Yrd. Doç. Dr. Muammer ULUTÜRK
Nusayrîler Suriye’de
Lazkiye, Banyas ve Tartus, Türkiye’de Hatay, Adana ve Mersin illerinde yaşayan;
İslam, Hıristiyanlık, Ortadoğu’da mevcut bazı fırkalar ve diğer yerel
inanışların harmanlanması sonucu ortaya çıkmış –senkretik- dinî bir inanç
topluluğudur.
Nusayrilik, Şia’nın ilk
Mezhepler Tarihi yazarlarından en-Nevbahti’ye göre, IX. yüzyılda Muhammed b.
Nusayr en-Nemiri (Öl. M. 883) tarafından kurulmuş batıni bir fırkadır (Fığlalı,
1993:180). Kaynaklarda genellikle Nusayrilik, bazen de Nemiriyye adıyla anılan
fırka, XX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Alevilik, mensupları da Aleviler
diye anılmaya başlanmıştır. Bu fırka, I. Dünya Savaşı’nın ardından bölgeyi ele
geçiren Fransızların talebi, mensuplarının da uygun görmesiyle Alevi adıyla
anılmaya başlanmıştır (Üzüm, 2007:271). Bu yapıya Anadolu Aleviliğinden
farklılığına işaret etmek üzere Nusayri Alevilik, Akdeniz Aleviliği, Arap
Aleviliği, Çukurova Aleviliği, Hatay Bölgesi Aleviliği, mensuplarının genellikle
çiftçilikle uğraşmalarından dolayı Fellah gibi isimler de verilmiştir (Üzüm,
2007: 271; Büyükkara vd., 2010:157).
Nusayrilik, Hz. Ali’nin
tanrılaştırılması, Hızır ve türbe inancının güçlü oluşu, tenasüh inancı, te’vil
ve takiyye ile belirginleşen; bütün dinlerin, bütün peygamberlerin ve hatta
bilgi üretenlerin kutsal sayıldığı; kapalı cemaat örgütlenmesi ve gizlilik
esasına dayanan, bâtınî İslamî bir fırka (Türk, 2005:279) olarak, Uzak Doğu
kültürleri, Orta Doğu kültürü, Hıristiyanlık, eski Türk toplumlarının şamanist
inançları ve Arap kültürü gibi unsurlardan etkilendiği görülmekle birlikte, bu
bulgulara dayanarak Nusayrilerin etnik kökenleri hakkında belirgin bir saptama
yapmak olanaksızdır (Türk, 2005:288).
Dünya genelinde yaşayan
yaklaşık 3.000.000 Nusayri yaşamakta olup bunların büyük bölümü Suriye
(2.500.000), Lübnan (100.000) ve Türkiye’de (350.000) yaşamaktadırlar. Bu
sayıları ile Nusayrîler Suriye nüfusunun % 8-12’sini oluşturmaktadırlar. Suriye
yönetimindeki Esedlerin de mensubu olduğu Nusayriler, günümüz Suriyesi’nde
sayıca azınlık (toplam nüfusunun %14’ü) olmalarına rağmen iktidardadırlar. Nusayrilerin
Hatay ilin genel nüfusu içindeki oranı ise il merkezdeki oranın altındadır. Adana
ve Mersin’de yaşayan yerel halk tarafından Fellah (çiftçi) olarak adlandırılan
Arap halkıyla etnik köken ve dini inanç bakımından ilgileri bulunmamaktadır.
Orta Doğu’da yaşayan Nusayrilerin
tarihi kökenlerini ortaya koyan en önemli eser, Osmanlı döneminin vilayet
müfettişlerinden Muhammed Emin Galib et-Tavil tarafından yazılmıştır. Et-Tavil
bu eserinde Nusayriliğin ayrı bir mezhep olarak ortaya çıkmasında Gadir Hum ve
Kerbela hadisesinin önemli olduğunu ileri sürmektedir. Hicretin 10. yılında
Gadir Hum denilen yerde gerçekleşen hadise, Nusayrilerin en büyük bayramı
olarak kutlanmaktadır. Nusayrilere göre Hz. Muhammed, Allah’ın emriyle
kendisinden sonra Hz. Ali’nin vâsi ve veli olduğunu ilan etti. Hz. Muhammed’in
vasiyetine uyulmaması ve Hz. Ali’ye düşmanlıklarıyla bilinen Emevilerin halife
olarak Ebubekir’i tanımaları sonucunda Hz. Ali taraftarları Ebu Bekir’e biat
etmeyi reddettiler. Halifelik Emeviler üzerinde devam ederken, Hz. Ali
taraftarları da Ehl-i Beyt’ten olan
imamlara biat ettiler. İmam Ali ve onun oğlu Hasan’dan sonra üçüncü imam olan
Hüseyin, kendisine inanan 70 kişiyle birlikte, Muaviye tarafından Kerbela’da
şehit edildi. Soyundan Zeynel Abidin dışında kimse kalmadı. Bu olayın ardından Müslümanlar
Aleviler ve Sünniler diye ikiye bölündü (2003 et-Tavil’den Türk, 2005:41).
Gadir Hum ve Kerbela
hadisesinden sonra Aleviler, Emevi ve daha sonra da Abbasi halifelerine biat
etmemişler, Ehl-i Beyt soyundan on iki İmam’a biat etmişlerdir. Bu imamlardan
altıncısı olan İmam Cafer es-Sadık’ın (699-766) ölümünden sonra, Alevilerin bir
kısmı imametin Cafer es-Sadık’ın büyük oğlu İsmail’in hakkı olduğuna, diğerleri
ise öteki oğlu Musa el-Kazım’ın hakkı olduğuna inanıyorlardı. İsmail’in
imametine inananlar “İsmaililer” olarak öteki Alevilerden ayrıldılar. Onların
büyük çoğunluğu ise Musa el- Kazım’ın imametini tanıyarak “on iki İmamcılar”
olarak isimlendirildiler. Nusayriler de bunların arasında yer almaktaydı. Onlar,
on ikinci İmam Muhammed el Mehdi’nin henüz çocuk yaştayken gözden kayboluşuna
(gaybetine) bakarak imametin son bulduğuna, Mehdi’nin ölmediğine beklenen kişi
olduğuna inanmışlardır. Ali taraftarları onu “Hüccet” (delil) ve Muntazır
(beklenen) adlarıyla anarlar. Onlara göre Mehdi, diridir ve zamanı gelince cevr
ile dolan arza kurtarıcı olarak geri dönecektir. Mehdi’nin gaybetiyle birlikte,
Hz. Muhammed’in; “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısı” sözünden yola çıkan
Nusayriler, on iki İmamın her birinin bir bâbı (kapı) olduğu ve dini inancın bu
bâblar yoluyla yürütülmesi gerektiğine inanmaya başladılar (2003 et-Tavil’den
Türk, 41-42).
Nusayriler imamlardan
sonra bâbı yetkili bildiler; ne var ki bu konuda uzlaşamadıkları için üç temel
gruba ayrıldılar. Daha sonra da pek çok kola ayrıldılar. Bunlar:
-Nusayriyye: Seyyid Ebu
Şuayb Muhammed b. Nusayr’a bağlı olanlar,
-İshakiler: İmam Hasan
el-Askeri’nin ashabı olan Ebu Yakub İshak en-Nâhi’ye bağlı olanlar (bu kişi,
Askeri’nin asıl babının kendisi olduğunu iddia etmiştir.),
-Caferiyye: Bâb’a
bağlanmadan altıncı imam Cafer es-Sadık’ın kitaplarını rehber bilenlerdir.
İsnâaşeriyye’nin onuncu
İmamı Ali el-Hâdi en-Nâki ile on birinci İmam Hasan el-Askerî zamanında yaşayan
İbnu’n-Nusayr, Ali el-Hâdi en-Nâki’nin ilahlığını, kendisinin de onun
peygamberi olduğunu iddia etmiş, tenasühü benimsemiş, haramları helal saymak
gibi aşırı görüşler ileri sürmüştür (Üzüm, 2007: 271; bkz. Fığlalı, 181).
Nusayr, Askeri’nin adamı ve meclisinde eksik olmayan sadık bir müridiydi. Muhammed
b. Nusayr, Hasan el-Askeri’den sonra, Samerra’ya yerleşerek Nusayrilere yol
gösterdi. Nusayriler, 1048 yılına kadar bâb ve ardılları tarafından dini yetkili
olarak idare edildiler. Halep, Lazkiye ve Bağdat dini merkez oldu. Ondan sonra
da bâb, yani dini önderler bu görevi üstlendi. Bunlardan Muhammed el-Cennân
el-Cünbulânî, dini başkanlık görevini yürüttü. Bunların döneminde Alevi
Nusayriler ve İslam âlemi için bir anarşi ortamı yaşandı. Öyle ki, bir mezhebin
üyeleri, ötekinin üyelerinin kanlarını dökmeyi mübah saymaya başladı. Bu
dönemde, Mısırlı Alevi Nusayri Hüseyin b. Hemdân el-Hasîbî ortaya çıktı ve
Alevilere bağımsızlık ve hakimiyet fikrini aşıladı. Bu nedenle Muhammed b.
Nusayr’dan sonra bu mezhebin öncülerinden en önemlisinin Hasîbî olduğu kanaatinin
doğru olması muhtemeldir (bkz., Fığlalı, 181; Üzüm, a.y.). Aslında Muhammed b.
Nusayr, mezhebin kurucusu değildi. Kendisi Ehl-i Beyt ahlak ve kültürüne uygun
öğrenciler yetiştirmişti. İşte bunlardan biri de Ebu Abdullah Hüseyin b. Hamdan
el-Hasîbî idi. Büveyh ve Hamdani devletinin kurucuları bile onun
öğrencileriydi. Hasîbî’yi tarikata alan, Irak’ta yaşayan ve Alevi Cünbülânî
tarikatını kuran el- Cünbülânî idi. Irak’ın Cenbela kasabasında doğan Cünbülânî,
Nusayr’in öğrencilerine katılarak Ehl-i Beyt’in ilim ve fıkhı konusunda önemli
çalışmalar yaptı. Zamanın en büyük alimlerinden sayılırdı. Bu nedenle Nusayr,
kendisinden sonra yerine onu tayin etmişti. Cünbülânî bir yandan çalışmalarını
sürdürdü, bir yandan da öğrenciler yetiştirdi. Evi adeta bir üniversiteyi
andırıyordu. Yetiştirdiği öğrencileri, çevre ülkelere dağılarak Ehl-i Beyt
inancından kaynaklanan Aleviliği tanıtıyorlardı (2001 İstanbullu’dan Türk, 44).
Cünbülânî’nin şöhretini duyan ve ondan ders almak isteyen Hasîbî, bu amaçla
Mısır’dan göç ederek Cenbela kasabasına yerleşti. Başarılı çalışmalarıyla
Cünbülânî’nin gözüne girdi. Cünbülânî’nin ölümü ve vasiyeti üzerine de Alevi
Nusayrilerin başkanı oldu ve din işlerini yürüteceği Halep’e yerleşti. Elliden
fazla öğrenci yetiştirdi. Onun zamanında bağımsızlığını ilan eden bütün
Alevi-Nusayri hükümdarlıklar, onun dini egemenliği altındaydı. Ayrıca
Hasîbî’nin Şam’da vekilleri; hükümdarlardan ve emirlerden de öğrencileri vardı.
Bunlar Büveyhoğulları, Hamdanoğulları ve Fatımilerdendi (2000 et-Tavil’den
Türk, 44). Hasîbî, İsmailiyye ile birleşme teşebbüsünde bulunmuşsa da
başaramamış, hareketin dini-mistik karakterinin gelişmesi ve yayılması için
verdiği mücadelenin sonunda “dinin şeyhi” (Şeyhüddin) diye anılmıştır. M. 969’da Halep’te ölen
Hasîbî, şii biyografi kaynaklarında genellikle “yalancı, lanete uğramış,
itikadı bozuk, fikirlerine itibar edilmemesi gereken kimse” gibi ifadelerle
eleştirilmiştir (Üzüm, 2007:271).
Hasîbî’den sonra biri
Halep, diğeri Bağdat olmak üzere iki dini merkez ortaya çıktı. Bugünkü Nusayri
halkını oluşturmuş olan Hasîbî’nin kurduğu Cünbülâni tarikatının son genel
şeyhi et-Tebârânî (965-1035)’den sonra ise tarikat liderliğine kimse geçmedi.
Her şeyh kendi bulunduğu bölgede bağımsız olarak şeyhliğini sürdürdü. Nusayri
tarihindeki son dönem, bölgesel şeyhlerin liderliğinde birçok Alevi-Nusayri
devletinin bağımsızlıklarını ilan etmeleriydi (2000 et-Tavil’den Türk, 45).
Bunlar; Fatımi Devleti (909-1171, Mısır), Büveyhoğulları Devleti (934-1055, Hazar
Denizi Bölgesi), Hamdanoğulları Devleti (868-1104, Musul-Halep), Aridoğulları
Devleti (939, Şam, Trablus, Teberiye; Rayıkoğlu Muhammed'in kurduğu bu devlet
onun ölümüyle de yıkıldı), Tunuhîler Hükümeti (968-1084, Lazkiye),
Hammudoğulları Devleti (1071-1113, Kurtuba, Malka), Ahmeroğulları Devleti (1232-1490,
Zaragosa) ve Muhrizoğulları hakimiyeti idi.
Nusayriler, Memlük
Sultanı Baybars (1277) zamanında sünni olmaları yönünde baskı görmüşlerdir. Bu
baskılar Sultan Kalavun zamanında da (1277-1290) sürdürülmüştür. İbn Teymiye’nin
Nusayriler hakkında çeşitli hakaretler ve karalamalar içeren fetvası da Sultan
Kalavun zamanında çıkartılmıştır. İbn Teymiye’nin bu fetvasını başka fetvalar
izledi. Bu fetvalar yüzünden Nusayrilerin malları yağma edildi, kadınları
hakkında uygun düşmeyen yakıştırmalar yapıldı ve on binlerce Nusayri öldürüldü.
Mercidabık Savaşı (1516) sonrasında Nusayriler Osmanlı idaresine girmiş, uzun
süre Halep’te mahalli şeyhlerin denetiminde serbest bir hayat yaşamışlardır
(Üzüm, 271). Nusayriler Yavuz Sultan Selim döneminde (1470-1520), büyük
baskılarla karşı karşıya kaldıklarını ileri sürerler. Bu dönemde Yavuz Sultan
Selim’in Alevi illerini ele geçirmesi, bölgedeki Alevi egemenliğinin de
yıkılmasına neden oldu. Mısır-Anadolu yolunun güvenliğinin sağlanması için
Türkler, Alevi-Nusayri bölgelerine yerleştirildi. Bu dönemde Nusayra Dağlarına
yaklaşık yarım milyon Türk yerleştirildi. Bugün onlardan yalnızca Bayır, Bucak
ve bazıları da sahil tarafında olmak üzere on beş bin Türk kalmıştır. Bunlar
Türk kimliklerini koruyabilmişlerdir Baskılar nedeniyle Antakya’dan ayrılan
Nusayriler, Kanuni Sultan Süleyman zamanında bu bölgeye geri dönmeye
başladılar. Geri dönenler Antakya’dan Süveydiye’ye, Adana çevresi ve Tarsus’a
kadar uzanan bölgeye yerleştiler. Bugün bu bölgede varlıklarını
sürdürmektedirler (2000, et-Tavil’den Türk, 46). Fığlalı, Yavuz Sultan Selim
döneminde Nusayrilere baskı yapıldığına dair görüşün et-Tavil’in yazdıklarının
haricinde başka kaynak kullanmayanlar tarafından iddia konusu yapıldığını,
yazılanların doğru olmadığını, Osmanlı Devletinin ülkedeki her inanç ve ırktan
kavme, devletin bağlayıcı ve birleştirici felsefesi olan İslam kardeşliği
anlayışının en muslihane tezahürünü gösterdiğini (Fığlalı, 1993: 181)
belirtmektedir.
II. Abdülhamid
zamanında, toplumsal bütünlüğün korunması amaçlanarak Nusayrilere karşı
sünnileştirme politikaları izlenmiştir. Bu dönemde Nusayrilerin bölgelerine
camiler yapılmıştır. I. Dünya Savaşı’nın akabinde Fransızlarla Suriyeli
yetkililer arasında gerçekleşen görüşmelerin ardından 1920’de “Alevi toprağı”
adı altında idari bir birim kurulmuş, bu isim 1922’de Aleviler Devleti olarak
değiştirilmiştir. 1936’da burası Suriye Devletinin bir vilayeti kabul edilmiş,
1939’da Fransa Lazkiye bölgesine müstakil bir statü vermiş, 1942yılında Lazkiye
idaresi Suriye’ye katılmıştır (Üzüm, 272). Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne
katılması (1939) ve laik politikalarla birlikte Nusayriler büyük oranda
Atatürk’ü desteklemişlerdir. Tarih boyunca aile, soy, aşiret, şeklinde kapalı
bir hayat yaşayan Nusayriler, Suriye ve Türkiye’de milli devlete adapte olmakta
zorluk çekmemişlerdir.
Kaynakça:
Ethem
Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, Selçuk Yayınları, 6. Baskı,
İstanbul, 1993.
İlyas Üzüm,
“Nusayrilik”, D.İ.A., XXXIII, İstanbul, 2007, s. 270-272.
Hüseyin
Türk, Nusayriler (İnanç Sistemleri ve Kültürel Özellikleri), Kaknüs Yayınları,
İstanbul, 2005.
Mehmet
Ali Büyükkara vd., “Nusayrilik”, İslam Mezhepleri Tarihi, Eskişehir.
0 yorum:
Yorum Gönder