Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Fotoğraf Mevzuları-Konfad-Etkinlikler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fotoğraf Mevzuları-Konfad-Etkinlikler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Temmuz 2009

Güneydoğulu Tarım İşçileri



1944 Brezilya doğumlu fotoğraf sanatçısı Sebastiao Salgado; “Sadece bir fotoğraf çekmek için gitmezsiniz. Amacınız bir öykü oluşturmaktır. Ben güzel bir fotoğraf çekmeye gitmem. Güzel bir fotoğraf çekmek nedir ki ayrıca? Hayır. Ben öykünün içinde yaşamak için giderim. Neler olup bittiğini anlamak için, fotoğraflarını çektiğim insanlara yakın olmak için ve bir şeyler iletebilmek, bir bilgi akışı oluşturabilmek için...” der fotoğrafına dair. Belgesel fotoğrafa ilgi duyanlar onu, ABD başkanı Reagan’a düzenlenen suikast girişimini fotoğraflamasından tanırlar. Mülteciler, işçiler, yoksulluk ve üçüncü dünya insanlarını konu alan fotoğrafları zihinlerde yer etmiştir.

Benim gibi, bir gezi dönüşü fotoğrafı yazıyla bütünleştirmek çabasında olanlar için hoş bir izahtır Salgado’nun dedikleri. Bir öykünün içinde olmak, onu yaşamak esasen, güzel fotoğraflarla dönmektir de. İyi bir fotoğraf, iyi bir öykü kadar değerlidir. Emek ister, keskin göz ister. Kadraja girecek sağlam bir kompozisyonun acelesi vardır. Etkili fotoğrafın bir öykü kadar zamanı yoktur. Parmakla deklanşör sesi arasındaki zamanda bile kaçırılmış nice karelere tanık olursunuz.

Bu yıl kış mevsiminin başından beri fotoğraf gezilerine aralıklı da olsa devam ediyorum. Yol arkadaşlarım Gezgin-Yazar Zeki Oğuz ve Eğitimci Ali Işık’la birlikte Çumra tarafına gittik bu defa. Güneydoğulu tarım işçilerinin yerleştikleri alanlara uğrayıp fotoğraf çekmekti isteğimiz. İlk uğradığımız yer Fethiye köyü yakınlarında bir çadır-köy oldu. Bir önceki gün yağan şiddetli yağmur, yüzlerce insanın barındığı alanda gelişigüzel kurulmuş çadırları sersefil etmişti. Göçerleri rahatsız etmemek ve fotoğraf çekmeye izin almak için “çavuş” adını verdikleri ağanın çadırına uğradık ilkin. Güler yüzle buyur edilip sabah çayına ortak olduk kalabalık ailenin. Bir süre de sohbet ettik.



Dışarıya çıktığımızda meraklı gözlerle izlenip durduk. Yarı aç yarı tok çocuklar, sonra kadınlar ortalığa serpildiler. Kadınlardan kimi taşlardan çattığı ocaklarda bulaşık çamaşır yıkıyor, kimileri bakınıyorlar öylesine. Peşimize takılan çocukların dışında keyifsizlik hakim çadır-köyde. Yanımdan ayrılmayan Medine, Urfa’daki okulunda 4. sınıfa geçmiş. Sırtına sardığı iki yaşındaki kardeşi ile gezinip durdu. Temmuz günü alışılmadık bir serinlik var ortalıkta. “Çocuk hasta olacak” diyorum. Omuzlarını silkip “bir şey olmaz” diyor. Çadırlar açıldı tek tek sonra. “Çekin şu sefaleti, geceden ıslanmayan bir şey kalmadı, aç susuz ne olacak halimiz” serzenişleri yayıldı ortalığa. Nereye uğradıysak benzer yakınmalar işittik. Bazıları uzun zamandır işverenden paralarını alamamışlar. Mayıs-Eylül arası binlerce insan bu tarafa çalışmaya geliyor, iş bitince dönüyorlar yurtlarına. Aileler çok çocuklu ve olumsuzluklardan en çok etkilenenler de yalın ayak dolaşan çocuklar. Ötede bir çadırdan çağırıyorlar bizi. 18 yaşındaki genç anne, 10 günlük bebeği Filiz’i sezeryanla doğurmuş Çumra’daki hastanede. Mama, süt istiyor. Fotoğraf çektirmek isteyenlerin sayısı artıyor lakin bende çoğalan keyifsizlik içime sızıp duruyor. Sebastiao Salgado, benim burada gördüklerimin bin katı çaresizlikleri gördü de ondan mı öykünün parçası olmayı tercih ettiğini söyledi acaba? Öyle olmalı. Fotoğraflarına yeniden bakıyorum Salgado’nun yazımı yazarken. Burada savaş yok, bunlar mülteci de değil. Yaşam şartları yaşanacak cinsten de değil. Orta yaşı geçmiş olanlar çoktan alışmışlar göçerliğe. Gençlerin çoğu aynı görüşte değiller.



Çumra Kaymakamlığı geniş bir çadıra anasınıfı açmış. 40 kadar çocuk iki anasınıfı öğretmeni nezaretinde eğitim görmeye başlamışlar. Öğretmenlere böyle bir yerde çalışmanın bir anlam ifade edip etmediğini soruyorum. Farkındayız diyorlar. Çeşme az ileride. Çoluk çocuk ellerinde su kaplarıyla sudan dönüyorlar. Tuvaletler gelişigüzel yerlere yapılmış. Sağlıksızlığı tasvir edecek değilim. Tarım işçiliği sadece bu bölgede değil Konya kırsalında güneydoğulu çok sayıda ailenin geçim kaynağı. Zeki Oğuz’a fısıldıyorum: Bunlar için sezon sonunda kaldırılabilir prefabrik evler yapılsa nasıl olur ki? Birbirimize bakıyoruz…

Alibeyhüyüğü’ne yakın bir başka çadır-köye uğruyoruz öğle sonrası. Burada durum daha beter. Urfa, Viranşehir, Adana ve Mersin tarafından gelmişler. Beldenin çöplüğüne bitişik yerleşim alanındaki insanların ortak şikayeti çöpten gelen sinekler. Çadırların içine su işlemiş. Yatak yorgan dışarıda kurumayı bekliyor. Burada birden fazla çavuş var. Ağzı laf yapanlar söz alıp şikâyete başlıyorlar. Haksız değiller elbette. Durumu yetkililere aktarmak için girişimde bulunacağımızı ifade edip Çatalhüyük yoluna koyuluyoruz.

Fotoğraf çekmeye gidiyorsanız benzer öykülerin parçası oluyorsunuz. Fotoğrafı, fotoğrafların öyküsünü vesile kılarak mesajınızı başkalarıyla paylaşmak hangi yaranın merhemi olur bilemem. Benim cephemden işe yarar diye düşünüyorum. Ekmek parası için böyle bir yaşam serüveninde olmak, hiç kolay değil.

18 Temmuz 2009

Sivas Gezi Notları



KONFAD’ın 2008-2009 sezon açılışını Sayın Vekilimiz Mustafa Kabakçı’nın güzel fotoğraf gösterisiyle açmıştık Mimarlar Odası’nda. On parmağında on marifet bulunan Sayın Vekilimiz, Sivas’ı özellikle de Divriği’yi görmemizi salık vermiş ve fotoğrafçıların burayı ziyaretleri için gereken desteği sağlayacağını ifade etmişti.
Sonbaharda bize mahsus türlü sebeplerin araya girmesiyle ertelediğimiz geziyi geçtiğimiz hafta sonu gerçekleştirdik. Kendisi şehir dışında olduğundan karşılaşma imkanı bulamadığımız Sivas Valisi Sayın Veysel Dalmaz’ın talimatlarıyla her bakımdan mükemmel şekilde konuk edildik. On beş yılını Konya’da geçiren Valilik Basın Halkla İlişkiler Müdürü dost canlısı sevgili Mustafa Apaydın’ın rehberliğinde Sivas il merkezini adeta karış karış gezdik.

Halısı, Kangal cinsi köpeği, çakı-bıçağı, Balıklı Kaplıcası, Aşık Veysel’i ve Tarihi 4 Eylül Kongresi ile ülkemizde müstesna bir yeri olan Sivas’ın Konya ile tarih ve kültürel doku bakımından pek çok ortak yönü mevcut. Sivas’ı gezerken bunu hissedebiliyorsunuz. Şehir, mirasına sahip çıkan diğer şehirlerde gördüğüm bir yenilenme süreci geçirmeye devam ediyor. Kadim eserlerin kiminin restorasyonu tamamlanmış, kimininki inşaat halinde. Sivas Tarihi Kent Meydanı’nın hiçbir yerde rastlanmayacak bir özelliği var. Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi eserlerini bir arada görüyorsunuz. Buruciye Medresesi, Gök Medrese, Şifaiye Medresesi, Kale Camii, Eski Sivas Lisesi ve Hükümet Konağı bir arada. Eski ile yeniyi toplayan bu alan şehrin en işlek bölgelerinden. Buruciye Medresesi’nin serin eyvanında çayımızı yudumlarken, buranın Urfa’daki Gümrük Hanı kadar büyük olmasa da nispeten benzediğini fark ettim. Şimdilerde el sanatları üretilip satılan Medrese aynı zamanda çay-kahve içip dinlenebileceğiniz bir güzel yer olmuş. Abdi Ağa ve Osman Ağa Konakları sedirlerinde oturup huzur duyacağınız mekanlar. Sultan Alaaddin tarafından vakfedilen ve bir Danışmentler eseri olan Ulu Camii’ye varmadan Sivas’ı gördüm demenize imkan yok.



Pazar günü de anlatmaya kelimelerin yetmediği, Pirimiz Evliya Çelebi’nin “methinde diller kısır, kalemler kırıktır” dediği Ulu Camii’yi görmek için Divriği’deydik. Kangal-Divriği arasındaki yolun dar ve dolambaçlı oluşu sebebiyle belirlediğimiz vakitte ilçeye ulaşamadık. Sırf Ulu Camii hatırına bu yola bir çare bulunmasının elzem olduğunu düşünüyorum. Divriği Kaymakamı Sayın Önder Bakan tarafından cami önünde karşılandık. Bu muhteşem eserden öyle etkilendik ki, “aklım Mardin’de kaldı” ifadesini “aklım Divriği Ulu Camii’nde kaldı”ya tebdil etmek geldi içimden. Mustafa Apaydın söylemişti bir gün öncesi: Camiyi görünce beş dakika öylece kalacaksınız olduğunuz yerde diye. Az bile söylemiş. Caminin bilgi dolu imamı İlahiyatçı Hasan Hoca’nın sözleri kulağımızda, Daruşşifa Taç Kapısı ile caminin Kıble Kapısı arasında kalan iki duvar arasında tam bir saat boyunca gözümüzü ayırmadan seyre koyulduk bu muazzam eseri. Taşlarla şiir yazılır mı? Yazılmış işte.

Yapı, mimari özelliklerinin yanı sıra sergilediği geleneksel Anadolu taş işçiliği örneği ile de UNESCO miras listesinde korunması gerekli “Dünya Kültür Varlığı” olarak yer alıyor. Bu yönüyle Türkiye’de bir ilk. Bu unvan için hiç kimsenin çabalamasına gerek bile kalmamış. Özellikle kıble kapısının baş döndüren taş işçiliğini gören ecnebiler bu işe öncü olmuşlar. Ne yazık ki, buraya gelen bazı aklı evveller de o canım işlemelere tırmanarak çakılarla isimlerini kazımışlar. Divriği Ulu Camii ve Daru’ş-şifası adıyla dünya sanat tarihinde yer alan bu eşsiz eser, Anadolu Selçuklu Devleti Mengücek Oğulları Beyliği döneminde (1228) Mengücek Beyi Ahmet Şah tarafından, Şifahane ise Ahmet Şah’ın eşi Melike Turan tarafından yaptırılmış. Cami ve Darü’ş-şifanın dünyadaki diğer tarihi eserlerden bir takım farkları var: Böyle mükemmel üç boyutlu detaylı geometrik sitiller ve bitkisel bezemeler hiç bir yerde yok. Kapı ve duvarlara işlenen tüm motifler asimetrik ve her karede binlerce taş işlemeli motif bulunuyor. Usta, tekrardan kaçınmış, kendisini yenilemiş ve hiç bir motife bağımlı kalmamış. İşin ilginç tarafı başka bir eser de yapmamış. Bu yönüyle de tek olma özelliğine sahip. Şifahane Taç Tapısı, Cami Kuzey Taç Kapı, Cami Batı Taç Kapı ve Şah Mahfili Taç Kapısı olmak üzere dört kapısı bulunuyor. Ölmeden evvel görülmesi gereken yerlerden diyerek özetlemekte fayda görüyorum.

Fotoğraf gezilerinin fotoğraf dışında müthiş öğretici güzellikleri mevcut. Yaşamak lazım. Beni fazlasıyla etkileyen engellerim olmasına rağmen, böyle geziyi organize etmek yormuş olsa da neticesi güzel oldu. Gezinin gerçekleşmesine vesile olan Sayın Vekilimiz Mustafa Kabakçı’ya, konukseverliği için Sivas Valisi Sayın Veysel Dalmaz’a, gülümsemesi eksilmesin Valilik Basın Müdürü Mustafa Apaydın’a KONFAD Yönetim Kurulu adına şükranlarımı sunmak isterim. Sezon başında programa koymayı hiç aklımıza getirmediğimiz müstesna yurt köşelerini tanımamıza vesile oldular. Varolsunlar.

Ulusal II. Meke Fotoğrafçılar Buluşmasının Ardından


Hayata, eşyaya, olup bitenlere ve insana dair yeni bakış açıları sunan fotoğraf sanatının onlarca özelliği mevcut. Ben bunu, “başkaları bakar, fotoğraf sanatçısı görür” diye özetliyorum.
Bir dokümantasyon aracı olarak belgeye, bilgiye, ispata ve arşive yarayan fotoğrafın, güzel sanatlar içinde müstesna bir yeri var. Digital teknoloji, fotoğraf makinelerinin kullanım ve kazanımlarını kolaylaştırınca müşterisi de arttı doğal olarak. Türkiye’deki fotoğraf dernek ve topluluklarının sayısı hızla artmaya devam ediyor.

Fotoğraf üretimini tetikleyen sürecin bu şekilde hızlanması, sponsor destekli fotoğrafçı buluşmalarının da sayısını arttırdı. Mevsimine göre, kurum ve kuruluşlar, gönüllüler ve daha çok dernekler kanalıyla yurdun fotoğrafa uygun yörelerinde geziler ve buluşmalar organize ediliyor. Bölge, yöre ve şehir tanıtımlarına reklam işlevi de gören fotoğraf buluşmalarının istisnaları hariç Konya gibi fotoğraf deposu olan bir yerde ilgisi olması gerekenlerce yeteri kadar fark edilmemesini bir eğitim sorunu olarak görmüşümdür. Türkiye’nin neresine giderseniz gidin, yerel yönetimlerin şehrin tanıtım sorunlarından yakındıklarına şahit oluyorsunuz. Kültürel mirasın öne çıktığı yerlerde bile benzer yakınmalar eksik olmuyor. Buna mukabil, söz gelimi yerel yönetimlerin kültür müdürlükleri olmasına rağmen ilgili birimleri yönetenlerin çoğunun kültürle işleri olmadığından bunun farkına varmıyorlar. Tek bir yayını olmayan bir kültür bürosu, dairesi adı her ne ise rastlayabiliyorsunuz.



Asıl konumuza gelelim. Pek alışık olmasak da, yaşadığı coğrafyanın kıymetini bilen, vefasını başkalarıyla paylaşacak kadar gönüllü şehir efendileri de çıkıyor zaman zaman. 16-19 Mayıs tarihleri arasında Meke Gölü merkezli Ulusal fotoğrafçılar buluşması yapıldı. Öncülüğünü, daha evvel bu köşede hakkında yazdığım Ereğlili Memduh Ekici dostumuzun yaptığı organizasyonun sponsoru, Ereğli Telekom Müdürlüğü idi. Ereğli ve Karapınar Belediyeleri de destek oldular. Üç gün süren ve Türkiye’nin farklı yerlerinden gelen yetmiş kadar fotoğrafçının katıldığı organizasyonu en güzel şekilde gerçekleştiren Ereğli Telekom Müdürü Hızır Doğru’ya buradan teşekkür etmek borçtur. Kurumu adına yeme, içme, konaklama ve ulaşım sponsoru olan Hızır Bey’in elemanları da arı gibi çalıştılar. Hepsine teşekkür ederim kendi adıma. Trabzon’dan, Erzurum’dan, İstanbul’dan, Ankara’dan adını sayamayacağım birçok yerden yüzlerce kilometre kat ederek Meke’ye, şebboylara, yılkı atlarına, Karapınar’a, İvriz’e, bozkırın renkli coğrafyasına gelen bütün fotoğrafçı dostlara da teşekkür etmek isterim. İç Anadolu’nun güzel köyleriyle, ovaları ve yaylalarıyla, temiz yürekli insanıyla tanış olup güzel anılarla evlerine döndüler. Fotoğraf web sayfalarında birbirleriyle gıyaben merhabalaşan gönülleri hoş bu insanlar, kırk senelik dostlar gibi kaynaşıp bu buluşma ile yörenin gönüllü birer tanıtımcısı da oldular.

Fotoğraf sanatını, güzel ülkemizi detaylarıyla tanıtan, insanımızı buluşturup kaynaştıran, öğreten ve fark ettiren tarafıyla daha çok seviyorum. Çabanız daim olsun sevgili Mekeci, desteğiniz eksilmesin sayın Hızır Doğru. Köyünüzden bereket eksilmesin bizi bulgur pilavına, soğanına, ayranına ortak eden iyi yürekli insanlar.

03 Mayıs 2009

Mommo: Bir Hazin Öykü




Filmin Yönetmeni Atalay Taşdiken, Görüntü Yönetmeni Ali Özel ve oyunculardan Mustafa Uzunyılmaz ile “Mommo Kız Kardeşim” filmi hakkında konuştuk Konfad’da.

17 Nisan’da görücüye çıkan film, Yönetmen asistanı ve Set Fotoğrafçısı sevgili Osman Özel vasıtasıyla uzun zamandır bir ülfet oluşturmuştu bende. Kamera arkası ekibin işini gücünü bırakıp Konfad’a konuk olarak gelmesi, yönetmeninin hemşerimiz olması, konusunun Konya’ya aidiyeti ve henüz sinemalardayken görmem yazımın vesilesi oldu.

Atalay Taşdiken 1964 Konya-Beyşehir doğumlu bir reklamcı. Mommo ilk uzun metrajlı filmi. Mommo’nun vizyona girişinden evvel okuduğum birkaç satır dikkatimi çekmişti. Sordum: “Cebinizde 1000 lira bile yokken projeye başladığınızı okudum. Bu doğru mu ve şimdi 1000 liradan fazla paranız var mı?” “Basına bu konunun abartılı şekilde yansıdığını fakat yeterli bütçe olmadan filme başladıklarının doğru olduğunu” söyledi tebessümle. Filmin kazandığı ödüller konusunda, ukalalık kabul edilmezse hislerine, ekibe ve başarılı olacaklarına yürekten inandıklarını ifade etti. “Filmin Türk sinemasına katkısını” sordum sonra. “Bu ilk filmim” dedi. “Bunu, sinemayı iyi tahlil eden, kaliteli projeleri izleyenlere bırakmak lazım, filmin bağımsız olarak yetkin bir yerde durduğunu söyleyenler mevcut, bu yönüyle bir ekolün miladı olacağını söyleyebilirim, başta da dediğim gibi bunun yorumunu başkalarına bırakıyorum” dedi.

Hayatı boyunca yapmayı planladığı işi zamanı geldiğinde uygulayıp hayalini gerçekleştirenler olur. Böylelerinden Atalay Taşdiken. Selçuk Üniversitesi Fizik bölümünden mezun olmuş fakat bu alanda iş yapmamış. Yönetmenlik serüvenini anlattı sonra: “Çocukken Beyşehir’de evimizin karşısında Ar Sineması vardı. Harçlığımla haftada bir gün sinema bileti, yanında da Bozdoğan gazozu alırdım. Diğer günlerde, sinemanın dışarıya ses veren hoparlörünün altına oturur, dinlerdim. Sonra da izlemiş gibi arkadaşlarıma anlatırdım.”

Çavuş ve Hüyük’te çekimleri yapılan Mommo, gerçek bir yaşam öyküsünden uyarlanmış. Hem de yönetmenin oldukça yakınında. Perşembe akşamı Kızım Zeynep’le birlikte filme gittik. Çocuk oyuncular Elif ve Mehmet Bülbül’ü çok başarılı buldum. Özellikle Elif’i. Çavuş Kasabasında okulları gezerek bulmuşlar çocukları. Beden Eğitimi dersinde toplanan 1. sınıf öğrencilerine yaklaşırken görmüş Elif’i Taşdiken. Filmin Görüntü Yönetmeni Ali Özel’e, çocukları çekip Elif’i en sona bırakmasını istemiş. Elif’i tercih etmesinin risk olduğunu anlattı. Çocukların arasından en çekingeni o imiş. Başlarda dramatik yoğunluğu olan kareler çekilmiş. Monitörün ardına da hiç geçirmemişler Elif ile Mehmet’i. Filmde, sonraki eş korkusundan çocuk sevgisini kaybetmiş babayı oynayan usta oyuncu Mustafa Uzunyılmaz, köyün kahvesinde mukallit adamlarla hayli sohbetler etmiş yörenin ağzına vâkıf olmak için. Taşdiken, Uzunyılmaz’ın Türk sinemasında nadir görülen karakterlerden birini oynadığını ifade etti. Aynen katılıyorum. Tavır, tip ve konuşma biçimiyle ilklerden biri. Mükemmel bir oyun çıkarmış. Mustafa Uzunyılmaz’a filme katılışını anlatmasını istedim. Sözü Taşdiken alarak, Rıza Sönmez ile anlaştıklarını fakat hayati bir mazeretini gerekçe göstermesi ve Uzunyılmaz’ı önermesiyle projeye onun dahil olduğunu ifade etti. Hasan Dede rolünde oynayan Mete Dönmezer müthiş performans sergilemiş. Çocukların Bez Bebek dizisinden ilgiyle izledikleri Mehmet Usta, dizi çekimleri sebebiyle Konfad’da değildi. İstanbul’lu Bakkal rolüyle göz doldurmuş o da. Filmin bu üç oyuncusunun dışında kadraja giren herkes yörenin yerlisi. Çok da başarılılar. Erkan Oğur mükemmel müziğiyle filmi tamamlayan sanatçı olmuş.

Mommo, 14. Nürnberg Türkiye Almanya Film Festivali’nden En İyi Seyirci Ödülü’nün yanı sıra, festival jürisinin En İyi Film Ödülü olmak üzere iki dalda birincilik ile döndü. Berlin Film Festivali’nde de Generation/Genç Kuşak Yarışması’nın K Plus Bölümü’ne seçilen ilk Türk filmi ünvanını da taşıyor. Filmin Görüntü Yönetmeni 1977 Konya-Çetmi doğumlu Ali Özel’i ayrıca tebrik etmek lazım. Her bir karesini sergilenmeye layık bulduğum “fotoğraflık” görüntüler çıkarmış. Absürd, kafa karıştırıcı, konusu bizden olmayan, bohem anlatım ve karakterleriyle kirli kimi sinema filminin yanında izlenir, tavsiye edilir bir film Mommo. Öksüz kalmış çocuklar, vicdan muhasebesi, ağır sorumluluklar, gurbet Almanya vurgusu, yoksulluk ve çaresizlik ekseninde duygusallığı ağır basan, duygu sömürüsü yapmayan ve günümüzde örnekleri herhangi bir yerde görülebilecek türden. Öcü Mommo korkusundan daha çok bir aile dramının ağır bastığı yüzakı bir film.

Mommo aslında benim korkum diyen Atalay Taşdiken ile aramda bir yakınlık var. Benim çocukluğumun öcüsü de Markut’tu. Markuuuuut! Torbanı sarkıııııııt!

Bu filmin bütün okullarda öğrencilere gösterilmesini istiyorum kendi adıma. SBS, dershane ve ödev telaşında boğduğumuz çocuklarımızın, başka hayatların da varlığını ve ihtimal her evin kapısında Mommo kadar korkutucu gerçeklerin yaşanabileceğini bilmeleri lazım.

Ve Atalay Taşdiken’e ricadır. Şu Anadolu coğrafyasında filmlerin, yönetmenlerin uğramadığı yer kalmadı. Doğunun, Karadeniz’in, Ege’nin, Akdeniz’in yöresel ağızları dillerde pelesenk oldu. Çavuş Kasabasındaki öykünün benzerleri, sıradışıları, alışılmamışları mevcuttur Çumra’da, Kulu’da, Ereğli’de. Gelin ve Oskarlık işler yapın. Bu kumaş sizde fazlasıyla var…

16 Nisan 2009

Bolay Yaylası’nda Bir Bahar Günü




-Ilıcapınar Yaylalarında-

“Erisin dağların karı erisin
İnsin seli düz ovayı bürüsün
Türkmen eli yaylasına yürüsün
Ak kuzular melesin de gidelim.”
Karacaoğlan

Eski adı Pirlerkondu Taşkent’in. Barcın Yaylası, Göksü Irmağı, Dedemli, Taşeli Platosu, Gevne Vadisi ve Karacaoğlan’ın dizelerine sahne olan yörelere uzanan güzergâhın kavşak noktası burası. Ilıcapınar hemen ötede. Birkaç yıldır sıkça gider oldum bölgeye. Bolay Yaylası’nın baharını görmek Nisan’ın ilk haftasına kısmet oldu. Sonbaharının hüznü ile yazının sıcak renklerini nev bahar ile tamamlamayıp görülecek bir kış mevsimi kalsın istercesine yol aldık Toroslar’a doğru.

Yol kenarlarına çiğdemler, papatyalar serilmiş, badem ağaçları çiçekleriyle güne çoktan merhaba demişler. Baharın en güzel zamanında oralarda olmanın keyfini çıkarıyoruz. Biliyoruz ki, en fazla üç hafta sonra yaylasında, dağında yörenin ne nevruz, ne de kardelen kalacak. Hava bir kapanıp bir açıyor, yağmur iniyor kimi zaman, sonra duruyor. Kısa molalar verip tabii güzellikler kaçıp gideceklermiş gibi objektiflerimizi çeviriyoruz.

İlk çay molası her zamanki gibi Sarıoğlan’da. Hava serin. Evden çıkarken kabanımı almadığıma hayıflanıyorum. Bereket ki, arabanın bagajından eksik etmediğim yağmurluğum var. Karazorlar’ın tesisinden kuşluk vakti çıkmadan ayrılıyoruz tanıdık yüzlere hoşçakalın diyerek.

Ilıcapınar’ın Elmaağaççığı yaylası ve Gevne sırtları karla kaplı. Vadilerden çağıl çağıl sular akıyor. Yol boylarında rastladığımız çeşmelerin çoğunun borusu patlamış. Geçen onca kurak baharın ardından böylesini görmek nasıl bir mutluluktur anlatılmaz.

Yamaçlarda karlar erimeye yüz tutmuş. İlk nevruzla Feslikan Yaylasına giden tepede karşılaşıyoruz. 21 Mart’ta Tatköy’ün dağlarında bulduğumuz tek nevruzla avunmak zorunda kalışımızı hatırlıyorum. Toprak ısınmıştı henüz. Burada gördüğüm ilk nevruzun kaç kare fotoğrafını çektiğimi bilmiyorum. Vakit kaybetmeden tepeyi aşıp Bolay’a ulaşıyoruz.

Yol kenarındaki caminin önüne çekiyoruz arabamızı. Benim isli çaydanlıktan çay yudumlamamıza izin vermiyor ıslak çalı çırpı. Çay elbette vazgeçilmezidir gezginlerin. Lakin manzara unutturmaya yetiyor çayı kahveyi. Ayboğazı Şelalesi ile aramızda kalan vadiden Bolay Çayı’nın suları delirmiş gibi akıyor. Önümüzde binlerce sarı çiğdem. Ekin tarlası gibi. Aralarına karışmış kardelenler ve nevruzlar. Toprağın suya doyduğu geniş yaylada ayakkabılarımız çamur içinde kalıyor. Batıp çıkıyoruz. Karlı dağlar, ara sıra üstümüze inen yağmur, ötede göğün maviliğine izin veren doygun bulutlar çiçeklerin arka fonunu oluşturuyor. Zeki Oğuz ve Mustafa Karaçelebi vadinin başka yerlerinde bir kaybolup bir görünüyorlar. Saatlerce, saatlerce fotoğraf çekiyoruz.


Yayladaki evlere uğruyoruz ikindi sonrası. Ortalıkta kimseler yok. Ermenek tarafına gidip gelen tek tük vasıtadan başka sadece biz varız yaylada. Gönül ayrılmak istemiyor buralardan. Taşkent’e geri dönüyoruz sonra. Kıble Kayasının altındaki çağlayan köpükler saçarak köprünün altından akıyor. Taşkent buradan kartal yuvası gibi görünür. Bir kahvehaneye uğrayıp yaylada hasret kaldığımız çayın tadını çıkarıyoruz.

Sanıyorum her bahar, Nisan ayının ilk haftası, Bolay uğrak yerlerimizin ilki olacak.

02 Nisan 2009

Memduh Ekici ile Fotoğrafları Üzerine



Memduh Ekici ile Söyleşi:
Dr. Muammer ULUTÜRK
Hakimiyet Gazetesi-27.03.2009

1. İşe en başından başlayalım isterseniz, ben sizi yakından tanıyorum. Tanımayanlar için kimdir Memduh Ekici ?

1957 yılının güz aylarında Konya-Ereğli Yeniköy’de doğmuşum. Bozkırın en tozlu yerlerinden birisidir doğduğum köy. Türkiye iklim haritalarında en az yağış alan noktalardan birisi olarak işaretlidir. 4 yaşında bozkırın en yeşil yerine, Ereğli’ye gelmiş ailem. Çocukluğum İvriz pınarının suladığı cennet bahçelerinde geçti. Elimizle balık tuttuğumuz, suya çimdiğimiz dereleri, sabahları çiğ düşmüş meyve bahçeleri vardı. Sabah serinliğinde mahallenin sığırları hergeleye katılır, cami çeşmesinden içme suyu getirilirdi. Akşamüstü babamızı sokağın başında karşılar, elindeki “çarşı ekmeği”nden büyükçe bir parça koparıp oyun oynayan arkadaşlarımızın arasına koşardık. Velhasıl, o yılların mahalleleri nasılsa bizim mahallemizde öyleydi.
1976 yılında liseyi bitirip Ankara’da Eczacılık eğitimine başladım. 1983 yılında Konya 3.Ana Jet Üs Komutanlığında Ecz. Astğ. olarak askerlik görevinin ardından 1985 yılından bu yana Ereğli’de serbest eczacı olarak çalışıyorum. 1985 yılında dünyanın en anlayışlı ve sabırlı hanımı ile yaptığım evlilik ve Allah’ın bize emanet ettiği 3 tatlı kız çocuğu ile dünyasını tatlandırmış bir babayım.

2. Fotoğraf ne zaman ve nasıl bulaştı size ve zaman bir tutkuya dönüştü?
Digital teknoloji olmasa pek çok değerli dostum gibi ben de uzaktan izleyecektim elbette. Üniversite yıllarından itibaren edebiyat ve resim sanatı ile amatör olarak hep ilgim olmuştu. Bir kenarda sakladığım bu minik eskizler Değerli dostarım Selçuk ünv. Güzel sanatlar Fak. Öğretim üyeleri İlham Ahmet ENVEROĞLU ve Orhan CEBRAİLOĞLU tarafından görüldüğü günden itibaren her şey değişti. Bana öyle bir motivasyon verdiler ki; Kırk yıllık ressamların bile denemeye cesaret edemeyeceği işlere bulaştım. Mesnevi hikayelerini minyatür tarzında aydınger üzerine kesik uç ve rapido ile çalışmaya başladım. 50X70 bristol kartonlara çini, suluboya karışık teknikle resimler ürettim. O sıralar Ereğli’de seramikçi bir dostun atölyesinde çini merakı başladı. Kulaktan duyma bilgilerle, sorarak öğrenme yoluyla, deneme yanılma usulü 10-15 çalışmadan sonra bir şeylere benzetmeye çalıştığım güzel ve özgün çini tabaklar yapmaya başladım. Bu çalışmalarımda en büyük katkı bana sabreden eşimden ve Selçuklu belediyesi çini atölyesinin fırın ustası Veli bey’den olmuştur. Derken efendim, yıl 2002. Ereğli’de Resim ve Çini çalışmalarımdan oluşan bir sergi ile bu işlere bir nokta koyduk. Heves bitmedi ama, bizim 3 numaralı kızımız “KUŞ CIVILTISI” hanemizi şereflendirerek ortalıkta dolaşmaya başladı. Kendimi işsiz kalmış bir delikanlı gibi hissettiğim anda, Allah karşıma fotoğrafsever, fotoğraf bilir bir genç insan çıkardı. Tavsiyesi ile efsane sony R1’i elime aldım. Dijital teknoloji ya elimdeki alet… Her gün, gün doğarken ve gün batarken olmak üzere iki vardiya sokakları dolaşıp eski evleri fotoğraflıyorum. İki ay kadar böyle devam etti. Allah onlardan razı olsun, değerli dostum İlham ENVEROĞLU ile birlikte fotoğraflarımı bir prof. Dostumuza (izni olmadan ismini vermem doğru olmayabilir) yorumlaması amacı ile gösterdik.
Fotoğrafa başladığım an olarak kabul ettiğim ve ilk ders olarak her zaman, her yerde anlattığım tarihi bir cevap aldım. “DOSTUM; BUNLAR MAKİNENİN ÇEKTİKLERİ, SENİNKİLER NEREDE…!!!” Yıl 2006. Aylardan Haziran. Yolculuk başlamış oldu. Derken efendim, net fotoğraf diye bir fotoğraf paylaşım sitesinde yayınladığım fotoğraflarıma, bu işi benden iyi bilenlerden eleştiri yapmalarını rica eden mesajlar gönderdim. Kimseyi örnek almadan, kendi seçtiklerimi ve hissettiklerimi fotoğrafladım. Bilgisayarda seyrettim ve acımadan sildim çektiklerimi. Aynı yere tekrar tekrar gittim ve konuya hakim olmayı öğrendim. Beynimde sürekli olarak çektiğimi hayal ettiğim fotoğraflarım oldu. O fotoğrafları ararım gezdiğim her yerde, tekrar tekrar gitmemin sebebi bu arayıştır. Çekmeyi en çok hayal ettiğim fotoğrafa tam iki yıl sonra gittim. Çocukluğumda zihnime yerleşmiş bir fotoğraftı bu. Belki de fotoğrafa başlamamın sebebidir bu. Merak ettiniz madem, söyleyeyim. “Toz kaldıran sürüler.” Sürü fotoğrafları, özellikle de toz kaldıran sürüler benim çalışmalarımda çok ayrı bir öneme sahiptir. Ereğli, Halkapınar, Karapınar, Ayrancı ve Ulukışla kırsalında hangi çobana sorsanız beni tanıyor ya da görmüştür. Pek çoğu kadrolu sürümdür zaten. Beni ziyarete gelen fotoğrafçı dostlarıma da gereken misafirperverliği ve modelliği yaparlar. Sorunuzdan uzaklaşmayalım isterseniz. Amatör olarak ne iş yaparsanız yapın zaten o sizin tutkunuzdur. Sevmediğiniz bir işte çalışarak geçiminizi sağlayabilirsiniz lakin tutku ile sevmeden hiçbir sanat dalında üretemezsiniz.

3. Hepimizin yaşamla bir alışverişi, bir derdi var. M. Ekici’nin derdi nedir? Hayata nasıl bakarsınız?
Kısaca özetlemek gerekirse; hayata gönül gözünden bakmaya çalışırım. Allah rızkıma kefildir, nafakamız için bir iş vermiş nasıl olsa diyorum. Çalışmayı ihmal etmezsek dünyalığımızı gönderecek olan O’dur. Bize düşen, insan olarak başladığımız yolu, insan olarak tamamlayabilmekten ibarettir. Bunun çizgileri önümüzden giden büyükler tarafından zaten çizilmiş. Cenab-ı Allah (c.c) peygamberlerini ve evliyalarını nasıl seçmiş ve onlara özel hususiyetler ve mükellefiyetler vermişse, sanatçıları da seçmiş ve sırlarından biraz da onlara vermiştir. İlham dediğimiz, bu sırlara açılan kapıdan başka bir şey değildir diye düşünürüm. Bu sorunun cevabı, detaylara girersek çok uzayacak. En kısadan Mevlana muhibbi gibi diyelim mi?

4. M. Ekici’nin hayattaki duruşunu nasıl ifade edebilirsiniz?
Kendi nefsim ile ilgili işlerde, iradesiz ve kaderci bir teslimiyet hakimdir. Dünya gailesi sayılabilecek sosyal olaylardan uzak durmaya çalışırım. Toplumun manevi dertleri, kültürel sahiplenme ve hizmet söz konusu olduğunda hep verimli olmaya çaba gösteririm. Toplumun ve yaşadığım coğrafyanın geleceğine bir katkım olmasını, arkamda beni hatırlatacak eserler kalmasını düşünerek hareket ederim. Fotoğraf camiasının, Anadolu kaynaklı ve yeni bir yapılanma içinde olmasını tefekkür ediyorum. Buluştuğum dostlarımda da bu şuurun var olduğunu memnuniyetle görüyorum. Çoğunlukla batı kültürü etkisinde seyreden sanat hareketleri gibi, fotoğraf sanatının gelişimi de buna parelellik gösteriyor. Maksadım yeni bir tartışma başlatmak değildir. Ticari amaçla yapılan çalışmaları taklit eden modelli fotoğraflar gibi, amaçsız görüntü yayınlamalara dikkat çekmek istiyorum. Eşyanın da ruhu olduğunu ve bunu fotoğraflarken hissetmek gerektiğine inanıyorum. Arabası ile ya da kullandığı eşya ile konuşan insanları yadırgamam hiç. Fotoğrafçı da modeli ne ve kim olursa olsun diyalog içinde olmalıdır. Fotoğrafı içinde hissederek deklanşöre basmalı ki, ortaya çıkan görüntü seyredene aynı duyguları hissettirebilsin.

5. Meke ve bozkır fikri ilk nasıl çıktı? Neden Meke ve bozkır? Neyi amaçladınız?
Fotoğrafçının yaşadığı coğrafyaya bir şekilde borçlu olduğunu ve bu borcu ödemesi gerektiğini düşünüyorum. Coğrafyasının kaybolan ve kaybolma tehlikesi taşıyan değerlerine sahip çıkmalıdır. Her coğrafya kendi kültürünü oluşturur. Benim yaşadığım coğrafyanın iki yüzü olduğuna inanıyorum. Bir yüzü Meke Gölü, Karapınar ve Karacadağ’ın yer aldığı bozkırın çöl yüzü. Diğeri Ereğli, İvriz ve Toroslar’ın olduğu bozkırın sulak yüzü. Bu bölgelerde ürettiğim fotoğraflar bence de, dostlarımca da farklı görüldü her zaman. Yalın ve amaçsız baktığınızda her yerin sarı tonlarını görüp buradan ne fotoğrafı çıkacak diyebilirsiniz. Orada bir kültür, bir ruh olduğunu bilerek yola çıkarsanız sizin görmediklerinizi gösterir, hissetmediklerinizi hissettirirler size. Kendinizin bile inanamayacağı olaylar yaşar, beklemediğiniz güzellikte fotoğraflar çekersiniz. Gönlünüzü koymuşsanız yaptığınız işe, sır kapıları ilham rüzgarı ile açılır, siz farkında olmazsınız. Ben çektim sanırsınız. Bu zanna inanırsanız o kapılar bir daha açılmayabilir. Gösterenin de, görenin de siz olmadığınıza inanmanız gerekiyor.

6. Meke’nin Dervişi’nden söz edersiniz hep. Kimdir Derviş?
Bozkırın çöl yüzünde Meke vardı, toz kaldıran koyun sürüleri, çoban köpekleri vardı. Ama hepsinden daha önemli “Meke’nin Dervişi” vardı. O gerçek bir gönül insanıdır. Dünyalık derdi olmayan, zenginliği yaşamış ama huzuru fakirlikte bulmuş, paylaşmayı seven bir derviştir kısaca. İlk karşılaştığımız gün, beni fark ederek evine girdi ve elinde bir poşetle dışarı çıktı. Aramızdaki 500 metrelik mesafeyi bana fırsat vermeden katetmeye çalışması, bana gel işareti yapmasını unutamıyorum. Karşılaştığımızda elini torbaya atarak, çıkardığı bisküvi ve lokumlar bitene kadar “Ye, Allah rızası için ye, haydi ye, bunu da ye.” deyişindeki ihlas ve samimiyeti hissedip de ona derviş dememek mümkün mü? 2007 yılı 19 Mayısında Meke’de ağırladığımız misafirlerimize gösterdiği yakınlık, evinin önünde saçta yaptığı bir avuç kavurmayı yemekle bitiremeyen aç ve yorgun 30 yetişkin insan tarafından yaşanmıştır. Beni çok sevdiğini söyler ve dua eder. Sebebi ona misafir götürmemdir belki de. Yalnız gittiğimde daha önce tanıştırdığım dostlarımı sorar, onlara selam gönderir. Meke’nin güneyindeki yayla evinde yaz kış oturur. Meke’nin ruhudur o. Ben de hizmetkârı olmaya çalışıyorum.

7. Real AVM’de bir serginiz var. Bu kaçıncı serginiz? Daha önce sergi açtınız mı?
Bu, 6. kişisel sergim. 2008 yılına kadar sadece Ereğli’de açtığım sergiler vardı. 2008 Aralık ayında, Alanya fotoğraf derneği AFSAK’ın daveti ile ilk dış sergimi açmış oldum. Konya’dan sonra Nisan ayında Ankara Fotoğraf Sanatı Kurumu davetlisi olarak Ankaralı dostlarla buluşacağız kısmet olursa.

8. KONFAD ile iletişiminiz?
Şu ana kadar Konfadlı dostlarımızla sıcak buluşmalarımız, birlikte gezilerimiz oldu. Çok istememe rağmen etkinliklerine katılamıyorum.

9. Fotoğrafa karşı eliniz hep tetikte midir? Çanta elde mi dolaşırsınız yoksa konuyu belirleyip çekime öyle mi çıkarsınız?

Eşim bugün de makinesiz çık evden diye ısrar etmez ise yanımdadır hep.

10. Fotoğraf çekerken neler hissedersiniz?
Kendimi fazla kaptırdığım zaman, model ile aramda mesafe kalmaz. Yaşına göre babasından daha sert ve muhabbetli veya oğlundan daha samimi olurum. Emsalimse asker arkadaşı gibiyimdir. Çobanların sofrasına oturur azıklarına ortak olurum. Dışı isten siyahlaşmış çaydanlıktan oracıkta, ateşin başında içtiğiniz bir bardak çayın lezzetini unutamazsınız. Çalışmam bittiği zaman, yorulduğumu hissedince anlarım nerede olduğumu. Eve girince üzerimdeki her şey çamaşır sepetine bile uğramadan, direkt olarak çamaşır makinesine girmek zorundadır. İşe gider gibi, “Ya nasip” diyerek başlarım. Çoğu zaman irademin dışında gelişir çekim safhası. Ben istediğim fotoğrafı, sesli veya sessiz olarak düşünürüm. Hareketli konuları çalışırken çok az müdahale ederim. Zaten modellerimin çoğu artık ben söylemeden ne yapmaları gerektiğini öğrendiler. Çoğu zaman bana yol gösterdikleri bile olur.

11. fotoğrafla toplum bilinci oluşturulabilir mi? Ne dersiniz?
Yapmamız gereken bu olmalı zaten. Nesnelerin fotoğraf karelerinde yer almasıyla oluşan kompozisyonlar olarak algılarsak fotoğrafı sanat yapmış olur muyuz? Bunu tartışabiliriz. Fakat fotoğraf dilini kullanarak zihinde yer alacak ve unutulmayacak mesajlar içeren bir fotoğrafla sayfalarla anlatamayacağınız kadar etkili olabilirsiniz. Bizim yapmaya çalıştığımız şey, kültürümüzün ve coğrafyamızın güzelliklerini estetik ve geçmişe özlem duygusu uyandıracak tarzda toplumla buluşturmaktır. Bu güne kadar, fotoğrafları çekerken hissettiğim duyguların seyreden kişiye de yansıdığını sevinerek gördüm. Sadece sanat çevreleri ile paylaşılan sergi ve sunumların bu bakımdan ego tatmini olduğunu düşünüyorum. Fotoğraf sanatı, halkın anlayış ve algısına en yakın sanattır. “Bunu ben de yapabilirim” düşüncesi, arada sıcak temas ve ilgi oluşturabiliyor. Aynı zaman da, fotoğrafa duyulan hayranlığın azalmasına da sebep oluyor. Çok ve kolay üretilebilir olması kaliteyi etkiliyor.

12. Bugün “fotoğraf”ın neresindesiniz? “Fotoğraf” sizin yaşamınızın neresinde? Fotoğrafla varmak istediğiniz neresi?
Bu güne kadar hiç kimseyi ve hiçbir tarzı kendime örnek almadan, sadece hissetiklerimi hissettirebilmek endişesi ile kendim olmaya çalıştım. Bunun kararını elbette kendim verecek değilim. İki yıl gibi bir sürede kendimi fark ettirebilmeyi başarmış olmamdan anlıyorum ki, doğru yoldayım. Bu güne kadar, yaşadığım coğrafyaya hizmet ederek borcumu ödemeye çalıştım. Geldiğim yer itibariyle görüyorum ki, sorumluluğum ve borcum daha da artmış durumda. Bundan sonra teknik ve estetik olarak daha özgün fotoğraflar üretmek zorundayım. Aynı konuyu bıktırmadan izletmek zor ama zevkli geliyor bana. Eleştiren ve tarz değiştirmem gerektiğini tavsiye eden dostlarım oldu. Onların da haklı olabileceklerini düşünmekle birlikte, çağımızın mikro ihtisaslaşmaya ne kadar önem verdiğini görünce vazgeçiyorum. Yüzlerce Meke fotoğrafım var. Bir tanesi diğerine benzemeyen her birinin rengi, ışığı kendi gibi olan fotoğraflar bunlar. Her mevsim, her gün farklı bir Meke dururken karşınızda yeter bu kadar diyemiyorsunuz. Günün her saati farklı ışık ve bulut oyunları sunuyor size. Ne zaman nasıl bir sürprizle karşılaşacağınızı bilmediğiniz bir coğrafya burası. Çok güzel bulut var diye yola çıkıyorsunuz, siz 45 km yolu aşmaya çalışırken, gökyüzünde bir tek bulut kalmıyor. Beni fotoğrafımın altında imzam olmadan tanıdıkları zaman başardığımı ve doğru yolda olduğumu anlayacağım.

13. Konya’da fotoğraf sanatının gidişatını nasıl buluyorsunuz?
Üniversite gençliği göz önüne alındığında gelecekte büyük atılımların olacağına inanıyorum. Konya’da iki fotoğraf derneğinin bulunuşu da son derece olumlu bence. Derneklerimizin eğitim çalışmalarına son zamanlarda önem vermeye başladığını görmek sevindirici. Konu yönünden çok zengin bir kültür ve coğrafya üzerinde oluşumuzu değerlendirmeliyiz. Fotoğraf dünyasının iştahına yeni alanlar, konular sunmak için o kadar çok malzememiz var ki…

14. Fotoğrafçı olmasaydınız sanatın başka bir dalıyla meşgul olur muydunuz?
Gençlik yıllarından beri edebiyat ve sanatla meşgul oluyordum zaten. Ancak hevesimi tatmin edecek boyutlarda kaldı hep. Ne zaman ki İlham Ahmet ENVEROĞLU ve Orhan CEBRAİLOĞLU ile tanıştım, sanata yakınlığımın boyutları da değişti. Açık yüreklilikle ifade edeyim ki, fotoğraf dışında bu kadar başarılı olamazdım.

15. Son olarak kendinize sorulmasını istediğiniz bir soru var mı?

Yaşadığınız coğrafyaya hizmet etmeyi borç olarak kabullendiğinize göre, bu coğrafyadan siz ne karşılık bekliyorsunuz.? diye sorayım o zaman.

Bu bilinçle yola çıkan insanların karşılık beklemeleri diye bir şey söz konusu değildir zaten. Ama… diye başlayayım ben yine de. Bölge insanı beni tanıdı ve kabullendi. Yaptığım işin tam olarak neye hizmet ettiğine akıl erdiremeyenler bile yardımcı oluyor. Tek derdim etkili ve yetkili mercilerin lakayt duruşları. Sanatçı kişiliğimin tabiatı gereği makamdan ve makam sahiplerinden istekte bulunmaktan hep uzak duruşumuzun da bunda payı elbet vardır. 16-19 MAYIS 2009 tarihlerinde düzenleyeceğimiz “İvriz’den Meke’ye Büyük Fotoğraf Buluşması” için Ereğli, Karapınar, Halkapınar ve Ayrancı ilçelerimizin idareci ve işadamlarından destek bekliyorum. Konya il turizm müdürlüğü bu konuyu sahiplenirse çok mutlu olacağım. Kendilerine somut olarak bilgi sunmaya hazır olduğumu söylemek isterim.
Başta sayın Valimiz olmak üzere, KONYA halkını 28 Mart-5 Nisan 2009 tarihleri arasında REAL alışveriş merkezindeki sergime bekliyorum. Bozkırın büyüsünü herkes görsün, tanısın istiyorum…

30 Mart 2009

Bozkırın Büyüsü, Meke ve Memduh Bey’e Dair…





Önce Muhsin Bey İçin;
Adam gibi adamların sayısı pek azdır şu fani hayatta. Bu ifadeyle siz dürüstlüğü, cesareti, hakkaniyete riayeti, değişen şartlara göre yamulmamayı, elhasılı insan-ı kamilin erdemli işlerine dair neler varsa onları anlatmak istersiniz.

Vaktiyle meşrebinin mıntıkasında siyaset eyleyip de, hak vaki olduktan sonra dar-ı bekaya gidenlerin arasından çetin hesaplar vermesi muhtemel ademoğlu sayısı hiç az değildir.

Muhsin Yazıcıoğlu Bey’in yüreğimizi dağlayan vefat haberi işitilince hemfikir olmakta zorlanmadı insanlar. Bütün Türkiye, bu temiz vatan evladının asil duruşuna yeniden şahadet etti. Şaibesi ile şaibesizliği arasında cevapları kesinleşmemiş sorular taşıyan adamlar ölünce esasen bakar, hayrı ile şerri arasında kısa bir hatırlamanın ardından akıbetine dair zahiri bir fikre varırdınız kolayca. Ölüp gidenlerin ardından methiyeler düzmeye alışık bir yaklaşımımız mevcut toplum olarak. Methiyeyi hak edense gerçekten az. Esasen giden için methiye ne ola ki? Gidenin nesini azaltır yahut çoğaltırsınız? Mühim olan ebed cari getiriler değil mi? Muhsin Bey’in vefatı, hele ki böyle vefatı bize pek ağır geldi. Amelinin zâyii olmayacağına kalben inanmış biri olarak, Yüce Mevla’nın onu ve arkadaşlarını en güzel şekilde yarlıgamasını niyaz ederim.

****

Şimdi burada, hakkında güzel sözler söyleyeceğim bir gönül adamı daha var. Muhsin Bey ile türlü hukuku olması hasebiyle bir tevafuk oluştu sanki yazıda.

Ben ona, gönül gözüyle fotoğraf çeken adam derim. Onu Toroslar’ın ulu tepelerinde, Bolkarlar’ın serin yaylalarında, Ulukışla yahut Ereğli yollarında görebilirsiniz dört mevsim. Halkapınar, İvriz ve Meke coğrafyası onun anavatanıdır. Susuz bozkırlarda tozu dumana katmış koyun sürülerinin, göç yollarında yörüklerin, çehreleri sert, lakin yürekleri Anadolu çarpan çobanların yoldaşıdır. Baharda taze şebboyların, yazda hüznüne ağlanılası Meke’nin, sonbaharda sararıp solmuş Ereğli bahçelerinin ve kışta yorganı bembeyaz bozkırın çocuğudur. Coğrafyasının dervişidir O. Adı Memduh Ekici’dir.

Türkiye fotoğrafçıları onu Mekeci diye bilirler. Unutulan bozkırı, emsalsiz Meke’yi ve yaşadığı yere dair ne varsa onun gizemini, büyüsünü aşkla fotoğraflar Mekeci. Susuz bozkır tozunun bile aslında bir ruhu olduğunu söyler. Yöre baştan sona onundur dört mevsim. Şehrin bohem atmosferlerinde çekilmiş suni fotoğrafları ve onların ayağına toz bulaşmamış sahiplerine çatar sıkça. Yurduna borcunu, en güzel kareleri yakalayıp ödemek, tamamlamak peşindedir.

Onunla ilk defa Diyar-ı Şam’a doğru ilerleyen bir otobüste tanış olmuştum. Yanımızda KONFAD’dan bir grup fotoğrafçı dost, yolcular, bir de öykücü Duran Çetin. Cumartesi sabahı herkes Ürdün sınırına, Busra’ya giderken biz çoktan eski Şam sokaklarında kaybolmuşuz. Nasıl cana yakın bir adam bu böyle. Herkese esselam, ma’asselam. Şam’da, Halep’te unuttuğumuz geçmişimizi hatırlıyor ah vah ediyoruz, onun gözlerinden nem eksik olmuyor. Tiflis’e yakın bir Azeri köyünde yaşadığım unutulmaz bir ziyareti hikaye ediyorum ona bir Meram akşamında. Çehresi hüzne boğuyor beni. Memleket öykülerine, şiirlerine ve öz olan herşeye meftun bir adam bu.

Cuma akşamı Mimarlar Odası’nda, Cumartesi günü de M1 Tepe AVM’deki fotoğraf sergisinde birlikteydik. Dostlar onun gönül deklanşörüne basarak çektiği bozkırı, Meke’yi, yılkı atlarını, çobanları, coğrafyasının dört mevsim renk-âhenk siluetlerini görsünler istedik. Yanık türküler eşliğindeki muazzam fotoğraf gösterisinin etkisinden kurtulamamışlardır görenler. Sergisine vasıta olmaktan mutlu olduk.

Buradan son bir söz ile uğurlayayım Mehduh dostumu. Fotoğraf sergine emek vermeyen, gelmeyen ol adamların gönülleri nerdedir ki, gönül koyarlar diye naifliğini elden bırakmazsın. Bizim kapımız herkese şol pirin istirahat eylediği dergâh kapıları kadar açık.
Fotoğraflar: Memduh Ekici


21 Şubat 2009

Sıra Dışı Biri; Mzungu Osman




Bu hafta Mimarlar Odası’nda sıra dışı birini ağırladık. Mzungu Osman’ı.
Afrika’da “Beyaz Adam” anlamında kullanılırmış “Mzungu”. İnternetteki fotoğraf paylaşım sitelerinden tanıdığım, merak da ettiğim biriydi Osman Bülent Demirağ. Alaska’dan Okyanusya’ya, Güney Amerika Kıtası’nın en güneyinden Asya’nın en doğusuna ayak basmadık yer bırakmamış bir gezginin anlattıklarını dinleyip, fotoğraf sunumunu izlemek heyecan vericiydi.

Son derece mütevazı, beyefendi, kültürlü ve dünyanın geleceğine ilişkin muhtemel felaketlere vâkıf Mzungu Osman’ı, Konfad’ın programlı etkinliklerinden birine davet etmenin isabetini düşündüm. Teşekkürler Sevgili Turgay.

Mzungu kendisini şöyle anlattı programın başında:
“Yarım asır önce, babamın görevi gereği Malatya’da doğmuşum. Mersin’liyim. Bundan altı yıl öncesine kadar Mühendislik hizmetleri veren ve sınaî inşaatlar yapan bir şirketin sahibi idim. Bir akşam düşündüm ki, yeterince para kazanmıştım. Çalışma hayatım boyunca haritaları açar, üzerinde hayaller kurardım. Bu hayallerimi gerçekleştirmek için işimi bırakıp belgesellerde izlediğim vahşi yaşam, coğrafya ve antik tarih gezileri yapmaya karar verdim. Amacım bu gezilerimde fotoğraf çekmek, günlük tutmaktı. Altı yıldır bu amacımı gerçekleştiriyorum. Gezilerimi daha fazla özümsemek için, sırt çantası, uyku tulumu, çadır ile ve tamamını kara yolu ile yapıyorum.”

Büyüklerimizden bize tevarüs eden birtakım öğretilerle büyürüz hayatta. Hayal kurmanın zararlarına, gerçekçi olmanın önemine dair nutuklar çınlar kulaklarımızda. Oysa bir şekilde hayal kurar ve yazılı hedeflerimiz olmasa da üstesinden gelmenin mücadelesini sergileriz. Asıl mesleği makine mühendisliği olan gezgin için de hayatının orta yerinde benzer uyarılar olmuş. Günün birinde yeterince para kazandığına inandığında işi bırakıp dünyayı gezmek hayalini ailesi ve dostlarıyla paylaşmış. Cevap hazır olmuş: “herkes böyle düşünür, seni de göreceğiz”. O gün gelince, şirketteki işini hiç düşünmeden bırakıp yollara düşmüş.

Yeterice para kazandığına inanıp bir hayalin peşinde koşmak, orta yaşta bir adamın cesaret edemeyeceği bir vakıa şüphesiz. Mzungu Osman’ı sıra dışı yapan sadece bu değil. Şimdilik sadece uzmanlarını tedirgin eden ekolojik dengesizlikler hakkında çok ciddi birikimler elde edip bunu muhtelif platformlarda paylaşan biri. Zararlı bütün gazların buzdağlarını nasıl sarıp sarmaladığını anlattı kendisine ait fotoğraflar eşliğinde. Birkaç on yıl sonra fotoğraflarını çektiği buzulların denizlere, göllerin çöllere dönüşeceğinden bahsetti.

Parası olan gezer şeklinde bir anlayışın da doğru olmadığını söyledi ki sanıyorum bu, ben dahil kendisini dinleyen herkesin cevabını en çok aradığı şeydi. 12 Dolar’a klimalı bir Hint treninde 1000 km. yolculuk yapılabileceğini, reenkarnasyon temelli Hint ve Budist öğretilerin yaygın olduğu coğrafyalarda, kriminal suç işlenmediğinden buralarda gezmenin asla tehlike barındırmadığını söyledi.

Mzungu Osman’ın, “harcamadığınız para sizin değildir. Dünyanın neresinde olursanız olun, lisan bilmeseniz de herkesle anlaşabilirsiniz. Hayat, kendisine ve size ait sorunlarına rağmen kafa yormayacak kadar kısa ve geçici” tarzında serdettiği akıllarda kalıcı birkaç ifadesini not etmeden geçemem.

Gezilerde tuttuğu notlarını yakında piyasaya çıkacak kitabında birleştirdiğini belirten Osman Bülent Demirağ, sadece gezi ve fotoğraflarıyla değil, hayat tecrübesi ile de dinlemeye değer bir gezgin. Merak edenler, kendisiyle irtibat kurup serüvenlerini aşağıdaki linkten öğrenebilirler:
http://mzunguosman.com

15 Şubat 2009

Zeki Oğuz, Akşehir ve Sıra Yârenleri Grubu’na Dair

15.02.2009
Cumartesi günü, Fotoğraf Sanatçısı-Yazar Zeki Oğuz’un 27. kişisel fotoğraf sergisinin açılışı için Akşehirde’ydik. Üretken bir sanatçı olan Oğuz’un fotoğrafçılığına, öykücülüğüne, dergiciliğine yahut gezginliğine dair ne yazsam az, bunun farkındayım.

Bahar mevsimi yakın. O şimdi yaylaların, dağların, göllerin neresinde hangi çiçeğin uyanmakta olduğunu, hangi böcü-börtünün en erken ses vereceğini, yörüklerin dağ rotasının nerelerden geçtiğini söyleyecek, münbit coğrafyaların gezmeye, yazmaya ve fotoğraflamaya en uygun yerlerinin adresini hiç düşünmeden verecektir. Kimselere haber vermeden, Eski Garaj’dan kalkan bir köy minibüsüne atlayıp, köy kahvelerinde çayını yudumlayıp sigarasını tüttürecek, sonra da soluğu çiğdemlerin, kardelenlerin başında alacaktır yakında.

Bütün bu özellikleriyle, bıkıp usanmadan Anadolu coğrafyasını yıllardır geziyor Zeki Oğuz. Fotoğraflıyor, yazıyor ve kalıcı eserler üretebilmenin mücadelesini veriyor. Üstelik maddi bir destek de görmeksizin yapıyor bunları. Karma sergiler hariç, 27 kişisel fotoğraf sergisi açmak kimlere kısmet oldu şimdiye kadar bilmiyorum.

“İnsan ve Doğa” adını verdiği serginin açılışını Akşehir Kaymakamı Kenan Çiftçi ile etkinliğin ev sahibi Belediye Başkanı Dr. Mustafa Baloğlu birlikte yaptılar. Yerel yöneticilerin kültürel etkinliklere verdiği desteğin sanatçılar için önemi tartışılmaz elbette. Sergi açılışından hemen önce dahil olduğumuz sohbete bakarak, İsmail Desteli Ağabeyimin her iki değerli yönetici hakkında serdettiği övgü dolu sözlere hak verdim.

40 fotoğraftan oluşan sergide Anadolu insanı ve coğrafyasından seçme kareler mevcut. Başarıların daim olsun sevgili Zeki Oğuz. Seninle birlikte Akşehir’in güler yüzlü, ak yürekli insanlarıyla birlikte olmaktan büyük keyif aldık.

Akşehir
Akşehir elbette bir köşe yazısına sığmayacak kadar alımlı ve büyük. Nasreddin Hoca’mızla marka, Batı Cephesi kahramanlıklarıyla efsane. Detayları belki başka bir yazımızın konusudur.

Akşehir sevdalısı rehberimiz Mehmet Güleray ile Emekli Gazeteci Ali Tekin Çağlav gün boyunca, bizimle birlikte oldular. Güleray hoş bir adam. Akşehir Kültür Sağlık ve Eğitim Vakfı olarak (AKSEV) kamu yararına yaptıkları hizmetleri heyecanla anlattı. 1894 tarihli eski bir Akşehir evini idealist 16 arkadaşıyla birlikte satın alarak Akşehir ve Türk kültürüne armağan etmişler. Akşehir Evi, sevgi dolu bir emeğin karşılığını veriyor şimdilerde.

Program dahilinde Akşehir’i sokak sokak gezdik. Dr. Baloğlu’nun başkanlığında geçen belediye hizmetleri anladığım kadarıyla yüz güldürmüş. Eski Akşehir evlerin bir kısmı, Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle restore edilmiş. Akşehir’in dar sokaklarında yürürken tarihi de yaşıyorsunuz. XIX. Yüzyıl’da yapılan perişan durumdaki metruk Ermeni Kilisesi ve civarındaki eski evlerin terk edilmişliği dikkat çekiyor. Sayın Başkana Konya’dan bir mesaj vermiş olalım. Kendisiyle bir sohbet imkanımız olsaydı keşke. Bu bölgeyi, Nasreddin Hoca’nın Hoca’sı Seyyid Mahmud Hayranî Türbesi’nde yaptırdığınız çalışma gibi kurtarmayı seçerseniz Safranbolu, Odunpazarı ve Beypazarı örneklerinde olduğu gibi büyük kazanımlar elde edersiniz.


Ve Akşehir Belediyesi Sıra Yârenleri Grubu
Akşehir’de müthiş bir sürprizle karşılaştık akşam sonrası. Yerel kültürü unutturmamak ve gelecek nesillere taşımak amacıyla sıvacı, tornacı, koltuk döşemecisi, erkek kuaförü gibi birbirinden farklı mesleklerden oluşan “Akşehir Belediyesi Sıra Yârenleri Grubu”nun gösterisi, Akşehir Kültür Merkezi’nde bizden tam not aldılar. Nevzat Gürbüz’ün çabalarıyla kurulan Akşehir Yarenleri, Hollanda’da gösteri için bir davet de almışlar. Program bittiğinde grup üyelerinin sergiledikleri sıcakkanlı tavırlarından öyle etkilendik ki anlatılmaz. Kırk yılık yârenler olduk adeta. Nevzat Bey ve ekibine çalışmalarında başarılar dilerim. Sizden çok söz edilecektir merak buyurmayın.
Bize de bekleriz sevgili yarenler…

19 Kasım 2008

Anadolu’da Selçuklu İzleri


Bilkad’ın yeni dönem Salı Söyleşileri, “Anadolu’da Selçuklu İzleri” konulu programla başladı. Yaşadığı bölgenin tarihini, dağını, taşını hem öğrenmek hem de hasbel-kader tanıtma çabası içinde biri olarak öğreneceklerim vardı.

Daha önce bu köşede, yaptıkları çalışmalar hakkında övgü dolu yazılar kaleme aldığım Fotoğraf Sanatçıları İbrahim Dıvarcı, Ahmet Kuş ve Feyzi Şimşek’in, 84 bin km. katederek oluşturdukları muhteşem eser “Anadolu’da Selçuklu İzleri”ne dair ne yazsam çabalamaktan öteye gidemeyeceğimin farkındayım. Üç fotoğrafçı arkadaşımızın halen devam eden, “Balkanlarda Osmanlı İzleri” adlı projelerini anlatırken de ziyadesiyle heyecanlanmıştım. Ben, her iki projeyi de vücuda getirenlere şahsım adına minnet duymaktan geri durmayacağım. Ata yâdigârının yaşaması uğruna kimler hizmet etmişlerse onlara da.

Geçen on yıllar boyunca, şehirlerin hafızalarını kasten silen adamların yahut zamane adıyla kentsel dönüşüm projelerine kurban eden günümüz proje üreticilerinin, tarihin esasen yaşayan bir şey olduğunu kavrayamadıklarına dair inancım, program boyunca işittiklerimle daha da arttı. Odunpazarı ve Beypazarı yerel yönetimlerinin, geleceğin tarihine köprü olmak maksadıyla yaptıkları heyecanlı şehir projelerini yerinde görmüş biri olarak, şu memlekette neden hala geçmişimizi hatırlatacak mahalle veya sokağımız yok sorusuna icraatla cevap verecek insanlara ne çok ihtiyacımız olduğuna kafa yorup durdum.

Şehir merkezlerindeki mimari mirasın yanında, yağmur çamur demeden gidilmiş Anadolu bozkırlarının, dağlarının, köylerinin kuytu köşelerinde fotoğraflanmış yüzlerce eserin o harika kitapta nasıl bir araya geldiğini vaktin elverdiği ölçüde anlattı İbrahim Dıvarcı. 1008 yılından itibaren yürüyüşünü batıya çeviren Selçuklu’nun, uğradığı coğrafyayı kısa sayılacak bir sürede nasıl olup da harmanlayabildiğine şaşmak lazım geldiğini söylerken, deniz görmeyen bir milletin, sahile kavuşunca kusursuz tersaneler, nehirlere varınca pek naif köprüler yapabilmiş olmasına işaretle, Selçuklu Medeniyetinin bir acele ve tevazu medeniyeti olduğu yorumunu yaptı. “Acele ve tevazu medeniyeti” tanımını çok tuttum ben.

Sivas Şifaiye Medresesini yaptıran Sultan I. İzzeddin Keykavus’un (1184-1220) türbe kapısının üzerindeki kitabede yer aldığını öğrendiğim şu dörtlük ne kadar mânidar;
“Biz ki dünyayı terk edip göçtük, Gönül derdi ektik, matemler biçtik, Şimdiden sonra da nöbet sizdedir, Biz sıramızı savdık ve geçtik.”

Tevazu işte bu kadar olur.

Bin sayfalık bu muazzam eser için, Bayburt Korgan Köprüsü’nden Diyarbakır Ulu Camii’ne, Melikgazi Türbesi’nden Denizli Alahan’a kadar 56 bin kare fotoğraf çekilmiş. Programın sonunda, çalışmanın hakkını veren fotoğrafçı arkadaşlarıma, sahip oldukları bilincin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha zikrettim. Kayıtlarda yer almayan ve filanca dağın ardında olduğuna dair rivayet bulunan bir tarihi eser de varsın olmayıversin dememişler. Mesele bana göre ışık, kadraj ve kompozisyon ayarını yaptıktan sonra deklanşöre basmaktan öte bir şey. Sultanların, gazilerin, şehitlerin, erenlerin tam orada, o anda size nazar ettiklerini düşünerek bir tarih sorumluluğu yerine getirmek bu. İşte o zaman siz yaptığınız işi beğenirsiniz de başkalarının da beğeneceklerini umarsınız.

Kalıcı işler yapıyorsunuz dostlar. Takipteyim sizi. Yolunuz açık olsun.

10 Kasım 2008

Bir Kitap ve Konyalı Fotoğrafçıların Başarısı

Geçen Pazartesi akşamı, Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi Müdürü değerli Ağabeyim Bekir Şahin ile Yönetim Kurulu toplantısı münasebetiyle gittiğim TYB Konya Şubemizin kapısında karşılaştık. Elinde bir kitap vardı ve benden çok sana lazım olur diyerek incelememi istedi. Daha sonra, şimdi sözünü edeceğim kitapla ilgili olarak bu akşam Mimarlar Odası’nda tanıtım yapılacağını öğrendim.

Alanında bir ilk olan kitabın adı “Konya Fotoğraf Tarihi”. Metin yazarlığını TYB Konya Şubemizin Y.K. Üyesi Prof. Dr. Haşim Karpuz’un yaptığı kitap, bu alanda katkılarına aşina olduğumuz Selçuklu Belediyesi’nin bir kültür hizmeti. Başkan Adem Esen’in takdim yazısı ve Haşim Hoca’nın önsözüyle başlayan eser için G. Berggren ve L. Wight gibi yabancı fotoğrafçılarla birlikte Yılmaz Oğul, Haşim Karpuz, Sefa Odabaşı, Abdullah Ektem, Cahit Sağlık ve bazı fotoğraf stüdyolarının arşivlerinden yararlanılmış.

Bu tür eserlerin, Başkan Esen’in yazısında belirttiği gibi “şehrin görsel belleğine” çok önemli katkıları var. Esasen çok da geç kalınmış çalışmalar bunlar. Merakı olanlar takip etmişlerdir. Sultan II. Abdülhamid tarafından oluşturulan 35 bin fotoğraflık arşivden 80 kadarı, “Sultan Abdülhamid’in Arşivinden Dünya” sergisi adıyla 21 Ekim’de Topkapı Sarayı Müzesi’nde görücüye çıktı. Dünyanın bu en büyük fotoğraf arşivinin, fotoğrafın bilinmediği yıllarda Sultan’ın çabası ile 19 ülkede çektirilmiş olması hayret verici bir öngörüdür. Konya Fotoğraf Tarihi kitabı da sonuç olarak bir boşluğu doldurmuş oluyor. Emeği geçen herkesi tebrik ediyorum.

***
Konfad’lı Fotoğrafçıların Ödül Atağı

Birçok şehrimizde fotoğraf derneği bulunmazken, Konya Fotoğraf Amatörleri Derneği (KONFAD) ve Selçuklu Fotoğraf Sanatı Derneği (FOTOSEL) ile şehrimizin müstesna bir yeri var. Fotoğraf sanatı konusunda köklü bir geçmişi bulunan Konya’nın, kurumsal potansiyelini gençleştirerek büyüttüğünü gören biri olarak, elde ettiği başarılardan gurur duyduğumu söylemem gerekiyor. Ekim ayı içerisinde peş peşe güzel haberler geldi. Bir kısmı uluslararası, bir kısmı da ulusal muhtelif yarışmalarda derece alan KONFAD’lı fotoğrafçılar ve eserlerini listeleyecek olursak;

1) Aydın Belediyesi Cumhuriyet Türkiye’sinde Kadın Konulu 3. Fotoğraf Yarışması:
Sergileme: Mustafa Bülent PİRİNÇİ-“Piyanist”; Sergileme: Ömer Lütfi BAKAN-“Dominant”

2) Orhan Holding 4. Uluslararası Fotoğraf Yarışması Renkli Dal:
Sergileme: İbrahim KARAÇELEBİ;

3) Nevşehir Belediyesi Fotoğraf Yarışması:
Sergileme: Günseli DEMİROK-“Kapadokya”

4) TAYSAD Taşıt Araçları Yan Sanayicileri Derneği Fotoğraf Yarışması:
Birincilik: Ömer Lütfi BAKAN; Sergileme 3 adet: Ömer Lütfi BAKAN

5) YTONG Fotoğraf Yarışması:
Sergileme: Bülent PİRİNÇCİ; Sergileme: Sevgi SERTKAYA

6) KONYA VALİLİĞİ 2.Uluslararası Fotoğraf Yarışması “Dünya İnançları” konulu yarışma:

FIAP Altın Madalya: Mustafa Bülent PİRİNÇCİ; FIAP Mansiyon: İbrahim KARAÇELEBİ; Sergileme: Ahmet SEVEN.

7) HSCB 1.lik Ödülü: Soner YAMAN.

Görüldüğü gibi Konya’da fotoğraf sanatı adına güzel gelişmeler oluyor. KONFAD üyesi arkadaşlarımızı tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyorum.

21 Eylül 2008

Konfad’dan Görkemli Sezon Açılışı


21.09.2008
Türkiye’de sayıları yeterli olmasa da, fotoğraf sanatına gönül verenleri bir araya getiren, sivil toplum kavramının görsel yüzü, sanata azımsanamayacak katkıları bulunan kuruluşlar var. Bunlardan biri de, aynı zamanda Türkiye Fotoğraf Federasyonu Kurucu Üyesi sıfatını taşıyan KONFAD.

Konya’da fotoğraf sanatının adıdır Konya Fotoğraf Amatörleri Derneği. Geçtiğimiz sezon oldukça güzel çalışmalara imza atan güzide kuruluşumuz, yeni sezonda da yenilenmiş, kararlı, etkili proje ve programlarla fotoğraf severlerin karşısına çıkacak.

Yönetim Kurulu Üyesi olmak sıfatıyla ayrıca keyif duyduğum Konfad, 19 Eylül Cuma günü Mimarlar Odası’nın ev sahipliğinde 2008-2009 sezonuna merhaba demiş oldu. Ramazan akşamı olmasına rağmen, Mimarlar Odası’nın salonu açılışa gelenleri almaya yetmedi. Salon doldu taştı.

Geçen dönemin son programına misafir olan Konya Milletvekili Mustafa Kabakçı’dan yeni sezon açılışında kendi çalışmalarından oluşan bir saydam gösteri için söz almış, memnuniyetle gelmek istediğini ifade etmişti. Sayın Kabakçı, kendisi gibi Konya’daki kültür sanat etkinliklerinin müdavimi olan Selçuklu Belediye Başkanı Adem Esen ile birlikte geldi açılışa. “Fotoğraf sanatının, hayatı detaylarıyla görmeye imkân tanıyan bir sanat dalı olduğunu” vurguladı konuşmasında. Gerçekten de öyledir. Fotoğrafçı, başkalarının görmekte zorlanacağı hatta hiç görmeyeceği detayları görebilen kimsedir bana göre de. Bunun ne anlama geldiğini, fotoğraf sanatıyla ciddi anlamda gündeminize aldığınızda fark edebilirsiniz.

Sayın Vekil’in herkes tarafından beğenildiğini düşündüğüm portfolyosunda neler yoktu ki? Anadolu’nun Doğusundan Batısına, Avrupa’dan Amerika’ya kadar farklı coğrafyalarda çekilmiş onlarca güzel fotoğraf. Bu ülkenin meclisinde acaba kaç vekilin böyle bir uğraşı var diye merak ettim doğrusu, şu yukarıda yazdığım “detay görme” vakıasını düşünerek. Elbette görmek yetmez insanlarının sorumluluğuna talip olanlar için. Eylem gerekir. Lakin göremezseniz neyin eylemini harekete geçirebilirsiniz?

Sayın Kabakçı, saydam gösterisi ile KONFAD’dan tam not almıştır. Bununla birlikte, yeni sezon içerisinde yapmayı planladığımız il dışı fotoğraf gezileri için vakti olması halinde bizimle olmasını yürekten isteriz. Bu, bir davetiye kabilinden sayılsın. Açılışa gelerek onurlandırdığı için kendisine teşekkürü borç biliriz. Açılışta bizi yalnız bırakmayan Memleket Gazetesi Yazarları Murat Güzel arkadaşımız ile sevgili ağabeyim İsmail Desteli ile muhabbet etmeyi ihmal etmedik. Yüreklerine sağlık ikisinin de.

Yeni sezon hazırlıkları için yaz boyunca çalışmalar yaptı KONFAD’ın değerli Yönetim Kurulu. Sevgili Başkanımız Turgay Bilge, aksama olmasın diye koşturup durdu. Onca işinin arasında bir de kalkıp TFSF adına FİAP Genel Kurulu için Türkiye’yi temsilen Slovakya’ya gitti. Yönetimden diğer arkadaşlarımız Mustafa Karaçelebi, Ahmet Seven, Günseli Demirok, Hacer Türktemiz ve Mustafa Sütiçen, onca meşguliyetlerine rağmen kendi sorumlulukları altındaki konularda ciddi çalışmalar yaptılar. Web sayfası, sevgili Kazım Kuyucu’nun büyük özverisiyle yayına girdi. İlk defa yaptığımız yıllık program taslağını web sayfamızda yayınladık. Bütün bu çalışmaların fedakarlık ve diğergâmlıkla doğru orantılı olduğunu bilenler bilirler. Kendilerine çok teşekkür ediyorum.

Benim, Sayın Mustafa Kabakçı’dan bu yazı vesilesiyle acizane bir dileğim olacak. Bizim gibi kültür-sanat kuruluşları ciddi parasal sorunlarla karşı karşıyalar. Üye aidatları giderleri karşılamaya yetmiyor. Acaba, söz gelimi Belediye eliyle toplanan vergilerin küçücük bir kısmı bizim gibi çalışan derneklere aktarılamaz mı? Kira ve yakıt bedelini karşılasın yeter.

Yeni sezonda bütün fotoğraf severleri derneğimize bekliyoruz.
http://www.konfad.org.tr/

21 Nisan 2008

Beyşehir'in Nimetleri


21.04.2008 09:06:06 Bahar mevsimi kendine has mecrasında doludizgin ilerliyor. Konya Fotoğraf Amatörleri Derneği (KONFAD) olarak henüz planlama aşamasında olan fotoğraf gezilerimiz söz konusu.
Baharın renklerini, böcü börtüsünü, yağmurunu, memleketimin dağını yaylasını, köyünü, insanını velhasıl kadraja girmeye aday ne varsa, havalar iyice ısınmadan önce yerinde görüp fotoğraf üretmek en keyifli işlerimizden olacak. Bunlara ilaveten aşağıda okuyacağınız gibi, memleket hayrına olan konuları yetkili mercilere hatırlatarak yurttaşlık görevimizi yerine getireceğiz. TYB Konya Şubemizin “yazılacak çok şeyimiz var” gezilerinin de en kısa zamanda başlamasını bekliyoruz. Bu gezilerin bize öğrettiğini anlatmaya sözler yetmez. Özellikle TYB şubemizin gezilerine katılan yazarlarımızın izlenimlerini gazetelerden, web sayfalarından keyifle okuyor, yenilerini sabırsızlıkla bekliyoruz.
Yakın çevremizde görülmeye değer yüzlerce yer ve yerleşim alanı mevcut. Konya’nın bu konuda çok şanslı olduğunu her fırsatta dile getirenlerdenim. Yaşadığınız coğrafya hakkında bilgilenmenin sağlam ve isabetli yoludur “orada olmak”. Bunu, en iyi fotoğraf sanatçısı-yazar Zeki Oğuz Ağabey’den öğrenirsiniz. O, usta bir yazar olduğu kadar mahir bir fotoğrafçıdır çünkü. Ekiple fotoğraf gezisine çıkmanın bağlayıcılığını bildiğinden alır başını tek başına gider. Yazı ve fotoğraflarında kâh dağ başındaki çobanın güncesini, kâh yörük çadırında geçen bir geceyi bulursunuz. Bahar çiçeklerini, çağıldayan dereleri, dağları anlatır kimi yazılarında hiçbirini görmediğiniz. Bazen yetkililere çağrıda bulunur ilgilenilmeyeceğini bile bile. Filan yerdeki sorunların çözülmesine dair bıkmadan yazılar yazar. Ben Zeki Ağabeyi çok iyi anladığımı düşünürüm. Onunla birlikte, Eski Garaj’dan sabah saatlerinde kalkan bir köy minibüsüne atlayıp dere tepe düz gitmek niyetimi bir türlü gerçekleştiremediğimden dem vururum.
Üyesi bulunduğum iki kuruluşumuzun gezi programlarından evvel doğrusunu söylemek gerekirse yerimizde duramadık. Geçen hafta, KONFAD’dan birkaç dost ile yaptığımız istişare sonucu rotamızı belirleyip Pazar sabahı yola koyulduk. Beyşehir Gölü merkez olmak üzere çevre köy ve kasabalara uğrayıp günü en verimli şekilde değerlendirmekti amacımız. Bir köy kahvesinde mola verip ihtiyarları dinlemek, memleketi problemlerden acilen kurtaracak çözümler üretmek her daim mümkün. Yeter ki, oralarda olun. Hele gittiğiniz dağ köylerindeki ikramlar da cabası olacaktır.
Ani bir karar vererek Beyşehir-Isparta karayolu yerine, Seydişehir-Antalya karayolunu tercih ettik. İyi ki de öyle yapmış ve Mustafa Karaçelebi dostumuzu dinlemişiz. Seydişehir’i Beyşehir’e ulaştıran yolun 14. kilometresinde “Kavak” adında bir köy var. Bu yazının asıl konusu bu köy aslında. Şimdi ben bu yazıyı vesile kılarak ilgilenenlere bir çağrıda bulunacağım. Mustafa Bey’den bu köyün üstünde yer alan tepeliğinde maden suyu olduğunu öğrendik. Kavak köyünün birkaç km. ilerisindeki çeşme başına ulaştığımızda başıboş akan maden suyu ile karşılaştık. Market raflarını dolduran maden suyu işte bildiğiniz. Motosikletiyle oradan geçmekte olan bir Kavak köylüsü hemen yanımıza gelip bu köyün “etrafındaki nimetler” hakkında bilgi vermek istediğini ifade etti. Mermer ocağında aşçı olarak çalıştığını belirten Ahmet Güneş, duyarlı vatandaş ciddiyetiyle bize üç şeyden söz etti: Yanında durduğumuz maden suyu, az ilerideki termal su ve buraya yakın mermer yatakları. Maden suyu çok eskiden beri yaz-kış akar eksilmeden durumda imiş. Bizi oradan birbirine çok yakın üç termal su kaynağına götürdü. Bundan dokuz yıl önce köylü kendi imkanlarıyla iki kuyu kazdırmış. Bunlardan biri 87 metre derinliğinde ve 47 derece, diğeri 225 metre derinliğinde ve 37 derece ile ölçülen sıcak suya sahip. M.T.A. tarafından kapatılan bu iki kaynak yerine 180 metre derinlikte 38 derece sıcaklığa yeni bir kaynak bulunmuş. Birkaç kilometre ötede, Karakaya mevkiinde nadir cinsten mermer yatakları bulunuyor. Kavak ile Kızılcaköy arasında barit madeni de mevcut dedi, Ahmet Güneş.
Bu üç nimet hakkındaki bilgilerden üç sonuca ulaşıyoruz elbette. Maden suyunun şişelenmesi, termal tesis kurulması ve mermer yataklarının değerlendirilmesi. Gördüklerimiz orada öylece duruyorlar. Duyarlı vatandaşa soruyorum, bunların harekete geçirilmesi ihtimalinden beklentin nedir diye? İş, aş ve memleket hayrı diye cevap veriyor.
Benden hatırlatması.

14 Ekim 2007

Fotoğraf Sanatının Etkili Gücü “KONFAD”






14.10.2007/22.21

5 Ekim Cuma günü KONFAD’ın (Konya Fotoğraf Amatörleri Derneği) karma fotoğraf sergisi açılışı vardı. Üç gün açık kalan serginin büyük bir teveccüh gördüğünü gözlemledik. Dernek üyesi fotoğrafçı arkadaşlarımızı son derece memnun eden bu serginin yenilerini ortaya çıkarmaya vesile olması, fotoğraf sanatı ve Konyalı fotoğrafçılar adına en büyük dileğimizdir.

İlgisi olanları 11 yıldan beri bir araya getiren Konfad’ın değerli üyelerinin heyecanlı çabalarıyla Gedavet Parkı’na açılan sergiye gösterilen ilgi, başka neler yapılabilir sorusunu gündemimize getirdi. Bunu birazdan zikredeceğim.

Bununla birlikte ziyaretçilerin bir kısmının, Konya’da böyle bir dernek bulunduğunu bilmediklerini ifade ettiklerine ve fotoğrafların Konya dışından gelen sanatçılar tarafından sergilendiğini zannettiklerine tanık olduk. Fotoğrafların bazılarının müşteri bulması ise, hiç hesapta yoktu doğrusu. İnsanların sergiye gösterdikleri ilgi bununla da kalmadı. Fotoğrafçılarla ziyaretçiler arasında seviyeli bilgi alışverişleri yapıldı. Fotoğrafa yeni başlayanlar yahut başlamak isteyenler, derneğin kurs düzenleyip düzenlemediğini, ne tür bir makine almaları gerektiğini, derneğin yerini, kimlerin katıldığını, hangi fotoğrafın kime ait olduğunun merakı içindeydiler. Derneğimiz, yeni dönemde bu sergi vasıtasıyla yeni üyeler de kazanmış oldu.

Ülkemizde kültür sanat etkinlikleri düzenlemek aslında hiç kolay değil. Özellikle de amatör çabalarla gerçekleştirilen işler, daha fazla emek ve zaman ister. Netice itibarıyla bir başarı da elde edilmişse bunun geri planında ciddi özverilerden söz etmek gerekecektir. Bu sergi böyle bir çabadan vücuda gelmiştir.

165 fotoğrafın görücüye çıktığı sergi, toplam bir yıllık emeklerin ürünüydü. Bir kısmı, Konfad’ın düzenlediği gezilerden, bir kısmı da kişisel çalışmalardan ortaya çıktı. Sanıyorum ki, amacına da ulaştı. Başka neler yapılabilir sorusunu ise arkadaşlarımızla değerlendirmeye çalıştık. Fotoğraf sanatının hem kişisel hem de kurumsal tanıtımlar için vazgeçilmez olduğundan hareketle, özellikle yerel yönetimlere birkaç tavsiyede bulunmak istiyorum. Umarım bunları ciddiye alan olur.

Yerel yönetimlerin en önemli probleminin tanıtımla ilgili olduğunu, Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi’nin “Yazılacak Çok Şeyimiz Var” adlı programlı gezilerinden biliyorum. Konya Şubesi, yıllık çalışma takvimini önceden belirler. Bunlardan geziyle ilgili olanları, gidilecek yörenin yerel yöneticilerinin daveti ve yönetimin istişaresi sonucu gerçekleşir. Bana göre bunlardan Afyon İscehisar ziyareti, anlatmaya çalıştığım hususun belirgin örneklerinden biri oldu. Onlarca gazeteci şair ve yazar arkadaşımızla gittiğimiz İscehisar Belediye yönetimi tanıtım gücünün farkındaydı. “Mermerin Kalbi İscehisar” sloganıyla yola çıkan yönetim, başka bir şehir tarafından keşfedilme düşüncesini gazeteci ve yazarları davet ederek gerçekleştirdi. Geziden elde edilen gözlemler Konya gazetelerinde yazarlarının kaleminden birkaç gün boyunca yayınlandı, internet ortamlarında yerini buldu. Detaylarını daha önce gazetemiz yayınladı bunların. Yerel tanıtım konusunda eksiklik hisseden idrakli yönetici tavrından başka bir şey değildir zikrettiklerim. Bu insanlar, aynı zamanda yaşadıkları yerin kültür, sanat ve tarihlerini de bir vesile ile duyurmuş oluyorlar. Eskişehir Odunpazarı Belediye Başkanı Burhan Sakallı, kalkıp Odunpazarı evleri ve yaptıkları çalışmaları duyurmak için TYB’yi ziyaret etmiş, çalışmalarını anlatmış ve biz bu çabayı takdirle karşılamıştık.

İşin fotoğraf sanatıyla ilgili kısmına gelince… Sayısı çok olmamakla birlikte bazı yerel yönetimler, kurum ve kuruluşlar tarafından düzenlenen fotoğraf etkinlikleri mevcut. Bunlar genellikle yarışma şeklinde gerçekleşiyor. Bir örneğini Şanlıurfa Halfeti’de düzenlenen “Fırat Fotoğrafçılar Buluşması’nda bizzat yaşadık. Ülkenin dört bir tarafından gelen 220 fotoğrafçı, Halfeti’nin tanıtımına önemli katkılar yaptılar. Halfeti Belediyesi, milyarlar harcamadan, ucuz bir tanıtımı böylece kotarmış oldu.

Bize sergide gerekli kolaylığı gösteren Meram Belediyesi benzer bir ev sahipliğini neden yapmasın? Yahut Meram konulu bir fotoğraf yarışmasını niçin açmasın? Böyle bir fotoğraf etkinliği Konya Büyükşehir, Karatay ve Selçuklu Belediyesi tarafından da düşünülmeli bana göre. Konfad’ın değerli yönetimi işbirliğine hazırdır. Elde edilen ürünler sergi, kent fotoğraf kataloğu ve gösteri şeklinde gerçekleştirilebilir.

Bu defa ve bir ilk olarak Meram Belediye Başkanı Refik Bey’in desteğiyle açtığımız serginin yeni ve güzel çalışmalara vesile olmasını ve fotoğrafa gönül veren arkadaşlarımızın karşılıksız çabasının dikkate alınmasını diler, emeği geçenlere; özellikle de fotoğrafçı arkadaşlarımız değerli Ömer Lütfi Bakan, Mustafa Karaçelebi ve İbrahim Karaçelebi’ye şükranlarımı sunarım.

Fotoğraflar: Ahmet Seven