Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Yorumlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yorumlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Şubat 2014

Hocalı Katliamı


1991 yılında Azerbaycan Parlamentosu’nun halktan gelen baskılar karşısında Dağlık Karabağ’ın özerk bölge statüsünü ilga etmesine karşılık Dağlık Karabağ Parlamentosu bir referandum düzenleyerek cevap vermiştir. Çoğunluğu Ermenilerin oluşturduğu bölgede referandum sonucunda Dağlık Karabağ Parlamentosu bağımsızlığını ilan etmiştir. 1992’de Sovyet birlikleri de bölgeden çekilmiştir.

Hocalı’da gerçekleştirilen katliama giden süreçte, Ermenileri Rusların desteklediği yönünde ciddi bulgular bulunmaktadır. Ermeni gönüllülerden oluşan silahlı gruplar Karabağ’a yerleştirilmiştir. Ardından Gorbaçov, 25 Temmuz 1990’da yayımladığı bir kanun ile SSR (Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti) kanunları dahilinde olmayan silahlı grupların kurulmasını yasaklamış ve kanunsuz olarak saklanan silahlara el konulmasını sağlamıştır. Bu kanunla birlikte Azerbaycan’ın bütün bölgelerinde av silahları da dahil olmak üzere silahlar toplanmış, Dağlık Karabağ’da ise bu görev Rus askerleri tarafından yerine getirilmiştir. 1990 yılının Ağustos ve Eylül aylarında Ermeniler saldırılarını doğrudan Azerilere yöneltmeye başlamışlar, otobüs baskınları, yol kesme gibi terör eylemlerine kalkışmışlardır. 1990 yılı başlarında yaklaşık 186 bin Azeri, Ermenistan’dan Azerbaycan’a gitmeye zorlanmıştır. Ekim 1991’de ilk Azeri köyü Ermenilerce ele geçirilmiştir. Hocalı Katliamı, Rus askerlerinin desteğiyle 25–26 Şubat 1992’de Hocalı’ya ulaşan Ermeni kuvvetlerince gerçekleştirilmiştir. Rusya olaylarla ilgisinin olmadığını iddia etse de, Rus ordusuna ait 366. alayın 1991’in sonbaharından beri Ermenilerin safında savaştığı, alaydan kaçan dört askerce doğrulanmıştır.

10 bin nüfuslu Hocalı’da olaylar sırasında yaklaşık 3.000 Azeri bulunmaktaydı. Saldırıda ölenler hakkında verilen resmi rakam 613 kişi olmakla birlikte, katledilen toplam Azeri sayısının 1.300 kişi olduğu söylenmektedir. Saldırılar sırasında Hocalı’da yaşayan Ahıska Türkleri de evlerinde yakılarak öldürülmüştür. Kadın, çocuk ve yaşlılar da dahil olmak üzere siviller katledilmiştir. Katliamın ilk gecesinde sekiz aile bütün fertleriyle öldürülmüş, 700’den fazla çocuk anne ya da babasını kaybetmiştir. Yaralılar ise 1.000’in üzerindedir. Katliama tanık olan bir gazeteci, yaşananları şu şekilde aktarmaktadır:

“Dağlık Karabağ’ın Hocalı kentinin düşüşünü bir gün boyunca yaşadım. Görüntülerle belgeledim ve video çekimleriyle bir günde 1.300 Azerbaycan Türk’ünün Ermeni çetecilerce öldürülüşünü bütün dünyaya duyurdum. Hocalı katliamı anlatılamaz bir vahşetti. Azerbaycan yönetimi ve Cumhurbaşkanı Ayaz Mütellibov, olayı dört gün boyunca kamuoyundan gizlemeye çalıştılar. Bütün Azerbaycan şok olmuştu. Ermeni bıçaklarından, kurşunlarından kurtulmayı başaranlar; kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar karlı dağlarda tipi altında Agdam’a gelmeyi başardıklarında çoğunun ayakları donmuştu. Bazılarının ayakları ise kangrenden dolayı kesilmişti. Ermeniler vahşetin her türlüsünü sanki ibret olsun, örnek olsun diye yapmışlardı. İhtiyar dedelerin, yaşlı anaların yüzleri jiletlerle doğranmış, genç kadınların göğüsleri peynir gibi kesilmiş, bebeklerin kafa derileri yüzülmüştü. Hocalı ile Agdam arasındaki 12 kilometrelik orman boyunca cesetler dizilmişti.”

Gelişmelere seyirci kalan BM ve Batılı devletler, Ermenilerin yaptıkları katliamlara ve işgal hareketlerine ciddi bir tepki göstermemişlerdir. Ermenilerin Mayıs 1992’de Nahçıvan’a saldırmalarından sonra Türkiye 1921 Kars Anlaşması çerçevesinde bölgeyi korumak için askerî müdahalede bulunabileceğini açıklamıştır. Uluslararası toplum, ancak Ermenilerin nüfusu 60 binden fazla olan Kelbecer’e saldırmasıyla harekete geçti. BMGK, 822 sayılı kararı ile Ermeni kuvvetlerinin işgal altındaki topraklardan çekilmesini istedi, ancak bu sonuç vermedi. Kararın ardından AGİT bünyesinde arabuluculuk çalışmaları başlatıldı.

1994 yılında iki taraf arasında ateşkes ilan edilmiştir. Savaş sonrası çözüme kavuşturulamayan bir diğer sorun da, ülke içerisinde yerinden edilen ya da sığınmacı durumuna düşen bir milyon civarı Azeri’dir. Bunların büyük bir çoğunluğu Azerbaycan sınırları dahilinde yaşamaktadırlar. Azerbaycan nüfusunun %10’undan fazlası ülke içinde yerinden edilmiş sığınmacılardan oluşmaktadır ki bu, kişi başına dünyada yerinden edilmiş en büyük nüfus hareketlerinden biri anlamına gelmektedir. Bu insanlar hâlâ Ermenilerce işgal edilen topraklarda bulunan evlerine geri dönmeyi beklemektedirler. Azerbaycan Cumhuriyeti’nde yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalan veya başka ülkelerden Azerbaycan’a gelen Azerbaycan vatandaşları, Azerbaycan hükümeti tarafından “göçkün” olarak adlandırılmaktadır. Sorunlarına hâlâ kalıcı çözümler bulunamayan göçkünler; mesken, iş, yiyecek, sağlık, eğitim ve can güvenliği gibi birçok sorunla karşı karşıyadırlar. Bu kişiler Bakü ve çevresinde, zor koşullar altında çadırlarda, barakalarda, okul ve yurtlarda, pansiyonlarda, dükkanlarda, yük vagonlarında, hatta yol kenarlarında yaşam mücadelesi vermektedirler.
kaynak:http://azerbaycan.ihh.org.tr/insan/hocali/hocali.html

29 Ocak 2014

Şahlar ve şeyhler

 Yrd. Doç. Dr. Bekir Biçer'in yazısı...

İnsan var oluşundan beri düşünen inanan bir varlıktır. Düşünmesi çoğu zaman inanmasını gerektirmiştir. İslam inancı açısından ise İnsan “Allaha kulluk yapmak için yaratılmıştır.” Allah insanları doğru yola çağırmak için peygamberler göndermiştir. Ancak insanlar çoğu zaman peygamberlere rağmen kendi istedikleri şekilde yaşamıştır. Büyük peygamberlerin inancını yer yüzünde egemen kıldığına dair bilgi çok azdır.
Bu çerçevede hayatı en iyi bilinen peygamber Hz. İsa ve dini Hristiyanlıktır. Hz. İsa’nın çağrısı Akdeniz havzasında kısa zamanda yayılmış ama aynı zaman diliminde dini tahrif olmuştur. Güçlenen Hristiyanlar Roma İmparatorluğu için tehdit oluşturunca yüz binlercesi öldürülmüştür. Ancak Hristiyanlık resmi din olunca bu defa Hristiyan olmayanlar öldürülmüştür. Hristiyanlık içinde iki ana kilise doğmuştur. Katolik kilisesi din devleti özelliği taşımış ve Orta Çağda insanlara hayatı zindan etmiştir. Ortodoks kilisesi ise devletin kontrolüne girmiş ve devlete hizmet etmiştir. Orta ve Yeni Çağ Avrupası’nın en önemli meselesi din devlet ilişkileri olmuştur. Bu sebeple Avrupa lılar laik düşünceyi üretmiş ve laik politikalar geliştirmiştir.
İslâmiyetin tarihsel serüveni de aslında çok farklı değildir. Her ne kadar abartılmış- yüceltilmiş tarih yorumları aksini savunsa bile İslam toplumlarının en temel meselesi din devlet ilişkisi olmuştur. Müslümanlar Hz Ali ve Muaviye arasındaki çatışmayı hep dini bir mesele olarak ele almıştır. Ama aslında mesele düpe düz siyasi bir meseledir ve tamamen iktidar mücadelesidir. Ayet ve Hadisler sadece geliştirilen siyasi mücadeleye malzeme teşkil edilecek şekilde kullanılmıştır. Yani Cemel ve Sıffin savaşlarından itibaren İslam birinci derecede hayatı düzenleyen bir unsur olmaktan çıkarılmış ve siyaseti meşrulaştıracak ve iktidarlara payandalık yapacak şekilde istismar edilmiştir. Artık İslam öncelikle iktidarların gücünü pekiştiren bir dolgu malzemesi olarak kullanılmıştır. Doğrusu birçok mezhebin doğuşu da bu çerçevede ele alınabilir. Benim İslam tarihi okumalarından elde ettiğim sonuç şu: İslam inancı ve Müslümanlar sürekli siyasetin güdümünde olmuştur. Öyle sanıldığı ve iddia edildiği hayatın bütününü kontrol eden ana unsur İslamiyet değildir. Saray hep âlimlerden, şeyhlerden ve Müslüman halktan üstün olmuştur.
İslam tarihinde fıkhi mezheplerin doğması ve tarikatların yaygınlaşmasıyla birlikte çoğu zaman saraya muhalif alternatif kurumlar ortaya çıkmıştır. Sultanlar ise kendine yakın olan âlim ve şeyhleri desteklemiştir. Kimi zaman kendisine yakın hissettiği âlim ve şeyhleri kendine danışman yapmış veya mensubu olduğu mezhebi resmi mezhep ilan ederek diğerleriyle mücadele etmiştir. Mezheplerin yaygınlaşması ve mezhep mücadelelerinin geri planında da siyasetin belirleyici gücü vardır. Buna karşılık halktan destek alan veya saraya kafa tutacak güce erişen âlim, şeyh veya seyidler saraya muhalif bir seyir izlemiş ve dini gücünü çoğu zaman siyasete tahvil etmeye çalışmıştır. Bu iddiayı doğrulayacak yüzlerce örnek vardır. Özellikle Abbasiler devrinden itibaren çıkan isyanların tamamı bu çerçevede değerlendirilebilir. Kimi zaman ise muhalifler saraya karşı tavır alarak halkın çıkarlarını korumaya ve dengelemeye çalışmıştır. İslam tarihi defalarca şahlarla şeyhlerin mücadelesine sahne olmuştur.
Selçuklular devrinde Baba İshak, Osmanlılar devrinde Şeyh Bedreddin, Şahkulu isyanlarında olduğu gibi. Osmanlı Devleti tarikatlarla ilişkilerini siyasi çıkar- devletin bekası çerçevesinde kurmuştur. Sultana hizmet edenler ödüllendirilmiş muhalif olanlar ise cezalandırılmıştır. Mustafa Kemal de Milli Mücadele esnasında büyük oranda şeyhlere ve aşiret liderlerinin yardımına müracaat etmiştir. Şeyh Senusi, Mevlevi şeyhleri, Alevi Bektaşi dedeler, Kürdistan’daki Kürt aşiret liderleri Mustafa Kemal’in en çok destek aldığı ve birlik görüntüleri verdiği kişilerdir. 1924 yılından itibaren ise her türlü dini ve mezhebi yapılara karşı tavır alınmıştır. Sünni şeyhler birer birer cezalandırılmıştır. 1925 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sünni tarikatlar kadar Alevi Bektaşiler de zarar görmüştür. Dergâhları kapatılmış mal varlıklarına el konulmuş, kütüphanelerdeki eski eserler yok edilmiş ve vakıf faaliyetleri engellenmiştir. Hatta Dede ve Babalar dini kimliklerini ifade etmekten çekinir olmuştur. Âdeta Alevi kimliği yok sayılmıştır. Ancak buna rağmen Alevi ve Bektaşiler bu durumdan fazlaca rahatsız olmamıştır. Çünkü Aleviler kadar Sünniler de cezalandırılmış ve Aleviler üzerinden Sünnilerin siyasi baskısı kaldırılmıştır. Bu mutluluk Alevilerin Mustafa Kemal’i sevmelerine ve sahip çıkmalarına yetmiştir. Dersim kıyımına rağmen laik Cumhuriyet zımnen en büyük halk desteğini Alevi camiadan almıştır. Buna rağmen Tek Parti döneminde Alevi sorunu ve Alevi hakları hiç gündeme gelmemiştir.
Türkiye Cumhuriyetinin iç politikası büyük oranda din devlet ilişkileri sebebiyle gerilmiştir. Çünkü halkın büyük çoğunluğu dindardır. Devletin yapısı ise laiktir. Bu sebeple sürekli halk ve devlet karşı karşıya gelmiştir. Bütün baskı ve sindirme politikasına rağmen seçimlerde dindar halkın siyasi tercihleri iktidarı belirlemiştir. Özellikle Demokrat Parti döneminden itibaren siyasette dinin ağırlığı çok belirgindir.
Türkiye’ de din devlet ilişkileri deninde hep Sünni cemaat ve tarikatlar anlaşılmış ve anlatılmıştır. Halbuki CHP de siyasetini Türkiye’deki din ve mezhepler üzerinden yapmıştır. CHP seçmenleri büyük oranda dindar Alevi-Bektaşilerdir. Aleviler siyasi tercihlerini tamamıyla din ve mezhep algıları üzerinden yapmıştır. Yaptıkları tercihler çok açık olarak din merkezlidir. Son yıllarda yapılan Cumhuriyet mitinglerinin ve Gezi olaylarının arkasında büyük oranda sokağa taşan Alevi öfkesi yapmaktadır. Gösteriler biraz da Sünni - Yezidi AKEPE iktidarına karşı Alevilerin var olma mücadelesi gibidir.
Ak Parti döneminde Türkiye göreli olarak daha özgür hale gelmiş ve dini faaliyetler daha kolaylaşmıştır. Bu dönemde Cumhuriyetin ilk yıllarında oluşan laik rejime karşı halkın tavrı değişmiş ve iktidar şahsında Sünni dindar halk devletle bütünleşmiştir. Şüphesiz Türkiye’nin bu noktaya gelmesinde cemaatlerin ve tarikatların ciddi katkısı olmuştur. İktidarın el değiştirmesi, seçkinci yönetimin yıkılması konusunda cemaatler hükümetle ittifak içinde olmuştur. Ancak yeni Türkiye’yi kimin yöneteceği konusunda ciddi ihtilaflar başlamış yani tarih tekerrür etmiştir. “Bir tahta iki sultanın oturamayacağı” anlaşılmıştır. Gündemdeki tartışmalar nasıl sonuçlanır bilinmez ama Türkiye yeni bir tartışmaya yeniden başlamıştır. Bugüne kadar Müslüman halk din devlet ilişkisine hep laik devlet üzerinden bakmış ve hep İslam devleti özlemi taşımıştır. Şimdi dindar insanların din politikası üzerinden din devlet ilişkileri tartışılmaktadır. Artık din devlet ilişkileri bu zeminde yeniden tartışılacaktır. Devletin resmi dini olmalı mı, olacaksa devlet hangi mezhebe göre yönetilmelidir devletin yönetiminde cemaatlerin rolü ne olmalıdır. vs ?
Bugün gündeme gelen “kardeşlik hukuku” aslında Türkiye’de hiç olmamıştır. Malumdur ki tarih boyunca aynı dinden olan insanların savaş ve mücadelesi daha acımasız olmuştur. Yine iktidar paylaşımı konusunda din büyük oranda güç elde etme ve yapılanları meşrulaştırma amacını taşımaktadır. Umarım satırlarda kalan hukuk hayata hakim olur. Saygılarımla.

http://www.memleket.com.tr/sahlar-ve-seyhler-18164yy.htm

25 Mayıs 2010

Uluslararası Şırnak Sempozyumunun Ardından

14-15 Mayıs 2010 tarihlerinde Şırnak’ta düzenlenen “Uluslararası Şırnak ve Çevresi Sempozyumu”na katıldım. Cuma sabahı başlayan sempozyum Cumartesi günü değerlendirme oturumu, ardından da birkaç tarihi eser ziyaretiyle sona erdi. Sempozyumun hem uluslararası olması, hem de Pazar günü  Kuzey Irak’ın Dohuk şehri ile Dohuk Üniversitesi’nde bir dizi inceleme turunu da ihtiva ediyor olması, katılımın beklenenden fazla ilgi görmesine sebep oldu.

Şırnak Üniversitesi tarafından organize edilen programları Şırnak Valiliği, Şırnak Ticaret ve Sanayi Odası ve Dicle Kalkınma Ajansı desteklediler. 100 kadar tebliğin sunulduğu oturumlarda Şırnak ili ve çevresinin dini, tarihi, coğrafi ve iktisadi yönleri ele alındı. İlk gün oturumlar Şırnak Üniversitesi’nde, Cumartesi oturumları Cizre Öğretmenevi salonlarında yapıldı. Eş zamanlı yürütülen oturumlardan bazılarını takip etmeye çalıştım. Sempozyum boyunca, yeni kurululan üniversiteden çok fazla beklentileri bulunan Şırnak sivil toplum kuruluş temsilcilerinin heyecanı gözlerden kaçmadı. Kapanışta söz alan bazı akademisyen ve kuruluş temsilcileri, sonraki sempozyumun bölgenin ekonomik kalkınmasına yönelik muhteva taşıması gerektiğini ifade ettiler. Programları düzenleyenler, katılımcıların rahat etmesi için ellerinden geleni yapma çabası içinde oldular.
Sokaklarda karşılaştığım Cizreliler elimde fotoğraf makinesini görünce gazeteci olup olmadığımı sordular. Gazeteci olmadığımı, misafir olarak geldiğimi söyleyince de, kimi medyaya mensup gazetecilerin olup bitenleri çarpıttığını, Şırnak adının artık terörle anılmasını istemediklerini dile getirdiler. İçlerinden biri, bu organizasyondan haberdar olmadıklarını, katılıma belli çevrelerin çağrıldığını, katılmış olsa bile kendisini dinleyen olmayacağını düşündüğünü ifade etti. Ben de, bu tür faaliyetlerin herkese açık olduğunu, bunca akademisyenin bölgenin tanıtılmasına, gelişmesine ciddi katkılar sağlayacağını ve kendisini endişelendiren hususların zaten tartışıldığını anlatmaya çalıştım. Umarım öyledir dedi. Program aralarında konuştuğum bazı tebliğ sahiplerine buraya gelme konusunda yakınlarının uyarıları olmuş. Bir sorun bulunmadığını kendileri de görmüş oldular.
Sempozyum bana göre verimli geçti. Ancak oturumların sıkışık olması, sunumların çok kısa sürmesine neden oldu. Tebliğlerin sempozyum kitabında yer alacak olması neler söylendiğini ortaya  çıkaracaktır. Tunceli, Siirt, Bitlis, Kilis, Batman ve Mardin gibi çevre Üniversitelerin rektörlerinin katılımı, pek de alışılmamış olması ile dikkate değer bir husustu. Şırnak için çok önemli olan bu sempozyumun ulusal medyada yeteri kadar ilgi görmeyeceği görüşünde olanların tespiti doğru çıktı. Şırnak’ta şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı etkinliklerden olan bu sempozyumun göz ardı edilmesinin kasıtlı olduğu görüşünde olanların sayısı bir hayli fazla.
Onlarca katılımcı gibi ilk defa geldiğim Şırnak, sırtını meşhur Cudi Dağına dayamış dağlık tepelik bir yerleşime sahip. İl merkezi nüfusu 2008 yılında 59.435 iken bu rakam 2009 yılında 63.664’e çıkmış. İl merkezinde artan nüfus oranının en büyük nedenlerinden biri üniversitenin açılması, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin gelmesi olmuş. Üniversitenin bir şehir için ne denli öneme haiz olduğunun göstergelerinden biridir bu durum. İl merkezine dolambaçlı uzunca bir yoldan giriş yapıyorsunuz. Doğunun tipik il ve ilçelerindeki gibi canayakın ve yardımsever insan profili mevcut.
Sonraki yazımda gerek bölgeden gerekse Kuzey Irak’tan edindiğim gözlemlerimi aktarmaya devam edeceğim.

09 Mayıs 2010

Isonzo Savaşı'nın Tablosu

1929 Berlin doğumlu Alman Şair ve Yazar Günter Kunert’in (1929- ) yazdığı kısa fakat son derece etkili öyküyü okumuşsanız, gerçeği halktan kaçıran, olup biteni yok sayan, görmezden gelen yönetim zihniyetlerinin, tarihin gerçeğini saklamak çabasında olanların bu işi nasıl kotarıverdiklerinin detaylarını bulursunuz. Öykü sahnesi şöyle:
“Savaşa ressam da katılmıştı; dönünce gördüklerini gösreten bir tabl yaptı: Ön planda, yerlerde karınları deşilmiş, dışarı fırlamış barsaklarıyla ölümle pençeleşen insanlar yatıyordu. Bunların yanında, atın ve tankların altında ezilip kanlı bir hamur haline gelmiş, şurasında burasında kırık kemik parçaları gözüken cesetler vardı. Arkada, kanlı ve çamurla üniformaları içinde korkudan gerilmiş yüzleriyle iki düşman ordunun erleri kıyasıya savaşmaktaydılar. Arka planda, savaş alanı dışında subaylar vardı; bir bölümü kadın ve kızları gebe bırakmaya uğraşırken, bir bölümü konyak şişesini kafaya dikmiş kafayı çekiyor, bir başka bölümü ise, tüm bir bölüğün donanımına yetecek parayı havaya savuruyordu. Ressam bu tabloyu atölyesinin bir duvarına asmıştı. Bir gün atölyeye yaşlı bir ziyeretçi geldi. Eski bir general olduğu her halinden, her davranışından belliydi. Tabloyu görünce dehşetle irkildi. “Bu resim yalan söylüyor” diye bağırdı, “savaş asla böyle olmadı.” Gözlerini kısmış tabloyu süzüyordu. Bu sırada, param parça olmuş bir ölü kafasının ardında, başındaki miğferi çapkınca arkaya itmiş, davul çalıp şarkı söyleyerek savaş alanına doğru koşan ufak tefek bir eri keşfetti... General, ressamdan bu detayı satın aldı. O bölüm tablodan kesilip çerçevelendi. Gelecek kuşaklar bu resme bakarak Isonzo savaşı hakkında fikir edineceklerdi.” 
Türkçe çevirisi Melahat Togar’a ait Kunert’in öyküsü bu şekilde sona eriyor. Üzerinde konuşulmaya değer tarih yanıltmaları, saptırmaları ve gerçek örtmeleri üzerine giydirebileceğimiz bir öykü.
***
ERGİL VE AKÖZ’ÜN DEDİKLERİ
Geçtiğimiz hafta içinde düzenlenen iki konfesansa izleyici olarak katıldım. İlkinde Prof. Doğu Ergil, ikincisinde Sabah Gazetesi Yazarı Emre Aköz konuşmacı oldular. Ergil’in perdeye yansıyan son derece akademik sunumunda, “o ve öteki”ni ayrıştıran sebeplerle bunun sonuçlarını izaha çalışan sağlam ifadeler vardı. Baştan sona “demokrasi ve onun nimetlerinin getirisi” üzerinde duran Ergil, kavramları iyi anlamak gerektiğine dair mesajlar vererek konuşmasını tamamladı. Herhangi bir alanda uzman olmadığını, güncel gelişmeler üzerine yazılar yazdığını belirten Aköz’ü ilgiyle takip edenler kadar, tepki gösterenler de az değil. Aköz de, demokratikleşme olmadan Türkiye’nin bir yere varamayacağınına vurgular yaptı. Hukukun üstünlüğünü gerçek anlamda uygulayan, vesayet rejimini doğuran unsurlara pirim vermeyen, bürokrasinin haddini bildiği bir Türkiye görmek istediğini ifade etti. Genç nüfusa sahip Türkiye’nin, Osmanlı’dan tevarüs eden büyük enerjisinin vesayet rejimleriyle bir yere varamayacağının altını çizdi.
Doğudan batıya bütün Türkiye’nin, hukukun üstünlüğünü gerçekleştirme çabasına engel bürokratik oligarşilere, partilere ve sözde sivil toplum kuruluşlarına artan tepkisi normalleşmeyi beraberinde getirecektir.

26 Nisan 2010

Lale; Bir Devrim Bir Devir

Lale, bizde bir devrin, Kırgızistan’da bir devrimin de adı oldu. Her ikisinin sonu da bazı yönleriyle birbirine benziyor.
Bizim buralarda laleler açarken, Kırgızistan’daki “Lale Devrimi”nin beşinci yıldönümünden iki hafta sonra/geçen hafta ülkenin kuzeyindeki Talas kentinde başlayan, ardından başkent Bişkek’e yayılan isyanlar, ülke siyasetini baştan şekillendirdi. Sovyetlerin çöküşünden sonra Kırgızistan’da, halkın Lale Devrimi ertesi yaşadığı hayal kırıklığını yeni devrimin sebebi sayıyor uzmanlar. Tarih tekerrür etti. Akayev gitti Bakiyev geldi.  Şimdi o da yok. Bakalım kimler çıkacak bunun altından?
Oralarda olup biteni bir kenara bırakarak, tarihin yapraklarından birini aralayıp bir devre adını veren bu hoş bitki hakkında hasbihal edelim. Lale Devri, Osmanlı Devleti'nde, 1718 yılında Avusturya ile imzalanan Pasarofça Antlaşması ile başlayıp, 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanı ile sona eren dönemin adıdır. Devin padişahı III. Ahmed, sadrazamı ise Nevşehirli Damat İbrahim Paşadır. Zevk ve sefâ devri olarak bilinir.
O devirde lale pek eşsiz, pek efsunkâr bir çiçektir. İstanbullular, öylesine âşıktırlar ki, hakkında en mahsus şarkı ve gazelleri Nedim’den duyarlar:
“Erişti nevbahar eyyamı açıdı gül-ü gülşen;
Çırağan vakti geldi, lâlezarın dîdesi ruşen.
Çimenler döndü ru-yü yare reng-i lâle vü gülden.
Çırağan vakti geldi, lâlezarın dîdesi ruşen.”
    Aynı yıllarda Osmanlı mülkü Anadolu’da Ercişli Emrah şöyle demektedir:
“Tutam yâr elinden tutam,
Çıkam dağlara dağlara
Olam bir yaralı bülbül,
İnem bağlara bağlara.”
Lâle gönüllerde eşsiz bir hükümdardır. Bütün sohbetler onun üstüne kurulur. “Filan efendinin bahçesinde bir lale türemiş de, gören bayılıyormuş...” Halka da bulaşan lale modası ortalığı kasıp kavurmaktadır.  Fiyatlar alıp başını gitmiştir lakin. 1722 yılının Eylül’ünde Padişah III. Ahmed bir ferman yayınlar. Her lale cinsinin fiyatının belirlenmesi için istanbul Kadısı’na buyruk verir. O kadar pahalanmıştır ki lale fiyatları; he şu “Mahbub” adı verilen lale yok mu? Hınzıra güç yetmez ki alına! Tam bu sıralar, önüne gelen “benim lalem daha değerlidir” demeye başlar. Lale piyasasında haksız kazanç alıp başını gitmiştir. İstanbul bu sebeple karışmak üzeredir. İki yüz otuz dokuz cins lale devrin düzenini bozmak üzeredir. Devlet bu duruma daha fazla seyirci kalmaz. Mahkeme kararıyla Vefalı Mehmed Bey’in yetiştirdiği “Niz-i rummanî” adlı laleye en yüksek fiyat biçilir ve ortalık durulur. (Bkz. M. Uluğtekin Yılmaz, Osmanlının Arka Bahçesi, Ankara, 1998). 
Hollanda’da var bir lale çılgınlığı. 1624 yılında başlayıp 1637 yılında bitmiş. Öyle ki, fiyatların hızla yükselmesiyle kimi lale türleri gemilerle takas edilmiş, bir lale soğanının fiyatı Amsterdam’da bir ev fiyatına eşdeğer hale gelmiş.
Osmanlı Devleti’nde Lale Devri’nin sonu, Patrona Halil İsyanı ile başlar. Bu ayaklanma 28 Eylül 1730da başlayıp üç gün sürmüştür. Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa idam edilmiş; Sultan III. Ahmed tahttan indirilmiş, tahta I. Mahmud getirilmiş ve sonradan Lale Devri adı verilecek devir sona erdirilmiştir.
Lale’ye dikkat etmek lazım...

03 Mayıs 2009

Mommo: Bir Hazin Öykü




Filmin Yönetmeni Atalay Taşdiken, Görüntü Yönetmeni Ali Özel ve oyunculardan Mustafa Uzunyılmaz ile “Mommo Kız Kardeşim” filmi hakkında konuştuk Konfad’da.

17 Nisan’da görücüye çıkan film, Yönetmen asistanı ve Set Fotoğrafçısı sevgili Osman Özel vasıtasıyla uzun zamandır bir ülfet oluşturmuştu bende. Kamera arkası ekibin işini gücünü bırakıp Konfad’a konuk olarak gelmesi, yönetmeninin hemşerimiz olması, konusunun Konya’ya aidiyeti ve henüz sinemalardayken görmem yazımın vesilesi oldu.

Atalay Taşdiken 1964 Konya-Beyşehir doğumlu bir reklamcı. Mommo ilk uzun metrajlı filmi. Mommo’nun vizyona girişinden evvel okuduğum birkaç satır dikkatimi çekmişti. Sordum: “Cebinizde 1000 lira bile yokken projeye başladığınızı okudum. Bu doğru mu ve şimdi 1000 liradan fazla paranız var mı?” “Basına bu konunun abartılı şekilde yansıdığını fakat yeterli bütçe olmadan filme başladıklarının doğru olduğunu” söyledi tebessümle. Filmin kazandığı ödüller konusunda, ukalalık kabul edilmezse hislerine, ekibe ve başarılı olacaklarına yürekten inandıklarını ifade etti. “Filmin Türk sinemasına katkısını” sordum sonra. “Bu ilk filmim” dedi. “Bunu, sinemayı iyi tahlil eden, kaliteli projeleri izleyenlere bırakmak lazım, filmin bağımsız olarak yetkin bir yerde durduğunu söyleyenler mevcut, bu yönüyle bir ekolün miladı olacağını söyleyebilirim, başta da dediğim gibi bunun yorumunu başkalarına bırakıyorum” dedi.

Hayatı boyunca yapmayı planladığı işi zamanı geldiğinde uygulayıp hayalini gerçekleştirenler olur. Böylelerinden Atalay Taşdiken. Selçuk Üniversitesi Fizik bölümünden mezun olmuş fakat bu alanda iş yapmamış. Yönetmenlik serüvenini anlattı sonra: “Çocukken Beyşehir’de evimizin karşısında Ar Sineması vardı. Harçlığımla haftada bir gün sinema bileti, yanında da Bozdoğan gazozu alırdım. Diğer günlerde, sinemanın dışarıya ses veren hoparlörünün altına oturur, dinlerdim. Sonra da izlemiş gibi arkadaşlarıma anlatırdım.”

Çavuş ve Hüyük’te çekimleri yapılan Mommo, gerçek bir yaşam öyküsünden uyarlanmış. Hem de yönetmenin oldukça yakınında. Perşembe akşamı Kızım Zeynep’le birlikte filme gittik. Çocuk oyuncular Elif ve Mehmet Bülbül’ü çok başarılı buldum. Özellikle Elif’i. Çavuş Kasabasında okulları gezerek bulmuşlar çocukları. Beden Eğitimi dersinde toplanan 1. sınıf öğrencilerine yaklaşırken görmüş Elif’i Taşdiken. Filmin Görüntü Yönetmeni Ali Özel’e, çocukları çekip Elif’i en sona bırakmasını istemiş. Elif’i tercih etmesinin risk olduğunu anlattı. Çocukların arasından en çekingeni o imiş. Başlarda dramatik yoğunluğu olan kareler çekilmiş. Monitörün ardına da hiç geçirmemişler Elif ile Mehmet’i. Filmde, sonraki eş korkusundan çocuk sevgisini kaybetmiş babayı oynayan usta oyuncu Mustafa Uzunyılmaz, köyün kahvesinde mukallit adamlarla hayli sohbetler etmiş yörenin ağzına vâkıf olmak için. Taşdiken, Uzunyılmaz’ın Türk sinemasında nadir görülen karakterlerden birini oynadığını ifade etti. Aynen katılıyorum. Tavır, tip ve konuşma biçimiyle ilklerden biri. Mükemmel bir oyun çıkarmış. Mustafa Uzunyılmaz’a filme katılışını anlatmasını istedim. Sözü Taşdiken alarak, Rıza Sönmez ile anlaştıklarını fakat hayati bir mazeretini gerekçe göstermesi ve Uzunyılmaz’ı önermesiyle projeye onun dahil olduğunu ifade etti. Hasan Dede rolünde oynayan Mete Dönmezer müthiş performans sergilemiş. Çocukların Bez Bebek dizisinden ilgiyle izledikleri Mehmet Usta, dizi çekimleri sebebiyle Konfad’da değildi. İstanbul’lu Bakkal rolüyle göz doldurmuş o da. Filmin bu üç oyuncusunun dışında kadraja giren herkes yörenin yerlisi. Çok da başarılılar. Erkan Oğur mükemmel müziğiyle filmi tamamlayan sanatçı olmuş.

Mommo, 14. Nürnberg Türkiye Almanya Film Festivali’nden En İyi Seyirci Ödülü’nün yanı sıra, festival jürisinin En İyi Film Ödülü olmak üzere iki dalda birincilik ile döndü. Berlin Film Festivali’nde de Generation/Genç Kuşak Yarışması’nın K Plus Bölümü’ne seçilen ilk Türk filmi ünvanını da taşıyor. Filmin Görüntü Yönetmeni 1977 Konya-Çetmi doğumlu Ali Özel’i ayrıca tebrik etmek lazım. Her bir karesini sergilenmeye layık bulduğum “fotoğraflık” görüntüler çıkarmış. Absürd, kafa karıştırıcı, konusu bizden olmayan, bohem anlatım ve karakterleriyle kirli kimi sinema filminin yanında izlenir, tavsiye edilir bir film Mommo. Öksüz kalmış çocuklar, vicdan muhasebesi, ağır sorumluluklar, gurbet Almanya vurgusu, yoksulluk ve çaresizlik ekseninde duygusallığı ağır basan, duygu sömürüsü yapmayan ve günümüzde örnekleri herhangi bir yerde görülebilecek türden. Öcü Mommo korkusundan daha çok bir aile dramının ağır bastığı yüzakı bir film.

Mommo aslında benim korkum diyen Atalay Taşdiken ile aramda bir yakınlık var. Benim çocukluğumun öcüsü de Markut’tu. Markuuuuut! Torbanı sarkıııııııt!

Bu filmin bütün okullarda öğrencilere gösterilmesini istiyorum kendi adıma. SBS, dershane ve ödev telaşında boğduğumuz çocuklarımızın, başka hayatların da varlığını ve ihtimal her evin kapısında Mommo kadar korkutucu gerçeklerin yaşanabileceğini bilmeleri lazım.

Ve Atalay Taşdiken’e ricadır. Şu Anadolu coğrafyasında filmlerin, yönetmenlerin uğramadığı yer kalmadı. Doğunun, Karadeniz’in, Ege’nin, Akdeniz’in yöresel ağızları dillerde pelesenk oldu. Çavuş Kasabasındaki öykünün benzerleri, sıradışıları, alışılmamışları mevcuttur Çumra’da, Kulu’da, Ereğli’de. Gelin ve Oskarlık işler yapın. Bu kumaş sizde fazlasıyla var…

03 Mart 2009

Ekonomi ve Ekoloji Arasında Bir Denge Yahut Lohasçılar

“Lohas”, Lifestyle of Healt and Sustainability kelimelerinin kısaltması. “Sağlıklı ve sürdürülebilir yaşam tarzı”nı niteleyen bir kısaltma bu. Batıda lohasçılık giderek ilgi görürken bu gruba dahil olanların sayısı da artmaya devam ediyor. İnsan neticede doğal olan ve fıtratına yakışanı bir şekilde yeniden bulup ortaya çıkaracak öngörü ve vicdana sahip. Bizde, dünyanın ekolojik gidişatına kafa yoran bu tarz sivil organize gruplar, akımlar ve bunların ihtiyacını karşılayan bir pazar yok denecek kadar az.

Çocukluğunda başbakan veya papa olmak suretiyle dünyayı değiştirebileceğine inanan 44 yaşındaki Claudia Langer, geçen sene utopia.de adlı bir internet portalı kurarak lohasçılığın Almanya’daki öncülerinden biri olmuş. Portalın açılışından bugüne 35 bin ütopyacının üye olduğu bu yeni anlayışın gönüllüleri, çatılara kurulacak güneş pilleri, doğal kozmetik ürünler ve doğaya en az zarar vererek nasıl tatil yapabileceklerinin hesaplarını yapıyorlar. Bunların, 80’lerde başlayan ekolojik hareketle bir ilgileri yok. Green-peace tarzı örgütlenmelerle de. Savaş karşıtı gösteriler yerine “wellness otel”lere gidiyor, mısır gevreği yerine bio-mango yiyor ve ekolojik yaşam biçimini feragatle değil hazla birleştiriyorlar. Yani bir bakıma “daha iyi bir dünya için” tüketim alışkanlığı çabası içindeler.

Bilinen diğer ekolojist akımlardan farkları, keşişvari feragat anlayışını bir kenara koyarak sürdürülebilirliği keyif alma ile bir araya getirmeleri. Kendi ifadeleriyle bunun adı, etik-ekolojik tüketim. Söz gelimi, uçakla yolculuk ettiklerinde bunu bir çevre projesine maddi katkıda bulunarak telafi ediyorlar. Bizim market veya manav raflarında arzı endam eden boyları birbirine eşit kabak, salatalık yahut patlıcan satın almak yerine, yerel ve hormon ihtiva etmeyen güvenilir gıda ürünlerini tercih ediyorlar.

Bunu fark eden bazı yatırımcılar, paralarını çoktan biyo-marketlere yatırmışlar. Getiriler açısından ciddi pazar payı elde eden yatırımcılara ulaşan istatistikler, oldukça iç açıcı. Sadece Almanya’daki eko tüketicilerin sayısı 8 milyon. Yıllık alım güçleri ise 200 milyar Avro olarak hesaplanmış. Lohas pazarı besinden giyime, yapı malzemelerinden konutlara, medyadan elektronik cihazlara kadar uzanıyor.

Lohasçıların, Avrupa ülkelerinde orta sınıf ve üstünü temsil ettiğini söylersek, bunların eğitim düzeyleri hakkında bir fikir edinmiş oluruz. Akıl ve beden sağlığı hem kendi ürettiği kaosla hem de ekolojik felaket haberleriyle giderek yıpranan Batı insanını kendine getiriyor görünürde bu tür arayışlar. İşin insanı ilgilendiren onlarca pozitif boyutu mevcut çünkü.

Türkiye’de ekolojik yatırım girişimleri henüz istenilen yerde değil. Bunun sebebini elbette özel sektör ve devlet ilgisinden evvel biraz da arz-talep meselesi olarak görmek lazım gelir. Vatandaşın geliri ve eğitim düzeyi ne böyle örgütlenmeler oluşturmaya ne de girişimci için pazar açmaya şimdilik yeterli değil. Batıdaki orta sınıfın, bizde ekonomik anlamda iyi durumda ve eğitimli sayılabilecek bir gelir grubuna karşılık geldiği göz önüne alınırsa durum daha iyi anlaşılacaktır.

Sözünü ettiğim konulara hayli ilgi duyan sade bir tüketici sıfatıyla, eko tarım ve turizmden gelir elde etme uğraşı veren organik tarım çiftlikleri hakkında birkaç yazı yayınlamıştım geçen yıllarda. Şimdi buradan aynı çağrıyı yinelemekte fayda görüyorum. Adı lohas veya başka bir şey olmasa bile, bizim insanımızın da tüketim algısında değişimler mevcut. Özellikle, geçim derdinde olan köylünün bir an evvel kendini yenilemesi lazım. Organik tarım ve turizmden gelir elde etmek için yüksek tahsili yapmış olmaları gerekmiyor. Biraz merak ve kaynağından doğru bir istişare ile hem kendileri hem de başkaları için fayda üretebilirler.

11 Ocak 2009

Siz Ölüyorsunuz Biz Diriliyoruz!

11.01.2009
Jenosit, genos (Yunanca “ırk”, “soy”) ve cida (Latince “katletmek”) kelimelerinden türemiş. “Irk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum ya da başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen bir topluluk veya toplulukların bireylerinin, yok edicilerin çıkarları doğrultusunda önemli sayıda ve düzenli biçimde yok edilmeleri” (tr wkpd) demek. Birleşmiş Milletler’in 1948 tarihli “Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”ne göre, bir eylemin soykırım olarak nitelendirilebilmesi için, “belirli bir insan topluluğunun; milliyeti, ırkı, etnik kökeni veya dini dolayısıyla yok edilmesi niyetinin bulunması” gerekiyor. İsrail Devleti’nin, ırk üstünlüğü esasına dayalı teokratik devlet yapısından neşet eden inanış, masum bir toplumu toptan yok etmeyi hedefliyor. Şu halde, Gazze’de yaşananların bir soykırım olduğu apaçık ortadadır. Nazilerin Yahudilere, Saddam’ın Halepçe’ye, Sırpların Boşnaklar’a, Fransızların Cezayir’e yaptığının aynısı. Bunlar, Kızıl Khmer ve Raunda soykırımları ile birlikte tescilli soykırımlar olarak insanlık tarihinde kapkara yüzleriyle anılacaklar.

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Roma Statüsü’ne göre soykırımın tanımı 5 maddede yapılıyor. Bu maddeye göre soykırım, “bir milletin, etnik, dini bir grubun veya bir ırkın tamamını veya bir bölümünü yok etmek amaçlı yapılan aşağıdaki davranışlar” olarak şöyle tanımlanmış: -Grup üyelerini öldürmek,-Grup üyelerine ciddi fiziki veya zihinsel zarar vermek,-Grup üyelerinin yaşam şartlarına, grubu fiziksel olarak yok etme amaçlı zarar vermek,-Gruptaki doğumları kasıtlı olarak engellemek,-Grubun çocuklarını zorla başka bir gruba transfer etmek.


Tanıma giren 5 maddenin tamamı Filistin’de uygulandı şimdiye kadar. Bunlar, İsrail Devleti’nin öteden beri uyguladığı sistematik soykırım. Yani 27 Aralık 2008 tarihinden itibaren başlamış bir mesele değil. Katliamın gerekçesi bu defa özellikle Hamas olarak gösterilmiştir.

Uluslararası vicdan üzerine düşeni yapmadıkça soykırım cephesinde değişen bir şey olmayacak ve -Yüce Mevla’nın belirlediği zamana kadar- zulüm yapanın yanına kalacaktır. Birleşmiş Milletler, kendi tüzüğüne yazdığı tanımları dünyanın muhtelif yerlerinde alenen görmesine rağmen kılını kıpırdatmayarak kendi tarihi boyunca zulme seyirci olmuştur. Biz Srebrenitza'yı asla unutmayacağız. 8300 Boşnak’ın Sırplar tarafından öldürülmesine seyirci kalan 400 kişilik Hollanda birliğini de.


Doğumlar-ölümler olacak, insanoğlunun sahiplendiği sınırlar değişecek, kavganın biçimi değişecek fakat Firavunlarla Musa’ların mücadelesi kıyamete kadar sürecektir. Bugün Musa’nın çocuklarıyla Firavun’un çocukları rollerini değiştirmişlerdir. Musa’nın çocukları, mazlum olmaktan çıkmışlardır çoktan. Hepsi Yahudileşmiştir. Hepsi ilkokul çağlarından itibaren birer katil adayı olarak yetiştirilmektedir. Yehova’nın kendilerine ilelebet armağanlar yağdıracaklarını düşünüyorlar. Derin Mitolojik translar geçiren günümüz Yahudileri bunun böyle olmayacağını er-geç anlayacaklar. Bir sepetin içinde Nil Nehrine bırakılan bebek Musa’yı Firavun nasıl sahiplediyse, Gazzeli bebekleri de sahiplenecek tarihin gelişi yakın olacaktır.

Son olaylar, bizim topraklarımızda yaşayan ehl-i vicdanı bu defa cidden bir araya getirmiştir. Ben, okullarımızda bedenleri küçücük insan evlatlarının kendi aralarında kuruşlar topladıklarına şahidim. Dualarına şahidim.

Filistin’i hangi şartlarda olursa olsun terk etmeyen mücahitler, masumlar! Siz ölüyorsunuz, biz diriliyoruz…

04 Ocak 2009

Seninleyiz Gazze


03.01.2009
Hava soğuktu ve canımız acıyordu.
Canımızı acıtan soğuk değildi elbette.
Rektörlük önünden Kayalıpark’a doğru çığ olup yürüdük. Çoluk çocuk, genç yaşlı aynı yaranın acıttığı derdi haykırmak içindi yürüyüşümüz. Keşke bütün şehir orda olsaydı. Olmalıydı.

Giderek çoğalan kalabalığın öfkesi yürekler ısıttı. Bu yürüyüşün dua mesabesinde olduğunu bilenlerle birlikte Hamas’a, Gazzeli çocuklara selamlar gönderdik Konya’dan.

Can kulağıyla dinledik Filistinli Doktor Hasan Bereket’i. “Selahattinlerin, Sultan Muhammed Fatihlerin, Yavuzların, Mevlanaların torunları bugün siz neredesiniz, bizlerle misiniz” diye sordu.
Evet dedik. Evet sizinleyiz.

“İsrail canileri, “Muhammed (s.a.v) öldü geriye kızları kaldı” diyorlar, Müslümanları yok sayıyorlar. Dünya Müslümanları nerede?” dediğinde Hasan Bereket, alanı dolduran 20 bin kişi, zulmü yapanları ve zulme seyirci kalanları lanetledi Allah’ın lanetiyle.


İHH İnsani Yardım Vakfı Genel Başkanı Bülent Yıldırım, dünyanın gözünün Konya’da olduğunu dile getirerek, İsrail’in uçaklarının Konya’da eğitim yapıp Gazze’yi bombaladığını söyledi. Biliyorduk bunu. Utandık. Bu, bizi hep utandırdı zaten. “Konya bu ayıbı bitirmelidir” dedi ve ekledi: “Ev ev dolaşıp imza toplayacaksınız, İsrail ve ABD uçaklarını Konya’dan kovacaksınız”.

Neden olmasın? Bu şehirde yaşayan herkes, sadece Filistin’in değil, zulme uğramış Müslüman coğrafyanın hâmisi, yardımcısı olmadı mı? Bu ayıptan kurtulma çabasıyla başlayabilir işler.

Kendi sonunu emsali görülmemiş zulümle hızlandıran İsrailoğulları’nın bir daha toplanmamak üzere yeryüzüne dağılıp zelil zamanlarını yeniden tadacakları günlere duacı olduk. Onlar ne zaman devlet olup ferahı görseler zulme başlıyorlardı çünkü. Hadlerini aşmışlardı yeniden. Dağılıp gidecekleri ve kendilerine yurt arayacakları günler yakındır. Yeryüzünün en seçkin ırkı iken, bize ne oldu diyecekler vakit gelince. Süleyman’ın ve Davud’un ihtişamlı günlerini sürgünlerde acıklı halet-i ruhiyeler içindeyken nasıl andılarsa öyle anacaklar. Sürgün günleri geri gelecek. Ortadoğu’da yurtları olmayacak bir daha. Bunları, tarihin İsrailoğulları hakkındaki tecrübesi ve zulm ile âbâd olunmaz kaidesi gereği yazıyorum. Değilse harekete geçmeden hangi eşyayı kımıldatabilirsiniz?


Basın otobüsünün üzerinden fotoğraflar çektim. Uzunca iki sopanın üzerine iki ayakkabı takmıştı bir ihtiyar. Ayakkabıların birinin altında Olmert, diğerinde Bush yazıyordu. Gözlerinden yaşlar boşananlar vardı. Şeytanı yürekleriyle taşlayan gençler. Babalarının omuzlarında çocuklar…

Miting alanlarını doldurmakla, yürümekle bitmeyecek bu işler. İsrail’e hayır diyecek bir devlet erki lazım. Çünkü İsrail’e hayır demek, AB.’ye ve ABD’ye hayır demek. Onlara hayır demedikçe “hayr” gelmeyecek.

Bülent Yıldırım dedi ki bir de; “Eğer oradaki zulmü Müslümanlar yapmış olsaydı, gider İsraillilerin yanında olurduk. Dinimiz bize böyle emreder.” Şu misal gibi işte:
Halife Ömer, şehir kapısında bir grup insanın yanından geçerken bir dilencinin yakalandığını gördü; adam çok yaşlı, kör biriydi. Halife onun arkasına geçti, koluyla dürterek sordu: “Kimsin sen?”
-Ehl-i kitaptan biriyim.
-Hangisinden?
-Museviyim.
-Seni gördüğüm işi yapmaya zorlayan ne?
-Cizyeyi ödemek ve yiyecek ve içecek ihtiyaçlarımı karşılamak için dileniyorum.
Bunun üzerine Ömer onu elinden tutarak evine götürdü ve ufak armağanlar verdi. Bu olayın ardından devletin mali işlerinden sorumlu yetkilisine şu haberi gönderdi:
-Şu adama ve onun gibilere bir bak! Vallahi onlara adil davranmıyoruz. Ona, Müslümanların sadakalarından bir şeyler verilmesini sağla, dedi ve Tevbe Suresi’nin 60. ayetini okudu. Böylece bu yaşlı Museviyi ve onun gibileri cizyeden kurtardı. (Leon Paliakov, Geschicte des Antisemitismus, s. 77)

28 Aralık 2008

Cumartesi Vahşeti



29.12.2008

Oturduğum yerde kalakaldım öylece.
Tıkanıp kaldım.

“İsrail’in, Hanuka Bayramı’nın (Işıklar Bayramı) son gününde düzenlediği ve adını da bayramdan esinlenerek “Dökme Kurşun” koyduğu saldırıda ölen Filistinlilerin sayısı (Cumartesi akşamı itibarıyla) 225’e yükseldi. Yaralı sayısı belli değil.”
Haberler böyle geldi Gazze’den.

Söz konusu Filistinliler olunca, kendi kuralını çiğnemekten geri durmuyor İsrail. Oysa İsrail’de Hanuka Bayramı kutlanıyordu. Son günüydü Hanuka’nın.

Üstelik günlerden Cumartesi’ydi.

Hani avlanmazdınız Cumartesileri. Hani çalışmaz, işe gitmezdiniz. Hani Cumartesi olunca mutfağınızda sıcak yemek bile yemezdiniz...

Atalarınızın, IV. Antiyokus’tan Mabed’i kurtardıkları günün anısına sekiz kollu şamdanlar yakıp dualar ederdiniz Hanuka Günü de, başka bir şey yapmazdınız. Zulmün, çağlar boyu en derinini kendinizin yaşadığını iddia ederdiniz bir de. “Tanrım sana Hanuka ışıkları için teşekkür ederiz. Bu ışıklar bize hürriyetimizi koruma cesaretini versin.”, “Tanrım ailemizi bu mutlu günde toplanmasını sağladığın için sana teşekkür ederiz.” diyordunuz bayramınız boyunca.

Mutlu günlerinizde neler yapabildiğinizi bütün dünya gördü.

Öteki komşularınız bugünlerde Noel sarhoşu. Sizde bayram, onlarda bayram. Elinizdeki bütün bombaları fırlattınız çocukların, yaşlıların ve kadınların üstüne.
Hanuka’nın son günüydü ve Cumartesiydi oysa.

Müslümanların İsrail’le barışma ihtimali ne kadar gerçekçi değilse, İsrail’in Müslümanlarla barışması o kadar yalandır.
Şu sebeple: “Ele geçen her adamın gövdesi delik deşik edilecek ve tutulan her adam kılıçla düşecek. Yavruları da gözleri önünde yere çalınacak, evleri çapul edilecek ve karıları kirletilecek.” Tevrat, İşaya-13/15-16.

Filistin’i güvenlik üslerini bombalamak için vurduklarını söylemişlerdi saldırıların sonrasında. Gazze’de taş üstünde taş bırakmadılar. 60 savaş uçağı ile saldırdılar. 60 uçağa karşı çaresizlik… Bu vahşetten öte bir şeydir. Yapmışlardı da, bu kadarı görülmemişti. Görüntüler can yakıcı. Okul saati, sivil yerleşim yerlerini vurdular. Çocuklar ölüyor durmadan. Sürekli edebiyatı yapılan, “BM Çocuk Hakları Sözleşmesi” diye bir şey mevcut. Çocukları korumak amacıyla kurulmuş ve kısa adı UNICEF olan bir yan kuruluşu var BM’nin. Asla oralarda olmayacaklar.

Ailesinin düğünden döndüğü sırada annesinin kucağındayken alnından tabancayla kurşunlanarak öldürülen Ziyauddin et-Tumeyzi’yi, Baba Cemal ed-Durre’yi; arkasında çocuk olduğu uyarısını yaptığı halde işgalci askerler adeta bir av yakalamışçasına ateş etmişlerdi. Aynı Gazze’de, annesinin kucağında bulunduğu sırada top şarapneline hedef olarak dört aylıkken hayatını kaybeden İman Haccu’yu… unuttuk değil mi?

Gazzeli Müslümanlar şunu anlasınlar: Kendilerine Allah’tan başka yardım edecek kimse kalmamıştır. Yeryüzündeki milyarlarca Müslüman, Cumartesi günü yapılan saldırılara karşı bir şey yapamamıştır. Bu sebeple; “Ey İsrailoğulları! Sizi rızıklandırdığımız şeylerin temizlerinden yiyin ve bunda aşırı gitmeyin, sonra üzerinize gazabım iner. Kimin üzerine de gazabım inerse, muhakkak o düşer mahvolur.” (Ta-Ha 80-82) ayetinin vâki olacağı günü beklesinler. Ben şöyle dua ettim:

“Müslüman liderlerden hiçbir şey istemiyorum Ya Rabbi! Sen Filistin’i hiç kimsenin yardımına, insafına ve vicdanına bırakma. Onların Rabbi sensin, sahibi sensin. Onların intikamını kimseye bırakma.” (Amin).

25 Aralık 2008

Biz Biziz de Siz Kimsiniz?

21.12.2008
Ermeni Diasporası'nın beceremediği bilgi saptırma/akıl karıştırma işini, kendilerini diasporanın Türkiye şubesi gibi gördüklerini düşündüğüm birkaç şahıs nasıl bir sürece soktu gördünüz. Başbakandan tutun da, özür dile/asıl sen özür dile kampanyalarına kadar herkes bir şekilde bu sürece dahil oldu.

Kampanyayı başlatan ve kampanyanın sözcülüğünü yapan Ahmet İnsel, Baskın Oran, Cengiz Aktar ve Ali Bayramoğlu’nun imza attığı metinde, “1915’te Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı “büyük felaket”e duyarsız kalınmasını, bunun inkar edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum” deniliyor.

İçlerinden biri hızını alamayarak; “özür dilemek bir yana, on yıllarca böyle bir sorunun varlığından bile bahsedilmediğini belirterek, “bir insani rahatsızlığı dile getirmek” istediklerini vurguluyor.

Bir diğeri; “İşte özür diliyorum. Tüm bunların konuşulmamış olmasından dolayı özür diliyorum. Tüm bunların yeterince paylaşılmamış olmasından özür diliyorum. Bu meselenin üzerinin bir şekilde kapatılmış olmasından özür diliyorum ama bu şahsi bir özür tabii ki... Kimseyi bağlayan bir girişim değil...” diyor.

Bu işin “şahsi girişim” olmayacağını bal gibi biliyorlar aslında. Ortaya koydukları belge filan da yok. “Amerika Ermeni Asamblesi” adlı kuruluş, bu şahısların 1915 olayları için Ermeniler’den özür dileme kampanyasına başlamasını, Türkiye’nin soykırım geçmişiyle yüzleşmesi sürecinin ilk adımı olarak değerlendirmiş. Soykırım iddiacıları, yeni tasarılar için bu şahısların açıklamalarını da delil olarak kullanacaklardır.

Çok değil, daha 16 sene önce, Hocalı’da Ermenilerin yaptığı katliama tepki göstermişler mi bunlar? Hayır. İnsani rahatsızlık dedikleri şey, söz konusu başkaları olunca mı akıllarına gelmemiş.

Hatırlayın.
Ocak 1992 yılında Rus kuvvetleri desteğindeki Ermeni militanları, Azerbaycan Hocalı’da 106’sı kadın, 300’ü çocuk bin 300 Türkü katletmiş, katliam sırasında hamile kadınların doğmamış çocukları üzerinde kız veya erkek mi oldukları iddiasına girerek, kasaturalarla karınlarını deşerek çocukları ile beraber öldürmüşlerdi. Bilmiyor olamaz bu adamlar.

Bakın vaktiyle nasıl kucağımızı açmışız Ermenilere;
1839 Tan­zi­mat Fer­ma­nın­dan son­ra, Er­me­ni­le­re 29 pa­şa­lık, 12 ba­kan­lık, 30 mil­let­ve­kil­li­ği, 7 bü­yü­kel­çi­lik, 11 kon­so­los­luk 11 üni­ver­si­te öğ­re­tim üye­li­ği vermişiz. Ma­li­ye Na­zı­rı­mız; Agop Ka­zaz­yan, PTT Na­zır­la­rı­mız; Ga­ra­bet Ar­tin, An­don Tın­gır, Os­kan Mardikyan, Ba­yın­dır­lık Na­zır­la­rı­mız; Bed­ros Hal­laç­yan, Kir­kor Si­nap­yan, Ha­ri­ci­ye Nazırımız; Gab­ri­yel No­rodunkyan, Ha­zi­ne-i Has­sa Na­zı­rı­mız; Mi­ka­el Por­ta­kal­yan ve Sa­kız Ohan­nes Pa­şa... Hepsi Ermeni…

Soykırım yapacak olsa Osmanlı, niçin Ermenileri devlet yönetimine dahil etsin?
Bildiriye imza atan aydıncıklar; işgal kuvvetleri ve işgal kuvvetlerinin desteğindeki Taşnak çeteleri eliyle, Van’da 215 bin, Kars ve civarında 45 bin, Bitlis ve civarında 68 bin, Erzurum ve civarında 30 bin, Muş ve çevresinde 21 bin, Ağrı’da 14 bin Türk’ün katledildiğini, toplam 517 bin 955 Müslüman Türk’ün öldürülerek toplu mezarlara gömüldüklerini, yakıldıklarını ve ırzlarına geçildiklerini muhakkak biliyorlardır.

Madem vicdanınız sızlamış, çözüm üretmek maksadıyla tarafların konuyla ilgili bilim adamı veya araştırmacılarına çağrıda bulunup bir işe yarasaydınız. Kaldı ki, bu tarihçilerin işidir. Belgesiz, bilgisiz tarih nerde görülmüş?

Bize soykırım isnadında bulunmak son derece onur kırıcıdır.
Biz biziz de siz kimsiniz?

03 Aralık 2008

Konya Bir Marka Kent Mi

01.12.2008
Önceki yazımızda, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Türkiye Turizm Stratejisi 2023 ve Turizm Stratejisi Eylem Planı çalışması kapsamında yapacağı icraatlardan bahsetmiştik.

Bakanlığı’nın Konya’yı “marka kent” kapsamına alması ilimiz için büyük avantaj. Valilik bünyesinde kurulacak komite şayet bu desteği iyi değerlendirirse, “Marka Kent Konya” veya “Mevlana Diyarı Konya” cinsinden kuru laflar yerine, sonuca yönelik güzel işler görebilir, Konya’yı başka değerleriyle de tanıtabilir, markalar oluşturabiliriz. Gerçi, strateji planını açıklayan bakanlık yetkilileri ile birlikte MKM’deki toplantıya katılıp renk katan konuşmacılardan özel şirket yetkilisi Pelin Bengisu, Mevlana ile Konya adının birlikte anılagelmesi sebebiyle bizi tebrik ettiğini söylemişti. 1950’lerden itibaren Mevlana’yı anma törenlerinin gerçekleşmesine önayak olan Fevzi Halıcı’nın çabaları bulunmasa ve bu etkinlikler vaktiyle başlatılmamış olsaydı acaba Konya, bugünkü kadar Mevlana ile özdeş olabilir miydi diye soramadan edemiyor insan.

İşin Konya’yı ilgilendiren tarafıyla ilgili olarak, sunumunu güzel hitabetiyle birleştiren İl Kültür Müdürü Mustafa Çıpan, dersine bir hayli çalışmış göründü. Şehirlerin, ülkelere göre daha kolay markalaşabildiğini belirtti. Neyi markalaştıracağınızı belirlemelisiniz dedi. Bütünü markalaştırma yerine, lokal markalaşma çabasının isabetini, Nevşehir-Kapadokya, Denizli-Pamukkale örnekleriyle açıkladı.

Yabancıya, Kapadokya’ya mukabil Nevşehir adı pek bir şey çağrıştırmaz doğrusu. Hz.Mevlana’nın şöhreti yanında Konya sönük kalacaktır. Carlo Colladi’yi bilen çok olmasa da, eseri Pinokyo’yu bilmeyen yoktur. Bunun gibi yani. Yeri gelmişken ben de herkes gibi, Konya-Mevlana demek isterim. Fakat Konya sahip olduğu eserleriyle birden fazla markayı hak ediyor. Öyle de olmalı. Kentsel dönüşümün, “kentsel sönüşüm” yahut “şehrin sonu” olduğunu yazıp çiziyoruz uzun zamandır. Onca boş arazi varken Konya’da, neden şehrin kalbini yaralarsınız? Bu şehrin aktörleri umarım bunun farkındadırlar. Elin oğlu memleketinden kalkıp, acaba şu Karatay Çaybaşı kentsel dönüşümü nasıl olmuş bir göreyim demez ki. Kaldıysa Çaybaşı’nda, fotoğrafını çekeceği evi, konağı, sokağı görmeye gelecektir.

İl Kültür Müdürü’nün sıraladığı “aday lokal marka”ların hiçbiri bana yabancı değil. İnternette yayınladığım Konya’ya ait 1000’den fazla güncel fotoğraf ve özet bilgilerle, bir hemşehri olarak mutluluk duyduğumdan tasarruf etmiyorum. Sayın Çıpan’ın, Konya’da neler markalaştırılabilir başlığıyla anlattıkları son derece bilgilendirici oldu. Bunlar neler bakalım:

-Mevlana ve Mevlevilik; Tasavvuf, Sufizm, Mistisizm
-Konya’nın Selçuklu Başkenti Oluşu
-İlklerin Şehri Çatalhöyük
-Termal Turizm
-Nasreddin Hoca
-Hititler
-Pavlus Yolu
-Av Turizmi
-Huzur Şehri Konya
-Sağlık Turizmi
-Eğitim
-Fuarcılık ve Kongre Turizmi
-Törenler ve Festivaller
-Konya Mutfağı
-Google arama motorunda ilk 100 dünya kenti arasına girmek

Bunlardan Konya’da en etkili faaliyet, Mevlana’yı Anma Törenleri adıyla yapılıyor zaten. 2008’in “Pavlus Yılı” ilan edilmesine rağmen kimsenin haberi olmadı. Nasreddin Hoca 800. yılında Akşehir ile sınırlı kaldı. Yeni Üniversiteler için geç kalındı. İsa’nın doğumunun 2000. yılı ile inanç turizmi es geçilmişti. Giden gelmez. Bu listeye Konyaspor’u ilave etmeyi bir gereklilik olarak görüyorum.

Bakanlığın çabasını destekleyecek bilinçli bir ekip gerekiyor. İşbirliği ve ortak akıl lazım. Sivil toplumu yanına çekecek farkındalık şart. Seyahat acentelerinin desteği elzem. Konya’nın gerek tarihi mirası, gerekse sivil toplumuyla bunu başarabilecek kapasitesi olduğunu düşünürüm hep. Valilikçe oluşturulacak komite, neler marka olabilir sorusundan evvel, biz bu işi kimlerle yapabiliriz sorusuna cevap aramalı. Şayet başarılı olunursa Konya’da ciddi bir iş istihdamı görülebilir, işsizlik problemi bir ölçüde giderilebilir.

Toplantının açılış konuşmasını yapan Büyükşehir Belediye Başkanı Akyürek ile Karatay Belediye Başkanı Hançerli’nin, toplantının başlarında salondan ayrılmaları dikkatlerden kaçmadı. Meram ve Selçuklu Belediye Başkanlarının toplantıda bulunmamaları da… Yanımda oturan izleyicilerden biri bu durumu; onlar konuya zaten vâkıflar. Muhtemelen daha önemli işleri vardır diyerek özetledi. Umarız öyledir.


Kentsel Ölçekte Markalaşma Yahut Nedir Şu Marka Kent

30.11.2008
Geçen hafta içinde, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından düzenlenen “Kentsel Ölçekte Markalaşma Toplantıları”nın 13.süne, “Marka Kent Konya” ayağına izleyici olarak katıldım. Bakanlıkça “Marka Kent” olarak tespit edilen 15 şehirde yapılması planlanan toplantılar, Trabzon ve Şanlıurfa ile sona erecek. Bakanlık yetkilileri, bu kentlerin seçiminde kültürel ve tarihi geçmişin kıstas olarak alındığını ve Adıyaman, Amasya, Bursa, Edirne, Gaziantep, Hatay, Kars, Konya, Kütahya, Manisa, Mardin, Nevşehir, Sivas, Şanlıurfa ve Trabzon şehirlerinin seçildiğini ifade ettiler. Bu toplantılar vasıtası ile Bakanlık, mesajını daha çok yerel yönetimlere vermek istiyor. Değilse şehir şehir gezmek yerine o mesajı oturdukları yerden verirler, kimseler de üzerine alınmazdı.

Toplantıların amacı; “kültür turizminden daha fazla gelir elde edebilmek için şehir yönetimleri tarafından Bakanlığın stratejisine uygun bir eylem planı çıkarılması, valilikler bünyesinde kurulacak komite tarafından gereğinin yapılması ve nihai planın 6 ay içinde merkeze gönderilmesi” olarak açıklandı konuşmacılar tarafından. Söz konusu kültür turizmi olunca, hiç yabancısı olmadığım bu konuyu kişisel anlamda fotoğraf ve yazı ile anlatmaya çabalayan biri olarak, Konya adına umutla baktım geleceğe.

Nedir şu “marka kent”?
Marka, “tüketicinin zihninde oluşturduğu o benzersiz şey, kendini ispat etmiş olan, …” gibi anlamlara geliyor. Bu tanımlama, konuşmacılardan Pelin Bengisu’ya ait. Bengisu, akılda kalıcı marka örnekleri verirken, dünyanın en sağlıksız içeceklerinden biri olan Coca Cola’nın nasıl olup da bu kadar satabildiğinin izah edilemediğini ve daha iyi futbol oynayan başka futbolculara rağmen David Backham’ın hangi özellikleriyle marka haline geldiğini detaylandırdı konuşmasında. Ülke ve şehirleri markalaştıran hususlara değinirken, söz gelimi Almanya’nın dayanıklılık, İsveç’in esneklik, İtalya’nın estetik, Japonya’nın mimari stil ve İspanya’nın çok renklilik tarafının öne çıktığını anlattı. Bunların marka ülke tanımına güzel örnekler olduğunu düşündüm. Fransa’yı yılda 72 milyon kişi ziyaret ediyor ve ortalama 1000 Euro bırakıyor. Çok kültürlü yaşamın izlerini süren yabancılar, geçen yıl 78 milyar dolar para bırakmışlar İspanya’ya. Türkiye’yi, 1978 yapımı “Midnight Expess” (Geceyarısı Ekspresi) filmi ile hatırlayan yabancılar geldi aklıma. Filmin senaristi Oliver Stone, özür dilemiş olsa bile 30 yıldır kalbimizi kırmaya devam etmiyor mu?

Marka kent örneklerine gelince; Paris’in romantizm, Milano’nun moda ve moda tasarımı, New York’un enerji, Washington’un güç, Rio’nun eğlence ile zihinlerde duruşuna bakarak alınacak çok yolumuz olduğunu düşünebilirsiniz. Barcelona’nın markalaşma süreci taa 1980’lerde başlamış. Paris’e neden “Işık Şehri” adı verilmiş dersiniz? Şanzelize’sini aydınlatan 11 bin lamba sebebiyle elbette. Adam, “I love NY” logosu ile bir yılda New York’ta 40 milyon turist ağırlamayı başarmış. Dubai’li yatırımcı, gün gelir de doğal kaynaklarım tükenir endişesiyle akla hayale gelmeyen turizm yatırımları yapıyor. Müşteri gittiği yerde özgünlük arıyor öteden beri. 1173 yılında yapılan katedral muhteşem ama turist, bunun yakınındaki Pisa Kulesi’ni görmeyi tercih ediyor.

Toplantının en dinlenir sunumunu yapan Bengisu, marka şehir kavramının olumsuz örneklerini de verdi konuşmasında. Berlin yerel yönetimi, Berlin Duvarı’nın olumlu ve olumsuz tarafını birlikte değerlendiren çalışmalar yaparak tercihinde isabet edememiş. Linden’in en kalabalık yerlerinden biri, özgün Einstein Café’si olacağı yerde, şu şöhretli “Starbucks” onun yerine geçmiş mesela. Bizde hala bir “Türk Kahvesi” zinciri yok. Neden olmasın? Şimdilerde var mı bilmem, Bursa’daki meşhur İskender’in camında bir yazı görmüştüm. Başka şubemiz yoktur diye. Siz müze misiniz ki, başka şubeniz olmasın demiştim. Dünyada büyük düşünenlerin icadı olan bir “franchise” modeli mevcut. Başka şubeniz yoksa, başka paranız da olmayacak demektir bu. Akıllı olmak lazım.

Artık, çarşı-pazar gezerken satın alacağı ürünün markalı olmasına dikkat ediyor insanlar. Sağlam ve işe yarasın istiyorlar. Gençler markalı kıyafet giymeyi yeğliyorlar. Ürünün kullanışlı olması yanında bir prestij endişesi de söz konusu. Beyaz eşyadan otomotive, kâğıttan züccaciyeye kadar, marka olmamış ürünün piyasa payı az oluyor kısaca. Günlük alışverişte tercih edilen bir ürünle, gidilmesi planlanan şehir arasında ciddi benzerlik mevzubahis. Yerel yönetimler olarak, şehrinizin daha çok ziyaret edilmesini istiyor ve kayda değer ürününüz olduğunu düşünüyorsanız, bunu belli bir plan dahilinde pazarlıyorsunuz. Marka kent kavramının öngördüğü, böyle bir şey işte. Bununla birlikte şehrin ruhundan ziyaretçiyi faydalandırmak, işin “öteki” ve belki de en önemli boyutunu oluşturuyor.

Marka kent anlayacağınız, bizde sıkça görüldüğü üzere yerel yöneticilerin çıkıp da, biz marka kentiz demeleriyle olmuyor. İl Kültür Müdürü Mustafa Çıpan’ın dediği gibi, “şehrinizi konuşan ne kadar çok dünyalı varsa siz markalaştınız demektir”. Bunun gerçekleşmesi için, yerel yönetici ve ekibinin her şeyden evvel kültürel yeterlilik taşıması gerekiyor.

Meselenin Konya kısmına sonraki yazımızda devam edeceğiz.




Mustafa






09.11.2008
Hafta içinde, Can Dündar’ın “Mustafa” filmine gittim yeni şeyler öğrenirim düşüncesiyle. Vizyona girdiği günden beri tartışmaları devam eden bu belgesel film hakkında seyircinin iki farklı yorumu mevzubahis. İlki, Atatürk’ün küçük düşürüldüğünü savunurken, diğeri bilinmeyenleri gerçekçi biçimde ortaya koyduğu gerekçesiyle Can Dündar’ı alkışlıyor.

Filmin yeni şeyler anlatmadığını söyleyebilirim kendi adıma. Dündar, elde ettiği belgeleri harmanlamak ve kendi yorumunu orijinalinden kopmadan aktarmak suretiyle ortaya bir eser koymuştur demek mümkün. Teknik anlamda birtakım değerlendirmeler yapanlar, filmin görsel estetik yanını abartılı bularak belgesel çalışmalarda bunun olmaması gerektiğini savunuyorlar. Sıradan bir seyirci gözüyle buna katılmak zor. Tersine, görsel estetik içeren bölümler, normal şartlarda izleyiciyi benzerlerinde görüldüğü üzere büsbütün bunaltabilecek filmi daha rahat seyredilir kılmış. Mesela araba arıza yaptığı sırada grubu yürürken görüntüleyen ve tam bir fotografik şölen olarak gördüğüm ters ışık sahnesi bunlardan biri. Ne alaka ise, filmin müziğini Goran Bregoviç’e yaptırdığı gerekçesiyle ayrıca olumsuz eleştirilere uğramış Dündar. Yerli biri yapamaz mıymış. İzmir Marşı duyulduğunda yüreği hoplamayan kaç kişi vardır acaba? Sonuçlardan çok süreçlere takılan ve ne işe yaradığı anlaşılmaz bir tür değerlendirme biçimi bu.

Özel hayatından gelen sahnelere bakarak, sözgelimi sigara ve içki bağımlısı olduğunun kasıtlı olarak öne sürüldüğünü iddia edenler yönetmeni yerden yere vuruyorlar. Oysa Can Dündar, filmin hiçbir sahnesinde Atatürk’ü eleştirmiyor. Atatürk’ün şahsi hatıratı ile yakınlarının ağzından vakıalar anlatılıyor ve bu olduğu gibi aktarılıyor. Atatürk’e mitolojik roller biçenler, putlaştıranlar, bunun böylece kalmasının gerekliliğine vurgular yaparak laiklik, irtica, mahalle mektebi, hilafet, saltanat gibi kavramları birbirine karıştırma çabasını sürdürmekte ısrarlı görünüyorlar. Adam filmi görmemiş; gitmeyeceğini, tepkisini böyle göstereceğini beyan buyuruyor. Bu yaklaşım için, geçen yıllar boyunca değişen fazlaca bir değişim yok kısaca.

Zübeyde Hanım’ın sevgili Mustafa’sı, sevdiğine mektuplar yazan genç Mustafa Kemal, Milli Mücadelenin kararlı lideri Mustafa Kemal Paşa, Meclis iradesiyle Cumhurbaşkanı seçilen bir Atatürk portresi sıralanıyor belgesel süresince. Hayat serüveni boyunca herhangi birimizin yaşaması muhtemel insani vakıanın ele alınmış olması son derece doğal bir yaklaşım. Adam, adı üstünde “Mustafa”yı anlatıyor. Atatürk nasıl olsa bir gün böyle de ifade edilecekti. Ortada olan budur zaten. İçkiye, sigaraya yahut başka zaafiyetlere düşkün oluşunu anlatan sahneler, İstiklalin bânisi olan bir askeri dehayı neden küçük düşürsün, yermiş olsun? Söz konusu zaafiyetlerin filan yerde hataya sebep olduğu tarzında bir eleştiri zaten yok.

Atatürk’ün özel hayatının işlendiği konuların dışında, hakkında fazla malumatın bilinmediği mevzular, sanıyorum izleyicinin dikkatinden kaçmadı. Dönemin Sovyetleriyle girdiği siyasi yaklaşım ve cesaret, sadece bu bile başka bir belgeselin konusu olmalı. Savaş sonrasında yapılan devrimler başlı başına bir başka belgeselin konusudur. Savaştan yorgun çıkmış millet hangi şerait içinde şapka giymiş, alfabe değiştirmiş, muhalefet partisi susturulmuş yahut medreseleri kapatılmıştır, bunların da objektif belgeseli yapılmalıdır.

İşgal edilmiş İstanbul, yıkılmış koskoca bir devlet ve kalan son topraklara gözünü dikmiş işgalcilere karşı millet, içlerinden birinin çıkıp tarihin seyrini değiştireceğini asla beklemezken O, imkânsızı başarmıştır. Paşa’nın Ankara’ya gelişinde nasıl coşkuyla karşılandığına, bağırlara basıldığına bakarak bunu daha iyi idrak ediyorsunuz. Vakıa budur. Bu milletin evladına anlatılması, öğretilmesi gereken de budur. Tarih ilmini nakilciler gibi tekrar edip duran kuru bilgi değildir lazım olan.

Hala görmediyseniz gidin derim. Böylece kendi değerlendirmenizi kendiniz yapmış olursunuz. Teferruata takılmaz iseniz, yeryüzünün en büyük haksızlığına uğratılmış bir milletin hangi şartlarda dirildiğini görmüş olacaksınız.

Yönetmen : Can Dündar
Senaryo : Can Dündar
Filmin Türü : Belgesel
Orijinal Adı : Mustafa
Yapımcı Firma : Ntv, Ko'medya
Yapım Yılı : 2008
Yapım Ülkesi :
Resmi Sitesi :
http://www.mustafa.com.tr/
Dağıtıcı Firma : Warner Bros
Vizyon Tarihi :29.10.2008

10 Kasım 2008

"Mustafa" Filmi Üzerine


10 Kasım 2008

Hafta içinde, Can Dündar’ın “Mustafa” filmine gittim yeni şeyler öğrenirim düşüncesiyle. Vizyona girdiği günden beri tartışmaları devam eden bu belgesel film hakkında seyircinin iki farklı yorumu mevzubahis. İlki, Atatürk’ün küçük düşürüldüğünü savunurken, diğeri bilinmeyenleri gerçekçi biçimde ortaya koyduğu gerekçesiyle Can Dündar’ı alkışlıyor.


Filmin yeni şeyler anlatmadığını söyleyebilirim kendi adıma. Dündar, elde ettiği belgeleri harmanlamak ve kendi yorumunu orijinalinden kopmadan aktarmak suretiyle ortaya bir eser koymuştur demek mümkün. Teknik anlamda birtakım değerlendirmeler yapanlar, filmin görsel estetik yanını abartılı bularak belgesel çalışmalarda bunun olmaması gerektiğini savunuyorlar. Sıradan bir seyirci gözüyle buna katılmak zor. Tersine, görsel estetik içeren bölümler, normal şartlarda izleyiciyi benzerlerinde görüldüğü üzere büsbütün bunaltabilecek filmi daha rahat seyredilir kılmış. Mesela araba arıza yaptığı sırada grubu yürürken görüntüleyen ve tam bir fotografik şölen olarak gördüğüm ters ışık sahnesi bunlardan biri. Ne alaka ise, filmin müziğini Goran Bregoviç’e yaptırdığı gerekçesiyle ayrıca olumsuz eleştirilere uğramış Dündar. Yerli biri yapamaz mıymış. İzmir Marşı duyulduğunda yüreği hoplamayan kaç kişi vardır acaba? Sonuçlardan çok süreçlere takılan ve ne işe yaradığı anlaşılmaz bir tür değerlendirme biçimi bu.

Özel hayatından gelen sahnelere bakarak, sözgelimi sigara ve içki bağımlısı olduğunun kasıtlı olarak öne sürüldüğünü iddia edenler yönetmeni yerden yere vuruyorlar. Oysa Can Dündar, filmin hiçbir sahnesinde Atatürk’ü eleştirmiyor. Atatürk’ün şahsi hatıratı ile yakınlarının ağzından vakıalar anlatılıyor ve bu olduğu gibi aktarılıyor. Atatürk’e mitolojik roller biçenler, putlaştıranlar, bunun böylece kalmasının gerekliliğine vurgular yaparak laiklik, irtica, mahalle mektebi, hilafet, saltanat gibi kavramları birbirine karıştırma çabasını sürdürmekte ısrarlı görünüyorlar. Adam filmi görmemiş; gitmeyeceğini, tepkisini böyle göstereceğini beyan buyuruyor. Bu yaklaşım için, geçen yıllar boyunca değişen fazlaca bir değişim yok kısaca.

Zübeyde Hanım’ın sevgili Mustafa’sı, sevdiğine mektuplar yazan genç Mustafa Kemal, Milli Mücadelenin kararlı lideri Mustafa Kemal Paşa, Meclis iradesiyle Cumhurbaşkanı seçilen bir Atatürk portresi sıralanıyor belgesel süresince. Hayat serüveni boyunca herhangi birimizin yaşaması muhtemel insani vakıanın ele alınmış olması son derece doğal bir yaklaşım. Adam, adı üstünde “Mustafa”yı anlatıyor. Atatürk nasıl olsa bir gün böyle de ifade edilecekti. Ortada olan budur zaten. İçkiye, sigaraya yahut başka zaafiyetlere düşkün oluşunu anlatan sahneler, İstiklalin bânisi olan bir askeri dehayı neden küçük düşürsün, yermiş olsun? Söz konusu zaafiyetlerin filan yerde hataya sebep olduğu tarzında bir eleştiri zaten yok.

Atatürk’ün özel hayatının işlendiği konuların dışında, hakkında fazla malumatın bilinmediği mevzular, sanıyorum izleyicinin dikkatinden kaçmadı. Dönemin Sovyetleriyle girdiği siyasi yaklaşım ve cesaret, sadece bu bile başka bir belgeselin konusu olmalı. Savaş sonrasında yapılan devrimler başlı başına bir başka belgeselin konusudur. Savaştan yorgun çıkmış millet hangi şerait içinde şapka giymiş, alfabe değiştirmiş, muhalefet partisi susturulmuş yahut medreseleri kapatılmıştır, bunların da objektif belgeseli yapılmalıdır.

İşgal edilmiş İstanbul, yıkılmış koskoca bir devlet ve kalan son topraklara gözünü dikmiş işgalcilere karşı millet, içlerinden birinin çıkıp tarihin seyrini değiştireceğini asla beklemezken O, imkânsızı başarmıştır. Paşa’nın Ankara’ya gelişinde nasıl coşkuyla karşılandığına, bağırlara basıldığına bakarak bunu daha iyi idrak ediyorsunuz. Vakıa budur. Bu milletin evladına anlatılması, öğretilmesi gereken de budur. Tarih ilmini nakilciler gibi tekrar edip duran kuru bilgi değildir lazım olan.

Hala görmediyseniz gidin derim. Böylece kendi değerlendirmenizi kendiniz yapmış olursunuz. Teferruata takılmaz iseniz, yeryüzünün en büyük haksızlığına uğratılmış bir milletin hangi şartlarda dirildiğini görmüş olacaksınız.

Krizinizi Nasıl Alırdınız?

İnsanoğlunun krizi biter mi hiç? Bitmez. Neden? Kendiliğinden yahut gökten gelmediğine göre, insanın kendi eliyle ürettiği şey oluşundan.

Kelimenin son derece geniş bir kapsamı mevcut. Kalp krizi, aile krizi, devlet krizi, hükümet krizi, para krizi, sınır krizi, sinir krizi, ekonomik krizi, bürokrasi krizi, terör krizi, trafik krizi, şeker krizi, açlık krizi, tatlı krizi gibi. Görüldüğü üzere bir sürü adı var bunun. Hadisenin oluş zamanına göre misal, Perşembe krizi denilmek suretiyle günlerin günahına girer. Hızını alamaz “kara çarşamba” şeklinde de tesmiye olunduğu görülür. Krizdir, ne yapacağı bilinmez. Bilinse, adı kriz olmaz zaten.

İnsanın varoluş zamanlarına yaşıt bir de. Sözgelimi Kabil’in kardeşi Habil’e karşı ölümüne bir “kıskançlık krizi” mevzubahis. Eskinin buhran kelimesi çoktan lisanımızdan çıkıp gitti. Kriz geldi, buhran gitti. Adı değişse de kendi değişmedi. Sonuçları itibarıyla ilk evvel psikolojik problemlere yol açıyor. Vücut kimyasını bozarak akıl sağlığını tehdit ediyor.

Yakın zamanların kriz gündemi ekonomik boyutlu bildiğiniz gibi. Bu işlerden iyi anladığını düşünen adamların ülkesini iyice hırpaladıktan sonra, bulaşıcı bir hastalık gibi bütün dünyayı etkisi altına aldı. Her şeyi herkesten daha iyi bildiğine inanan adamların tebaasının rüyaları kâbusa dönüştü. Her türlü çarenin kendi ülkelerinden çıkacak öngörülerle neşvünema bulacağını iddia edenlerin ülkesinden fena tırsıyorum. İktisat lügatlerinde, krizi fırsata dönüştürmek diye bir şey var. Acaba hangi masum diyarın başını belaya sokarlar ki bunlar şimdi? Ya da ben; masum, diyar, bela kelimelerini, bir tür “öğrenilmiş çaresizlik krizi”ne tutulmuş bir vatandaş olarak kullanıyorum da, günaha mı giriyorum acaba?

İktisatçı filan değilim. Nerden kaynaklandığı yahut çarelerinin neler olabileceği konusunda akıl yürütecek halim yok. Krizle yaşamak deyiminin tarihi sürecini millet olarak iyi biliriz lakin. Biz iki asırdır bu kelimeye pek aşinayız. Ara sıra darbeler yaşar, darbe krizine gireriz. Bırakın ekonomik kriz lafını, kokusunun alınma ihtimali sıfır zamanlarda, aniden borsa krizine gireriz. Gece yarısı ile öğle arasında bütün ülkenin toptan fakirleştirildiğini görmüşüzdür. Küçük yatırımcı dedikleri güruhun bir sonraki seansta ters köşe olmuş krizlerine şahit oluruz. Biz, karşı kıtada yaşayan herhangi bir insanın alışık olması muhtemel krizlerin dışında başka krizler de yaşarız. Üniversite kampüslerinin önünde dünyada sadece bize has krizler geçirenlerimiz olur. Bir vakitler praym taym (şu bildiğiniz prime time yani) denen saatlerde Reha Muhtar krizlerine girerdi vatandaş. Her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsanız, Reha’yı görünce Aziz Paul’ün bile tecrübe etmediği görümlere garkolurdunuz. Akşam yemeği boğazınıza tıkanır, Reha oradan kaybolana dek su inmezdi midenize. Ülkenin bütün kaynaklarını cukkalayamaya niyetli, hatta devlete talip türlü meslek erbabı, meğer yer altında harıl harıl çalışırmışlar da, ondan servis ederlermiş Fadime ile Ali’nin tarikat tefrikalarını. Kriz denen şeyi insan kendi üretir demem ondan.

Şu halde biz zaten mevcut ve muhtemel krizlerin sürekli muhatabı bir milletiz. Paniğe gerek yok diyorum yani. Başka örnekler yazarak şu mübarek pazartesi günü sizi krize sokmayayım. Kimilerine göre pazartesinin kendisi kriz değil mi? Değerli okur şu yazdıklarımdan dolayı beni kınamasın lütfen. Okuduğunuz şeylerin, yazarını bağlayan bir tür krizden kaynaklandığını düşünebilir.

Ben aslında, Roma Katolik Kilisesi Lideri Papa 16. Benedict’in, dünyayı kasıp kavuran ekonomik kriz hakkındaki değerlendirmesini değerlendirmek için yola çıkmıştım. Papa, Vatikan’da acayip şeyler söyledi piskoposlarına seslendiği konuşmasında. Haddizatında onun yakın çevresine seslenmesi, bütün Katolik dünyasına seslenmesi demek. Ne de olsa adamların inancına göre, İsa’nın Vekili Petrus’a eş değer bir makamın üstünde oturuyor. Kat’iyyen yazmaya değer. Bekleyin…

05 Ekim 2008

Aktütün Karakolu Yürek Dağladı


Bayram geçti gitti. Şevval Ayı’nın 7’si oldu bugün. Lakin bu defa deldi de geçti yürekleri bayram sonrası. Aslında “bu defa” demek de doğru değil. Bitip tükenmiyor “bu defa”lar, benzer yazgılar…

Şemdinli Aktütün Karakolu’na PKK tarafından yapılan beşinci baskında 15 memleket evladı şehit oldu, 21’i de yaralandı. Teröristlerin Türkiye’ye geçişi konusunda önemli bir noktada bulunan Aktütün Karakolu’nun yürek burkan bir özelliği var. Şimdiye kadar üçü büyük, beş kez büyük saldırıya uğrayan karakola yapılan saldırılarda 44 Mehmetçik şehit düştü Aktütün’de. Nasıl bir yerdir ki burası güvenliği bir türlü sağlanamamış?

Afyonkarahisar’da, Şemdinli’de, Tarsus’ta Trabzon’da, Mersin’de Gaziantep’te, Şanlıurfa’da, Kırıkkale’de, Silifke’de, Kocaeli’de, Antalya’da yas var. Sanki Çanakkale’de aziz şehitlerin mezar taşlarına nazar ediyorsunuz.

Bu nasıl şeydir öyle? İhmal midir? 400 askerin bulunduğu bölgede muhtemel saldırılar için bu işin istihbaratı, haber kaynakları yok mudur? Genelkurmay’ın İletişim Dairesi yetkilisi, zayiat çokluğunu Irak’ın kuzeyinden ağır silahlarla yapılmasına bağlamış. Ergenekon davasının ilk duruşması öncesi ve Altınova’daki gerginlik sonrasına mı yormak lazım olup biteni? Türkiye-ABD arasındaki istihbarat paylaşımında aksaklık yaşanıp yaşanmadığına dair şüpheleri olanlar haklı mı çıkıyor yani? Yahut saldırının, tezkerenin Meclis’te görüşüleceği günlerin arifesine denk gelmesini manidar bulanlar mı isabet ediyorlar?

Olup biteni oturduğunuz yerden değerlendirmeniz doğru değil farkındayım. PKK’nın birkaç günde biteceğini düşünmüyoruz elbette. Herkes biliyor ki terör, kendisini besleyen kaynaklar yok olmadıkça bitmeyecek. Tamam ama, kabullenmek de istemiyoruz.

Tv.lerden seyrediyor, gazetelerden okuyorsunuz şehit evlerinin hazin hikayelerini. Diyarbakırlı Er Hakkı Aran’ın evinden Kürtçe ağıtlar yükselmiş. Oğullarının şehit haberini televizyondan öğrenen anne Zekiye Aran, hükümet yetkililerine sert çıkarak, “Çocuklarımızı öldürtüyorlar” diye tepki göstermiş. “Çocuklarımızı öldürtüyorlar” demiş anne, dikkat buyurun. Saldırıda şehit düşen 25 yaşındaki Jandarma Uzman Çavuş Onur Ozan İlgen’in üvey babası İncirlik’ten emekli ABD’li Robert Wilson, oğlunun şehit olduğunu duyunca şok geçirmiş. Saldırıda şehit düşen Uzman Çavuş Selçuk Can’ı, 22 gün önce Şırnak’ta mayına basarak şehit düşen çocukluk arkadaşı ve meslektaşı Uzman Çavuş Yakup Ceylan’ın yanına defnetmişler. Hey Allah’ım!

Kendinizi şehit erin annesi, babası, abisi, ablası yahut arkadaşının yerine koyuyorsunuz. Bu daha ne zamana kadar sürer diyorsunuz. Ben bu gidişle, 80’li yıllardan itibaren PKK çatışmalarında ilk şehit düşenlerin çoluk çocuğunun en fazla 10 sene sonra askerlik yaşları geldiğinde, doğunun yahut güneydoğunun filanca dağında başlarına benzer durumların gelmesinden korkuyorum. Orada terör başlayalı 30 yıl oldu. Yakınlarına çocuğunu bırakıp askere gitmiş ve şehit düşmüş vatan evlatlarının geride bıraktıklarının askerlik çağıdır. 10 sene sonrası.

Arkamızdan kuyumuzu kazıp timsah gözyaşları dökenler, olanları “kınamışlar”. Topyekün bir şeyler yapmak lazım. Yüce Mevla’m geride kalanların âhını komasın. Biliriz ki, intikamı benzersizdir O’nun zalimlere karşı. Sabr-ı cemil ile dolsun şehit ocakları…

30 Haziran 2008

Bu Çabayı Anlamak Gerek

Bilenler için, Ümit Burnu’ndan Moğol steplerine, Çin’den Maçin’den Aztek topraklarına kadar, çağdaş alperenlerin destansı hikâyelerini yazmaya koyulmak ne zor iştir. Lisanımız, murad edileni vücudun yardımıyla şöyle yahut böyle anlatır da, onu sayfalara dizmek o kadar kolay olmaz.

Tuttuğum notları, edindiğim gözlemleri tarihe kayıt düşmek bize de kısmet olsun diyerek kendimce yazmaya çalışacaktım Türkiye’ye döndükten sonra. Çağdaş alperenlerin hizmet serüveninin aşk ile vücud bulduğunu fark ettikten beri, hiçbir şeyin hissiyat kadar muteber olmadığını anladım.

Batum’da, Kutaisi’de ve Tiflis’te geçirdiğim her gecenin ardından, kaldığım odaların pencerelerini açıp, gözümde giderek büyüyen ülkeme selamlar yolladım. Adını hiç duymadığı, haritada yerini hiç gösteremediği ülkelere akıl ve samimiyet götüren insan evlatlarının hâlisâne gayretlerini, kalpleri mühürlü adamların bir gün olup anlamalarını diledim.

Yüreklerin kadim fetih tarihlerinin en muhtasar tezahürlerini bugüne tebdil ederek, yeryüzünün istikbalini karartan perdelerin yakın zamanda yırtılıp yok olacağına kanaat getirdim. Hâl ile, uzak ülkelerin muhtelif sıfat sahibi yüksek idarecilerinin kalplerine girmeyi başarmış çağdaş alperenlerin her edâ ve tavrı, Alparslan zamanlarının kutlu erenlerinde görülürdü ancak.

Bu kez onlar, Altaylardan Andlara bulutların üstünde, Diyar-ı Şâm’dan Cebel-i Tarık’a denizlerin üzerinde gidiyorlardı. Akif’in, “Gidelim bir yere, hatta şu bizim Sudan’a; / Yeni bir medrese tesis edelim Urban’a” temennisi çağı aşıyor, kara oğlanlarla çekik gözlü kızların boy hizalarında, okul koridorlarının duvarlarına asılmış tabelalardan yansıyordu.

Uçsuz bucaksız steplerin bağrında, Orhun Kitabeleri’nin hemen yanı başında yatıyordu biri. Diğeri Dar-es Selam’da bir ağacın altında. Hak vâki olunca başka vasiyetler, başka kutlu hikâyeler de duyacağız belli ki çağdaş alperenlere dair. Demek destanlar böyle yazılırmış. Destanlara konu olan yiğitlerin serencamı böyle olurmuş.

Olup bitenlerin tesadüflerle ilgisi yoktu hiç. İşittiklerinizi ancak tevafukların, ezelde yapılmış planların neticeleridir diye izah edebilirdiniz. Akif’in sözünü ettiğim öngörüsüyle birlikte, Yahya Kemal’in “ses bayrağım” dediği Türkçe, bakınız ki Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2008’i Yahya Kemal Yılı ilan ettiği şu zamanda tam 113 ülkede ay-yıldızlı bayrağın sesi oluyordu. Şeyh Sanan Tepesi’nden yankılanan seda, Kura Nehri’nin sularına karışıp Hazar’a ilerliyordu. Bir akşam sonrası karanlığın yuttuğu Azeri köy evinde; akrabamız Hacı Hasret’in evinde muhabbetin bitmemesine duacı oluyorduk.

Gürcistan’ın yemyeşil dağlarından Sarp sınırına doğru akarken arabamız, ufkumuzu alabildiğince genişletiyor, üç kıtayı birden kaostan kurtaracak erkin içimizdeki sulh gayretinin meyvelerinden neşvünema bulacağını fısıldıyorduk birbirimize.

10 Mart 2008

İsrail Terörünü Oluşturan Efsaneler

10.03.2008 10:40:42

1) “Efsaneyi tarih gibi gösteren” yorum,

2) “Vahye dayalı metinleri entegrist (dinde hiçbir değişikliği onaylamayan) bir yorumla okuyarak saldırganlıkları ilahi bir boyutla haklı göstermeye çalışan” azgın siyasetçiler,

3) “Hz. İbrahim’in kayıtsız şartsız Tanrı’nın iradesine teslimiyetinin yüce sembolünü, yeryüzündeki bütün toplumlara olan lütfunu sadece İsrailoğullarına indirgeyen” radikal hahamlar,

4) “Mezopotamya, Hitit ve Mısır halklarında görüldüğü gibi ele geçirilen toprakları vaad edilen topraklarmış gibi algılayan” siyonist bir ordu,

5) “İsrail Devletini İsrail Tanrısının yerine koyan” siyasi siyonizm.

İsrail niçin bir terör devletidir sorusunun genel cevaplarıdır bunlar. Siyonist her bireyin bunlardan birine ilişkin herhangi bir ameli kendi inançlarına göre sevaba vesile olurken, bitmek bilmeyen Müslüman kıyımının da temel sebeplerini oluşturuyor.

Tırnaklar arasındaki izahlar “İsrail Siyasetini Oluşturan Efsaneler” kitabının sahibi R. Garaudy’e ait. Ben, siyaset kelimesinin yerine terör kelimesini koydum sadece. 1996 yılında “Les Mythes fondateurs de la Politique israélinne” ismiyle Fransa’da yayınlanıp sonra da Gayysot Kanunu diye bilinen bir kanuna muhalefet suçu işlediği gerekçesiyle yasaklanan bu kitap, yazarının başını hayli belaya sokmuş.

İsrail’i zulüm abidesi yapan; hahamları, politikacıları, orduyu zülme teşvik eden efsanelerin detaylarına gelince;

Vaat Efsanesi: “Senin çocuklarına veriyorum bu ülkeyi, Mısır’ın nehrinden, büyük nehire, Fırat nehrine kadar” (Tekvin, 16/18).

Politik siyonizmin bu cümlelere entegrist bir yorumu bakın ne kadar ilginç gerçekleşmiş: 4 Kasım 1994’te, Batı Şeria’yı Araplara terk eden İzak Rabin öldürülmek suretiyle cehenneme mürd olmuş. Sebep; vaat edilmiş toprakları terk edenin kim olursa olsun öldürülmesi.

Seçilmiş Halk Efsanesi: “Ve Tanrı şöyle buyurur: Benim ilk doğan evladım İsrail’dir” (Çıkış, 4/22)

Bunun entegrist yorumu, Haham Cohen’in La Talmud kitabına (Payot Yayınları Paris, 1986, s. 104) şu cümlelerle girmiş: “Yeryüzünün bütün insanları İsrail ve bir bütün halinde diğerleri olmak üzere ikiye ayrılmıştır. İsrail seçilmiş bir halktır.”

“Joşua Efsanesi” yahut etnik arındırma: “Joşhua ve onunla birlikte bütün İsrail, Lakiş’ten Hebron’a geçti. Yahve, Lakiş’i İsrail’in ellerine sundu. Onu kuşattılar ve hiçbir canlı bırakmadan kılıçla bölüp geçtiler…Joşhua ve kendisiyle birlikte bütün İsrail, Eglon’dan Hebron’a çıktı.” (Yeşu, 10/34)

Bunun entegrist yorumu bir katliamla sonuçlanır. 9 Nisan 1948’de Menahem Begin, Irgun birlikleriyle Deir Yasin kasabasındaki 254 kişiyi çoluk çocuk, kadın erkek demeden katleder.

Altı Milyon Efsanesi yahut Holokost: Kurban-Soykırım.

Bunun entegrist yorumu, daha önce ve bugünlerde Filistin’de yapılagelen soykırımın adı.

Topraksız bir halk için halksız bir toprak efsanesi: Filistin halkı diye bir şey yoktur.

Bunun entegrist yorumunu Golda Meir 15 Haziran 1959’da Sunday Times’e bir demeç vererek yapmış: “Bizim gelip yurtlarını ellerinden alıp dışarı attığımız anlamda değil ama gerçekten var olmadıkları için Filistin halkı diye bir şey yoktur. ” Bu yorum sürekli bildiğiniz gibi.

İsrail Mucizesi Efsanesi: İsrail’in dış kaynaklı gelirleri.

Bunun entegrist yorumunu bilmeyen var mı? Biz söyleyelim; Yahudi gücü ve azgınlığı tamamen ABD doları ve himayesinden.

Efsaneler bitmiyor daha...

Netice şu: Efsane biçim ve şekil değiştirerek zulme dayalı bir amaca hizmet eder hale getirilirse inancın bütün taraftarları, tıpkı bir İsrail askeri gibi zulüm makinesine dönüşebilir. Allah hepsinin belasını versin.

13 Şubat 2008

Ümit Bey’in Mesajı

2008-02-10 19:16:00
Türkiye’nin gerçek gündemi aslında terör, işsizlik, geçim sıkıntısı. Bir defa bunu iyi görmek lazım. Günlerden beri büyük tartışmalara sahne olan malum mevzu ise bitecek gibi de görünmüyor. Muhtelif görüş ve düşüncedeki medya ve çalışanları bu işten iyi ekmek yedi. Köşe yazarlarına sonu olmayan konular çıktı. Vekiller sabahlara kadar uykusuz kalmayı göze aldılar. Dernekler harıl harıl çalıştılar. Barolar birbirine girdi. Üniversite yönetimleri işlerini bırakıp ülkenin istiklali hususunda endişelere düştüler. Çağdaş kimseler miting alanlarına ibadet duygusuyla koştular. Sivil toplum örgütleri ardı ardına açıklamalar yaptılar. Halk adına benzersiz korku duyanlar oldu. Bütün bunlar oldu da, bu işlerden bir tek vatandaş panik olmadı. Ben şahsım adına olup bitenlere ve şu yukarıda yazdıklarıma bakarak, her şeye rağmen aklıselim bir halk kitlesinin arasında bulunmaktan kıvanç duydum. Ya bir de memleketin kahir ekseriyeti bu tartışmaların odağında olsaydı kim bilir neler olurdu?Ülkenin kalkınması adına bu kadar hassasiyet gösterilmiş olsaydı birkaç ciddi mesele galiba vuzuha kavuşurdu. Bu konuda tüketilen nefesin artık bitmesine duacı olmak elzem görünüyor. Yetti artık. Sokaktaki insana ait olmayan bir meselenin, “problem” haline getirilmesini isabetli bulmayanlara gönülden katılıyor ve mühim bir konuya geçiyorum.Bunaltıcı gündemler, sıkıcı rutin günlük hayat, alışkanlıklar insan yaşadığı müddetçe dozajı ayarlı ayarsız devam edecek. Buna itirazımız yok. Lakin bazen, sıradanlığını aşacak güzel işlerin peşinde olmalı insan. Sevdiği, beğendiği, becerikli olduğu konulara emek vererek hayatı daha anlamlı kılacak işlere meyletmeli. Küçük yaşlardan itibaren kendi yetenekleri ve ferdi farklılıkları hakkında uyandırılmayan bir toplumuz. Her bireyin ötekine göre gelişmiş özellikleri olduğu vakıasını eğitim anlayışımıza henüz yerleştirmeye başladık (galiba). Yeteneklerini şaç-sakal ağarmasına rağmen bilmeyen kitlelerin, kahvehaneleri dolduranların ta kendisi olduğunu ise hala bildiğimiz yok. Türkiye’deki kahvehane sayısı ile kişisel beceriksizlik arasında bir orantı kurmaya çalışıyorum. Mesela koca koca adamlar, kızların başlarını bağlarken ne tür bir metot uygulaması gerektiğine kafa yoracaklarına, söz gelimi müstakbel yaşlı neslin kahvehanelere meyletmesinin önüne geçecek çözüm önerilerine kafa yorsalardı ne kadar hayırlı bir iş yapmış olurlardı. Altmışını devirmiş emekli bir beyefendinin, müdavimi olduğum fotoğraf sitesinde kendini tanıtan kısa yazısını görünce malum gündem, kahvehanelerdeki doluluk ve zamanı nitelikli kullanma arasında hemen bir ilişki kurarak, bu yazı vesilesiyle ilgilisine faydalı olmayı seçtim bir eğitimci olarak. Çocuk yetiştirenlere çok ciddi bir önerim var. Eğer çocuklarınızın yeteneklerini keşfedip onların bunu geliştirmesine zemin hazırlarsanız çocukluk ve gençlik zamanlarında, haklarındaki türlü şikâyetlerinizi en aza indirmiş olacaksınız. Muhtemel gelişim streslerini aşağıya çekecek, sosyalleşmelerini hızlandıracak, belki işsizlik sorunu yaşamayacak ve en önemlisi zaman hakkında aklını kullanan bir nesle sahip olacaksınız. Ümit Bey’in buraya yazmamdan rahatsız olmayacağını düşündüğüm tanıtım yazısı aynen şöyle: “1957 İstanbul doğumluyum. Emekli memurum. Fotoğrafa 2002 yılında başladım. İstanbul Kuş Gözlem Topluluğunun üyesiyim. Fotoğrafla uğraşmanın, çekmenin, dostlarla paylaşmanın birçok hastalığın tedavisinde, ciddi olarak önerilmesinde ısrarlıyım. Benim için bir çuval ilaca bedel. Bana bu güzel uğraşı aşılayan arkadaşlara müteşekkirim. Olmazsa olmazlarım spor, müzik, kuşlar, bol sevgi, sevgi, sevgi…”Ümit Bey’in yazdıklarını ciddiye alın derim.