî, gözlerini kırpınca dervişler, ‘Sözümüzü dinlemedin, çek cezanı. Kıyamete kadar Gülperi'nin hasretiyle gez' derler. Sümmanî, mecazî aşktan geçip hakikî aşkı bularak, şiirlerinde bunu terennüm eder.



kaynak:http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=1785

Sümmanî'nin oğlu Şevki Çavuş


29 Aralık 2013

Loras Dağı, Perse ve Meduse Efsanesi


27 Ekim 2012

Kayısı Kurusu




İş yerimdeki mini buzdolabında unuttuğum kayısı kurusu kesesini çıkarıp özenle bağlanmış ağzını açtım. Derin derin kokladım. Çocukluk günlerimin unutulmaz sahneleri yüreğimin gizli delhizlerinden koşturup geldiler. Annemin “elma kakı, yonüz eriği” deyimi kulağımda çınladı. Uzun kış gecelerinin misafirliklerinde türlü türlü çetnevir olacak değildi ya şimdiki gibi. Muhabbet sofrasını meyve kuruları, iğde, ceviz, badem, yayla alıcı, izbelerde saklı elma, armut ve ayvadan mürekkep ikramlar süslerdi.
Yazar yerinde “Vakıf”tır, şimdikilerinse “Makıf” dediği pek de büyük olmayan bahçemiz, suları o yıllarda hiç kesilmeden akan Meramderesinin kenarındaydı. Annem babam ve aynı evde vefatlarına kadar birlikte yaşadığımız Mehmet Dedem ve Zehra Nenem’le çocukluğum boyunca kayısı ağaçlarıyla dolu o bahçeye gittim. Bahar geldi mi, karşı bahçede sıra sıra kocaman susamlar açardı. Çayın azgın sularının filan tarihte bir çocuğu alıp götürdüğüne dair büyüklerden duyduğum ve aklımdan hiç kovamadığım düşünce beni suya yaklaştırmaz, birkaç metre gerisindeki göğerik ağacına yaslanır otururdum. Kavak ağaçlarının gölgesi geçip gittikçe yeşilin onlarca tonu çıkardı ortaya. Radyoda “arkası yarın” dinleyip kaneviçe işleyen ablalarımla arkadaşlarından duyardım yeşilin başka renklerini de; acı yeşil, kara yeşil, açık yeşil…Çim kokusu, tavını henüz almış toprak kokusu, önümden akan suyun kokusu, elma çiçeklerinin kokusu, karşıdaki susamların kokusu, bahçenin çimenliğini yapraklarıyla boydan boya örten kocaman ceviz ağacının kokusu… Kokular ve renklerden sonsuz cümbüş olurdu ilkbaharla sonbahar arası.
Mandallar, puştalar açılır bunların araları merizlerle ayrılır, ağaçlar budanırdı. Bir oraya bir buraya koşturulur, çay için işe ara verildiğinde bizim gibi bahar hazırlıkları yapmaya gelmiş bahçe komşularıyla hasbihal edilir, Dutlu Kırı ile Hocacihan bağlarına bir fırsat bulup da gidilemediği muhakkak dile getirilirdi. Uzaktı oralar ve herkesin arabası atı yoktu. Dutlu kırı şuracıktaysa da Hocacihan’daki bağlara gitmek için illa bir araya gelinirdi. Yılda bir defa baharda üzüm budamaya, sonra sonbaharda bağbozumuna. Etrafına badem ağaçları sıralanmış çukur bağlar ne çoktu oralarda. Bağbozumu zamanlarının ve Eylül sözününbendeki etkisi hep masal tadındadır. İlkinin mor ve sarı renkleri, diğerinin yakmayan sıcağı, üşütmeyen soğuğu vardır.  
Delibeylerin Ahmet Dede’yi namaz vakitleri haricinde her daim bahçesinde ve kimi görse tiz sesiyle hayırlar dilemede görürdük. Selamsız geçen kimse olmazdı çayın kenarından uzayıp giden yolda. Omuzuna beli uzatıp bahçesine giden bir adam, ardında eskimiş camadanı ve mor donu ile yürüyen bir kadın. Mor don, eskimiş şalvarın diğer adıdır. Camadan, önünde ince bir iple arkaya doğru bağlanan gömlek gibi bir şey. İş kıyafetinin adıdır kadında. Orta yaşı çoktan geçmiş kadınlar pek bakımsız görünürlerdi bana. 
Kahverengi üniforması ve beline takılı copuyla kolcu, çayın derin yerlerine yüzmeye yahut bahçelerden çağla, salatalık, çilek çalmaya gelmiş olması muhtemel çocuklar için gezinir dururdu. Tahsili yoktu ama otoritesi çoktu kolcunun.
Bahçe tavındayken günler öncesinden bellenir, toprak buhara durduğunda işler sıraya dizilirdi. Bahar aylarında hafta sonları bahçe işi ile başlar, Kasım ayazlarına kadar sürerdi. Güz gelince, yapraksız kalmış kayısı ağaçlarının altında öylece kalan kocaman göbekli lahanalara bakar garip bir yalnızlık hissine kapılırdım. Kışın çok sığırcık olurdu. Yerden kalkmayan kar yüzünden yiyecek arayan karga sürüleri bir de. Çay donunca da yeşil başlı ördekler inerdi. Belli bir zaman aralığında gelen göçmen kuşların dereyi konaklama için kullandıklarını çok sonra öğrendim. Şimdi hepsi başka yerlere gittiler.
Kasaba ile şehrin karıştığı bir yerde, bahçeler içinde büyümenin anlattırdığı pek muhtasar şeylerdi dediklerim. Meram ve çevresinde çocukluk yaşamak, yediğim kayısı kurusu tadındadır. Yılın bütün mevsimleri daima iç içedir.
Muammer Ulutürk
(K+ ilk sayısından)





30 Nisan 2012

TÜRK ARŞİV TARİHİ’NİN EN ESKİ FOTOĞRAFI

Sinan ÇULUK
 
Türk Arşivcilik Tarihi’nin tespit edilebilen en eski fotoğrafı, Berlin Kongresi kararları gereği teşkilatlandırılan Bulgaristan Komiserliği’nin dosya usulü evrakına dair fotoğrafıdır.
İlk kez Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin çıkardığı “Osmanlı Arşivi Galerisi” adlı katalogda yayınlanmıştır. Ortadaki sandığın üzerinde “Bulgaristan Komiserliği’nin dosya usulüyle tertib ve tanzim edilen yirmi iki senelik evrakıdır. Sene 1318 [1902-1903] Ali Ferruh” ibaresi mevcuttur.
Ali Ferruh Bey’in bir önceki görevi Washington Elçiliği idi. Oradan diplomasi ve idare mesleğindeki başarıları üzerine Bulgaristan Komiserliği’ne getirildi. Onun belgeye ve arşive verdiği önemi de gösterir görev süresinde hazırlanan bu dosyalar zamanla artarak yaklaşık üç yüz elli bin belge sayısına ulaşmıştır. Maalesef bu arşivin tanziminden bir sene sonra genç yaşta vefat etti. Temelini attığı arşiv sayesinde Balkanlardan terk-i diyar ederek geldiğimizde oradaki arşivimize bir zarar gelmedi. 
Büyük devletler sırasında sayılmanın şartlarından olarak devletimiz bu arşive sahip çıkmış ve fedakâr arşivcilerin çabalarıyla gün yüzüne çıkarılmasına az kalmıştır. 
 
http://sinanculuk.blogspot.com/2013/07/turk-arsiv-tarihinin-en-eski-fotografi.html


06 Şubat 2011

Meramlı Bir Portre/İğneci Bedriye


Köy ve şehir özelliklerini birlikte görebileceğiniz bir yerde çocukluk günlerini geçirmenin farklı yanları az değil. Bundan zaman zaman bahsediyorum.
70’li yıllar... Bedriye Abla, çocukluğumda korkuyla karışık saygı duyduğum nadir kişiliklerdendi. Yaz kış kimin hastası varsa, kime iğne yapılacaksa çıkar gelirdi evinden. Kalın ve sert ses tonuyla emreder gibi konuşurdu karşısındakiyle. Kısa boylu, orta yaşı çoktan aşmış harbi bu kadını tanımayanımız yoktu. Pazen pantolon giyerdi Bedriye. Üzerinde pantolon gördüğüm ilk kadındı. Elinde kocaman bir fortmen çanta. Fortmen çanta ne demekse...

Biz onu İğneci Bedriye olarak bilirdik. Bazen evinden alır gelirlerdi. Çoğu zaman da iş ortağı Süleyman motosikletinin ardına atar, Bedriye iğnesini yapana kadar dışarıda beklerdi. Ara sıra bozuşurlardı.
Çantasından gereçlerini çıkarırken evin hanımı piknik tüpünü çoktan hazır ederdi yanında. Tüpün olmadığı günlerde gaz ocağı ile kaynardı edevat. Sonraları ispirto ocağı çıktı. Bedriye söylenir dururdu kendinize bakmazsınız, sonra da yersiniz iğneyi diye. Metal şırınga kutusunu açar, uygun iğneyi bulur sonra da kocaman enjeksiyon takımını içi su dolu kapta kaynatırdı. Bu steril işlem bana bir tür cerrahi müdahale gibi gelirdi. Meraklı gözlerim kaçırmamaya çalışırdı olup biteni. Sonra Bedriye kırk yılın başında ikram edilen çay ya da kahveyi içer hızla giderdi evine. Konya’dayken bir ara gördüm onu Meram’da. Sağ mıdır bilmem.  

26 Nisan 2010

Yüzyılın Başında Konya


Geçmiş zamanlarda şehirler üzerine yapılmış çalışmaların kıymetini şimdi daha iyi anlıyoruz. Salnameler, şehrengizler, temettuat defterleri, tapu tahrir kayıtları, seyahatnameler bir şehrin gelişim ve değişimleriyle birlikte muhtemel birtakım problemleri çözmekte önemli kaynaklar olurlar.
Arapkirli Doktor Nazmi Aziz Selcen (1887-1945), “Türkiye’nin Sıhhi İctimai Coğrafyası-Konya Vilayeti” adlı kitabını 1922 yılında neşretmiş. Konya’da bir dönem Sıhhıye Müdürü olarak da görev yapan göz hastalıkları uzmanı Doktor Nazmi, bu eseri, 10 Mart 1921 tarihinde “Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye Vekaleti” –şimdiki adıyla Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı- görevine getirilen Dr. Refik Saydam’ın, illerde görev yapan Sıhhiye Müdürlerine gönderdiği yazı üzerine kaleme almış. İllerden gelen raporlar doğrultusunda o dönem Türkiyesinin sağlık verileri başta olmak üzere diğer istatistikleri bir üst başlık altında yayınlanmış. Bir tür monografi olarak düşünebileceğimiz bu raporlarda ülkenin sadece bir sağlık haritası çizilmemiş, coğrafi özelliklerden iklim bilgilerine, aşiretlerden köylere, inançlardan bulaşıcı hastalıklara kadar detaylı bilgiler verilmiş. Kitaptan elde ettiğim verilerden bazılarını zikretmek istiyorum.

Toplam 11 ilçeye sahip Konya’nın genel nüfüsu 500,966 kişi. Bir maden işletmesi bulunmayan il merkezinde, 10 köyün bağlı bulunduğu Sille Nahiyesinde işletilen taş ocağı sayısı 12. Yazarın, taşların şehre naklinin pahalı olması sebebiyle bir dekovil (raylı sistem) öneriyor olması dikkat çekici.
O dönemin ahalisi, genellikle fes üzerine sarık sarıp lata ve elifi şalvar giyiyor. Esnafın kıyafeti ise abani sarık, şalvar ile alelade palto ve ceket. Kasaba ve köy gençleri, paçaları topuktan dört parmak yukarıda kısa bir potur, ayaklarına kovançları uzun bir mest ve kundura veya yemeni takıp baldırına silahlık ve kuşak sararak üzerine mintan ve fermene, fes üzerine de yemeni bağlıyorlar. Konya kadınlarının çoğu, geniş ağlı don ve başlarına şemle (çelme) silme tabir ettikleri yünden imal edilmiş bir setre ile yalnız bir gözü hariçte bırakmak suretiyle örtünüyor. Zengin olanları ise başlarında fes olduğu halde çarşaf giyerlermiş. Fakirliğin diz boyu olduğu günlerde kullanılan giyim-kuşam isimlerine dikkat çekmek isterim.

Düğünlerde silah atmak, otuz arabadan yüz arabaya kadar gelin alayları tertip etmek, lohusa kadınlara paluze pişirip göndermek, şimdi olduğu gibi Receb ayının ilk kandilinde eşe dosta “pişi” dağıtmak, kandil sabahı çocukların kapı kapı dolaşıp “şivli” diye bağırarak, kendilerine ikram edilen üzüm ve karışık leblebileri heybelere doldurması gibi bazı geleneklerin halen devam ediyor olması gayet güzel.
Kimi bâtıl inançlara rağbet o dönemde halkın eğitim durumunun zayıflığı sebebiyle daha kuvvetli görünüyor. Halk doktora, hastaneye rağbeti giderek arttırsa da, türbe ve tekke ziyaretleri, efsun-büyü işleri, Mayıs ayında sülük tutunmak oldukça yaygın.
Merkez ilçede 75 yataklı mülki, 300 yataklı askeri hastaneden başka Amerikan Muavenet Heyeti’nin yönetiminde 40 yataklı bir hastane, Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin, 7. Adana Hilal- Ahmer Hastanesi adıyla açtığı 200 yataklık bir hastane ile savaş nedeniyle askeriyeye tahsis edilmiş çaşitli binalardan 2000 yataklı bir asker hastanesi mevcut. “Hadika-i Sıhhat”, “İstikamet”, “Sıhhat”, “Şifa” ve “Osmanlı” adını taşıyan beş eczane ile Eczacı Asaf Bey idaresinde on bin Lira sermayeli bir ecza deposu hizmet vermiş. O yıllardan günümüze gelebilen bir eczane var mıdır bilmiyorum.

Eğitim süresi 12 senelik “Sultani”, 4 senelik “Mekteb-i Sanayi” ve 150 öğrencisi olan “Darul’eytam” (Çocuk Esirgeme kurumu), 10’u erkek ve 8’i kızlara ait olmak üzere 18 “Mekteb-i İbtidai” (İlkokul), “Darul’irfan” adında özel bir ilkokul ve farklı büyüklükte 8 adet “Sıbyan Mektebi” mevcut. Konya merkezde sayısı 53’ü bulan medreselerin 20 kadarı hariç diğerleri yıkılıp gitmiş. İşte burası son derece vahim.
Alıntılar yaptığım Doktor Nazmi’nin kitabını sadeleştirip yayına hazırlayan Yrd. Doç. Dr. Mehmet Karayaman. Haziran 2009 doğumlu kitap, Çizgi yayınlarından çıkmış. Meraklısına...

Lale; Bir Devrim Bir Devir

Lale, bizde bir devrin, Kırgızistan’da bir devrimin de adı oldu. Her ikisinin sonu da bazı yönleriyle birbirine benziyor.
Bizim buralarda laleler açarken, Kırgızistan’daki “Lale Devrimi”nin beşinci yıldönümünden iki hafta sonra/geçen hafta ülkenin kuzeyindeki Talas kentinde başlayan, ardından başkent Bişkek’e yayılan isyanlar, ülke siyasetini baştan şekillendirdi. Sovyetlerin çöküşünden sonra Kırgızistan’da, halkın Lale Devrimi ertesi yaşadığı hayal kırıklığını yeni devrimin sebebi sayıyor uzmanlar. Tarih tekerrür etti. Akayev gitti Bakiyev geldi.  Şimdi o da yok. Bakalım kimler çıkacak bunun altından?
Oralarda olup biteni bir kenara bırakarak, tarihin yapraklarından birini aralayıp bir devre adını veren bu hoş bitki hakkında hasbihal edelim. Lale Devri, Osmanlı Devleti'nde, 1718 yılında Avusturya ile imzalanan Pasarofça Antlaşması ile başlayıp, 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanı ile sona eren dönemin adıdır. Devin padişahı III. Ahmed, sadrazamı ise Nevşehirli Damat İbrahim Paşadır. Zevk ve sefâ devri olarak bilinir.
O devirde lale pek eşsiz, pek efsunkâr bir çiçektir. İstanbullular, öylesine âşıktırlar ki, hakkında en mahsus şarkı ve gazelleri Nedim’den duyarlar:
“Erişti nevbahar eyyamı açıdı gül-ü gülşen;
Çırağan vakti geldi, lâlezarın dîdesi ruşen.
Çimenler döndü ru-yü yare reng-i lâle vü gülden.
Çırağan vakti geldi, lâlezarın dîdesi ruşen.”
    Aynı yıllarda Osmanlı mülkü Anadolu’da Ercişli Emrah şöyle demektedir:
“Tutam yâr elinden tutam,
Çıkam dağlara dağlara
Olam bir yaralı bülbül,
İnem bağlara bağlara.”
Lâle gönüllerde eşsiz bir hükümdardır. Bütün sohbetler onun üstüne kurulur. “Filan efendinin bahçesinde bir lale türemiş de, gören bayılıyormuş...” Halka da bulaşan lale modası ortalığı kasıp kavurmaktadır.  Fiyatlar alıp başını gitmiştir lakin. 1722 yılının Eylül’ünde Padişah III. Ahmed bir ferman yayınlar. Her lale cinsinin fiyatının belirlenmesi için istanbul Kadısı’na buyruk verir. O kadar pahalanmıştır ki lale fiyatları; he şu “Mahbub” adı verilen lale yok mu? Hınzıra güç yetmez ki alına! Tam bu sıralar, önüne gelen “benim lalem daha değerlidir” demeye başlar. Lale piyasasında haksız kazanç alıp başını gitmiştir. İstanbul bu sebeple karışmak üzeredir. İki yüz otuz dokuz cins lale devrin düzenini bozmak üzeredir. Devlet bu duruma daha fazla seyirci kalmaz. Mahkeme kararıyla Vefalı Mehmed Bey’in yetiştirdiği “Niz-i rummanî” adlı laleye en yüksek fiyat biçilir ve ortalık durulur. (Bkz. M. Uluğtekin Yılmaz, Osmanlının Arka Bahçesi, Ankara, 1998). 
Hollanda’da var bir lale çılgınlığı. 1624 yılında başlayıp 1637 yılında bitmiş. Öyle ki, fiyatların hızla yükselmesiyle kimi lale türleri gemilerle takas edilmiş, bir lale soğanının fiyatı Amsterdam’da bir ev fiyatına eşdeğer hale gelmiş.
Osmanlı Devleti’nde Lale Devri’nin sonu, Patrona Halil İsyanı ile başlar. Bu ayaklanma 28 Eylül 1730da başlayıp üç gün sürmüştür. Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa idam edilmiş; Sultan III. Ahmed tahttan indirilmiş, tahta I. Mahmud getirilmiş ve sonradan Lale Devri adı verilecek devir sona erdirilmiştir.
Lale’ye dikkat etmek lazım...

11 Ekim 2007

Geçmiş Zaman Olur ki…

2007-03-12/18:31:00

Yetmişli yıllarda Mevlâna Caddesi’nden, eski Sümerbank binasının soluna döndüğünüzde Fenni Fırın’a giden cadde üzerinde inşaat malzemeleri satan oldukça uzun cepheli bir dükkânımız vardı. Şimdi çift yönlü olan cadde, o zamanlar dar bir sokaktan ibaretti. Mahallenin eski evleri, geniş ahşap kapılardan girilen evlerin küçük bahçelerinde mundar ağaçları, Şair Hasan Rüştü Sokağında birkaç matbaa dükkânı, Demirci Hasan Çalıkoparan Amca’nın atölyesi, Rahmetli Hasan Amca’nın mis gibi kokan leblebici dükkânı, halıcılar, antikacılar ve muhakkak ikindi vakitlerinde bu dükkânlardan günlük kısmetlerini almaya gelen delileri vardı.

Kâğıt beş liraların iş gördüğü, çeklerin senetlerin, düzenbazlıkların nadirattan sayıldığı, “pırpır”ların; Nalçacı, Otogar ve Öğretmenevleri istikametine dolmuş yaptığı, Mahkeme Hamamı’nın rağbet gördüğü 30 yıl öncesi… Hayatımız ne kadar sade ve basitti. Halıcılara alışverişe gelen hippi kılıklı kızlı erkekli turistlerin karşısına geçer, dakikalarca onları rahatsız ettiğimizin farkında olmadan bakar dururduk. Pek de müsamahalı olurlardı. Mahallemize, turist rehberliği yapan komşumuzun oğluna misafir gelen genç adamın isminin Erik olduğunu öğrendiğimizde şaşırıp kalmıştık. Erik diye bir isim olduğuna göre, bunların armut yahut elma şeklinde de isimleri de var mıydı acaba? İngiliz olduğunu öğrendiğimiz Erik, bir sene sonra tekrar geldi. Bizden yaşça büyük olanlarımız, bu Erik’in ikinci defa gelmesinin hayırlı olmadığına, bir ajan olabileceğine kanaat getirerek, gece yarısı arabasının tekerlerini bıçaklayacaklarını, bunu söylemesi muhtemel çocukları da cezalandıracaklarını söyleyiverdiler. Sabah olup da, Erik komşu evinden dışarıya çıktığında, arabasının lastiklerini gördü ilkin. Sağa sola bakındı. Bakkalın önündeki Ankara gazozu kasalarının üstünde birkaç kafadar erkenden yerimizi almışız. Hemen koşup vaziyeti anlatacağım ama serde dışlanmak ve belki zarar görmek riski var. Bağırıp çağırmadı. Ev sahibiyle birlikte başının çaresine baktı. Sonraki günlerde araba için de bir komşu evinin bahçesini gidene kadar garaj olarak kullandı. Okul çıkışı “üç korner bir penaltı”ya sahne olan maçımızın ardından, yapılan işin “eşşeklik” olduğu kararına varıldı. Adam ajan olsaydı mahalleye mutlaka “birileri” gelirdi.

Okul çağını çoktan geçmiş mahalle delikanlıları, pek de iri madeni ikibuçuk ve beş liraları toprak zemine çizdikleri T şeklindeki düzeneğe uzaktan atar, parayı çizgiye en yakın atanı diğerini “ütmüş” olurdu. Bu oyunun adını hala hatırlamam. Cebinde parası bulunmayanlarımız, özene bezene tükürükleyip taşlara sürttüğü aşıkları, okul çantası dahil her yerde bulundururdu. Zor bulunan iri keçi eneğini sürtmek, boyamak ve ışıl ışıl yapmak aşık oynamak kadar zevkli olurdu. Aşık kemiği, elin baş, işaret ve orta parmaklarıyla tutulur belirli bir yükseklikten yere atılır ve aşığın yerdeki duruşu tok, aç, bey veya dalak şeklinde isimlendirilirdi. Aşık atılırken mutlaka yere çömelip, “haydi enek” denilir ve yere düşüşü merak içinde beklenirdi. Ütmekten kasıt, diğerine üstün gelmek ve bahse göre elindekini almak demekti. Ütmeye konu olan malzemeyi şimdikilerin tahayyül etmesi ne zor: Rakibin aşığı, gazoz kapağı yahut da zeytin çekirdeği…

Geçmiş zamana dair bir hikayeyi bugüne taşımak, kimi zaman bir seneler mukayesesi, kimi zaman da, çocuk olmanın bugün ne kadar zor olduğunu bilmek bakımından bir ruh gevşemesine yol açıyor.