29 Temmuz 2015

On Yıl Arası Takvİmİmden Notlar


“Küçük kızım Nevra’ya, aman büyüme derim bazen.” 

Kendi halinde çocuklardık. Beş sınıflı eski bir okula gider gelir, boş zamanlarımızda mevsim oyunları oynar, oyunlar icat eder, aylak aylak dolaşırdık.  Ne olduysa o günlerde oldu. Orta mektep başladı. Magirus’tan Mercedes’e çevrilmiş otobüse ömrü boyunca birkaç defa binen ben, yeni alınmış yeşil renkli Süper Man’la sabah gün doğmadan okula gidiyor, akşam karanlığında eve dönüyordum. Otobüste sürekli ayakta olmaktan gına geliyordu. Hayli uzakta bulunan okula gidişlerde arkadaşım Ali ile birlikte kendimizin bile inanamayacağı espriler yapıyor, kahkahalar atıyorduk. Azar bile yemiştik huysuz bir uncudan. Hay sizi yetiştiren hocaların diye başlayan homurdanmalar hiç eksik olmuyordu. 
 
3 yaşında olmalıyım, 1972
Okul çantam umumiyetle benden öncekilerden tevarüs eden çakıt şeylerdi. Bu defaki de böyle oldu. Kilidi bozuk siyah bir ceymis bonddu bu. İkide bir açılır, içindekiler de etrafa saçılırdı. Attarlar içinden aldığım bir don lastiğiyle sorunu çözmüştüm. Küçük meseleler böyle çözülüyordu. Hani şu eskiyen ayakkabıları çöpe atmak yerine tamirciye götürmek cinsinden yani.
Çelik Blek ve Rodi hayatımızdan çıkmış gibiydi. Eskisi gibi Saray Sinemasının önündeki sergilerden değiş tokuş yapamaz olmuştuk. 


1975, Postane civarı
Okulda gayet sert hocalar vardı ve ben en çok parasız yatılı okuyan garibanların yediği dayaklara üzülüyor, aynı akıbete uğramamak için yaşımın üzerinde olgun davranmak zorunda kalıyordum. Ana babalarından uzakta, kocaman bir şehirde yalnız başına bu yoksul köy çocukları için hayat kim bilir nasıl da zordu.
Karma Ortaokulunun görevlendirmeli Sosyal Bilgiler hocası “Karma’lı Mesut” teneffüslerde içeri girerek olur olmaz bahanelerle sınıfımın küçük insanlarına zulmediyordu. Muhtemelen mü’min biri değildi. Müstahdem Oruç Efendi, okul çıkışlarında sınıf ve koridorları temizlemeye gerek bile duymuyordu. Etrafı kirletmek, duvar ve sıra üstlerine çizikler atmak akıl kârı değildi. Sınıfın mümessili vazifesini en iyi şekilde yaparak adımızı tahtaya yazabilir, siygaya çekilebilirdik. Bizler örnek insanlar olmak üzere yetiştirildiğimizi duyuyorduk sürekli. 

 
1983
Bekir Hoca “lamelif” harfini inanılmaz güzel yazıyordu tahtaya. Kocaman cüssesinden beklenmedik bir hareketle yapıyordu bunu. Kravatını gömleğinin yakaları arasına muazzam bir titizlikle sıkıp yerleştiriyor, ceketini sürekli ilikli tutuyordu. Kalın boynu zarar görmüyor muydu ne? Dersteyken saate bakılmasını şiddetle yasaklamıştı. Bunun, “şu herif bi gitse de rahatlasak” demek olduğunu söylemişti. Bu sebeple saate bakmakla bakmamak arasındaki tereddüt büyük bir stres sebebi oluyordu. Saati çıkarıp cebe koymak en iyisiydi. Tok sesiyle bugün öğrettiklerini yarın soracağını söylüyordu bir de. Feale’nin mâzî ile muzârîsini, bir de ism-i fâilini gururla çekebiliyorduk mecburen. 


Erol Bey Resim hocamızdı. Sağ mı sol mu unuttuğum yanağında kocaman bir ben vardı. Temiz yüzlü bir adam. Her gün gördüğümüz tiplere hiç benzemiyordu. Türkçeyi hiç duymadığımız kadar güzel konuşuyor, muhtelif ressamların albümlerini göstererek ruh dünyamızda estetik sayılabilecek devrimler yapıyordu. İlk mektepte patates, soğan ve mevsim yapraklarının baskısı yapmaya alışkın hale getirilen ve asla tükenmeyen sulu boya kutumuzu daima yanımızda taşımamız söylenen bizlerden, bu defa, natürmort denen işler çıkarmamız, kara kalem çalışırken kâğıdı delmememiz isteniyordu. 
1987


Lakin bir türlü beceremiyorduk. Müzikçi Erdoğan Bey, nota çizgilerini eğri büğrü de olsa çiziyor, notaların her birinin karnını tebeşirin burnuyla dolduruyordu. Güfteleri flüt marifetiyle hatasız çalmak için çabalamamız görülmeye değerdi. Bir türlü beğenmiyordu bizi. En çok da ön sırada oturan cılız talebeler muzdariptiler. Ara sıra tokat akşediyordu. Müzikçiler naif kimseler olurdu normalde. Komşumuz Hilmi amcaların evindeki siyah beyaz televizyonda görmüştüm. Kültür Bakanlığı Klasik Türk Müziği Korosu Şefi Nevzad Atlığ’ı hiç örnek almamıştı sanırım. 

Çocukluğumla ergenliğim arası beni görüntüsüyle, tevazuuyla, tavırlarıyla, öğrettikleriyle en çok etkileyen Gönül Hanım’dır. Halide Nusret’in talebesi olan hocamız çalıkuşunun bizim versiyonuydu. Onu anlatırken bazı şeyleri ihmal etmek korkusu duyarım bugün bile. Yazılı sınavlarda “ben size güveniyorum, yanınızdakine bakmaz, imtihanı güzelce başarırsınız” diyerek çekip gidiyordu sınıftan. Gerçekten de öyle oluyordu. Yanındakinin kâğıdına bakmaya yeltenen yoktu. Muhtemel bir bakma durumunda, çocuk masumiyetiyle uyarılar geliyordu kendiliğinden. Güvenilmek inanılmayacak kadar güzel şeydi. 

1992

Memlekette ülkücülerle solcular hapistelerdi. Her yer inzibat, polis. Bizim mezarlığa hayli kitap gömdüler, ekmek tandırlarında yaktılar. Mahallenin Akıncı Ocağı ile Ülkücü Ocağı arasında gidip gelmelerimiz eksik olmazdı. Dumanı tütmez olmuştu kocaman kitaplıkları olan bu ocakların. Eskisi gibi taka arabaların camlarından atılan parti broşürlerini toplamanın keyfi çoktan bitmişti. Cumhuriyetçi Güven Partisi’nin boynuzlu koçunu unutmam hâlâ.
80li yılların başı korkuyla geçti. Mahalle bekçilerinin selahiyeti arttı, karakollarda işi olmak eve dönememek endişesiyle birleşti. Karaoğlan zamanından kalma gazyağı, benzin ve et kuyrukları giderek azaldı. Toprak ve kamış çelenli bahçe duvarlarını yıkmaya başladılar sonra. Mahalleli, çok katlı binalara girerek duvarların arasına hapsetti kendini.
Seneler geçiyor okulu sevemesem de alışıyordum. Seyyid Kutub diye birini ilk defa o zaman duydum. Ali Şeriati, Hasan el-Benna, Mevdudî, İran devrimi, filan. İyi kötü giden bir öğrenciliğimiz vardı. Neler oluyordu? Rusların Afganistan’ı işgali sürüyordu. İhvan üyeleri -tam da şimdiki gibi- Mısır’da her daim hapislere dolduruluyordu. Yeni bir dünya için bir şeyler yapılması gerekiyordu. Çay ocaklarında alıyordum soluğu. Mektep gibiydi oralar. Gazeteler, dergiler okunuyor, yeni çıkanları ilgiyle takip ediliyordu. Bunlardan birine ilk yazımı göndermiştim çoktan. Gizli şeyler yapıyor olmanın verdiği heyecanla başka türlü büyüyordum artık. Düzenli sayılmasa da okumalar yapıyor, olup bitene kayıtsız kalmıyor, şiirler, öyküler yazıyordum. Fakat kafamda inşa ettiğim dünyanın rol modelleri memleket dışındaydı.

2008

Okulda bilgisayar kursu açılmıştı o aralar. Ne büyülü kelimeydi o. Masaların üzerine sıra sıra konmuş 10 kadar bilgisayar. Hafta sonları gittiğimiz kursta kılıflarını özenle açıyor, bozulacak korkusuyla tuşlarına dokunmaya korkuyorduk. Fakat bu aletin ne işe yaradığını kestiremeden kurs çoktan bitmişti. Cobol dedikleri fevkalade zor programın gayet zeki öğrencilerin işi olduğuna vehmetmiştim.
Aradan bir sene geçti, geçmedi, bir pasaj kitapçısında “Erbain”i gördüm. Sonra Mayakovski, Rainer Maria Rilke ve Rimbaud. Durmadan şiirler yazıp tandıra attım. Şiirlerim ve ortalık sakinleşti.

 
2013, Erzurum
Bizden bir önceki kuşağın gözünde bütün yeni yetmeler “eyyamcıydı.” Özal, ne biçim bir adamsa “American way of life”ı kopyalayıp yapıştırıyordu hayatımıza. Azalmış korkular, giderek artan bir tür “kendini gerçekleştirme”ye tebdil ediyordu. Değişmeyen hayli şey de vardı aslında. Bunlardan biri mesela, üstlerine medrese kokusu sinmiş ve emeklilik yaşını çoktan geçmiş hocaların tavırları diğeri de Edebiyatçı Şevket Hocanın İspanyol paça pantolonlarıydı. İstasyondan tiyatro binasına doğru gitmekte olan dolmuş yolcuları “heykel”de inecek var demeye çekiniyorlardı. Anıt demelilerdi. Güvenlik kurulu yasaklamıştı çünkü. Çocukça şeylerdi ama gündelik hayatın bir yerini meşgul etmeye yetiyordu.
İlk mekteple lise sonu arası zamanlarım gibi bütün memleket, değişim ve dönüşümlere sahne oldu. Ne olduysa işte ondan sonra oldu… 

22.10.2013

0 yorum: