Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dünya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dünya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Haziran 2013

İslam Düşüncesinde İbn Haldun’un Yeri



Yrd. Doç. Dr. Muammer Ulutürk

Hayatı
Tarihçi, sosyolog, filozof, siyaset ve devlet adamı olan İbn Haldun, 27 Mayıs 1332’de Tunus’ta doğdu. Aslen Yemen-Hadramut’lu oluşu sebebiyle Hadramî, Tunus’ta doğmuş olduğu için Tunûsî, hayatının önemli bir kısmını Kuzey Afrika’da geçirdiği için Mağribî nispetleriyle anılmıştır. Endülüs’ün fethinden sonra bugünkü Sevilla (İşbiliye) şehrine yerleşen saygın bir aileye mensuptur. Dedesi haciplik yapmış, babası siyasete girmemiş, kendisi ise sürekli ilimle meşgul olmuştur. 

Başta babası Muhammed olmak üzere, el-Hasâyirî, ez-Zerzâlî, Ahmed b. Kassâr, el-Vâdiâşî gibi ilim adamlarından Arap dili ve edebiyatı; Muhammed b. El-Kasîr, el-Ceyyânî gibi üstatlardan fıkıh tahsil etti. Tunus’ta el-Hadramî, es-Sattî, el-Zavavî gibi âlimlerden faydalandı. Yetiştiği siyasi ve sosyal ortam İbn Haldun’un ilmi kişiliğinin oluşması bakımından büyük önem taşır. Gençlik yıllarında Mısır’dan Fas’a kadar bütün Kuzey Afrika ve Endülüs’te birbirleriyle mücadele eden devletlerin taht kavgalarına ve işgallerine tanık oldu. 1348’deki veba salgınında anne ve babasını ve hocalarından bazısını kaybetti. Hafsîler’in Tunus’u yeniden ele geçirmelerinden sonra Sultan Ebu İshak’ın “alâmet katipliği” görevine getirildi. Merinî Sultanı Ebu İnân’ın daveti üzerine dönemin başkenti Fas’a gitti ve burada sultanın ilim meclisini oluşturan âlimler arasında yerini aldı. Bu sırada Fas’taki kütüphanelerde çalışmalar yaptı. Bulunduğu memuriyeti küçük görerek Ebu İnân aleyhine bir komploya katıldığı anlaşılınca iki yıl hapiste tutuldu. Sultanın ölümünden sonra taht kavgaları başladı ve bir ayaklanmaya başa geçen Ebu İnân’ın kardeşi Ebu Sâlim’e verdiği destekten dolayı İbn Haldun’un itibarı arttı. Sır kâtipliği ve hâkimlik görevlerinde bulundu. Her iktidar değişikliğinde görevde kalmayı başaran İbn Haldun, 1362 kışında Granada’ya (Gırnata) gitti. 1361-1375 yılları arasında ardı ardına gelen ayaklanmalar ve siyasi karışıklıklarda farklı devlet adamları tarafından görevlendirildi veya görevlerinden uzaklaştırıldı. 1375 yılında Ben-i Ârif kabilesi arasında kalarak el-İber adlı tarihini yazmaya başladı. Bu eserin birinci kitabını oluşturan Mukaddime’yi iki yıl sonra tamamladı. 1382 Aralık ayında Kahire’ye ulaşan İbn Haldun, Memlük Sultanı Berkuk’un sultanlığının başlarında Ezher Camii’nde ders vermeye başladı, burada büyük ilgi gördü. Kamhiye Medresesinde müderris sıfatıyla verdiği derslerde birçok ilim ve devlet adamı hazır bulunuyordu. Berkuk döneminde Kadılkudat görevine getirilen İbn Haldun, çıkarları zedelenenlerin baskısıyla görevinden alındı ve müderrisliğe döndü. Timur’un Kahire’yi zabtı sırasında onunla görüşmeler yaptı ve ona övgüler düzdü. Mısır’da iken el-İber’i genel bir tarih kitabı haline getirdi, Mukaddime’ye ilaveler yaptı. 1401-1406 yılları arasında dört defa kadılık görevine getirildi. Bu görevde iken 17 Mart 1406’da vefat etti. Kabrinin yeri tam olarak bilinememektedir. Hayatının ilk 20 yılını Tunus’ta, 26 yılını Cezayir, Fas ve Endülüs’te, 4 yılını yine Tunus’ta, son 24 yılını da Kahire’de geçiren İbn Haldun, iyi bir eğitim almış, bazen sultanlar ve emirler kadar etkili işler yapmış, iktidar değişikliklerinde aktif roller üstlenmiş ancak siyasi hırslardan kendini kurtaramamıştır. Denilebilir ki, çağdaşı birçok ilim adamının kendisi hakkındaki kanaatlerinin farklı oluşu bu özelliğinden ileri gelmiştir. İbn Haldun, Lübabü’l-Muhtasar fi usûli’d-din, Şifaü’s-sâil li-tezhibi’l-mesail ve içinde Mukaddime’nin de yer aldığı Kitabu’l-İber adında önemli eserler kaleme almıştır (Uludağ, 1999). 

İlmi Yönü ve Görüşleri
Genel kabule göre teşekkül devri dışta bırakılırsa İslam düşüncesi VII-XIII. asırda güçlü temsilcilerini bulmuş ve en üst seviyede sözünü söylemiştir. Tasavvuf düşüncesinde zirve kabul edilen İbn Arabi (öl. 1240), kelam mektebinin son güçlü temsilcisi Fahruddin Razi (öl. 1209) ve Selefiye hareketinin en üst temsilcisi İbn Teymiye’den (öl. 1328) sonra gelen İbn Haldun böyle bir kültür birikimini en iyi şekilde değerlendiren ve el attığı sahalarda kendine has eserler ve etkiler bırakan önemli kişilerden biridir. Döneminde İslami ilimlerde yoğun bir taklit ve nakil işiyle uğraşanlara nispetle İbn Haldun, tenkitçi bir yol izlemeyi seçerek farkını ortaya koymuştur. Mukaddime’sinde naslardan çıkmamış, bazı ayetleri açıklarken kişisel görüşlerini serbestçe yazmıştır. Sosyolojideki şöhreti ağır basan İbn Haldun hadis ilmindeki yeteneğine rağmen hadis alimi olarak görünmez ancak Kahire’de Surgatmışiye Medresesinde hadis hocalığına tayin edilmiştir. Metin ve senedinde sıhhatinde şüphe gördüğü rivayetleri tenkit etmiştir. Söz gelimi tıbb-ı nebevî hadislerinin tümünü, ibtidai “Arap örfünün tedavi usulleridir, şeriatla ilgili değildir” diyerek bağlayıcı vasfının bulunmadığını öne sürerek modern bir hadis usulü ortaya koymuştur. Bir Maliki kadısı olarak İslam hukuku, miras, fıkıh usulü, adalet konularında veciz tespitlerde bulunmuştur. İbn Haldun, kelam ilminde sonrakilerin açıklamalarını; ibarelere, metinlere ve lafızlara tapma adını vererek bu ilmin bunun ötesinde olduğunu savunmuştur. Felsefenin batıl olduğuna inananmış ve İbn Teymiye kadar sert olmasa da felsefeye bulaşan kelam ilmine de, tasavvufa da karşı durmuştur. Aristo, İbn Sina, İbn Rüşd ve bunların takipçilerini reddederek görüşlerinin asılsız olduğunu belirtmiştir. Onun tasavvufi bir hayat yaşadığına, bir tarikata girdiğine dair bir vesika bulunmamakla birlikte, Mukaddime’nin muhtelif yerlerinde tasavvuftan bahsetmiştir. Amel, ibadet ve ahlaktan ibaret olduğuna inandığı tasavvuf, gayb alemini müşahede etmek, his perdelerini aralamak değildir. Dil ve edebiyatta iyi bir eğitim aldığı anlaşılan İbn Haldun, dil, kabile lehçeleri, lügat vs konularında uzmandır. Külfetli söz sanatlarına aşina gelenekçi, taklitçi yazarların aksine kendine has kolay anlaşılır, açık bir üslup geliştirmiştir. Umran, ilm-i umran, beşeri-ictimai hadarilik, bedevilik gibi ıstılahları ilim dünyasına kazandırmıştır. Beşeri coğrafya üzerinde duran İbn Haldun, coğrafi şartların, yeme içme alışkanlıklarının insanın fizik ve diğer özelliklerini etkilediğine, matematiğin doğru kıyas ve çıkarımlar yapmaya yarayan bir ilim olduğuna, pedagojik bir süreç olarak ilmin çeşitli yaş gruplarına göre tahsil edilmesinin gerekli bulunduğuna dair görüşler ileri sürmüştür ki bütün bunlar modern zamanlarda bile inceleme konusu olmaya devam etmektedir. İbn Haldun kendi hal tercümesini ve hayat hikayesini yazan ilk müellif olarak da dikkati çekmektedir. Bu durum tarih sahasına yeni bir alt bilim dalı açmak anlamına gelmektedir. “Et-Tarif b’İbn Haldun ve rihletuhu” adlı hatırat eseri bu türde eser kaleme alanlara örnek teşkil etmiştir. O aynı zamanda çok sayıda manzum eserlere imza atmış bir şairdi de.
Eski zamanlarda olayı tespit edip yazmaktan ibaret görerek mübalağalı destanlara dönüştüren tarihçilere karşı İbn Haldun, bu anlayışı yıkmış olayların sebep ve sonuçlarını muhakeme ile değerlendiren yeni bir çığır açmıştır. Onun bu yaklaşım tarzı tarih felsefesinin de önünü açmıştır. Tarihi kaynakları tenkit ve olaylar arasındaki münasebetler zincirini tespit eden bu yöntem birçok araştırmacıya kılavuz olmuştur. O, tarih bilimini, “yolu kutsal, faydası çok, gayesi şerefli bir ilim” olarak tanımlar. Tarihsel rivayetlerin sıhhati konusunda yeterli araştırma yapılmamasını, olayların sebepleri üzerinde yeterince düşünülmemesini bu eksiklikler arasında zikreder. Rivayetleri tenkitçi bir gözle ele alan tarihçinin nakledilenleri kabul ve red konusunda ölçüsünün kendisi olması ona göre tarih yazıcılığının en önemli ilkesidir. Ona göre, tarihçilerin mensubiyet kaygısı ile sabit bir görüşe bağlı olmaları yüzünden haberin doğruluğuna bakmadan nakletmeleri büyük hatalardandır. Bu hata, umrandaki ahvalin tabiatını bilmemelerinden kaynaklanır (Görgün).
Felsefe tarihinde ilk kez İbn Haldun’la birlikte tarih felsefî bir disiplin olarak ele alınmış ve bilimsel temelleri araştırılmaya başlanmıştır. O, tarihsel olguları ve bunların toplumsal yaşam alanındaki tezahürlerini, toplumun doğuşu, gelişmesi ve çöküşlerini ve bunların nedenlerini olgusal bir yöntemle ilk kez inceleyip ortaya koyan kişidir. Böylece kendisinin de farkında olduğu ve belirttiği üzere yeni bir bilim dalının kurucusu olarak kabul edilir. Bu anlamda İbn Haldun, kurmuş olduğu bu yeni bilim dalının yöntemini, temel kavram ve problemlerini, bölümlerini ve bu bölümlerde işlenen konuları belirler. Bu yeni bilim dalının konusu insanın toplumsal hayatıdır; malzemesi ise tarihsel ve gözlemlenebilir toplumsal olgulardır (Yıldız, 2010).
Onun asıl başarısı toplumsal olayların tahlili konusunda ortaya koydukları olmuştur. Mukaddime’nin temel konularını oluşturan geniş muhteva içinde sosyolojinin metodolojisi, toplum-insan-çevre ilişkisi, toplum tipleri, demografik yapı, din, aile, ahlak, hukuk, siyaset, ekonomi, sanayi, devlet, ilim ve sanat gibi başlıklar yer almaktadır. Mukaddime’nin temel kavramlarını ise asabiyet, bedevilik-hadarilik, umran ve iktisat oluşturmaktadır. (bkz. Uludağ, 2011).
İbn Haldun, toplumsal olgu ve olayları aydınlatmaya yönelik kendisinden önceki düşünürlerden farklı bir yöntem ortaya koyması, toplumun ve devletin doğal bir kökeni olduğu ve doğal bir tarihsel gelişim süreci geçirdiğini ileri sürmesi, bu tarihsel gelişim sürecinin betimlemesini yaparak bir devlet kuramı ortaya koyması bakımından düşünce tarihinde önemli bir yere sahiptir (Yıldız, 2010). Onun düşünce sisteminin merkezini, ilk defa temellendirdiği “umran ilmi” oluşturur. Umran ilminin amacı, insanları taklitten kurtarıp daha önce olmuş bitmiş olanla daha sonra olacak olanın anlaşılması konusunda bir bakış açısı kazandırmaktır. İbn Haldun’u öne çıkaran hususlardan biri, tarihte olayları sebep sonuç ilişkisi içerisinde ele almak gerektiğine dayalı metodolojiye yaptığı vurguda değil, o güne kadar fark edilmeyen tarihi-toplumsal varlık alanını keşfetmiş olmasıdır. İnsanın toplumsal bir varlık oluşu onun düşüncesinin hareket noktasını teşkil eder. İnsan ancak bir toplumun içerisinde ve toplumsal olarak var olur. Yetişme döneminde aldığı felsefe ve mantık eğitimi ona tarih yazıcılığı alanında tenkidi bir tavır ortaya koyma imkanı sağlamıştır.
İbn Haldun, orijinal bir filozof olmasına rağmen son asırlarda batıda yetişen önemli ilim adamlarıyla mukayese edilmiştir. Tarih ve siyaset biliminde Nicolo Machiavelli (1469-1512) ile mukayese edilen İbn Haldun, amaca varmak için her yolu mübah sayan Machiavelli gibi aşırı değilse de, siyasi ve toplumsal kanunların gerçekleşmesi için her türlü tedbire müracaat edilmesi gerektiğini savunur. Coğrafi şartların insan ve toplum üzerindeki etkilerinin incelenmesi bakımından Montesguieu (1669-1755); tarihi gelişimin devamlılığı, felsefi inkişafın medeni gelişmelere bağlı oluşu konularında Vico (1668-1744); nüfus artışı ve kültürel faaliyetlerin yoğunlaştığı dönemlerde çevrenin insanı bozduğu ve şehir dışında yaşanması gerektiği görüşleri bakımından J.J. Rousseau (1712-1778); galip ve hakim toplumların, gelişmemiş toplumlarca taklit edilmesi görüşü sebebiyle Gabriel de Tarde (1843-1904); toplumsal olayların bir metod kullanılarak incelenmesi zaruretine inanan görüşü ile Auguste Comte (1798-1857); üretilen mal ve hizmetlerin değerinin, insan emeğinin değerine eşit olduğunu söylemesi sebebiyle Karl Marx’a (1818-1883) benzetilmiştir.

Eserleri
1.Kitâbu’l-İber: Bir tarih kitabı niteliğinde olan ve İbn Haldûn’un ismini ölümsüzleştiren bu görkemli eser, 7 ciltten ibarettir ve 3 bölüme ayrılmıştır:
Birinci bölüm: Önsöz ve girişten oluşan bu bölüm zamanla Mukaddime adını almıştır ve aynı zamanda eserin 1. cildidir.
İkinci bölüm: Eserin 2. 3. 4. ve 5. ciltlerini içeren bu bölümde Arap tarihi yanında Suriye, Fars, Yahudi, Eski Mısırlı, Yemen, Roma, Türk, Franklılar gibi milletlerin tarihi anlatılmaktadır. Ayrıca Emevî ve Abbasî gibi Müslüman hanedanlıkların tarihine de yer verilmektedir.
Üçüncü bölüm: 6. ve 7. ciltlerden oluşan bu bölümde ise Berberilerin ve Kuzey Afrika’daki Müslüman hanedanların tarihi anlatılmaktadır.
Mukaddime;
İbn Haldun kendi ifadesiyle bu eseri hakkında şunları söylemektedir:
Eseri bir mukaddime ve üç kitap olarak tertip ettim. Mukaddime; tarih ilminin fazileti, tarihte takip edilen usullerin tahkiki ve tarihçilerin hata ettikleri noktalara temas edilmesi hakkındadır. Birinci Kitap; umran ve mülk, hükümdarlık, kazanç, geçinme, sanatlar, ilimler, bunların illetleri ve sebepleri türünden olmak üzere umrana ârız olan “avârız-ı zâtiye” hakkındadır. İkinci Kitap; yaratılıştan bu yana günümüze gelinceye kadar Araplar, onların nesilleri ve devletleri ile ilgili haber, tarihi ve rivayetler hakkındadır. Bu bölümde nebat, Süryaniler, Fars, İsrailoğulları, Kıbt, Yunan, Rum, Türk ve Frenkler gibi Araplarla çağdaş olan meşhur milletlere ve devletlerine de işaret edilmiştir. Üçüncü Kitap; Berberlere ve onların mevalisi olan Zenâte kabilesine, bunların başlangıçtaki durumlarının ve nesillerinin anlatılmasına, bilhassa Mağrip diyarındaki mülk ve devletlerine dairdir.
Mukaddime, Arap dünyasında etki yaratmasa da Osmanlı tarih anlayışını derinden etkilemiştir. İbn Kemal, Hezarfen Hüseyin, Müneccimbaşı Ahmed Dede, Katip Çelebi, Mustafa Naima Efendi ve Ahmet Cevdet Paşa gibi Osmanlı tarihçileri Osmanlı Devletinin yükseliş ve çöküşünü pek çok defa onun teorileriyle analiz etmiştir. 19. yüzyıldan itibaren ise Avrupalı tarihçiler tarafından keşfedilmiş ve eserleri büyük takdir görmüştür.
2. Lubâb’ul-Muhassal: Fahrettin Râzi’nin kelam ile ilgili el-Muhassal isimli kitabının özetlenmiş bir şekli olup dört bölümden oluşur. İbn Haldûn’un 19 yaşında yazmış olduğu bu ilk eseri İspanyolca’ya da çevrilmiş ve günümüze kadar gelmiştir. İbn Haldun’un yazdığı ilk kitabıdır.
3. Şifâu’s-Sâil li-Tehzîbi’l-Mesâil: Şifâu’s-Sâil diye anılan bu kitabı tasavvufa dairdir ve Mukaddime’den önce 1372 ile 1374 yılları arasında yazmış olduğu kabul edilir. Eser, Muhammed Tavit et-Tanci tarafından 1358’de yayınlanmış, Süleyman Uludağ tarafından da 1977’de Türkçeye çevrilmiştir.
4.Et-Târif bi İbn Haldun (Et-Tarifu bi-İbni Haldun ve Rıhletehu Garben ve Şarken): İbn Haldun’un otobiyografisidir. İbn Haldûn, bir günlük niteliği taşıyan otobiyografisini daha sonra el-İber adlı eserinin yedinci cildine eklemiştir.
5.Kaside-i Bürde şerhi
6.İbn Rüşd felsefesi hakkında bir risale
7.Mantığa dair bir risale (Kitab El Mantık)
8.Hesap hakkında bir risale (Kitab El Hisab)
9.Merakeş sultanına yazılan bir risale
10.Şiire dair bir risale

Kaynakça:
İbn Haldun, Mukaddime, (Haz. Süleyman ULUDAĞ), Dergah Yayınları, İstanbul, 2011
Mustafa YILDIZ, FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2010 Güz, sayı: 10, s. 25-55.
Süleyman ULUDAĞ, “İbn Haldun”, DİA, 19/538-543
Tahsin GÖRGÜN, “İbn Haldun; görüşleri” DİA, 19/543-555

10 Ağustos 2012

Osmanlı 21. Asırda Arakan'da


Türkiye nihayet bakan düzeyinde bir heyetle Arakan'da... 
Dünya'da başka konuya aldıran ülke yok.
Arakan bölgesine Başbakan Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan ve Sare Davutoğlu ile birlikte insani yardım götüren Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Budistler tarafından haftalar süren katliam ve saldırılara maruz kalan Müslümanlar tarafından gözyaşları içinde karşılandı.

"Türkler geldi, bizi kurtaracak" heyecanıyla Ahmet Davutoğlu'na sarılan Müslümanların hâli, Emine Erdoğan'ın gözyaşlarına boğulmasına neden oldu.


Dışişleri Bakanı Davutoğlu, ''Hem Myanmar'a açılmak hem de Arakan'a ulaşmak istiyoruz'' dedi.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Emine Erdoğan, Sare Davutoğlu, Sümeyye Erdoğan, bazı milletvekilleri, bürokratlar, yardım kuruluşlarının temsilcileri ve gazetecileri taşıyan uçak Myanmar'ın başkenti Naypidav'a geldi.
Uçakta basın mensuplarına ziyaretle ilgili bilgi aktaran ve soruları yanıtlayan Davutoğlu, ziyaretin iki ülke arasındaki üst düzey ilk ziyaret olacağını belirtti.
Myanmar'daki rejimin yavaş yavaş dünyaya açıldığını ifade eden Davutoğlu, bunu gözlemledikleri için Myanmar'da büyükelçilik açmaya karar verdiklerini söyledi.
Arakan bölgesinde yaşayan Rohingya Müslümanlarının uzun zamandır ihmal edildiğine dikkati çeken Davutoğlu, ''Hem Myanmar'a açılmak hem de Arakan'a ulaşmak istiyoruz. İkisini bir arada gerçekleştirmek istiyoruz. Aslında ziyareti kabul etmeleri Türkiye'nin uluslararası alandaki etkisinin bir yansıması. Herhangi bir ülkeye böyle birşey yapmadılar. Bizim büyükelçimiz iyi çalıştı'' dedi.

Davutoğlu'ndan iki talimat
Kendisinin Myanmar'a atanan büyükelçiye iki talimat verdiğini anlatan Davutoğlu, bunlardan birincisinin I. Dünya Savaşı sırasında Çanakkale ve Mısır'dan götürülen ve Myanmar'da şehit düşen yaklaşık bin 500 askerin mezarlarının bulunması olduğunu söyledi.
Buradaki şehitlerin mezarlarının yaptırılacağını ifade eden Davutoğlu, bedelli askerlikten elde edilen fonun şehitliklerin yapımı için kullanılacağını bildirdi.
Büyükelçiye verdiği ikinci talimatın da Arakan bölgesindeki Müslümanlarla temas kurması olduğunu anlatan Davutoğlu, o bölgede olaylar başlayınca, Arakan ve şehitliklerle ilgili Myanmar Dışişleri Bakanı'na mektup yazdığını söyledi.
Türkiye'nin Arakan'la ilgili diplomatik girişimleri hakkında bilgi aktaran Davutoğlu, Myanmar devletinin şu ana kadar bölgeye sadece BM'nin girişine izin verdiğini, BM dışında ilk kez sadece Türkiye'ye izin verildiğini belirtti.
Arakan bölgesindeki problemin onyıllardır devam ettiğini dile getiren Davutoğlu, Arakan'da ölenlerin sayısının binlerle ifade edilebileceğini tahmin ettiklerini söyledi.
Getirdikleri yardımı Müslümanların kampının yanı sıra Budistlerin kampına da götüreceklerini kaydeden Davutoğlu, ''Bizim için şu anda birinci hedef Myanmar yönetimiyle iyi ilişkiler kurup, insani yardımı Arakan'a ulaştırmak'' dedi.
Sıcak karşılama
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Myanmar Dışişleri Bakanı Wunna Maung Lwin ile görüştü.
Myanmar Dışişleri Bakanlığı'ndaki görüşmede Davutoğlu, konukseverliğinden dolayı Myanmar'lı muhatabına teşekkür etti.
Türkiye ve Myanmar'ın Asya'nın iki büyük devleti olduğunu belirten Davutoğlu, ziyaretinin Türkiye'den Myanmar'a gerçekleşen ilk üst düzey ziyaret olduğunu kaydetti.
Lwin ise, sıcak sözleri için Davutoğlu'na teşekkür etti ve ''ülkemize hoşgeldiniz'' dedi.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu, I. Dünya Savaşı'nda İngilizler tarafından esir alınarak getirildikleri Myanmar'da şehit olan Türk askerlerinin mezarlarını ziyaret etti.
MEKTİLA - Murat Ünlü
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve eşi Sare Davutoğlu, Mektila'daki Türk şehitliğine çelenk koyarak şehitlerin mezarlarına gül bıraktılar. Şehitlerin ruhu için Kur-an'ı Kerim okunmasının ardından konuşan Bakan Davutoğlu, "Bugün burada tarihi bir buluşmaya, bir vuslata şahit oluyoruz. I. Dünya Savaşı'nda çok değişik cephelerden, Filistin'den, Mısır'dan, Irak'tan, Suriye ve diğer cephelerden toplanarak, esir olarak Basra'ya getirilip, daha sonra Basra'dan Karaçi'ye gemilerle, Karaçi'den Kalküta'ya trenlerle, Kalküta'dan da Yangon'a, oradan da buraya esir kamplarına getirilen dedelerimizin huzurundayız" dedi.
Cevapsız mektuba cevap
Askerlerin pek çok mektup yazdığını, yazdıkları mektupların önce İngiltere'ye gittiğini daha sonra Kızılhaç üzerinden Kızılay'a, oradan da ailelere verildiğini anlatan Davutoğlu, bu mektupların çoğunun da karşılıksız kaldığını belirterek, bu mektuplardan biri olan Koşikavaklı İsmail'in mektubunu okudu.
Muhtemelen Koşikavaklı İsmail'in mektubunun annesinin eline hiç ulaşmadığını söyleyen Davutoğlu, yoksa böyle bir mektup eline geçen bir annenin mutlaka cevap vereceğini belirtti. Davutoğlu, şöyle devam etti:

"Şimdi biz bu mektuplara, fiilen buraya gelerek bir cevap getiriyoruz. Diyoruz ki, aziz ve muhterem şehitlerimiz, Koşikavaklı İsmail, Bigalı Hakkı, Manisalı Muhammed, Konyalı Veli, İstanbullu Ahmet, sizlerin aziz huzurunuzdayız ve sizlere, mektuplarınıza 75 milyondan cevap getirmek için buradayız. Biliniz ki siz hiçbir zaman bizim gönlümüzden, zihnimizden ırak olmadınız.
Size burada bugün aziz milletimizin selamlarını getirirken, bu cevapsız kalan mektupları da telafi etmeyi ümit ediyoruz. Buradan aldığımız toprakları, sizin toprağınızı Çanakkale'ye götürmek üzere yanımızda taşıyacağız.
Artık sizin o büyük davanız, sizin ilettiğiniz mesaj, sadece Çanakkale'de değil, Yemen'de, Kut'ul Amara'da, Sarıkamış'ta, Galiçya'da, Romanya'da, Mısır'daki bütün şehitliklerde yankılanacak. Sahipsiz değilsiniz, bizden ırak değilsiniz.
Aziz milletimiz sizleri hiçbir zaman unutmadı unutmayacak. Aynen onların ifadesiyle, ben de tekrar etmek istiyorum.
75 milyon adına evladınız Ahmet."

Şehitlerin mezarlarına Türkiye'den su
Bakan Davutoğlu, daha sonra Türk Şehitliği Cami İmamı Ali İbrahim Ali'ye bayrak ve Kur-an'ı Kerim hediye etti. İmam Ali de Davutoğlu'na Türk şehitliğinden toprak verdi. Bu sırada Bakan Davutoğlu ve İmam Ali bir süre birbirlerine sarıldılar.
Daha sonra Bakan Davutoğlu ve İmam Ali Türkiye'den getirilen suyu şehitlerin mezarlarına döktüler.
Ziyaretin ardından Bakan Davutoğlu ve eşi Sare Davutoğlu, şehitlikte bulunan Myanmarlı çocuklarla bir süre sohbet ettiler ve onlara para ve oyuncak dağıttılar.

 Kaynak: AA

31 Aralık 2011

Sene-i Devriye


Hıristiyan dünyada bütün kutlamalar, İsa Nebinin kimliği etrafında şekillenir ve kilise sakramentleri, törenler ve geleneksel kutlamalar bu çerçevede yapılır. Bütün bunların ortaya çıkışında üç temel hadiseyi görürüz; babasız doğumu, çarmıhta ölümü ve üç gün sonra dirilişi. Doğum tarihi konusunda, doğu ve batı kiliseleri arasındaki farklı tarihler, temel bilgi kaynağı olması gereken Yeni Ahit rivayetlerinin tutarsızlığı ve meselenin sonraki asırlar içinde paganist-mitolojik boyut kazanmasından kaynaklanır.
Konunun yer aldığı, açık ve net bir tarih görmediğimiz Matta ve Luka’dan gelen rivayetler, birbirini tutmaz. Matta’ya göre (2:1) İsa, M.Ö. 37 ila M.Ö. 4 yılları arasında Filistin’i Roma adına yöneten Antipater oğlu Kral Büyük Hirodes zamanında Yahudiye Beytlehem’inde dünyaya gelir. Gökte İsa’nın yıldızını gördüklerini söyleyip Doğudan Kudüs’e gelen müneccimler onu hararetle ararlar. Bunu duyan Hirodes, gelecekte Yahudilerin kralı olacak kişinin kendi saltanatını ortadan kaldıracağı korkusuyla, Beytlehem ve bütün Filistin’de iki yaşından küçük erkek çocukları katlettirir. Melek Cebrail, rüyada Yusuf’a görünerek anası Meryem ile çocuğu Mısır’a kaçırmasını söyler. Yusuf, bir gece vakti denileni yapar ve kalkıp Mısır’a gider, Hirodes’in ölümüne kadar Filistin’e dönmez. Buna göre İsa, Hirodes’in saltanatının en geç M.Ö. 4. Yılında veya bundan birkaç yıl önce doğmuş olmalıdır. İsa’nın doğumunun Hirodes’in saltanatının hangi yılında doğduğu bilgisi bulunmadığından, burada zikredilen bilgiye bakarak bir sonuca ulaşmak mümkün değildir. 
Luka’nın rivayetine göre ise İsa, Roma İmparatoru Augustus’un Suriye Valisi olan Kirinius’un idareciliği döneminde yapılan genel nüfus sayımında dünyaya gelir. Matta ve Luka’da anlatılan bu iki bilgi birbiriyle uyuşmaz. Çünkü iki tarih arasında oldukça farklı bir zaman söz konusudur. Luka’daki bilgiler, İsa’nın doğumunun, Yahudiye ve Samariye bölgesinin idaresinin Suriye’deki Roma Valisinin hakimiyetine geçtikten sonra, yani M.S. 6 yılında veya bundan sonraki bir tarihte olmasını gerektirmektedir. Ayrıca Luka, Yahya’nın ana rahmine düşüşünü anlatırken, hem Matta hem de, az önceki kendi rivayetiyle çelişir. Luka, Yahya’nın annesinin Hirodes zamanında Yahya’ya hamile kalışının 6. ayında melek Cebrail’in Meryem’e görünerek İsa ile müjdelediğini anlatır. İsa’nın bu müjdelemeden altı ay sonra doğması gerektiği düşünülürse, İsa, Kirinius zamanında değil, Hirodes’in saltanatı zamanında veya ondan en geç bir yıl kadar sonra Hirodes’in oğlu Arhelas ‘ın hükümranlığının ilk yılında doğmuş olması gerekmektedir. Bu bilgiler ve İsa’nın doğum tarihini araştıranlar, İsa’nın miladın başlangıcı olarak gösterilen tarihten birkaç yıl önce, M.Ö. 4 yılında veya bu tarihten iki-üç yıl kadar önce doğmuş olabileceğinin tahminini yapmaktadırlar. 
Bütün bunlara ilaveten, İsa’nın kış mevsiminde doğmadığı kesin görünmektedir. Çünkü Luka’ya göre, İsa doğduğu zaman çobanlar çayırlarda sürülerini otlatmakta idiler (2:8). Eski Ahit, kış mevsiminin çobanların açık havada barınamayacak kadar yağışlı olduğunu (Ezra 10:9, 13), söylemektedir. Çobanlar, Ekim ayının en geç ortasında sürülerini yüksek otlaklardan indirmekte idiler. Ayrıca, Yahya’nın Yahudi Fısıh bayramında doğduğuna ve fısıh bayramının 15 Nisan’da kutlandığına bakarak, Yahya’dan altı ay sonra doğan İsa’nın Ekim ayı içinde doğmuş olması gerektiği, hesaba uygun düşmektedir. Sonuç olarak İsa’nın doğum tarihini tesit etmek mümkün değildir.
Doğu kiliselerince 6 Ocak, batı kiliselerince 25 Aralık olarak gösterilen tarihin de İsa’nın doğum günüyle ilgisi bulunmamaktadır. 6 Ocak tarihi, putperest Greklerin zaman tanrısı Aion anısına kutlanan bir bayrama, 25 Aralık da, Roma putperestlerinin güneş tanrısı anısına kutlanan bir bayrama dayanmaktadır. İsa’nın doğum gününün eski dünyada kış gündönümü olarak bilinen 21 Aralık değil de, 25 Aralık tarihine atfedilmesi, ayrı bir tarih hatasıdır.
İsa’nın doğumu anısına kutlanan bayramlarla ilgili en eski tarihin 325 veya 336 yılı olduğu belirtilmektedir. Buna göre Noel, İmparator Konstantin’in saltanatının sonundan itibaren kutlanmaya başlanmıştır. 354 yılına gelindiğinde, dönemin Papası Liberius, 24 Aralık’ı 25 Aralık’a bağlayan geceyi İsa’nın doğum günü ilan etmiştir. M.S. 4. asırda Myra, bugünkü Kale ilçesinde yaşadığına inanılan Aziz Nikolas’ın doğal olarak İsa’nın doğumuyla hiçbir ilgisi yoktur. Geçmiş kültürlerden gelen Noel kutlamalarına, sonradan pagaist unsurlar ilave edilerek bir Noel ağacı eklenmiştir. Buradaki ağaç figürü, kaynağını meşe, defne ve çam gibi yapraklarını dökmeyen ve ebedi gençlik ve yaşam sembolü sayılan ağaçlardan almaktadır. Noel ağacının süslenmesi geleneği de kelt rahiplerinin tanrılarına astıkları armağanlardan, çam kesme işi de, Baltık kökenli Tötonlar’dan kalmıştır.
Günümüz Hıristiyanlarının kahir ekseriyeti, geçmişteki gibi İsa’nın doğum günü arefesinde oruç tutmamakta, doğum gününün gecesini de ibadetle geçirmemektedirler.
Geride kalan hicri yılbaşınızın, aşuranızın ve şimdiden yeni takvimle gelecek olan 2012 yılının hayırlara vesile olmasını dilerim.

24 Ağustos 2011

Bagimsizligin Sairi Kasim Amancolov (1911-1955)

Kazakistan'da bu sene unlu sair Kasim Amancolov dogumunun 100. yilinda genis capli aniliyor. Bu anma etkinliklerine Avrasya Yazarlar Birligi'nin de katildi ve Kardes Kalemler Dergisinin son sayisini Kasim Amancolov ozel sayisi olarak yayinladi. Basta Avrasya Yazarlar Birligi Baskani Sayin Yakup Deliomeroglu ve Kardes Kalemler Dergisi Genel Yayin Yonetmeni Ali Akbas olmak uzere emegi gecen herkese tesekkur ediyoruz.

Ayrica Ali Akbas basyazisinda bu sene Yalova'da yapilacak olan Turk Lehceleri Ceviri Sempozyumu ve Atolyesi'nin de Kasim Amancolov'a armagan edilecegi mujdesini vermektedir. Bu buyuk bir kadirsinaslik ornegidir. Kutluyorum.

Kardes Kalemler Dergisinde Kasim Amancolov siirleriyle ilgili bir cok yazi yer almaktadir. Biz de Kazakistan'in onemli edebiyat tarihcilerinden Prof. Dr. Serik Kiyrabayev'in Bagimsizligin Sairi Kasim Amancolov isimli makalesini Turkiye Turkcesine aktararak bu sayiya katkida bulunmaya calistik. Uc ciltlik Sovyet Donemi Kazak Edebiyati eserinin yazari olan Serik Kiyrabayev gerci bu makalesini bundan on sene evvel yazmis ama degerini hic kaybetmemis. Amancolov ile ilgili okudugum makaleler icinde en begendigim makaleydi ve bu da aktarma yapmak icin onu tercih etmeme sebep oldu.

Amancolov'u yakindan tanimak isteyenler icin makalemin metnini asagida veriyorum.

Saygilarimla,
Istanbul,
Abdulvahap Kara


Bagimsizligin Sairi Kasim Amancolov (1911-1955)
Prof. Dr. Serik Kiyrabayev*
(Kazak Turkcesinden aktaran Abdulvahap Kara)
Edebiyatta bir eseri “tekrar okuma” diye bir kavram vardir. Zaman gecip devirler degistikce daha once okunmus kitaplar tekrar okunur ve yeni anlamlar kazanir. Her buyuk eser okundukca yenilenmis gibi gelir; onun farkli manalari ortaya cikar. Bu sayede ancak gecmisin yazarlarinin kendi donemindeki ve toplum hayatindaki yeri, gunumuz icin onemi ve edebiyata yaptigi sonsuz katki tespit edilir.
Kazaklarin buyuk sairlerinden biri – Kasim Amancolov’un eserlerini bugunku bagimsiz Kazakistan acisindan tekrar okursaniz, onun bagimsizliga olan hasretini, devrinin otelerine gecen dusunce dunyasi ufkunun genisligini ve ileri goruslulugunu acik bir sekilde fark edersiniz. Sairin her kelimesi bagimsizligin siiri gibi isitilir.
“Elli yasinda ulkem var” diye soyleyemedi,
Aklimdan cikmaz icinin yandigi, dertli Abay,
“Ulkem var” diye soyleyecek dogdu gun,
“Ulkem var” diye terennum edeyim ben bugun
Durdursun artik Dede Korkut ezgisini.
Asan* ata, Jelmayani rahat birak,
Sen bulmasan, bizler-bulduk topragin el degmemisini.
“Gulistan”, “Cennetten” eksik miymis,
Su bozkirlar – bizlerin buyudugu eksik miymis.
Hazineli ulke “Kazakistan” denilen.
…Engin bozkirli, genis hosgorulu Kazaklariz,
Kul degiliz, ozgur insanlariz, huruz.
Azili dusmanin baskisina boyun egmeyiz,
Halkimizin dik basini vurusmadan egdirmeyiz.
Andin budur – hur genc, hur kiz! demisti sair Kasim “Kazakistan” (1945) isimli siirinde. Iste tam bugun bu siir bagimsiz Kazakistan’in onuncu yilina yazilmis gibi. Bir kelimesini bile degistiremezsiniz. Siirdeki vatanseverlik duygusunun zenginligi, ulkenin bagimsizligini atalarin ulkusuyle birlestirme fikri, Kazak topraklarinin bugunku hayat tarzinin genis kapsamli portresi onu okuyucularin onunde yuceltir ve ustaligini tanitir. O bozkirlarin zenginligini ve genel hayat tarzini, kendisinin manevi arayislarini siir diliyle ifade eder.
“Kazakistan” denilen benim var bir ulkem.
Kapliyor yarim dunyanin hepsini.
Bu bozkirlarda dedem elinde bayrak dolasmis,
Bu bozkirlari anam yaslariyla sulamis,
Bu bozkirlara aglayarak gelir, avunurum,
Bu bozkirlari gorup ilk defa mutlu oldum,
Bu bozkirlarda buyuyen insanda yoktur baska bir istek! – diyerek sonuclanir siir. Onun ne kadar yuce bir vatanseverlik siiri oldugu gorulmektedir. Onunla yazarin bagimsizligin sairi oldugunu anlarsin. Kasim Amancolov Kazakistan’in bir Sovyet cumhuriyeti olmasinda bile bagimsizligin izlerini aradi, uzaklardaki ulkusunu hayalinde yakinlastirarak resmetti.
Kasim’in kisa hayati (44 yasinda vefat etti) karmasiktir ve agir sikintilarla gecmistir. Onun sairligi 1930’lu yillarda Sovyet edebiyatinin ideolojilesmeye basladigi bir donemde basladi ve cok gecmeden II. Dunya Savasi cephelerinde devam etti. Savastan sag salim donen sair 1950’li yillarin basinda Kazakistan’i etkisi altina alan “milliyetcilik” atesiyle yandi ve uzun bir hastalik doneminden sonra vefat etti. Sairin eserleri Sovyet sansurunun eleginden gecti, orselenip orijinal halinden bambaska bir sekle sokularak basildi. Ancak 1960’li yillarin sonuna dogru Komunist Partisi’nin demir disiplini gevsemeye basladiktan sonra Kasim’in ismi soylenmekle ve onun buyuk sairlik yetenekleri kabul edilmekle birlikte, basilmis siir dizelerindeki tahrifatlar henuz duzeltilmemisti. Kasim’in eserleriyle ilgili arastirmalarda onemli meselelerden biri onun eserlerine metin analizleri yapilarak tekrar yayinlanmasidir.
1930’lu yillarda siirin ideolojinin etkisinde girmeye baslamasindan sonra, siirlere sosyalist ulkeyi, “zafere kazanmis sosyalist ulkenin basarilari”, Komunist Partisi ve onun liderlerini konu etmenin gercek edebi arayislarin degerini dusurdugu malumdur. Lirik siirler kendi gorevini yapamadi, halk siirinin dusunce ve sekil yapisina benzetilerek doneme methi sena duzmekten oteye gidemedi. Boyle bir egilimin baskin oldugu bir donemde edebiyata gelen Kasim’in da kendi doneminin ozelliklerinin disinda kalmasi mumkun degildi. Donemin ideolojik – siyasi etkisi onun ilk siir antolojisi “Omur Siri” (1938) kitabindan acikca gorulmektedir.
Arayis icindeki genc sair bu tarzin edebiyat icin kalici olmadigini cabuk anladi ve kendini topladi. Bu donemde lirik siire biraz ara verdi ve uzun destansi siirler yazdi. “Jambil Toyinda (Jambil Toyunda)” (1938), “Kupiya Kiz (Gizemli Kiz)” (1938), “Biykes (Genc Kiz)” (1940)  gibi destansi siirleri onun siyasete bulasmadan, genis kapsamli konular ile sairlik dusunce ve duygusu ile hayatin gerceklerini tasvir etmeye bir yonelis idi. Bu siirlerde buyuk sairlik hayal de, genclik duygu zenginligi de, hayatin bazi manzaralari da, gercek insan portreleri de, dogaclama sairlik ve betimleyicilik te, tasvirkarlik ta goze carpmaktadir. Kasim Jambil toyuna (1938’de gerceklesti)* dunya edebiyat tarihinin buyuk sairlerini hayali olarak toplayan sairlik imge gucunun genisligini ve az kelime somut simalari ortaya koyma ozelligini bize sergilemektedir.
Gurultusu, buyuk toyun dunyayi sardi,
Gitti asarak engellerden, asirlardan.
- Yol uzun, jelmaya ile ulasamazsin, - diyerek
Parnas’ta Homeros bir an hayal etti.
Firdevsi eline aldi “Sehnamesini”
Iran’nin kursu etti minarelerini.
Emanet ederek Lahuti’ye, selam soyledi,
Kutlayarak Jambil toyunu egdi basini.
Tattimbet bir gunluk mesafeden,
Uzaktan Kurmangazi ezgi dinletti.
Acele kosarak geldi Sultanmahmut
Iki emir arasinda bir gece icinde.
Bu son dizede iki dunya arasindaki celiskili hayati gecerek, dusunerek yasamis Sultanmahmut sairin tum hayati goz onunuzden gecer. Cin’deki Kuomingtang rejiminden kacan Kazak kizinin Sovyetler Birligi’ne ozgurluk arayarak gecmesi gibi hayali bir kahramana temellenmesine ragmen, Cin’deki Kazaklarin hayatindan manzaralar, insan kaderleri, sairlik dusunce ve duygu tasvirlerin bulusmasi “Gizemli Kiz” siirini kendi doneminin onemli siirleri arasina cikardi. Bu siir 1939’da bir yarismada uzun siirlerinin birincisi secildi.
Sairin tasvirlerindeki arayislari onun 1930 ve 1940’li yillarin sinirlarinda yazdigi siirlerinde sikca gorulmektedir. Ozellikle Mayakovski’ye atfettigi “Sair” isimli siirinde acikca gorulmektedir. Buradaki “Eski dunya kapisini tekmeleyerek acarak”, odanin baskosesine cikmaya cabalayan, hayata memnuniyetsiz bir sekilde bakan magrur sairin “dunya-pazarin sirrini cabuk anlayip genclik yerine dert keder gormus” simasini yapmasi muhtesemdir.
Siiri kaldi yureklerde isildayarak.
Sesi kaldi kulaklarda yankilanarak.
Siir lazimdir dunyaya, siir lazimdir,
Ancak nicin oluyor sair adam! – diyerek bitirir siirini. Bu sozleri Kasim’in kendisine de atfedilse yersiz sayilmaz.
Sairin yetenekleri II. Dunya Savasinda cephelerde devam etti. O Kazak edebiyatindaki askerî lirik siirlerin ortaya cikmasi, gelistirmesi ve olgunlasmasinda buyuk bir okuldan gecti. Savas sirasindaki sloganlara, cagirmalara ve methiyelere temellenen bircok siirlere tezat bir sekilde Kasim cephe hayatinin keskin ve acimasiz gerceklerini siirlerinde dile getirdi. Onun siirlerinin lirik kahramani – kanlarini dokerek korpe gencleri yutan savas ejderhasinin agzindaki askerlerdir. Sair askerin basindan gecen olaylar, onlarin duygu ve dusunceleri araciligiyla insana mahsus sabir, cesaret ve yigitlik gibi olgulari ortaya koyar. Gogsu kin ve nefret dolu, bikkinlik ve yorgunlugu bilmeyen guclu asker “Elge Hat (Vatana Mektup)” gonderir,
Dussem de atese ve suya boyun egmem
Askerin postallari gibi canim dayaniklidir, - demektedir. Savas meydanlarinin kan, yagmur ve kar ile karismis camurlu hayatina celik gibi irade gosterip dayanan askerin postallarini sabrin sembolune donusturerek ifade etmistir.
Askerim ben senin gibi
Kan lekesi uniformasinda.
Inatla geliyorum boyun egmeden,
Ecelin soylediklerine.
Inatla geliyorum boyun egmeden,
Yorulsam hic sir vermeden, - demektedir sair “Tolevtay’a” isimli siirinde. Bir askerdeki cesaret, dayaniklilik ve sabrin sirri onun ulkeye mektup seklindeki siirlerinin (Sabit’e, Galiya’ya, Kalmakan’a, Kapan’a vb) hepsinde de vardir. Ates yutan sair askerin icinde yanardag gibi siirler oldugunu bu dizeler bize gostermektedir. Kasim hayati sevmektedir. Bu yuzden “ecelin soyledigine boyun egmez”, kolaylikla teslim olmaz, inadina yasamak icin mucadele eder. Askerî lirik siirin yeni karakterini ortaya koyan Kasim’in bu siirleri – Kazak lirik siir tarihinin yeni bir sayfasini olusturmaktadir.
Bilmiyorum nerede kaybettim,
Endiselenmek, korkmak denilenleri.
Kapisini caldim cehennemin,
Siirle gelerek ben artik.
Askerlerdeki bu sahsi ozellikler insani zafiyetler degil, vatanin bagimsizligini koruma yolundaki olusmus yeni bilinc ve yeni karakterdir. Bu olumle yuz yuze gelinen anlardaki hayatta kalma mucadelesinden dogmaktadir. Onun zaferi beklemesinde bile cesaret ve tahammul vardir.
Bekliyoruz sakalasarak,
Mucadele etsek de kan revan icinde.
Bekliyoruz bu korkunc siperlerde,
Olume gidiyor olsak da aygin baygin.
Ister dayanamayarak demirler kirilsin
Ister goller kurusun, tas ufalansin.
Inatla biz bekledik dayan, yurek,
Bu son, en agir, olsun sinav – demektedir sair.
“Albay Alpin’e” ve “Jilkiaydar” siirleri bu siirlerin ozeti gibidir. Kazak savascilarinin yigitlikleri bu dizelerde buyuk bir ustalikla anlatilmaktadir. Daha dun hakir gorulen bir halkin askeri olan Jilkiaydar’in Berlin caddesinde esir dusen Almanlari cekip cevirmesinden ovunc duyar ve tarihe yonelir. Savastan sonra yazdigi “Koltuk Degnekli Genc” isimli kisa siirinde Kasim:
Koltuk degnekli bir genc gordum de,
Kasti olarak soru sordum geldim de.
- Bir ayagin gorunmuyor, yigidim,
Dunku korkunc cephede mi verdin?
Er kisiymis cevap buldu aniden
Bir tuhaf gulumseme belirdi dudaklarinda.
- Bir ayagim goruyorsunuz burada,
Diger ayagimi ise basiyorum Berlin’de, - demektedir. Siirde iki ayaginin birini kendi ulkesinde, digerini Berlin’de basan askerin karakterinde dunya haritasi ustunde iki ayagiyla saglam bir sekilde duran yigitligi resmetmektedir.
Kasim’in “Dariygasi” – “Olmez Omur Sirini” soyleyen sairin ic dunyasi ve hayata olan bagliligidir. Dariyga – hayata olan sevgisini bozan savas belasindan gecerek gelen askerin o askini biteviye aramaktadir. Kisa siirde savasin korkunc sahneleri de (“Calkalandi dalga, sarsildi dag-zirve”, “Kip-kizil atesin icindeyiz”), insanin tahammul gucunu de (“Cesaretim nerede, gelsene boyle durumda”), hayata olan sinirsiz guven de (“Neredeymis, nerede, Dariyga o kiz”) sozleriyle maharetle tasvir etmistir.
Bu donemdeki epik siirde bir zirve olarak degerlendirilen eser – Kasim’in “Sairin Olumu Efsanesi” isimli destanimsi siiridir. Bu – savasin siddetli aninda, cephede dogmus bir eserdir. Bunun yazilmasina Kasim’in sair arkadasi Abdullah Cumagaliyev’in kahramanca olmesi sebep olmustur. Bir koyde meydana gelen carpismada dusmani yaklastirmadan bir evi siper ederek vurusan Abdullah dusmanin ortasinda kalir. Vurusarak onu susturamayacaklarini anlayan dusman ofkelenerek evi atese verirler. Boyle bir olaya dayanan olguyu sairlik yetenegiyle veciz bir sekilde ozetleyen Kasim, Abdullah’in basindan gecen olaylarla yeni zamanin kahraman karakterini ortaya cikarir. Onun olumunde bile bir kahramanlik vardir. Ates tutan Promethee’yi hatirlatircasina heybetli bir sekilde sehit duser. Ates ruhlu, magrur ve dikbasli Abdullah Bahadir:
Kudret gucu – yeryuzunun,
Kanadini ver yirtici kusun,
Gazabini ver aslanin,
Yuregini ver kaplanin,
Butun dunyanin ofkesi,
Yerles gelerek benim gogsume.
Dusman yoluna atarim seni,
Bomba ol ve patla yurek! – diyerek gazabini ortaya koymaktadir. Kasim karakterinin yigitligi lirik-romantik uslupta, atesli sair hisli bir sekilde buyuk bir hassasiyetle siire doker. Savasin tam ortasindan cikip gelen Kasim’in gazetede yayinlanan destanimsi siirini G. Musirepov “Cepheden esen yeni ruzgâr” diye degerlendirmisti.
Kasim’in askerî lirik siiri sadece cephe hayatinin acimasiz gerceklerini tasvirle degil, ayni zamanda askerin ic dunyasini, dogdugu ulkenin tabiatiyla iliskisini ortaya koymada da buyuk bir oneme sahiptir. O askerlik gorevini Uzakdogu’da basladi ve sonra Kazak topraklarindan gecerek cephelere gitti. Bu yollari ondaki yigitlik, sairlik ruh “Baykal”, “Irtis”, “Sariarka” ve “Oral” gibi siirlerinde dikkati cekmektedir. O tabiatin guzelligini insan duygusuyla birlikte ele almakta ve lirik karakterin ulkusu ve nazik ruh haline, ozlemine, hayaline donusturmektedir. Insan ve tabiati dogrudan iliski icinde gostermektedir.
Uctu kuslar gonlumden,
Ruhumda siir soyledim,
Perde gibi dokulen,
Dolastim ormanlarini.
Semayla inatlasan,
Bastim yuksek zirvelerini,
Gurleyerek gokte soylesen,
Bulutlarin konusmalarini dinledim.
Her dalgayla oynadim,
Vurdum ucan kuslarini.
Parlayarak gelen sungunun,
Sivri ucundan tuttum.
Yattim bir defa ozlemle
Serin, ruzgârli ovasinda.
Dans ettirdim kivirttirarak,
Basi yukseklerde ak kayina.
“Baykal” siirinden yapilan bu alintida lirik kahramanin tabiatla akrabaligi gorulmektedir. Onlar gol civarindaki tabiatin guzel manzarasiyla yuksek romantizme cikmaktadir. Baykal’in ipek duman ortunmus golu, tanin agarmasiyla musiki gibi dokulen siirleri, gole âsik olarak erken uyanan fecir – hepsi de sair hayalini susleyerek, guzel bir resme cevirir. Irtis ve Sariarka civarindan gecerken de, Oral’da mola verdiginde de asker duygusallasir ve dogdugu bozkirlarindan ayrilmak zor gelir.
Sairin kendisi cephede “tabiat anama dogdum benzeyerek” seklinde ifade ettigi gibi, Kasim tabiat afetini kendisinin ic dunyasindaki istirabiyla mukayese eder.
Kan kizartan duz bozkir
Canim gibi yaniyordu.
Aksam sema alaca kizil
Asagiya sarkti donerek.
Donmus gibi bogucu buluta
Oturdum ben sanki bir tas.
Icteki dalga vurdu disa
Sicradi gozumden yas, - diye yazmaktadir ulkesine gonderdigi mektuplardan birinde. Sairin duygusu ne kadar karmasik, agir olsa da, onun ic dunyasi acik bir gercektir.
Savastan sonra Kasim fazla yasamadi. Buna ragmen Kasim diger sairlerden geri kalmayarak baris doneminin yasantisini siirlerinde islemeye gayret etti. Onun bu konudaki siirleri zamani, emegi siradan ovgu degil, guzel manzaralari ve insanin manevi yuceligini tasvir etmeye hasredilmistir. Onlar parlak portreleri ortaya koyar. Bu hususta sairin “Koyun Disi Mercan Gol”, “Ay Altinda Altin Dag” ve “Gunes Kaldiran Kizkardes” gibi siirleri takdire sayandir.
Kasim – yigitligin, tevekkulun sairiydi. Onun cesareti, sairlik baskin gucu, siirlerinin yuksek coskusu insan ruhunun yuceligini ortaya koymaktadir. “Tam Tevekkul” isimli siirinin sairin hayatinin amentusu denilebilir.
Tevekkul edip kulac attim zorluklara,
Cesaret ah, alip goturse zor mudur?
Bu yolculukta basarisiz da olabilirim,
O zaman, dostum, kusurumu bagisla.
Duserim diye yuruyemem agir adimlarla,
Kosarim yararak, carpip vurarak.
Uyusun, geri cekilsin korkaklar,
Endise icinde bakinarak etrafina, yavas adim atarak.
Dussem de kosarak gececegim,
Tedbirliligini aklin ben yapayim.
Duserim, soluk soluga kalirim, yorulurum,
- Gidilecek yere onceden varirim.
Onun “vatani” bugun sarki sozlerine konu edilip soyleniyor. Vatana, millete olan duskunluk, cocukluk duygusu burada cok sicak duygularla gercekci tasvir edilir.
Sende dogdum, sende buyudum, sende olsem,
Gozum acik gitmez bu dunyadan der idim.
Bu – vatana tum benligiyle baglanan insanin samimi sozleridir. Onun lirik karakteri – vatan bozkirlarinin bir ucundan obur ucuna kosarak, ozlemini gideremeyen, bozkirin guzelligine doyamayan, genc delikanli gibi mest olan bir Kazak ogludur. Kasim o Kazak oglunun yigitlik gelenegini, dik basli huyunu ve magrurlugunu siirlerinde ifade eder.
Sallanip dalgasinda sarki soyleyerek buyuyen
Nasil dertli olabilir ki Kazak oglu – demisti “Irtis” isimli siirinde Kasim. Sairin vatan konusunda yazdigi siirlerinin iceriginde de bu magrurluk ve yigitlik yatmaktadir.
Kasim’daki boyle yuksek yigitlik duygusu ve sairlik ic dunyasi bir zamanlar komunist ideoloji tarafindan anlasilmadi. Onun eserlerinde milliyetcilik arandi, suc arandi. Ozellikle 1950’li yillarin baslarindaki Kazakistan’da yer alan siyasi kampanyada Kasim milliyetci olarak yaftalanip onun aleyhinde makalelerin yazilmasi saglandi. Edebiyata yeni girdigimiz ve enstituden yeni mezun tecrubesiz bir genc oldugumuz donemde, bizim de ne yazik ki, bu kampanyalara katki yaptigimiz oldu. Bu kampanya sirasinda onunla ilgili olarak birkac yazi nesretmistim.
Kasim – benim edebiyata ilgi duymaya basladigim donemde cok okudugum, eserlerini ezberleyerek buyudugum ve edebiyat bilgimi gelistirmeme sebep oldugu icin sevdigim sairlerden birisiydi. Ogrenciligim esnasinda 1948’de yayinlanan “Davil (Firtina)”  isimli antolojisi benim hayatim boyunca masamdan ayirmadigim kitaptir. Bu antolojiyi bastan sona ezbere bilirdim. Buna ragmen zaman ve siyasetin etkisiyle sairin hakkinda bir makale (Adebiyet jäne Iskusstvo, 1951, No: 10) yayinladim. Bana bu makalenin yazilmasi icin talimat veren makamlar ayni zamanda Yazarlar Birligi’de Komunist Partisi’nin kapali toplantisinda Kasim’in calismalarinin masaya yatirilacagini soyleyerek bir bildiri sunmami istediler. Ben hakkinda makaleyi yayinlamakla birlikte, sairle yuz yuze gelmekten kacinarak ve onu tamamen yermenin (ozellikle kaderinin nazik bir ortamda oldugu sirada) dogru olmayacagini soyleyerek affimi istedim, ancak ikna edemedim. Sonunda makalemi yumusattim ve Kasim eserlerinin toplumsal ve edebî ozelliklerini ve sanat acisindan onemini ifade ettikten sonra “bazi hatalari da gorulmektedir” diyerek elestirilerimi hafifleterek bir konusma yaptim. Benden bunu beklemeyen Kasim cok memnun oldu. Daha sonra bu toplantindan bahsederken “Onu yerden yere vuracaksin diye talimat verilen bildiri sahibi genc edebiyat elestirmeni Kiyrabayev onlarin istedigi gibi sert bir konusma yapmadi. Benim siirlerim hakkinda genelde gercekleri soyledi. Parti teskilatinin o donemdeki Sekreteri Mustafin Gabiden de gerceklerden uzaklasmadi” demis (K. Amancolov. Sigarmalari. 4. cilt, 1980, s. 220).
Kampanya sona erdikten sonra Kasim’in sairligi konusunda makaleler yayinladim. Bunlarin arasinda “Gercekci ve Tenkitci” ve “Sair Toyu” isimli makalelerimi ve Kasim’in bir ciltlik antolojisine yazdigim onsozu (1991) sayabilirim.
Kasim – rejim ile uzlasmadan bu dunyadan goctu. Onun parti burokrasisine karsi dogaclama yazdigi dizeleri de epey vardir. Onlardan biri – sairin Almati’da bir ev alamadigi donemde dile getirdigidir.
Vermesen, verme bize bir evi,
Yine de terk etmem baskentimi.
Evsiz kalsam da siirlerimle isitirim
Kendimi, karimi ve kucuk cocugumu, - demis o Buyuksehir meclis baskaniyla olan gorusmesinden cikarken. Sehir Parti Komitesinin o donemdeki II. Sekreteri S. Cusipbekov’un evinin yanindan gecerken de:
Cusipbekov yoldasin evine biz,
Bakariz da, her zaman seviniriz.
O gorevden alinana dek, sekreter olmadik,
Nicin sair olduk diye yeriniriz biz, - demistir. Bu siirlerde idari sistemin Sovyet burokratlarini yere vurmakla birlikte, sair olmaktan dolayi bir ovunme duygusu da vardir. O sanata buyuk deger verirdi. Zamani gelince birakilacak sekreterlikten, tahtindan hicbir zaman inmeyecegi sairligi yeglemektedir.
Kasim Kazaklarin milli sairidir. O tum varligiyla, ruhuyla, ic dunyasiyla, sairlik dusuncesi ve yazi sanatiyla Kazaklarin milli varligini tamamlamakta ve olgunlastirmaktadir. Distan bakildiginda, Abay’in ifadesiyle, “Halkin soylemedigi soz var mi?” diye bir soru sorulabilir. Edebiyat sozu, siir sozu, her zaman halkin soylemedigi, tam boyle ifade edemedigi sozdur. Kasim da, kendinden once bircok sairler yasamis olsa da, kendi zamaninin, kendi neslinin sozunu soyledi. Kasim gibi soyledi. O siradan bir yol izlemedi. Onun ifadesiyle soylersek, “kendisinin kullandigi Ombi uzerinden kestirmeden gitti”. Bu yuzden Kasim – siir seven Kazaklarin dostu, manevi destekcisidir. Her evde Kasim kitabi olsun, her Kazak evladi Kasim siirlerini okuyarak buyusun. Bu sozlerimi milli duygu, milli dusunce denileni anlamayan nesiller icin de soyluyorum. Kasim’i okursan, dusuncen gelisir, eksikliklerin tamamlanir, dil ogrenirsin. Kasim – Kazak evladi icin buyuk bir okuldur.


* 3 Ciltlik Sovyet Dönemi Kazak Edebiyatı Tarihi kitabının yazarı.
* Asan Kaygı Jelmaya isimli devesine binerek Kazaklar üşin cennet gibi bir mekan arayan efsane kahramanı – Ç. N.
* Ünlü Kazak şairi Jambıl Jabayev’in (1846-1945) 75. yaş günü için 1938’de Almatı’da büyük bir kutlama, toy düzenlemişti – Ç. N.