Yıllardır 17
Aralık’ta yapılan Şeb-i Arus törenlerine rastlayan günlerde Mevlana hakkında
bir yazı yayımlamaya niyetlenirim ama gündemi meşgul eden bir başka konu beni
yolumdan döndürür. Bu yıl böyle olmayacağına dair kendime söz vermiştim ama bu
sefer de bu devasa hayat hikâyesini gazete sayfasına sığdırma sorunu yolumu
kesti. Sonunda, Mevlana hakkında doğru bilinenleri değil de yanlış bilinenleri (elbette
uzmanları bunları biliyordur) esas alan bir yazıda karar kıldım.
BU DİZELER MEVLANA’YA MI AİT?
Önce defalarca düzeltilmesine rağmen ‘galat-ı meşhur’ haline gelen bir yanlış
bilgiyle başlayalım.
“Gene gel, gene gel!
Her ne olursan ol, gene gel!
Kâfir isen de, Mecûsî isen de, putperest isen de gene gel.
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değil;
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gene gel!”
Bu dizeler Mevlana Celaleddin Rumi’ye atfedilir, ama bu doğru değildir. Ziya
Paşa’nın topladığı Harabat adlı antolojide bu rubai, Orta Asyalı Sufî şair Ebu
Said Fazlullah bin Ebu’l-Hayr’a ait olarak kaydedilmiş. Üstelik Ebu’l Hayr’ın
daveti İslam’a değilmiş. Yanlış bilgi, Konya Mevlana Dergâhı’nın kütüphane
memuru Necati Bey’in, bu rubaiyi araştırmadan ‘Mevlana rubaisi’ diye etrafa
yaymasından kaynaklanmış.
Söz edebi kimliğinden açılmışken birkaç başka yanlışı daha düzeltelim.
1258-1273 yılları arasında iki yıl bir duraklama hariç 13 yılda yazılan 25.618
beyitlik Mesnevi’nin sadece ilk 18 mısraını (‘Mesnevi’nin Fatihası’ denilen
bölümü) Mevlana yazmış, geri kalanı o söylemiş, son halifesi Çelebi Hüsameddin
ve diğer dostları yazmıştır.
Mevlana’nın pek ünlü sözlerinin yer aldığı Divan-ı Kebir adlı eser de tümüyle
Mevlana’ya ait değildir. Bazı basımlarında 60 bin, bazı basımlarında 15 bin
kadar dizeden oluşan, konunun uzmanı Abdülbaki Gölpınarlı’ya göre ise aslı
43.561 beyit olan ve 18 veya 21 ayrı şair tarafından yazılan rubailerin
toplandığı bir şiir antolojisi olan Divan-ı Kebir’de Mevlana’ya atfedilen gazeller,
eserin en fazla üçte birini oluşturur.
1.753 rubaiyi içeren Rubailer’in de sadece bazılarının Mevlana’ya ait olduğu
kabul edilir ama bunların kalitesi uzmanlarca Mesnevi’dekilere uzak bulunur.
Mevlana’nın dost ve akrabalarına, özellikle de Selçuklu emir ve vezirlerine
nasihat için yazdığı (dördü Arapça, diğerleri Farsça) 147 adet mektuptan oluşan
Mektubat da sonraki dönemlerde toplanmıştır. Bu mektupların hepsinin
otantikliği henüz tam tespit edilememiştir.
MEVLANA ‘DEHRİ’ MİYDİ?
İslam düşünürleri, girişte sözünü ettiğim yanlış atıftan dolayı Mevlana’nın
‘dehri’ (materyalist, dinsiz) ya da İslamiyet’ten başka bir meşrepte bir kişi
olarak algılanmasından dolayı rahatsızlar.
Gerçekten de Mevlana Sünni itikadına bağlıdır. Hanefi mezhebindendir. Dahası
Mesnevi’nin (kelime anlamı ‘bir şeyi bir şeye katmak, bükmek’ demektir) I.
cildinin dibacesinde de bu eserinin ‘Kessaf’ül-Kur’an’ yani Kuran’ın sırlarını
açtığından bahseder. Nitekim çağdaş Mevlana uzmanlarından Muhammed Taki
Caferi’nin hesaplarına göre Mesnevi’de 2.200’den fazla atıf, alıntı veya
açıklama Kuran’la ilgilidir. Hadi Hairi adlı bir başka araştırmacı bu sayıyı 6
bine çıkarır. Öyle ki, 19. yüzyılda basılmış Hindistan taşbaskısında Mesnevi
için ‘Farsça Kuran’ tanımı yapılmıştır.
Sünni-Hanefi vurgusunu yaptım çünkü Mesnevi’de (VI: 777-805) Halep’teki Şiilere
ve 680’deki Kerbela olayının yasını tutanlara ise müsamahalı olmayacağını
söyler: “Kendi harap dinine, harap gönlüne ağla” (802), “Şia’ya Ömer’den
bahsedilebilir mi? Sağırın yanında kopuz çalınabilir mi?” (III: 3201).
Buna karşılık, Mevlana, 1244’te Şems-i Tebrizi ile tanışmasından sonra büyük
bir değişiklik geçirmiştir. Bu karşılaşmadan önce binlerce insanın izlediği
örnek bir Hanefi imam olan Mevlana, Şems’le karşılaştıktan sonra sıra dışı ve
geleneklere meydan okuyan biri olmuştur.
Bazı kaynaklara göre 40 gün, bazılarına göre üç ay, bazılarına göre altı ay
süren bir halvet döneminden sonra Mevlana’nın artık tüm zamanını Şems’le
geçirmesi, ders ve vaaz vermeyi kesmesi, Hint alacası renginde bir hırka ve bal
rengi külah giymeye, sema ve raksa başlaması hem Sünni ulemayı, hem ailesini,
hem öğrencilerini hem de halkı rahatsız etmeye başlar. Bu rahatsızlık giderek
Şems’e kine dönüşür. Öyle ki, Şems 1 Mart 1246’da (yani karşılaşmalarından 15
ay 20 gün sonra) Konya’dan ayrılıp Şam’a gitmek zorunda kalır. Ancak Mevlana bu
ayrılığa dayanamaz. Şems’e durmadan mektuplar yazar. Sonunda babasının haline
dayanamayan oğlu Mehmed Bahaeddin (Sultan Veled) Şam’a gidip Şems’i bulur ve
Konya’ya getirir. Yıl 1247’dir. Ancak tepkiler devam eder çünkü Mevlana sema ve
raksa devam etmekte, bu sefer de yas tutanlara has siyah giysilerle
gezmektedir. Üstüne üstlük testilerle şarap içmektedir. İddialara göre bu işret
âlemlerine karısı ve oğlunu da katmaktadır. Sonunda olan olur. Şems 1247
yılının sonunda ortadan kaybolur. (Ahmet Eflaki’ye göre, Mevlana’nın oğlu
Alaeddin ve arkadaşları tarafından öldürülmüştür. Bazı kaynaklara göre uzun
yıllar İran’da yaşamış, doğal yollardan ölmüştür.) Şems’in kayboluşunun 40.
gününde başına duman rengi bir sarık saran ve Yemen ve Hint kumaşından bir
ferace giyen Mevlana, bu giysileri ölünceye kadar üzerinden çıkarmaz. Büyük
kaybının acısıyla yaptığı semalar öylesine cezbedicidir ki birçok kişi onun
semasının arkasından gitmeye başlayınca Sünni ulema iyice kızmaya başlar. Sema
bidat sayılmaya başlar.
Son olarak, Mesnevi ve Fihi Ma Fih (‘onun içindeki içindedir’ ya da ‘ne varsa
içindedir’ diye çevrilebilir) adlı eserlerinde ise onun İslamcı yanına vurgu
yapanların yüzünü kızartacak kadar müstehcen hikâyeler bulunur. Sadece
Mesnevi’dekiler biraz daha ince bir dille, ikincisinde ise halk diliyle
yazılmıştır. Bunların Hint, Yunan ve Roma edebiyatındaki hayvan hikâyelerinden
(fabl) alındığı ve kıssalar çıkarmak için yazıldığı ileri sürülür. Bir fikir
vermesi için bir tanesinin başlığını vereyim: “Bir eşekle cariyenin ilişkisine
imrenen bir sahibenin durumu.”
Özetle Mevlana, İslam düşünürlerinin iddia ettiği gibi ne heterodoks mezheplere
hoşgörülü, ne ‘ortodoks’ Sünni biri ne de ‘dehri’dir... Belki de zaman zaman
hepsidir.
MEVLANA NEREDE DOĞDU?
Mevlana ile ilgili bir diğer yanlış bilgi doğum yılı ve yeri ile ilgilidir.
Mevlana’nın 6 Rebiü’l-evvel 604 (30 Eylül 1207) yılında, bugün Afganistan
sınırları içerisinde yer alan Horasan’daki Belh şehrinde doğduğu söylenir.
Nitekim bazı yazarlar kendisine Mevlana Celaleddin-i Belhi derler. TİKA
(Türkiye İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) da sırf bu nedenle Belh şehrinde büyük
restorasyonlar yapmayı düşünmektedir.
İlk olarak Abdülbaki Gölpınarlı’nın üzerinde durduğu gibi biyografisindeki bazı
tutarsızlıklar yüzünden Mevlana’nın bu tarihten 5-10 yıl önce doğmuş olması
muhtemeldir. Bu şüpheyi bir yana bırakarak devam edersek, doğum yeri Belh
değil, babası Bahaeddin Veled’in 1204-1210 yılları arasında yaşadığı
Tacikistan’ın Vahş kasabasıdır. Nitekim Bahaeddin Veled, Maarif adlı
risalesinde “biz Vahş’ta iken...” şeklinde cümleler kurmuş, Mevlana da
Mesnevi’nin IV. cildinde bir yerde Vahş’a duyduğu özlemi dile getirmiştir. Ama
ilginçtir, bunun dışında bir atıf yoktur. Babası, Mevlana 5 yaşında iken (yani
1212’de) Semerkand’a göç eder. Semerkand’ın dört yıl Harzemşahların kuşatması
altında kalması üzerine aile 1216 veya 1217’de Horasan’ı terk eder.
MEVLANA FARS MI, TÜRK MÜ, RUM MU?
Mevlana, doğduğu yer Horasan Fars ülkesi olduğu ve şiirlerini, mektuplarını
Farsça yazdığı için Fars (İranlı), Rubailer’deki (günümüz Türkçesiyle) şu
dizelerinden dolayı Türk kabul edilir: “Beni yabancı yerine koymayın ben bu
mahalledenim/Ben sizin mahallenizde kendimi arıyorum/Düşman gibi görünüyorsam
da düşman değilim/Hintçe konuşuyorsam da aslım Türk’tür.”
Bazılarına göre bu beyitteki ‘Hintçe’ sözcüğünün aslı ‘Farsça’dır. Ancak bu
doğru olmasa gerek çünkü o devirde kimse kimseyi Farsça konuştuğu için
kınamazdı, Selçuklu devletinin resmi diliydi. Ancak o dönemde Türk kelimesi
‘güzel, talep edilen, âşık olunan’ anlamına geldiği ve Hindu terimi siyah,
karanlık, çirkin anlamına geldiği için acaba “Çirkin göründüğüme bakmayın aslım
güzeldir” mi demek istiyordu? Örneğin Şirazlı Hafız’ın şu dizelerindeki gibi:
“Eğer o Şirazlı türk (güzel), gönlümüzü hoşnud ederse/Onun hindu (siyah) benine
Semerkand ve Buhara’yı bağışlarım...”
Peki, Mevlana Türk ise Celaleddin-i Rumi’deki Rumi nereden gelir? 11. yüzyıl
yazarı Kaşgarlı Mahmud ya da 13. yüzyıl yazarı Yunus Emre için de, 15. yüzyıl
yazarı Nizameddin Şami için de, 16. yüzyıl yazarı Gelibolulu Mustafa Ali için
de Anadolu ‘Rum ili’, ‘Rum diyarı’dır. Dolayısıyla Mevlana’yı Anadolu’ya mal
etmek isteyen eski yazarların taktığı addır bu.
Ancak Mevlana kendisini sahiplenen Afgan, Tacik ve Türklere, Divan-ı Kebir’deki
şu gazelle (ona aitliği kesin kabul edersek elbette) cevap vermiştir aslında:
“Türk kim, Tacik kim, Rum kim, Zenci kim?/Sen, mülk sahibisin; her gizliyi, her
açığı çok iyi bilirsin/ Şiirim, şiirin elbisesidir; fakat şiirin içinde kim
var?/Ya elbiseyi süsleyen huri, yahut da elbiseyi soyan şeytan/Şeytanın şiirini
başımızdan atalım, huriyi bağrımıza basalım.”
BABASI KİMDİ?
Bu noktada bir başka yanlış bilgi ile karşılaşırız. Göçün nedeni olarak,
Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled’in, Belh’te dönemin sultanına hocalık yapan
ve Aristotales ve İbni Sina felsefesini reddeden felsefeci Fahreddin Razi’ye
ağır eleştirilerde bulunması gösterilir. Öncelikle Bahaeddin Veled’in Fahreddin
Razi ile karşılaştığına ve daha önemlisi onunla felsefi tartışmalar yapabilecek
bir bilgiye sahip olduğuna dair elimizde hiçbir veri yok. Bahaeddin Veled fıkhi
görüşlerini ‘Sultan’ül-Ulema’ diye imzalamasına rağmen daha önce de söylediğim
Vahş gibi küçük bir kasabada vaizlik yapan biridir. Nitekim Razi’nin din ve
felsefe üzerine görüşlerini topladığı Muassil Ekarü’l-Mutakaddimin
ve’l-Muta’ahhirin’de Bahaeddin Veled’den söz etmez. Kaldı ki Fahreddin Razi ile
çatışma iddiası doğru olsa idi bu göçün Fahreddin Razi’nin ölümünden (1209)
önce olması gerekirdi. Halbuki daha önce söylediğimiz gibi aile 1216 veya
1217’de göç etmiştir. Eğer göçün tarihi doğruysa, Abdülbaki Gölpınarlı’nın
önerdiği gibi Mevlana’nın doğum tarihini geriye çekmek gerekecektir.
FERİDÜDDİN ATTAR’LA KARŞILAŞTI MI?
Bir diğer yanlış bilgi, Mevlana’nın 10 yaşında iken yolculuk sırasında
Nişabur’da babasını ziyaret eden ünlü tasavvufçu Feridüddin Attar’ın Mevlana’ya
ilerde büyük bir insan olacağını söyleyerek Esrâr-nâme adlı eserini hediye
etmesidir. Halbuki ne baba Bahaeddin Veled, ne Mevlana, ne oğlu Sultan Veled,
ne ilerde hayatının en önemli figürü olacak Şems-i Tebrizi, ne Mevlana’dan 40
yıl sonra yazmış olan Sipehsalar ne de Mevlana’dan bir asır sonra yazmış Ahmet
Eflaki’nin eserlerinde Mevlana’nın Attar ile karşılaştığından bahsedilir. Bu
iddia ilk kez Mevlana’nın ölümünden iki yüzyıl sonra ortaya atılmıştır.
Buluşmaya dair birincil kaynak olmadığı gibi, Moğol tehlikesinden kaçan
Bahaeddin Veled ve ailesinin tehlikenin tam kalbinde olan Nişabur yoluyla
Bağdat’a gitmesi mantıksızdır. Yolculuk muhtemelen Merv-Herat yoluyla Bağdat’a
yapılmış olmalıdır.
CENAZE NAMAZINI KİM KILDIRDI?
Çok önemli olmayan yanlış ya da eksik bilgiler ise şunlar: “Ölüm günüm, düğün
günüm olacaktır” diyen Mevlana’nın 17 Aralık 1273 Pazar (5 Cemaziy’el-ahir 672)
günü bu âlemden göç etmesiyle cenaze namazını Sadreddin Konevî’nin kıldırdığı
söylenirse de Konevî çok sevdiği Mevlana’yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede
bayıldığı için cenaze namazını Kadı Siraceddin kıldırmıştır. Her yıl Şeb-i Arus
(Allah’a kavuşmasından mülhem ‘Düğün Gecesi’) bayramı olarak kutlanan gün,
Mevlana’nın ölüm günüdür. Ancak Hicri takvim ile miladi takvim arasındaki
farklar yüzünden, Mevlana’nın ölüm günü her yıl 17 Aralık’a rastlamaz.
Mevlana, babasının Horasan çamurundan yapılmış kabri üzerine defnedilmiştir.
Rivayetlere göre Mevlana defin için mezarına getirildiğinde, babası Bahaeddin
Veled onun ilmine hürmeten ayağa kalkmış ve ona başucunda yer vermiştir. Bunu
destekleyen fiziki kanıt ise sandukaların pozisyonudur. Kanuni Sultan Süleyman
Mevlana’ya hayrandı. Bu yüzden Mevlana ve oğlu Sultan Veled’in kabrinin üzerine
bir mermer sanduka yaptırmıştı. Bunu yapmadan önce de babası Bahaeddin Veled’in
ahşap sandukasını Mevlana’nın sandukası üzerine kaldırmıştı. Yani bugün halkın,
babasının oğluna hürmeten ayağa kalktığını düşünmesine neden olan durum
Kanuni’nin eseridir.
Mevlana’nın Tebrizli Şems’le ilişkisinin niteliği, Mevlana’nın Moğol ajanı olup
olmadığı, Atatürk’ün Mevlevi olup olmadığı, Mevleviliğin ne zaman doğduğu,
Batı’nın Mevlana sevgisinin tarihçesi gibi soruları cevaplamayı ise başka bir
zamana bırakalım...
ÖZET KAYNAKÇA
Franklin Lewis, Mevlana: Geçmiş ve şimdi, Doğu ve Batı: Mevlana Celaleddin
Rumi’nin hayatı, öğretisi ve şiiri, Çevirenler: Gül Çağalı Güven ve Hamide
Koyukan, Kabalcı, 2010, Ahmet Eflakî, Ariflerin Menkıbeleri, Çeviren: Tahsin
Yazıcı, Milli Eğitim Basımevi, 1989, Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin,
İnkılap Kitabevi, 1989, Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevilik,
İnkılap Kitabevi, 1953.
A. Hür
15/12/2013
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/mevlana_hakkinda_yanlis_bildiklerimiz-1166260