din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
27 Haziran 2015
10 Eylül 2014
İÇ SAVAŞLARIN YENİDEN GÜNDEME GETİRDİĞİ DÜŞÜNCE AKIMI: SELEFİLİK
Kelâmî önceliği bulunan selefîliğin devlete talip olan siyasi bir argümanın ittiricisi olmasını yadırgamamak gerekir.
Selefîlik konusu Ortadoğu’da halihazırda yaşanan insan kıyımıyla yeniden gündeme geldi. Esasında kelâmî önceliği bulunan selefîliğin günümüz zaviyesinden bakıldığında devlete talip olan siyasi bir argümanın ittiricisi olmasını yadırgamamak gerekir. Başlangıçta masum birtakım kelâmî tartışmaları ihtiva eden bu hareket, tarihin belli dönemlerinde, türlü saiklerin bir sonucu olarak bu anlayışın devlet nizamına dönüşmesi taleplerini beraberinde getirdi. Örneklerini aşağıda vereceğiz.
Dinde samimiyet anlamında, Hz. Peygamber ve sahabe zamanını ihya etmeyi, bidatlerden uzak bir hayat tarzı benimsemeyi ve farklı kültür ve dinlerin etkilerinden azade bir yaşama biçimini her Müslüman önemser ve değerli görür. Ancak İslam’ın nassları merkez olmak kaydı ile durmadan değişen sosyal hayatı muhtevi yaşama biçimlerini göz ardı etmek, makul bir yorum olarak düşünülebilir mi?Selefi hareketlerin devlet nizamı olarak yorumlanması bile sözünü ettiğimiz değişim süreçlerinin sonucu değil midir?
Kavramsal olarak, bir kimsenin kendisinden önce gelen anlamına gelen “selef”, sözlükte “önceki nesil”, “selefiyye” de “bu nesle mensup olanlar” demektir. İslam düşünce tarihinde selefiyye adını taşıyan bir kurumsal bir yapıya rastlanmaz. İslamliteratüründe selef, sahabe sonrasıdin bilginlerini ifade ederken, selefiyye terimi ise iman esaslarıyla ilgili konularda sahabe ve ardıllarını izleyerek ayet ve hadislerdeki ifadelerin zahiri ile yetinip bunları aynen kabul eden ve yoruma gitmeyen Ehl-i Sünnet topluluğunu belirtmek için kullanılır. Bunlar, Kur’an ve sünnetle birlikte sahabe sonrası ilim neslinin görüşlerini dokunulmaz sayan, nakli bilgiyi yücelterek akli çıkarımların karşısında duran bir anlayışı temsil ederler. Sahabe sonrası ilim nesli “nass”dan sayılamayacağına göre kendisini selefî olarak niteleyenler aslında onların kelâmî konulardaki görüşlerini alarak bir başka yoruma gitmektedirler.
İlk dönem selefiyye anlayışının en belirgin özelliğinin, kelamkonularında akli çıkarımları iptal etmek, ayet ve hadisle yetinmek ve her türlü yorumdan kaçınmak olduğu söylenebilir. Siyasi ve kültürel konjonktürün etkilediği kimi fırkaları çıkardığımızda Ehl-i Sünnet mensuplarının zaten bu meseleyi sorun etmedikleri görülecektir. Günümüzde sorun aslında kelamcıların, filozofların, bâtınî yoruma her daim açık sufilerin manası kapalı ayetleri yorumlamasında değil, gelişen şartların etkisiyle ortaya çıkan medeniyet ürünlerinin tezahürüne bakış biçimiyle başlamaktadır. Şu halde türbeler, camiler, muhtelif kurumlar, zaviyeler, giyim kuşam şekilleri, kısaca zamanların getirisinden neşet eden modern değişim süreçlerine karşı üretilen karşı duruşu, kelâmîmeselenin neresine koyacağız sorusununcevabını aramak icap eder.
Bugünün Ortadoğulu Selefîleri ile Selefîliği sistemleşip bir akım haline getiren İbnTeymiyye’yi birbirine karıştırmamak lazım geldiğini düşünüyoruz. “Takiyyuddin İbn Teymiyye(öl. 1328), sağlam olduğu bilinen nakil ile aklı selimin asla çelişmeyeceğini, dolayısıyla da tevile gerek kalmayacağını ısrarla savunmuştur. Haçlı seferleri ve Moğol istilâsı etkilerinin görüldüğü bir dönemde İbnTeymiyye, Müslümanların inancını ve birliğini güçlendirmek amacıyla öğrencisi İbnKayyim el-Cevziyye ile birlikte katı lafızcı bir yaklaşımdan Kur’an ve Sünnet çerçevesi içinde dinî bir akılcılığa yer veren anlayışa geçiş yapmıştır” (Özervarlı). Özellikle sufîlerinbâtınî görüşlerini şiddetle eleştiren ve hatta bu tarz disiplinler üzerine metodoloji inşa edenleri tekfir eden İbn Teymiyye’nin, dini musikiyi, zikir törenlerini, içtihat için ağır bulduğu ehliyet şartlarını vs. reddettiğini görürüz. Onun selefîliğini ilmî ve usulî selefîlik olarak tasnif edenler mevcuttur.
“XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ıslah ve tecdit faaliyetlerini yoğunlaştıran İslâm âlimlerinin Kur’an ve Sünnet’e dönmeyi savunarak taklitten uzaklaşmayı öne çıkarmaları Selefîliğin bu dönemde daha çok tartışılmasına zemin hazırlamıştır. Özellikle İslâm dünyasının büyük bir kısmı Batılı ülkeler tarafından işgal edilip sömürgeleştirilince bu durumun sebepleri ve çıkış yolları hakkında sorgulamalar ve fikir arayışları başlamıştır. Bu bağlamda birçok ilim adamı ilk asırlardan sonra dine çeşitli hurafe ve yanlış anlayışların girdiğini, ulemâ arasında taklidin yaygınlaştığını, nasların ve diğer ilk kaynakların yerine fukahanın, kelâmcıların ve müfessirlerin şahsî görüşlerinin önem kazandığını, tasavvuf ve tarikatların halkı miskinleştirdiğini, dolayısıyla yeniden İslâm’ın özüne dönülmesi gerektiğini ısrarla belirtmişlerdir” (Özervarlı). Osmanlı Devletinin son dönemlerinde Hicaz’da ortaya çıkan Muhammed b. Abdulvahhab’ın (1703-1792) başlattığı hareket, İbn Teymiyye’nin fikirlerinin yeniden canlanmasına zemin hazırlamıştır. Kitap ve sünnet dışında kural ve yorum kabul etmeyen bu görüş sahiplerini muhalifleri vehhabi olarak nitelerken onlar kendilerine muvahhidûn veya selefiler olarak adlandırırlar. Belirli bir mezhebi taklitten kaçınmakla beraber, görüşlerinde isabetli gördükleri mezhep görüşlerine ve içtihatlara uydukları görülür. İbnAbdulvahhab ve taraftarları, kabirlere bina yapmayı, onları mescit edinmeyi, doğum günü anmalarını, tasavvuf gruplarının çıkardığı bir takım uygulamaları reddederekbunların kaldırılması adına icbari hareketlere girişmişlerdir. Hz. Osman’ın hilafeti saltanata dönüştürdüğünü ve bunu yaparak İslam’ın ruhuna aykırı bir yol tuttuğu iddiasını, Osmanlı devletinin saltanat anlayışına hamlederek Ortadoğu’da siyaseten Arap-Türk gerilimini tırmandıran İbnAbdulvahhabtaraftarları kendi lehlerine başarılı da olmuşlardır.
“Geleneksel İslâm yorumlarına olduğu kadar Batı’dan gelen her şeye karşı çıkan İhvân-ı Müslimîn,Cemâat-i İslâmî gibi hareketler ise Selefîliği bir dinî ideoloji haline getirmiş ve politik yönü ağır basan cihadî/aksiyonel gruplar ortaya çıkmıştır. Bu hareketler, birçok yönüyle dışa kapalı bir tavır geliştirmiş, bu yöndeki din anlayışının yerleşmesi ve güçlenmesi için farklı yöntemleri kullanmakta sakınca görmemiştir. Filistin sorununun kronikleşmesi ve Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgal edilmesi bu anlayışın Arap dünyası ve Hint alt kıtasında yayılmasını hızlandırmıştır. Bu süreç, İhvân-ı Müslimîn gibi nispeten ılımlı politik hareketlerden başlayıp İslâmî Cihad, el-Kaide gibi şiddet yanlısı grupların ortaya çıkmasına kadar varmıştır. Artık Selefîlik hareketini bile temsil edemeyecek kadar radikalleşen gruplar dinin ruhundan ve hedeflerinden ziyade lafzına ve şekline vurgu yapan, ahlâk boyutunu göz önünde bulundurmayan, tarihî tecrübe ve birikimleri, kültürel ve folklorik zenginlikleri reddeden bir söylem geliştirmiştir. Ayrıca politik arenada daha çok göze çarptıkları için çağdaş dünyada İslâm toplumlarının genel eğilimleriyle bağdaşmayan bir Müslüman imajının oluşmasına yol açmışlardır. Modernlikle ilgi kurmayan, siyasî yönü bulunmayan, tamamen geleneksel anlamda Selefin yolundan giden veya tasavvufun bünyesinde varlığını sürdüren Selefî cemaatler de mevcuttur. Bu sebeple çağdaş selefî hareketi sadece radikalizme veya siyasî anlayışa indirgemek suretiyle tek bir yönelişten söz etmek mümkün değildir.” (Özervarlı).Günümüz Ortadoğu’sunda beliren şiddet yanlısı selefi grupları bu kapsamda değerlendirmek gerekir.
Özetleyecek olursak, günümüzde adı terörle anılan cihadî/selefi hareketleri,ilk dönem kelamî tartışmaların ve İbnTeymiyye ve onun görüşlerinin bir neticesi olarak sistemleşenselefîlikle karıştırmamak gerekir. Bu tür hareketler çağdaş dünyadan ve geleneksel din anlayışından sızan uygulama ve anlayışlara tepki olarak geliştirilen aksiyonel bir yorumdur. Bu yorumlama biçimi zamanla özellikle Batı dünyasına karşı reaksiyona bürünen hareketlere dönüşerek siyasi boyut kazanmıştır. İslamcı terör adıyla adlandırılan örgütlerin düşünsel arka planında Batı dünyasına karşı haklı olarak derin bir nefret vardır. Bu yönüyle cihadî/selefi hareketler Müslümanların izzet ve şerefini kurtarma iddiasını taşımaktadırlar. Burada sözünü ettiğimiz selefî yorumun, -son dönemlerin Filistin, Gazze, Türkmeneli, Doğu Türkistan ve Rojava meselesindeki tepkisizliğine bakarak- hangi izzeti kurtardığınıayrıca sormalıyız.
Müslümanların tarih boyunca oluşturdukları bilim, kültür ve sanat eserlerini ortadan kaldırmaya yönelen bu hareketler hariciliğin çağdaş izdüşümü sayılabilirler. Müslümanlar esasen böylesi yorumların peşinden giderek kendilerine zarar vermek yerine, giderek büyüyen İslam karşıtı cereyanlara karşı ilmî, usulî ve cihadî bir karşı duruş geliştirmeli ve bir araya gelmenin yollarını aramalıdırlar.
----
- M. Sait Özervarlı, (2009),“Selefiyye”, DİA, c. 36, s. 399-402.
Selefîlik konusu Ortadoğu’da halihazırda yaşanan insan kıyımıyla yeniden gündeme geldi. Esasında kelâmî önceliği bulunan selefîliğin günümüz zaviyesinden bakıldığında devlete talip olan siyasi bir argümanın ittiricisi olmasını yadırgamamak gerekir. Başlangıçta masum birtakım kelâmî tartışmaları ihtiva eden bu hareket, tarihin belli dönemlerinde, türlü saiklerin bir sonucu olarak bu anlayışın devlet nizamına dönüşmesi taleplerini beraberinde getirdi. Örneklerini aşağıda vereceğiz.
Dinde samimiyet anlamında, Hz. Peygamber ve sahabe zamanını ihya etmeyi, bidatlerden uzak bir hayat tarzı benimsemeyi ve farklı kültür ve dinlerin etkilerinden azade bir yaşama biçimini her Müslüman önemser ve değerli görür. Ancak İslam’ın nassları merkez olmak kaydı ile durmadan değişen sosyal hayatı muhtevi yaşama biçimlerini göz ardı etmek, makul bir yorum olarak düşünülebilir mi?Selefi hareketlerin devlet nizamı olarak yorumlanması bile sözünü ettiğimiz değişim süreçlerinin sonucu değil midir?
Kavramsal olarak, bir kimsenin kendisinden önce gelen anlamına gelen “selef”, sözlükte “önceki nesil”, “selefiyye” de “bu nesle mensup olanlar” demektir. İslam düşünce tarihinde selefiyye adını taşıyan bir kurumsal bir yapıya rastlanmaz. İslamliteratüründe selef, sahabe sonrasıdin bilginlerini ifade ederken, selefiyye terimi ise iman esaslarıyla ilgili konularda sahabe ve ardıllarını izleyerek ayet ve hadislerdeki ifadelerin zahiri ile yetinip bunları aynen kabul eden ve yoruma gitmeyen Ehl-i Sünnet topluluğunu belirtmek için kullanılır. Bunlar, Kur’an ve sünnetle birlikte sahabe sonrası ilim neslinin görüşlerini dokunulmaz sayan, nakli bilgiyi yücelterek akli çıkarımların karşısında duran bir anlayışı temsil ederler. Sahabe sonrası ilim nesli “nass”dan sayılamayacağına göre kendisini selefî olarak niteleyenler aslında onların kelâmî konulardaki görüşlerini alarak bir başka yoruma gitmektedirler.
İlk dönem selefiyye anlayışının en belirgin özelliğinin, kelamkonularında akli çıkarımları iptal etmek, ayet ve hadisle yetinmek ve her türlü yorumdan kaçınmak olduğu söylenebilir. Siyasi ve kültürel konjonktürün etkilediği kimi fırkaları çıkardığımızda Ehl-i Sünnet mensuplarının zaten bu meseleyi sorun etmedikleri görülecektir. Günümüzde sorun aslında kelamcıların, filozofların, bâtınî yoruma her daim açık sufilerin manası kapalı ayetleri yorumlamasında değil, gelişen şartların etkisiyle ortaya çıkan medeniyet ürünlerinin tezahürüne bakış biçimiyle başlamaktadır. Şu halde türbeler, camiler, muhtelif kurumlar, zaviyeler, giyim kuşam şekilleri, kısaca zamanların getirisinden neşet eden modern değişim süreçlerine karşı üretilen karşı duruşu, kelâmîmeselenin neresine koyacağız sorusununcevabını aramak icap eder.
Bugünün Ortadoğulu Selefîleri ile Selefîliği sistemleşip bir akım haline getiren İbnTeymiyye’yi birbirine karıştırmamak lazım geldiğini düşünüyoruz. “Takiyyuddin İbn Teymiyye(öl. 1328), sağlam olduğu bilinen nakil ile aklı selimin asla çelişmeyeceğini, dolayısıyla da tevile gerek kalmayacağını ısrarla savunmuştur. Haçlı seferleri ve Moğol istilâsı etkilerinin görüldüğü bir dönemde İbnTeymiyye, Müslümanların inancını ve birliğini güçlendirmek amacıyla öğrencisi İbnKayyim el-Cevziyye ile birlikte katı lafızcı bir yaklaşımdan Kur’an ve Sünnet çerçevesi içinde dinî bir akılcılığa yer veren anlayışa geçiş yapmıştır” (Özervarlı). Özellikle sufîlerinbâtınî görüşlerini şiddetle eleştiren ve hatta bu tarz disiplinler üzerine metodoloji inşa edenleri tekfir eden İbn Teymiyye’nin, dini musikiyi, zikir törenlerini, içtihat için ağır bulduğu ehliyet şartlarını vs. reddettiğini görürüz. Onun selefîliğini ilmî ve usulî selefîlik olarak tasnif edenler mevcuttur.
“XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ıslah ve tecdit faaliyetlerini yoğunlaştıran İslâm âlimlerinin Kur’an ve Sünnet’e dönmeyi savunarak taklitten uzaklaşmayı öne çıkarmaları Selefîliğin bu dönemde daha çok tartışılmasına zemin hazırlamıştır. Özellikle İslâm dünyasının büyük bir kısmı Batılı ülkeler tarafından işgal edilip sömürgeleştirilince bu durumun sebepleri ve çıkış yolları hakkında sorgulamalar ve fikir arayışları başlamıştır. Bu bağlamda birçok ilim adamı ilk asırlardan sonra dine çeşitli hurafe ve yanlış anlayışların girdiğini, ulemâ arasında taklidin yaygınlaştığını, nasların ve diğer ilk kaynakların yerine fukahanın, kelâmcıların ve müfessirlerin şahsî görüşlerinin önem kazandığını, tasavvuf ve tarikatların halkı miskinleştirdiğini, dolayısıyla yeniden İslâm’ın özüne dönülmesi gerektiğini ısrarla belirtmişlerdir” (Özervarlı). Osmanlı Devletinin son dönemlerinde Hicaz’da ortaya çıkan Muhammed b. Abdulvahhab’ın (1703-1792) başlattığı hareket, İbn Teymiyye’nin fikirlerinin yeniden canlanmasına zemin hazırlamıştır. Kitap ve sünnet dışında kural ve yorum kabul etmeyen bu görüş sahiplerini muhalifleri vehhabi olarak nitelerken onlar kendilerine muvahhidûn veya selefiler olarak adlandırırlar. Belirli bir mezhebi taklitten kaçınmakla beraber, görüşlerinde isabetli gördükleri mezhep görüşlerine ve içtihatlara uydukları görülür. İbnAbdulvahhab ve taraftarları, kabirlere bina yapmayı, onları mescit edinmeyi, doğum günü anmalarını, tasavvuf gruplarının çıkardığı bir takım uygulamaları reddederekbunların kaldırılması adına icbari hareketlere girişmişlerdir. Hz. Osman’ın hilafeti saltanata dönüştürdüğünü ve bunu yaparak İslam’ın ruhuna aykırı bir yol tuttuğu iddiasını, Osmanlı devletinin saltanat anlayışına hamlederek Ortadoğu’da siyaseten Arap-Türk gerilimini tırmandıran İbnAbdulvahhabtaraftarları kendi lehlerine başarılı da olmuşlardır.
“Geleneksel İslâm yorumlarına olduğu kadar Batı’dan gelen her şeye karşı çıkan İhvân-ı Müslimîn,Cemâat-i İslâmî gibi hareketler ise Selefîliği bir dinî ideoloji haline getirmiş ve politik yönü ağır basan cihadî/aksiyonel gruplar ortaya çıkmıştır. Bu hareketler, birçok yönüyle dışa kapalı bir tavır geliştirmiş, bu yöndeki din anlayışının yerleşmesi ve güçlenmesi için farklı yöntemleri kullanmakta sakınca görmemiştir. Filistin sorununun kronikleşmesi ve Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgal edilmesi bu anlayışın Arap dünyası ve Hint alt kıtasında yayılmasını hızlandırmıştır. Bu süreç, İhvân-ı Müslimîn gibi nispeten ılımlı politik hareketlerden başlayıp İslâmî Cihad, el-Kaide gibi şiddet yanlısı grupların ortaya çıkmasına kadar varmıştır. Artık Selefîlik hareketini bile temsil edemeyecek kadar radikalleşen gruplar dinin ruhundan ve hedeflerinden ziyade lafzına ve şekline vurgu yapan, ahlâk boyutunu göz önünde bulundurmayan, tarihî tecrübe ve birikimleri, kültürel ve folklorik zenginlikleri reddeden bir söylem geliştirmiştir. Ayrıca politik arenada daha çok göze çarptıkları için çağdaş dünyada İslâm toplumlarının genel eğilimleriyle bağdaşmayan bir Müslüman imajının oluşmasına yol açmışlardır. Modernlikle ilgi kurmayan, siyasî yönü bulunmayan, tamamen geleneksel anlamda Selefin yolundan giden veya tasavvufun bünyesinde varlığını sürdüren Selefî cemaatler de mevcuttur. Bu sebeple çağdaş selefî hareketi sadece radikalizme veya siyasî anlayışa indirgemek suretiyle tek bir yönelişten söz etmek mümkün değildir.” (Özervarlı).Günümüz Ortadoğu’sunda beliren şiddet yanlısı selefi grupları bu kapsamda değerlendirmek gerekir.
Özetleyecek olursak, günümüzde adı terörle anılan cihadî/selefi hareketleri,ilk dönem kelamî tartışmaların ve İbnTeymiyye ve onun görüşlerinin bir neticesi olarak sistemleşenselefîlikle karıştırmamak gerekir. Bu tür hareketler çağdaş dünyadan ve geleneksel din anlayışından sızan uygulama ve anlayışlara tepki olarak geliştirilen aksiyonel bir yorumdur. Bu yorumlama biçimi zamanla özellikle Batı dünyasına karşı reaksiyona bürünen hareketlere dönüşerek siyasi boyut kazanmıştır. İslamcı terör adıyla adlandırılan örgütlerin düşünsel arka planında Batı dünyasına karşı haklı olarak derin bir nefret vardır. Bu yönüyle cihadî/selefi hareketler Müslümanların izzet ve şerefini kurtarma iddiasını taşımaktadırlar. Burada sözünü ettiğimiz selefî yorumun, -son dönemlerin Filistin, Gazze, Türkmeneli, Doğu Türkistan ve Rojava meselesindeki tepkisizliğine bakarak- hangi izzeti kurtardığınıayrıca sormalıyız.
Müslümanların tarih boyunca oluşturdukları bilim, kültür ve sanat eserlerini ortadan kaldırmaya yönelen bu hareketler hariciliğin çağdaş izdüşümü sayılabilirler. Müslümanlar esasen böylesi yorumların peşinden giderek kendilerine zarar vermek yerine, giderek büyüyen İslam karşıtı cereyanlara karşı ilmî, usulî ve cihadî bir karşı duruş geliştirmeli ve bir araya gelmenin yollarını aramalıdırlar.
----
- M. Sait Özervarlı, (2009),“Selefiyye”, DİA, c. 36, s. 399-402.
30 Mayıs 2013
Hacı Bektaş-ı Veli ve Mevlana Celaleddin-i Rumi
Yrd. Doç. Dr.
Muammer Ulutürk
Hacı Bektâş-ı Velî ile Mevlana Celaleddin-i Rumi,
Moğol istilasına tanık olan XIII. asır Türkiye’sinde yaşamış iki önemli şahsiyettir.
XIII. asırda, dünya tarihinini etkileyen önemli siyasî, sosyal ve ilmî
değişiklikler ve gelişmeler yaşanmıştır. Haçlı Seferleri ile altüst olan, yıkılıp
yakılan Anadolu ve Yakın Doğu, bu dönemde Moğol istilası (1218-1258) yaşamış,
büyük siyasî, ekonomik ve sosyal problemlerle karşı karşıya kalmıştır. Bu zaman
diliminde, tasavvufi düşünce Anadolu’ya açılmış, Anadolu’da filizlenip,
kökleşmiştir. Şeyh Ömer Şühreverdî, Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin İrakî,
Necmeddin Dâye gibi tasavvuf büyükleri Anadolu’ya gelmiş, saygı görmüşlerdir.
Bu devirde Horasan’dan Anadolu’ya gelerek yerleşenlerden biri de Bektaşi
tarikatının pîr’i Hacı Bektaş-ı Velîdir.
Biri Selçuklu devletinin başşehri Konya’da daha çok
aydın bir çevreye, diğeri Kırşehir taraflarında Türkmen halk topluluğuna
seslenen bu iki mutasavvıf arasında manevî bir bağın bulunduğu, meşrep bakımından
ayrılsalar bile yollarının aynı olduğu dile getirilmekte ve hiçbir zaman
tarikat kurucusu olmadıkları halde vefatlarından sonra kendi adlarına nispetle
kurulan Mevlevilik ve Bektaşîlik tarikatları aralarındaki rekabet yüzünden
birbirlerine karşı durdukları/durmadıkları tartışmaları sürüp gitmektedir. Bir
görüşe göre bu rekabet yaşadıkları döneme aitti ve Hacı Bektaş Veli ile Mevlâna
Celâleddin Rumî’nin toplumsal ve siyasal konumları birbirinden farklı olduğu
kadar da karşıt durumdaydı. Birisi istilacı Moğollara karşı mücadele siyasetine
girmiş bulunan ve onları Rum’dan (Anadolu) çıkarmaya çalışan İzzeddin II.
Keykavus’un, diğeri ise Moğol korumacılığını yeğleyen, Cengiz oğullarının bir uç
beyliği ya da eyaleti olmayı kabul eden kardeşi Rükneddin Kılıcarslan’ın
yandaşıydı. Bu görüşe göre Hacı Bektaş Veli ile Mevlâna Celâleddin birbirine
aykırı yaşamış, inançta birleşemedikleri gibi toplumsal ve siyasal yönden de
birbirlerinin karşısındaydılar.[1]
Ortaya koydukları eserler ve görüşleri incelendiğinde
iki çağdaş mutasavvıfın dönemin tarihi olayları karşısındaki tutumlarını ortaya
koyacak malzemeyi kendilerinden sonraki tarihi kaynaklarda aramak gerekecektir.
Zira birbirlerini yerdiklerine, eleştirdiklerine dair herhangi bir bilgi, kendi
yazdıkları eserlerde yer almamaktadır. Selçuklu ve Moğol yöneticileri
arasındaki ilişkileri ve bu bağlamda Mevlana ile Hacı Bektaş arasında mevcut
olduğu söylenen münasebeti, siyasi/mezhebi görüş, efsanevi rivayetler ve
anakronizm üzerinden yapmak ise isabetsiz bir iş olacaktır. Hacı Bektaş
hakkındaki bilgi, ikinci dereceden kaynaklarda bulunmaktadır. Bunlardan ikisi;
Elvan Çelebi’nin “Menakıbu’l-Kudsiye” adlı aile tarihi ve Ahmed Eflaki’nin
“Menakıbu’l-Arifin” adını taşıyan Farsça eseridir.
Doğum
ve ölüm tarihi hakkında kesin bir tarih vermek müşkül olsa da Hacı Bektâş-ı Velî’nin 606/1209-1210 tarihinde Nişabur’da doğduğu[2]
ve 669/1270-1271 tarihlerinde vefat ettiğine dair bazı rivayetler mevcuttur.
Babası, İbrahim Sânî lakaplı Seyyid Muhammed b. Musa Sani, annesi ise bilgin
bir zat olan Şeyh Ahmet’in kızı Hatem Hatun’dur.[3] Osmanlı
müelliflerinden Taşköprüzâde, onu I. Murat (1362-1389) devri uleması arasında
zikreder.[4]
Aşıkpaşazâde, onun doğu illerinden geldiğini ve Osmanlılardan hiçbiriyle görüşmediğini[5]
Ahmet Eflâkî ise Hacı Bektâs-ı Velî’nin Mevlânâ ile (1207-1273) çağdaş olduğunu
söylemektedir.[6] Velâyetnâme’ye göre Hacı Bektaş hayatını
geçirdiği bugünkü Hacıbektaş kasabasının bulunduğu Sulucakarahöyük’te ölmüş ve aynı
yerde toprağa verilmistir. I. Murat, Bektaş’ın
mezarını Yanko Madyan adlı mimara yaptırtmış, II. Bayezit ise mezarın kubbesini
kurşunla kaplattırmıştır.[7] Hacı Bektaş’a
nispet edilen eserler; Kitabu’l-Fevaid, Fatiha Suresi Tefsiri, Şathiyye,
Nasihatlar, Şerh-i Besmele, ve Makâlât adını taşımaktadır.
Aslında
iki Hacı Bektaş-ı Veli’den söz etmek yerinde olacaktır. Bunlardan biri, ne
Mevlana Celaleddin-i Rumi ne Yunus Emre ne de Anadolu’da yaşamış başka hiçbir
sufinin onun kadar güçlü bir kutsallaşmanın konusu olmadığı[8]
menkıbevi/mitolojik Hacı Bektaş’tır. Bektaşilikten başka hiçbir tarikatın piri
de bu derece muazzam bir kültün, güçlü bir imanın ve kutsallığın konusu
olmamıştır. Onun mitolojik hayatını
anlatan malumat da ”Vilayetname” adlı eserden gelir ki, bugünkü Alevi-Bektaşi toplulukları
onu bu eserin anlattığı mitolojik çerçevede tanımaktadırlar. Tarihsel Hacı
Bektaş-ı Veli ise “Horasan Erenleri” diye bilinen Kalenderiye akımına mensup,
dolayısıyla Horasan Melametiyye Mektebinden olduğuna muhakkak nazarıyla bakılan
sufilerden biridir. Moğol istilasıyla Anadolu’ya vuku bulan derviş göçleri
arasında kendine bağlı bir Türkmen aşiretiyle birlikte gelmiş olmalıdır. Onun,
söz gelimi dönemin başkenti olan Konya gibi bir şehirde değil de küçük bir
Türkmen köyünde yaşamayı tercih etme gerekçesi Babai isyanından sonra Selçuklu
merkezi yönetiminin gayri sünni (hetorodoks) Türkmenlere karşı takip ettiği
politika ile sünni meslektaşlarının eleştirilerinden uzak kalmayı tercih etmesi
olarak düşünülebilir. Nitekim Mevlana’nın bile gıyaben tanıdığı bu Türkmen
şeyhine hiç de iyi bakmadığı bilinmektedir.[9]
Selçuklu Anadolu’sunda, Babâi hareketinin lideri Baba
İlyas’ın çevresinde ve Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşunda adı geçen Hacı Bektâş’ın,
devrinin kaynaklarında hemen hemen hiçbir iz bırakmadığına bakılırsa yaşadığı
dönemde yaygın bir şöhrete sahip olmadığı söylenebilir.[10]
Hacı Bektâş-ı Veli, Ürgüp yöresindeki Hıristiyanlarla
çok sıkı ilişkiler geliştirmiş, onların ihtidasına zemin hazırlamıştır. Nitekim
kendisine yakınlık duyan bölge Hıristiyanları tarafından “Aziz Charalambos”
adıyla takdis edilmiştir. Ayrıca o istilacı Moğolların İslam’a girmeleri için
yoğun faaliyetler göstermiştir.
Hacı Bektâş-ı Velî’nin, Hoca Ahmet Yesevî tarafından
yetiştirilip Anadolu’ya gönderildiğine dair bazı iddialar bulunmasına rağmen[11],
yaşadıkları dönemler dikkate alındığında, Ahmet Yesevî (562/1166-1167) ile Hacı
Bektâş-ı Velî’nin (669/1270-1271) aralarında yüz yılı aşkın bir zaman dilimi
olduğu görülmektedir. Ancak Yesevî ocağından feyz aldığı hususunda, mevcut
araştırmalar ittifak halindedirler.[12]
Bunlardan Ethem Ruhi Fığlalı’ya göre, Hacı Bektâş-ı Velî tahsilini Nişabur’da
yapmış, Arapça ve Farsçayı iyi öğrenmiş ve manevi terbiyesini de aynı yerde
tamamlamıştır. Ahmet Yesevî’nin onun ilk hocası olması tarihsel olarak mümkün
görünmemekle birlikte, Yesevî etkisi fark edilmektedir.[13]
Âşıkpasazâde, Hacı Bektâş-ı Velî’yi meczup bir derviş
olarak zikreder ve onun bir şeyh olacak ve bir tarikat kuracak durumda olmayıp,
kendini bilemeyecek kadar cezbe sahip bulunduğunu kaydeder.[14]
Elvan Çelebi ise “tâc-ı sultanı istemeyen, Allah’ın kendisine edep, ilim, bilim
ve takva verdiği bir şahsiyet olup şeriatı bilip onunla amel eden, tarikatta da
ârif vasfına sahip kişi”[15]
olduğunu belirtir. Hacı Bektâş’ın Sünni bir mutasavvıf olduğu tezini ileri
sürenler, genellikle Makâlat isimli esere dayanırlar.[16]
Hacı Bektaş, Asık Paşa, Yunus Emre ve Mevlana gibi o çağların sünni, şeriata bağlı,
riyadan, kötü huylardan, ilhad ve ibahecilikten uzak olgun mutasavvıflar
zümresindendir.[17]
Mevlana
Celaleddin-i Rumi, 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde
yer alan Horasan’ın Belh şehrinde doğmuştur. Hacı Bektaş ile Mevlana’nın gerek
doğum gerekse vefat tarihlerine ilişkin rivayetlere bakıldığında aralarında çok
az bir zaman farkı olduğu görülmektedir. Mevlâna’nın babası Belh Şehrinin ileri
gelenlerinden olup, sağlığında “Bilginlerin Sultânı” unvanını almış olan
Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled’tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in
kızı Mümine Hatun’dur. Sultânü’I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve
yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle 1212 veya 1213 yıllarında aile
fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh’den ayrılmak zorunda kalmıştır. On
sekiz yaşına gelmiş olan Celaleddin, Semerkandlı Lala Şerafettin’in kızı Gevher
Hatun ile evlenmiştir. Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat, Bahaeddin Veled’i Konya’ya
yerleşmeye razı etmiş ve babasının vefatından sonra onun vasiyeti, sultanın
buyruğu ve Bahaeddin Veled’in müritlerinin ısrarlı ricaları sonucu Celâleddîn
babasının yerine geçmiştir. Babasının öğrencilerinden Tebrizli Burhaneddin Muhakkik
Şems-i Tebrizî ile buluşması onu ve görüşlerini derinden etkilemiş, Şems’in
vefatının ardından Konya’da yaşadığı süre içinde onun yokluğunda kuyumcu
Selahaddin Zerkûb ile dost olmuştur. Mevlana; Fahreddin Iraki, ilk zamanlar
araları soğukken daha sonra iyi ilişkiler kurduğu Sadreddin Konevi, Kübreviyye
tarikatının kurucusu Necmeddin-i Kübra’nın halifesi Necmeddin Daye, Hacı
Mübarek Haydar, Sa’di Şirazi, Kudbeddin-i Şirazi ve Hoca Reşidüddin ile de
dostluklar kurmuştur.
Mevlana,
kamil manada alim, sufi ve şairlik özelliklerine sahip bir şahsiyettir. Seyyid
Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi tarafından irşad edilmiş, Şems-i Tebrizi ile
karşılaşması hayatını etkilemiş ve bundan sonra vaazlarını, medresedeki
derslerini, müridleri, irşadı bir yana bırakmış, ilahi aşk ve vecdi terennüm
eden biri olmuştur. Divan-ı Kebir’deki şiirlerinin büyük bir kısmını Şems ile
karşılaşma sonrasında yazmıştır. Onun dini-tasavvufi düşüncesinin kaynağı
Kur’an ve sünnettir. “Canım tenimde
oldukça Kur’an’ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım...”
beytiyle bunu dile getirmiştir.
Onun
müridleri halktan, her sanat ve meslek tabakasındandı. Dönemin yöneticileri ile
kurduğu yakın ilişkileri genellikle nasihat çerçevesinde sürdürmüş, onların
aralarındaki çekişme ve rekabete dayalı siyasi mücadelelerin içine girmemeye
özen göstermiştir. Moğollarla ilgili bazı açıklamaları sebebiyle Mevlana’nın
Moğol sempatizanı olduğu yönünde iddialar öne sürülmüştür. Halbuki Mevlana’nın
Moğollar’la ilgili görüşleri olayları ta savvufi perspektiften ele alıp
yorumlamasından ibarettir. Mevlana bu çerçevede bir yandan dönemin bu büyük
gücünün yükselişini izah etmekte, öte yandan yaptıkları zulümleri dile
getirerek uzun ömürlü olamayacaklarını söylemektedir. Nitekim Mevlana’nın
öngördüğü şekilde Konya’yı kuşatan Moğol kumandanı Baycu şehre saldırmamış ve
Moğollar daha sonra müslüman olmuştur.[18]
Eserleri,
görüşleri, hakkındaki çalışmalar ve tercümeler yoluyla dünyada geniş bir
kitleyi etkileyen Mevlana 17 Aralık 1273 günü Konya’da vefat etmiştir.
Hacı Bektaş-ı Veli ile Mevlana’nın Bazı Konulardaki
Görüşleri:
İnsan
Hacı Bektaş, Allah bütün kâinatın yaratıcısıdır der; gökteki
meleklerden cinlere kadar, hayvanât, nebâtât her şey Allah’ın “ol” demesiyle
var olmuştur. İnsan yaratılmışlar içerisinde en önemlisi olup “eşref-i
mahlukât”tır. Kur’ân’a göre insan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Bu
görüşünü şöyle özetler:
“Hararet nardadır, sac’da değildir
Keramet baştadır, tac’da değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te Mekke’de, Hac’da degildir.”
Hacı Bektâş-ı Velî öğretisi evrensel bir yaklaşımla,
dünya insanının kardeşliğini, dünya uluslarının dostluğunu savunur: O, insanlığa
olan sevgisini “yetmiş iki milleti ayıplamamak”, “yetmiş iki millet birdir
bize”, “dünya içinde yaratılmış nesneler eşittir sözleriyle dile getirir. Yukarıda
zikrettiğimiz gibi Hacı Bektas-ı Veli’nin Hıristiyanlarla sıkı ilişki içinde
olması ve onların dinine karsı hoşgörülü davranması, onların ihtidasına zemin
hazırlamıştır.”[19]
Bütün İslâm mütefekkirleri gibi Mevlâna’ya göre de
insan, bedeniyle pek küçük ve değersizdir ama, mana cihetiyle o âlemin en
kıymetli unsurudur: “Sen görünüşte bu
âlemde en küçük şeysin ama taşıdığın mana bakımından en büyük âlem sensin.”[20]
İnsan-ı kâmil, kemâl ufkundaki insan demektir ve din
adına da hüsn-ü misâldir. Bugüne kadar insanların arızasız Hakk’a yönelmeleri
hep insan-ı kâmiller tarafından temsil edilmiştir. Bu itibarla her mekân
parçasının, her zaman diliminin su kadar, hava kadar insan-ı kâmile ihtiyacı
vardır. Çünkü insan-ı kâmil, yeryüzünde Allah’ın tam halifesidir. O insanın
kendini bilmesi konusunda şöyle der:
“Canının içinde bir can var, o canı ara!
Dağının içinde bir hazine var, o hazineyi ara!
A yürüyüp giden sûfî, gücün yeterse ara;
Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara!”
Mevlâna’ya göre insanı tanımanın yolu, mistik bir
çabalamadan geçer. Zahirî ilimlerle insanı tanımanın imkânı yoktur. Zaten böyle
bir imkân olsaydı, riyâzet gibi onca ağır uğraşılara ve zahmetlere girip
kendini feda etmeye gerek kalmazdı.
İkisinin de ortak görüşü insanın yeryüzündeki varlık
sebebinin halife oluşu noktasında toplanmaktadır.
İtikad ve İbadet
Hacı Bektâş-ı Velî’ye göre de iman; “dört kapı, kırk makam” içerisinde şeriat
makamlarının birincisidir. O, Allah’ı; Hakk, Çalap, Tanrı, Mevlâ gibi isimlerle
zikreder.[21] İmanı
hazineye benzeten Hacı Bektaş, “iman bir
hazinedir, iblis hırsız, akıl da bekçidir. Eğer bekçi giderse hırsız hazineyi
çalar.” der. Bir baska yerde, “insan koyundur ve akıl çobandır ve iblis
kurttur. Çoban giderse, kurt koyunu ne yapar? Kapar. Yaratan Tanrı’ya inanmak
imandır ve emrini tutmak da imandır. Sakın dediğinden sakınmamak Tanrı’ya
inanmamaktır”[22]
der.
Allah’a karşı yapılacak kulluğun, Allah sevgisinden
kaynaklandığını ve bu sevginin gereği olarak O’na gizli-âşikar itaat etmenin
mecburiyetinden bahseden Mevlânâ, bunun istenen değerde olabilmesi için elzem
olan şartları da açıklamıştır. Bu husustaki bütün öğüt ve açıklamalarında,
Kur’ân âyetlerini kendisine ana kaynak edinmiştir. İbadet adına yapılacak iş ve
davranışların şekilden ibaret kalmamasını, Allah’ın emirlerine uyup
yasaklarından kaçınmayı, Allah’ın yarattıklarına O’nun hatırına sevgi ve şefkât
göstermeyi öğütlemiştir.
Tasavvuf
Hacı Bektâş-ı Velî Horasan ilinden almış olduğu
icâzetle Anadolu’ya gelmiş, hizmetiyle Anadolu’yu aydınlatmıştır. Etrafına
topladığı insanlara tasavvufun inceliklerini anlatmış, insan-ı kâmil olmanın,
Hakk’a ulaşmanın, hakikate kavuşmanın yollarını talebelerine öğretmiştir. Sahip
olduğu marifet bilgisini müritlerine anlatarak onlara Allah’ı sevdirmiştir.
Hacı Bektâs-ı Veli “incinsen de incitme” metodunu kullanarak insanların kalplerini
kazanmıştır.[23] Ona
göre tasavvuf, Allah’tan başka her şeyden uzaklaşmaktır. Kafadaki her türlü düşünceyi
bir kenara bırakmak, elindeki malı ihtiyaç sahiplerine vermektir. Gerçek derviş,
hiç kimsenin kendisini incitmesinden incinmez. Er odur ki, kırılmaya layık
olanı da kırıp gücendirmez. Dervişlik, açgözlülügü, mal ve para biriktirmeyi
bırakmaktır. İnsanın süsü ve güzelliği sözlerinin doğruluğunda ve
iyiliğindedir. Olgunluğu ise işinin dürüstlüğündedir.[24]
Şeriata bağlılığı mükemmel olmayan kimseye Tarikat, Marifet ve Hakikat
mertebeleri de kapalı kalır. Bu mertebeleri usulüne uygun olarak tamamlayan
kimse sonradan Şeriata bağlılığını bozarsa, Tarikat, Marifet ve Hakikati de
bozmuş olur.[25]
“Putların anası nefsinizin putudur” diyen Mevlana ise her
fırsatta nefsin yok edici, zedeleyici yönünü aktarırken, nefsine uygun davranan
varlıkları da hayvan olarak nitelemiştir. Nefsin terbiye edilmesi gerektiğine
inanan Mevlana insanlığın hayvanlara mahsus sıfatlardan arınabilmesi için
ahlaki bir doygunluğa erişmesi şarttır görüşündedir. Şöyle der:
“Ben insanların çalışıp çabaladıkları, didinip durdukları bu arayış
dünyasında, iyi huydan daha iyi bir ehliyet görmedim.”
Hoşgörü
Farklı dini ve etnik kökenlerden ve farklı
kültürlerden gelen insanları bir çatı altında toplayan, zayıfı ve güçlüyü dost
olarak kucaklayan bir mutasavvıf olan Hacı Bektâş-ı Velî’ye göre, dünyada
yaşanan kavga, dövüş ve savaşların altındaki en önemli sebep, insanî değerlerin
yoksunluğu; bencillik, hoşgörüsüzlük, kibir, gurur ve haset gibi
olumsuzlukların varlığıdır. İnsanlara “Her
ne arar isen kendinde ara!” diye seslenen Hacı Bektâş-ı Velî bütün insanlığı
sevgi barış ve kardeşliğe çağırmıştır.[26]
İnsanları geçmiş kusurlarından dolayı muâheze etmeden
şefkat ve merhametle bağışlamak insan olarak hoşgörü ile karşılayıp hilm ile
muâmele etmek Allah Rasûlü’nün hasletiydi. Hz. Mevlânâ da insan olarak herkesin
ve her insanın dostuydu. “Ben yetmiş iki
millet ile beraberim” derdi. Onun bu sözünü duyan Konyalı Sirâceddîn isimli
garazkâr bir adam hiddetlendi: “Mevlânâ
bu sözü nasıl söyler?” diye muâheze etmeye başladı ve bir adam gönderip Hz.
Mevlânâ’dan bu sözü gerçekten söyleyip söylemediğini tetkîk ettirmek istedi.
Gönderdiği adama: “Eğer bu sözü
söylediğini kabul ederse ona hakaret et!” dedi. Adam bu sözün Mevlânâ
tarafından söylendiği ikrârını kendisinden alınca hakaret etmeye başladı. Hz.
Mevlânâ: “Bütün bu söylediğin
hakaretlerine rağmen ben seninle de beraberim” dedi.
Sonuç olarak Mevlâna, Konya’da bulduğu kültürel
ortamda eserlerini devrin edebiyat dili olan farsça ile vermiş, Arap, Fars ve
Türk kültüründen etkilenmiştir. Hacı Bektaş’ın
etrafında ise göçebe Türkmenler ve Anadolu halkı vardır. Onlara, onların
anlayacağı “Türkçe” ile seslenmiştir. Bu sözler zamanında derlenip
toparlanmadığı için günümüzde bile eserlerini bilen azdır. Biri halka, öteki
kültürlü ortamlara rehberlik etmiş ve böylece birbirlerini tamamlamışlardır.
[1]
http://www.ismailkaygusuz.com/419/550/273-Hac%C4%B1%20Bekta%C5%9F%20Veli%20ve%20Mevl%C3%A2na%20Cel%C3%A2leddin%20%C4%B0l%C5%9Fkileri.html
[8] Ahmet Yaşar Ocak,
“Hacı Bektaş-ı Veli”, DİA., 14/457
[9] Bkz. Ocak, a.mad.
[18] Reşat Öngören,
“Mevlana Celaleddin-i Rumi”, DİA., 29/445
[19] Ocak, “Hacı Bektas-ı
Velî”, DİA, XIV/456.
[20] Abdulhakim Yüce,
Tasavvufta İnsan-ı Kâmil ve Mevlâna,
http://www.tasavvufdergisi.net/Makaleler/260629630_14.6.pdf
[24] Önder Göçgün, “Hacı Bektas-ı
Velî ve İnsan İmajı”, I. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş-ı Velî Sempozyumu, (22-24
Ekim 1998) Ankara 1999, s.152
[26] Eğri, a.g.e., s.132.