“Küçük kızım Nevra’ya, aman büyüme derim bazen.”
Kendi
halinde çocuklardık. Beş sınıflı eski bir okula gider gelir, boş zamanlarımızda
mevsim oyunları oynar, oyunlar icat eder, aylak aylak dolaşırdık. Ne olduysa o günlerde oldu. Orta mektep
başladı. Magirus’tan Mercedes’e çevrilmiş otobüse ömrü boyunca birkaç defa
binen ben, yeni alınmış yeşil renkli Süper Man’la sabah gün doğmadan okula
gidiyor, akşam karanlığında eve dönüyordum. Otobüste sürekli ayakta olmaktan
gına geliyordu. Hayli uzakta bulunan okula gidişlerde arkadaşım Ali ile birlikte
kendimizin bile inanamayacağı espriler yapıyor, kahkahalar atıyorduk. Azar bile
yemiştik huysuz bir uncudan. Hay sizi yetiştiren hocaların diye başlayan
homurdanmalar hiç eksik olmuyordu.
Okul
çantam umumiyetle benden öncekilerden tevarüs eden çakıt şeylerdi. Bu defaki de
böyle oldu. Kilidi bozuk siyah bir ceymis bonddu bu. İkide bir açılır,
içindekiler de etrafa saçılırdı. Attarlar içinden aldığım bir don lastiğiyle
sorunu çözmüştüm. Küçük meseleler böyle çözülüyordu. Hani şu eskiyen
ayakkabıları çöpe atmak yerine tamirciye götürmek cinsinden yani.
Çelik
Blek ve Rodi hayatımızdan çıkmış gibiydi. Eskisi gibi Saray Sinemasının
önündeki sergilerden değiş tokuş yapamaz olmuştuk.
1975, Postane civarı |
Okulda
gayet sert hocalar vardı ve ben en çok parasız yatılı okuyan garibanların
yediği dayaklara üzülüyor, aynı akıbete uğramamak için yaşımın üzerinde olgun
davranmak zorunda kalıyordum. Ana babalarından uzakta, kocaman bir şehirde
yalnız başına bu yoksul köy çocukları için hayat kim bilir nasıl da zordu.
Karma
Ortaokulunun görevlendirmeli Sosyal Bilgiler hocası “Karma’lı Mesut”
teneffüslerde içeri girerek olur olmaz bahanelerle sınıfımın küçük insanlarına zulmediyordu.
Muhtemelen mü’min biri değildi. Müstahdem Oruç Efendi, okul çıkışlarında sınıf
ve koridorları temizlemeye gerek bile duymuyordu. Etrafı kirletmek, duvar ve
sıra üstlerine çizikler atmak akıl kârı değildi. Sınıfın mümessili vazifesini
en iyi şekilde yaparak adımızı tahtaya yazabilir, siygaya çekilebilirdik. Bizler
örnek insanlar olmak üzere yetiştirildiğimizi duyuyorduk sürekli.
Bekir
Hoca “lamelif” harfini inanılmaz güzel yazıyordu tahtaya. Kocaman cüssesinden
beklenmedik bir hareketle yapıyordu bunu. Kravatını gömleğinin yakaları arasına
muazzam bir titizlikle sıkıp yerleştiriyor, ceketini sürekli ilikli tutuyordu.
Kalın boynu zarar görmüyor muydu ne? Dersteyken saate bakılmasını şiddetle
yasaklamıştı. Bunun, “şu herif bi gitse de rahatlasak” demek olduğunu
söylemişti. Bu sebeple saate bakmakla bakmamak arasındaki tereddüt büyük bir
stres sebebi oluyordu. Saati çıkarıp cebe koymak en iyisiydi. Tok sesiyle bugün
öğrettiklerini yarın soracağını söylüyordu bir de. Feale’nin mâzî ile
muzârîsini, bir de ism-i fâilini gururla çekebiliyorduk mecburen.
Erol
Bey Resim hocamızdı. Sağ mı sol mu unuttuğum yanağında kocaman bir ben vardı. Temiz
yüzlü bir adam. Her gün gördüğümüz tiplere hiç benzemiyordu. Türkçeyi hiç
duymadığımız kadar güzel konuşuyor, muhtelif ressamların albümlerini göstererek
ruh dünyamızda estetik sayılabilecek devrimler yapıyordu. İlk mektepte patates,
soğan ve mevsim yapraklarının baskısı yapmaya alışkın hale getirilen ve asla
tükenmeyen sulu boya kutumuzu daima yanımızda taşımamız söylenen bizlerden, bu
defa, natürmort denen işler çıkarmamız, kara kalem çalışırken kâğıdı delmememiz
isteniyordu.
1987 |
Lakin bir türlü beceremiyorduk. Müzikçi Erdoğan Bey, nota
çizgilerini eğri büğrü de olsa çiziyor, notaların her birinin karnını tebeşirin
burnuyla dolduruyordu. Güfteleri flüt marifetiyle hatasız çalmak için çabalamamız
görülmeye değerdi. Bir türlü beğenmiyordu bizi. En çok da ön sırada oturan
cılız talebeler muzdariptiler. Ara sıra tokat akşediyordu. Müzikçiler naif kimseler
olurdu normalde. Komşumuz Hilmi amcaların evindeki siyah beyaz televizyonda
görmüştüm. Kültür Bakanlığı Klasik Türk Müziği Korosu Şefi Nevzad Atlığ’ı hiç
örnek almamıştı sanırım.
Çocukluğumla
ergenliğim arası beni görüntüsüyle, tevazuuyla, tavırlarıyla, öğrettikleriyle
en çok etkileyen Gönül Hanım’dır. Halide Nusret’in talebesi olan hocamız
çalıkuşunun bizim versiyonuydu. Onu anlatırken bazı şeyleri ihmal etmek korkusu
duyarım bugün bile. Yazılı sınavlarda “ben size güveniyorum, yanınızdakine
bakmaz, imtihanı güzelce başarırsınız” diyerek çekip gidiyordu sınıftan.
Gerçekten de öyle oluyordu. Yanındakinin kâğıdına bakmaya yeltenen yoktu. Muhtemel
bir bakma durumunda, çocuk masumiyetiyle uyarılar geliyordu kendiliğinden.
Güvenilmek inanılmayacak kadar güzel şeydi.
1992 |
Memlekette
ülkücülerle solcular hapistelerdi. Her yer inzibat, polis. Bizim mezarlığa
hayli kitap gömdüler, ekmek tandırlarında yaktılar. Mahallenin Akıncı Ocağı ile
Ülkücü Ocağı arasında gidip gelmelerimiz eksik olmazdı. Dumanı tütmez olmuştu
kocaman kitaplıkları olan bu ocakların. Eskisi gibi taka arabaların camlarından
atılan parti broşürlerini toplamanın keyfi çoktan bitmişti. Cumhuriyetçi Güven
Partisi’nin boynuzlu koçunu unutmam hâlâ.
80li
yılların başı korkuyla geçti. Mahalle bekçilerinin selahiyeti arttı,
karakollarda işi olmak eve dönememek endişesiyle birleşti. Karaoğlan zamanından
kalma gazyağı, benzin ve et kuyrukları giderek azaldı. Toprak ve kamış çelenli
bahçe duvarlarını yıkmaya başladılar sonra. Mahalleli, çok katlı binalara girerek
duvarların arasına hapsetti kendini.
Seneler
geçiyor okulu sevemesem de alışıyordum. Seyyid Kutub diye birini ilk defa o
zaman duydum. Ali Şeriati, Hasan el-Benna, Mevdudî, İran devrimi, filan. İyi
kötü giden bir öğrenciliğimiz vardı. Neler oluyordu? Rusların Afganistan’ı
işgali sürüyordu. İhvan üyeleri -tam da şimdiki gibi- Mısır’da her daim
hapislere dolduruluyordu. Yeni bir dünya için bir şeyler yapılması gerekiyordu.
Çay ocaklarında alıyordum soluğu. Mektep gibiydi oralar. Gazeteler, dergiler
okunuyor, yeni çıkanları ilgiyle takip ediliyordu. Bunlardan birine ilk yazımı
göndermiştim çoktan. Gizli şeyler yapıyor olmanın verdiği heyecanla başka türlü
büyüyordum artık. Düzenli sayılmasa da okumalar yapıyor, olup bitene kayıtsız
kalmıyor, şiirler, öyküler yazıyordum. Fakat kafamda inşa ettiğim dünyanın rol
modelleri memleket dışındaydı.
2008 |
Okulda
bilgisayar kursu açılmıştı o aralar. Ne büyülü kelimeydi o. Masaların üzerine
sıra sıra konmuş 10 kadar bilgisayar. Hafta sonları gittiğimiz kursta
kılıflarını özenle açıyor, bozulacak korkusuyla tuşlarına dokunmaya korkuyorduk.
Fakat bu aletin ne işe yaradığını kestiremeden kurs çoktan bitmişti. Cobol dedikleri
fevkalade zor programın gayet zeki öğrencilerin işi olduğuna vehmetmiştim.
Aradan
bir sene geçti, geçmedi, bir pasaj kitapçısında “Erbain”i gördüm. Sonra
Mayakovski, Rainer Maria Rilke ve Rimbaud. Durmadan şiirler yazıp tandıra
attım. Şiirlerim ve ortalık sakinleşti.
Bizden
bir önceki kuşağın gözünde bütün yeni yetmeler “eyyamcıydı.” Özal, ne biçim bir
adamsa “American way of life”ı kopyalayıp yapıştırıyordu hayatımıza. Azalmış
korkular, giderek artan bir tür “kendini gerçekleştirme”ye tebdil ediyordu.
Değişmeyen hayli şey de vardı aslında. Bunlardan biri mesela, üstlerine medrese
kokusu sinmiş ve emeklilik yaşını çoktan geçmiş hocaların tavırları diğeri de Edebiyatçı
Şevket Hocanın İspanyol paça pantolonlarıydı. İstasyondan tiyatro binasına
doğru gitmekte olan dolmuş yolcuları “heykel”de inecek var demeye
çekiniyorlardı. Anıt demelilerdi. Güvenlik kurulu yasaklamıştı çünkü. Çocukça
şeylerdi ama gündelik hayatın bir yerini meşgul etmeye yetiyordu.
İlk
mekteple lise sonu arası zamanlarım gibi bütün memleket, değişim ve dönüşümlere
sahne oldu. Ne olduysa işte ondan sonra oldu…
22.10.2013
0 yorum:
Yorum Gönder