29 Aralık 2013
29 Kasım 2013
İbrahim Demirci – Konuşan Türkiye
I
Türkçe konuşmak istiyorum
Ya şovenist diyorlar ya faşist
Bu gâvurca kelimeler ne? diyorum
Laiklik kırbacını şaklatıyorlar
Çok değerli, tarihsel bir kırbaçmış
Öyle söylüyorlar
Oysa ben yalnızca konuşmak
Kendimi ortaya koymak
Ve paylaşmak istiyorum.
IITürkçe konuşmak istiyorum
Ya şovenist diyorlar ya faşist
Bu gâvurca kelimeler ne? diyorum
Laiklik kırbacını şaklatıyorlar
Çok değerli, tarihsel bir kırbaçmış
Öyle söylüyorlar
Oysa ben yalnızca konuşmak
Kendimi ortaya koymak
Ve paylaşmak istiyorum.
Eşitçe konuşmak istiyorum ben
Geri kalmışlığını sakın unutma, diyorlar
Geri dönüp ileri geçmek istiyorum
Ayaklarıma çağdaşlık prangaları vuruyorlar
Son model, sağlam prangalarmış
Öyle söylüyorlar
Yeraltına merdivenler döşüyorum çaresiz
Casus güvercinlerden sakınarak
Gizli kuyular kazıyorum göklere doğru
Köstebekleri atlatarak.
III
İnsanca konuşmak istiyorum ben
Papağanları övüyorlar bana
Ucuz ve kullanışlı kasetlerimiz de var diyorlar
Ön ödemesiz peşin fiyatına taksitle
İstersen kredi de açarız sana
Atam diyorum, Âdem diyorum, adam diyorum
Charles Darwin Cd Rom’u yolluyorlar maymunlarla
IV
Müslümanca konuşmak istiyorum ben
Allah’ı oyuna sokmak kurallara aykırı diyorlar
Kuralları kim koyuyor peki? diyorum
Biz diyecek kadar açık sözlü değiller
Akıl diyorlar, bilim diyorlar, tarih diyorlar
(Para kasalarını, silah sandıklarını, arsenik şişelerini görmediğimi sanıyorlar)
Aklın kulağında şeytan fısıltıları var oysa
Bilimin gözünde şeytan gözlükleri
Tarihin dehlizlerinde şeytanın kahkahaları
Eûzü billâhi mineş-şeytanir-racîm diyorum
Şaşırıyorlar
-Bugün cuma mı? Cami nerede? Cenaze mi var?
V
Erkekçe konuşmak istiyorum ben
Parfümlerle bayıltmaya çalışıyorlar beni
Uyuşturucularla ayıltmak istiyorlar sonra
-Odamıza dağları çağıralım kadınım
Yaylaları serelim balkonumuza
Kızımızın ellerine kına yakalım
Kınayanın kınamasına aldırmadan
Erliğine mukayet olsun oğlumuz
Kıskançlıkla koruyalım namusumuzu
Gözümün nûru, gönlümün sürûru…
VI
Kürtçe konuşma diyorlar bana, bölücülük yapma
Kurtça konuşma diyorlar, hukuk var, adalet var
Kartça konuşma, kabalığın lüzumu yok
İstersem Kertçe, Kirtçe ya da Kortça konuşabilirmişim
Azgelişmiş toplumlar için üretilmiş
Özel ulusal dillermiş bunlar
Sözcüklerin anlamı duruma göre değişirmiş
Aptalca konuşmaya zorluyorlar beni
Oysa ben aptal değilim
Aptal numarası yapmaktan da sıkıldım artık
Fransızca konuşursan enteldir adın
İngilizce konuşursan işbirlikçi sayılırsın
Arapça konuşursan ya ümmetçi ya mürteci
Farsça artık Mevlâna’nın değil, mollaların dili
Almanca’da Hitler kokusu var, Rusça’da Stalin tortusu
En iyisi diyorlar bana, ey Türkiye vatandaşı, sen
Vazgeç şu konuşma sevdasından
Avuçların patlayıncaya kadar alkışla
VII
“Ya ben öleyim mi söylemeyince” demişti şair
Söyledi ve ölmedi, konuşuyor bugün bile
Ben de kendimce konuşmak istiyorum ey
Bezm-i Elest’te ‘belâ’ diyen dilimle
Tanrılarınıza ve putlarınıza ‘lâ lâ’ diyen dilimle
‘İllallah, illallah, illallah’ diyen dilimle
Konuşmak istiyorum ey
Dinleseniz de, dinlemeseniz de
(Mahalle Mektebi 14)
31 Temmuz 2013
Nusayrilik ve Nusayriler
Yrd. Doç. Dr. Muammer ULUTÜRK
Nusayrîler Suriye’de
Lazkiye, Banyas ve Tartus, Türkiye’de Hatay, Adana ve Mersin illerinde yaşayan;
İslam, Hıristiyanlık, Ortadoğu’da mevcut bazı fırkalar ve diğer yerel
inanışların harmanlanması sonucu ortaya çıkmış –senkretik- dinî bir inanç
topluluğudur.
Nusayrilik, Şia’nın ilk
Mezhepler Tarihi yazarlarından en-Nevbahti’ye göre, IX. yüzyılda Muhammed b.
Nusayr en-Nemiri (Öl. M. 883) tarafından kurulmuş batıni bir fırkadır (Fığlalı,
1993:180). Kaynaklarda genellikle Nusayrilik, bazen de Nemiriyye adıyla anılan
fırka, XX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Alevilik, mensupları da Aleviler
diye anılmaya başlanmıştır. Bu fırka, I. Dünya Savaşı’nın ardından bölgeyi ele
geçiren Fransızların talebi, mensuplarının da uygun görmesiyle Alevi adıyla
anılmaya başlanmıştır (Üzüm, 2007:271). Bu yapıya Anadolu Aleviliğinden
farklılığına işaret etmek üzere Nusayri Alevilik, Akdeniz Aleviliği, Arap
Aleviliği, Çukurova Aleviliği, Hatay Bölgesi Aleviliği, mensuplarının genellikle
çiftçilikle uğraşmalarından dolayı Fellah gibi isimler de verilmiştir (Üzüm,
2007: 271; Büyükkara vd., 2010:157).
Nusayrilik, Hz. Ali’nin
tanrılaştırılması, Hızır ve türbe inancının güçlü oluşu, tenasüh inancı, te’vil
ve takiyye ile belirginleşen; bütün dinlerin, bütün peygamberlerin ve hatta
bilgi üretenlerin kutsal sayıldığı; kapalı cemaat örgütlenmesi ve gizlilik
esasına dayanan, bâtınî İslamî bir fırka (Türk, 2005:279) olarak, Uzak Doğu
kültürleri, Orta Doğu kültürü, Hıristiyanlık, eski Türk toplumlarının şamanist
inançları ve Arap kültürü gibi unsurlardan etkilendiği görülmekle birlikte, bu
bulgulara dayanarak Nusayrilerin etnik kökenleri hakkında belirgin bir saptama
yapmak olanaksızdır (Türk, 2005:288).
Dünya genelinde yaşayan
yaklaşık 3.000.000 Nusayri yaşamakta olup bunların büyük bölümü Suriye
(2.500.000), Lübnan (100.000) ve Türkiye’de (350.000) yaşamaktadırlar. Bu
sayıları ile Nusayrîler Suriye nüfusunun % 8-12’sini oluşturmaktadırlar. Suriye
yönetimindeki Esedlerin de mensubu olduğu Nusayriler, günümüz Suriyesi’nde
sayıca azınlık (toplam nüfusunun %14’ü) olmalarına rağmen iktidardadırlar. Nusayrilerin
Hatay ilin genel nüfusu içindeki oranı ise il merkezdeki oranın altındadır. Adana
ve Mersin’de yaşayan yerel halk tarafından Fellah (çiftçi) olarak adlandırılan
Arap halkıyla etnik köken ve dini inanç bakımından ilgileri bulunmamaktadır.
Orta Doğu’da yaşayan Nusayrilerin
tarihi kökenlerini ortaya koyan en önemli eser, Osmanlı döneminin vilayet
müfettişlerinden Muhammed Emin Galib et-Tavil tarafından yazılmıştır. Et-Tavil
bu eserinde Nusayriliğin ayrı bir mezhep olarak ortaya çıkmasında Gadir Hum ve
Kerbela hadisesinin önemli olduğunu ileri sürmektedir. Hicretin 10. yılında
Gadir Hum denilen yerde gerçekleşen hadise, Nusayrilerin en büyük bayramı
olarak kutlanmaktadır. Nusayrilere göre Hz. Muhammed, Allah’ın emriyle
kendisinden sonra Hz. Ali’nin vâsi ve veli olduğunu ilan etti. Hz. Muhammed’in
vasiyetine uyulmaması ve Hz. Ali’ye düşmanlıklarıyla bilinen Emevilerin halife
olarak Ebubekir’i tanımaları sonucunda Hz. Ali taraftarları Ebu Bekir’e biat
etmeyi reddettiler. Halifelik Emeviler üzerinde devam ederken, Hz. Ali
taraftarları da Ehl-i Beyt’ten olan
imamlara biat ettiler. İmam Ali ve onun oğlu Hasan’dan sonra üçüncü imam olan
Hüseyin, kendisine inanan 70 kişiyle birlikte, Muaviye tarafından Kerbela’da
şehit edildi. Soyundan Zeynel Abidin dışında kimse kalmadı. Bu olayın ardından Müslümanlar
Aleviler ve Sünniler diye ikiye bölündü (2003 et-Tavil’den Türk, 2005:41).
Gadir Hum ve Kerbela
hadisesinden sonra Aleviler, Emevi ve daha sonra da Abbasi halifelerine biat
etmemişler, Ehl-i Beyt soyundan on iki İmam’a biat etmişlerdir. Bu imamlardan
altıncısı olan İmam Cafer es-Sadık’ın (699-766) ölümünden sonra, Alevilerin bir
kısmı imametin Cafer es-Sadık’ın büyük oğlu İsmail’in hakkı olduğuna, diğerleri
ise öteki oğlu Musa el-Kazım’ın hakkı olduğuna inanıyorlardı. İsmail’in
imametine inananlar “İsmaililer” olarak öteki Alevilerden ayrıldılar. Onların
büyük çoğunluğu ise Musa el- Kazım’ın imametini tanıyarak “on iki İmamcılar”
olarak isimlendirildiler. Nusayriler de bunların arasında yer almaktaydı. Onlar,
on ikinci İmam Muhammed el Mehdi’nin henüz çocuk yaştayken gözden kayboluşuna
(gaybetine) bakarak imametin son bulduğuna, Mehdi’nin ölmediğine beklenen kişi
olduğuna inanmışlardır. Ali taraftarları onu “Hüccet” (delil) ve Muntazır
(beklenen) adlarıyla anarlar. Onlara göre Mehdi, diridir ve zamanı gelince cevr
ile dolan arza kurtarıcı olarak geri dönecektir. Mehdi’nin gaybetiyle birlikte,
Hz. Muhammed’in; “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısı” sözünden yola çıkan
Nusayriler, on iki İmamın her birinin bir bâbı (kapı) olduğu ve dini inancın bu
bâblar yoluyla yürütülmesi gerektiğine inanmaya başladılar (2003 et-Tavil’den
Türk, 41-42).
Nusayriler imamlardan
sonra bâbı yetkili bildiler; ne var ki bu konuda uzlaşamadıkları için üç temel
gruba ayrıldılar. Daha sonra da pek çok kola ayrıldılar. Bunlar:
-Nusayriyye: Seyyid Ebu
Şuayb Muhammed b. Nusayr’a bağlı olanlar,
-İshakiler: İmam Hasan
el-Askeri’nin ashabı olan Ebu Yakub İshak en-Nâhi’ye bağlı olanlar (bu kişi,
Askeri’nin asıl babının kendisi olduğunu iddia etmiştir.),
-Caferiyye: Bâb’a
bağlanmadan altıncı imam Cafer es-Sadık’ın kitaplarını rehber bilenlerdir.
İsnâaşeriyye’nin onuncu
İmamı Ali el-Hâdi en-Nâki ile on birinci İmam Hasan el-Askerî zamanında yaşayan
İbnu’n-Nusayr, Ali el-Hâdi en-Nâki’nin ilahlığını, kendisinin de onun
peygamberi olduğunu iddia etmiş, tenasühü benimsemiş, haramları helal saymak
gibi aşırı görüşler ileri sürmüştür (Üzüm, 2007: 271; bkz. Fığlalı, 181).
Nusayr, Askeri’nin adamı ve meclisinde eksik olmayan sadık bir müridiydi. Muhammed
b. Nusayr, Hasan el-Askeri’den sonra, Samerra’ya yerleşerek Nusayrilere yol
gösterdi. Nusayriler, 1048 yılına kadar bâb ve ardılları tarafından dini yetkili
olarak idare edildiler. Halep, Lazkiye ve Bağdat dini merkez oldu. Ondan sonra
da bâb, yani dini önderler bu görevi üstlendi. Bunlardan Muhammed el-Cennân
el-Cünbulânî, dini başkanlık görevini yürüttü. Bunların döneminde Alevi
Nusayriler ve İslam âlemi için bir anarşi ortamı yaşandı. Öyle ki, bir mezhebin
üyeleri, ötekinin üyelerinin kanlarını dökmeyi mübah saymaya başladı. Bu
dönemde, Mısırlı Alevi Nusayri Hüseyin b. Hemdân el-Hasîbî ortaya çıktı ve
Alevilere bağımsızlık ve hakimiyet fikrini aşıladı. Bu nedenle Muhammed b.
Nusayr’dan sonra bu mezhebin öncülerinden en önemlisinin Hasîbî olduğu kanaatinin
doğru olması muhtemeldir (bkz., Fığlalı, 181; Üzüm, a.y.). Aslında Muhammed b.
Nusayr, mezhebin kurucusu değildi. Kendisi Ehl-i Beyt ahlak ve kültürüne uygun
öğrenciler yetiştirmişti. İşte bunlardan biri de Ebu Abdullah Hüseyin b. Hamdan
el-Hasîbî idi. Büveyh ve Hamdani devletinin kurucuları bile onun
öğrencileriydi. Hasîbî’yi tarikata alan, Irak’ta yaşayan ve Alevi Cünbülânî
tarikatını kuran el- Cünbülânî idi. Irak’ın Cenbela kasabasında doğan Cünbülânî,
Nusayr’in öğrencilerine katılarak Ehl-i Beyt’in ilim ve fıkhı konusunda önemli
çalışmalar yaptı. Zamanın en büyük alimlerinden sayılırdı. Bu nedenle Nusayr,
kendisinden sonra yerine onu tayin etmişti. Cünbülânî bir yandan çalışmalarını
sürdürdü, bir yandan da öğrenciler yetiştirdi. Evi adeta bir üniversiteyi
andırıyordu. Yetiştirdiği öğrencileri, çevre ülkelere dağılarak Ehl-i Beyt
inancından kaynaklanan Aleviliği tanıtıyorlardı (2001 İstanbullu’dan Türk, 44).
Cünbülânî’nin şöhretini duyan ve ondan ders almak isteyen Hasîbî, bu amaçla
Mısır’dan göç ederek Cenbela kasabasına yerleşti. Başarılı çalışmalarıyla
Cünbülânî’nin gözüne girdi. Cünbülânî’nin ölümü ve vasiyeti üzerine de Alevi
Nusayrilerin başkanı oldu ve din işlerini yürüteceği Halep’e yerleşti. Elliden
fazla öğrenci yetiştirdi. Onun zamanında bağımsızlığını ilan eden bütün
Alevi-Nusayri hükümdarlıklar, onun dini egemenliği altındaydı. Ayrıca
Hasîbî’nin Şam’da vekilleri; hükümdarlardan ve emirlerden de öğrencileri vardı.
Bunlar Büveyhoğulları, Hamdanoğulları ve Fatımilerdendi (2000 et-Tavil’den
Türk, 44). Hasîbî, İsmailiyye ile birleşme teşebbüsünde bulunmuşsa da
başaramamış, hareketin dini-mistik karakterinin gelişmesi ve yayılması için
verdiği mücadelenin sonunda “dinin şeyhi” (Şeyhüddin) diye anılmıştır. M. 969’da Halep’te ölen
Hasîbî, şii biyografi kaynaklarında genellikle “yalancı, lanete uğramış,
itikadı bozuk, fikirlerine itibar edilmemesi gereken kimse” gibi ifadelerle
eleştirilmiştir (Üzüm, 2007:271).
Hasîbî’den sonra biri
Halep, diğeri Bağdat olmak üzere iki dini merkez ortaya çıktı. Bugünkü Nusayri
halkını oluşturmuş olan Hasîbî’nin kurduğu Cünbülâni tarikatının son genel
şeyhi et-Tebârânî (965-1035)’den sonra ise tarikat liderliğine kimse geçmedi.
Her şeyh kendi bulunduğu bölgede bağımsız olarak şeyhliğini sürdürdü. Nusayri
tarihindeki son dönem, bölgesel şeyhlerin liderliğinde birçok Alevi-Nusayri
devletinin bağımsızlıklarını ilan etmeleriydi (2000 et-Tavil’den Türk, 45).
Bunlar; Fatımi Devleti (909-1171, Mısır), Büveyhoğulları Devleti (934-1055, Hazar
Denizi Bölgesi), Hamdanoğulları Devleti (868-1104, Musul-Halep), Aridoğulları
Devleti (939, Şam, Trablus, Teberiye; Rayıkoğlu Muhammed'in kurduğu bu devlet
onun ölümüyle de yıkıldı), Tunuhîler Hükümeti (968-1084, Lazkiye),
Hammudoğulları Devleti (1071-1113, Kurtuba, Malka), Ahmeroğulları Devleti (1232-1490,
Zaragosa) ve Muhrizoğulları hakimiyeti idi.
Nusayriler, Memlük
Sultanı Baybars (1277) zamanında sünni olmaları yönünde baskı görmüşlerdir. Bu
baskılar Sultan Kalavun zamanında da (1277-1290) sürdürülmüştür. İbn Teymiye’nin
Nusayriler hakkında çeşitli hakaretler ve karalamalar içeren fetvası da Sultan
Kalavun zamanında çıkartılmıştır. İbn Teymiye’nin bu fetvasını başka fetvalar
izledi. Bu fetvalar yüzünden Nusayrilerin malları yağma edildi, kadınları
hakkında uygun düşmeyen yakıştırmalar yapıldı ve on binlerce Nusayri öldürüldü.
Mercidabık Savaşı (1516) sonrasında Nusayriler Osmanlı idaresine girmiş, uzun
süre Halep’te mahalli şeyhlerin denetiminde serbest bir hayat yaşamışlardır
(Üzüm, 271). Nusayriler Yavuz Sultan Selim döneminde (1470-1520), büyük
baskılarla karşı karşıya kaldıklarını ileri sürerler. Bu dönemde Yavuz Sultan
Selim’in Alevi illerini ele geçirmesi, bölgedeki Alevi egemenliğinin de
yıkılmasına neden oldu. Mısır-Anadolu yolunun güvenliğinin sağlanması için
Türkler, Alevi-Nusayri bölgelerine yerleştirildi. Bu dönemde Nusayra Dağlarına
yaklaşık yarım milyon Türk yerleştirildi. Bugün onlardan yalnızca Bayır, Bucak
ve bazıları da sahil tarafında olmak üzere on beş bin Türk kalmıştır. Bunlar
Türk kimliklerini koruyabilmişlerdir Baskılar nedeniyle Antakya’dan ayrılan
Nusayriler, Kanuni Sultan Süleyman zamanında bu bölgeye geri dönmeye
başladılar. Geri dönenler Antakya’dan Süveydiye’ye, Adana çevresi ve Tarsus’a
kadar uzanan bölgeye yerleştiler. Bugün bu bölgede varlıklarını
sürdürmektedirler (2000, et-Tavil’den Türk, 46). Fığlalı, Yavuz Sultan Selim
döneminde Nusayrilere baskı yapıldığına dair görüşün et-Tavil’in yazdıklarının
haricinde başka kaynak kullanmayanlar tarafından iddia konusu yapıldığını,
yazılanların doğru olmadığını, Osmanlı Devletinin ülkedeki her inanç ve ırktan
kavme, devletin bağlayıcı ve birleştirici felsefesi olan İslam kardeşliği
anlayışının en muslihane tezahürünü gösterdiğini (Fığlalı, 1993: 181)
belirtmektedir.
II. Abdülhamid
zamanında, toplumsal bütünlüğün korunması amaçlanarak Nusayrilere karşı
sünnileştirme politikaları izlenmiştir. Bu dönemde Nusayrilerin bölgelerine
camiler yapılmıştır. I. Dünya Savaşı’nın akabinde Fransızlarla Suriyeli
yetkililer arasında gerçekleşen görüşmelerin ardından 1920’de “Alevi toprağı”
adı altında idari bir birim kurulmuş, bu isim 1922’de Aleviler Devleti olarak
değiştirilmiştir. 1936’da burası Suriye Devletinin bir vilayeti kabul edilmiş,
1939’da Fransa Lazkiye bölgesine müstakil bir statü vermiş, 1942yılında Lazkiye
idaresi Suriye’ye katılmıştır (Üzüm, 272). Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne
katılması (1939) ve laik politikalarla birlikte Nusayriler büyük oranda
Atatürk’ü desteklemişlerdir. Tarih boyunca aile, soy, aşiret, şeklinde kapalı
bir hayat yaşayan Nusayriler, Suriye ve Türkiye’de milli devlete adapte olmakta
zorluk çekmemişlerdir.
Kaynakça:
Ethem
Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, Selçuk Yayınları, 6. Baskı,
İstanbul, 1993.
İlyas Üzüm,
“Nusayrilik”, D.İ.A., XXXIII, İstanbul, 2007, s. 270-272.
Hüseyin
Türk, Nusayriler (İnanç Sistemleri ve Kültürel Özellikleri), Kaknüs Yayınları,
İstanbul, 2005.
Mehmet
Ali Büyükkara vd., “Nusayrilik”, İslam Mezhepleri Tarihi, Eskişehir.
30 Haziran 2013
İslam Düşüncesinde İbn Haldun’un Yeri
Yrd. Doç. Dr.
Muammer Ulutürk
Hayatı
Tarihçi, sosyolog, filozof, siyaset ve
devlet adamı olan İbn Haldun, 27 Mayıs 1332’de Tunus’ta doğdu. Aslen
Yemen-Hadramut’lu oluşu sebebiyle Hadramî, Tunus’ta doğmuş olduğu için Tunûsî,
hayatının önemli bir kısmını Kuzey Afrika’da geçirdiği için Mağribî nispetleriyle
anılmıştır. Endülüs’ün fethinden sonra bugünkü Sevilla (İşbiliye) şehrine
yerleşen saygın bir aileye mensuptur. Dedesi haciplik yapmış, babası siyasete
girmemiş, kendisi ise sürekli ilimle meşgul olmuştur.
Başta babası Muhammed olmak üzere, el-Hasâyirî,
ez-Zerzâlî, Ahmed b. Kassâr, el-Vâdiâşî gibi ilim adamlarından Arap dili ve
edebiyatı; Muhammed b. El-Kasîr, el-Ceyyânî gibi üstatlardan fıkıh tahsil etti.
Tunus’ta el-Hadramî, es-Sattî, el-Zavavî gibi âlimlerden faydalandı. Yetiştiği
siyasi ve sosyal ortam İbn Haldun’un ilmi kişiliğinin oluşması bakımından büyük
önem taşır. Gençlik yıllarında Mısır’dan Fas’a kadar bütün Kuzey Afrika ve
Endülüs’te birbirleriyle mücadele eden devletlerin taht kavgalarına ve işgallerine
tanık oldu. 1348’deki veba salgınında anne ve babasını ve hocalarından bazısını
kaybetti. Hafsîler’in Tunus’u yeniden ele geçirmelerinden sonra Sultan Ebu
İshak’ın “alâmet katipliği” görevine getirildi. Merinî Sultanı Ebu İnân’ın
daveti üzerine dönemin başkenti Fas’a gitti ve burada sultanın ilim meclisini
oluşturan âlimler arasında yerini aldı. Bu sırada Fas’taki kütüphanelerde
çalışmalar yaptı. Bulunduğu memuriyeti küçük görerek Ebu İnân aleyhine bir
komploya katıldığı anlaşılınca iki yıl hapiste tutuldu. Sultanın ölümünden
sonra taht kavgaları başladı ve bir ayaklanmaya başa geçen Ebu İnân’ın kardeşi
Ebu Sâlim’e verdiği destekten dolayı İbn Haldun’un itibarı arttı. Sır kâtipliği
ve hâkimlik görevlerinde bulundu. Her iktidar değişikliğinde görevde kalmayı
başaran İbn Haldun, 1362 kışında Granada’ya (Gırnata) gitti. 1361-1375 yılları
arasında ardı ardına gelen ayaklanmalar ve siyasi karışıklıklarda farklı devlet
adamları tarafından görevlendirildi veya görevlerinden uzaklaştırıldı. 1375
yılında Ben-i Ârif kabilesi arasında kalarak el-İber adlı tarihini yazmaya
başladı. Bu eserin birinci kitabını oluşturan Mukaddime’yi iki yıl sonra
tamamladı. 1382 Aralık ayında Kahire’ye ulaşan İbn Haldun, Memlük Sultanı
Berkuk’un sultanlığının başlarında Ezher Camii’nde ders vermeye başladı, burada
büyük ilgi gördü. Kamhiye Medresesinde müderris sıfatıyla verdiği derslerde birçok
ilim ve devlet adamı hazır bulunuyordu. Berkuk döneminde Kadılkudat görevine
getirilen İbn Haldun, çıkarları zedelenenlerin baskısıyla görevinden alındı ve
müderrisliğe döndü. Timur’un Kahire’yi zabtı sırasında onunla görüşmeler yaptı
ve ona övgüler düzdü. Mısır’da iken el-İber’i genel bir tarih kitabı haline
getirdi, Mukaddime’ye ilaveler yaptı. 1401-1406 yılları arasında dört defa
kadılık görevine getirildi. Bu görevde iken 17 Mart 1406’da vefat etti.
Kabrinin yeri tam olarak bilinememektedir. Hayatının ilk 20 yılını Tunus’ta, 26
yılını Cezayir, Fas ve Endülüs’te, 4 yılını yine Tunus’ta, son 24 yılını da
Kahire’de geçiren İbn Haldun, iyi bir eğitim almış, bazen sultanlar ve emirler
kadar etkili işler yapmış, iktidar değişikliklerinde aktif roller üstlenmiş
ancak siyasi hırslardan kendini kurtaramamıştır. Denilebilir ki, çağdaşı birçok
ilim adamının kendisi hakkındaki kanaatlerinin farklı oluşu bu özelliğinden ileri
gelmiştir. İbn Haldun, Lübabü’l-Muhtasar fi usûli’d-din, Şifaü’s-sâil
li-tezhibi’l-mesail ve içinde Mukaddime’nin de yer aldığı Kitabu’l-İber adında
önemli eserler kaleme almıştır (Uludağ, 1999).
İlmi
Yönü ve Görüşleri
Genel kabule göre teşekkül devri dışta
bırakılırsa İslam düşüncesi VII-XIII. asırda güçlü temsilcilerini bulmuş ve en
üst seviyede sözünü söylemiştir. Tasavvuf düşüncesinde zirve kabul edilen İbn
Arabi (öl. 1240), kelam mektebinin son güçlü temsilcisi Fahruddin Razi (öl.
1209) ve Selefiye hareketinin en üst temsilcisi İbn Teymiye’den (öl. 1328)
sonra gelen İbn Haldun böyle bir kültür birikimini en iyi şekilde değerlendiren
ve el attığı sahalarda kendine has eserler ve etkiler bırakan önemli kişilerden
biridir. Döneminde İslami ilimlerde yoğun bir taklit ve nakil işiyle
uğraşanlara nispetle İbn Haldun, tenkitçi bir yol izlemeyi seçerek farkını
ortaya koymuştur. Mukaddime’sinde naslardan çıkmamış, bazı ayetleri açıklarken
kişisel görüşlerini serbestçe yazmıştır. Sosyolojideki şöhreti ağır basan İbn
Haldun hadis ilmindeki yeteneğine rağmen hadis alimi olarak görünmez ancak
Kahire’de Surgatmışiye Medresesinde hadis hocalığına tayin edilmiştir. Metin ve
senedinde sıhhatinde şüphe gördüğü rivayetleri tenkit etmiştir. Söz gelimi
tıbb-ı nebevî hadislerinin tümünü, ibtidai “Arap örfünün tedavi usulleridir,
şeriatla ilgili değildir” diyerek bağlayıcı vasfının bulunmadığını öne sürerek
modern bir hadis usulü ortaya koymuştur. Bir Maliki kadısı olarak İslam hukuku,
miras, fıkıh usulü, adalet konularında veciz tespitlerde bulunmuştur. İbn
Haldun, kelam ilminde sonrakilerin açıklamalarını; ibarelere, metinlere ve
lafızlara tapma adını vererek bu ilmin bunun ötesinde olduğunu savunmuştur.
Felsefenin batıl olduğuna inananmış ve İbn Teymiye kadar sert olmasa da felsefeye
bulaşan kelam ilmine de, tasavvufa da karşı durmuştur. Aristo, İbn Sina, İbn
Rüşd ve bunların takipçilerini reddederek görüşlerinin asılsız olduğunu
belirtmiştir. Onun tasavvufi bir hayat yaşadığına, bir tarikata girdiğine dair
bir vesika bulunmamakla birlikte, Mukaddime’nin muhtelif yerlerinde tasavvuftan
bahsetmiştir. Amel, ibadet ve ahlaktan ibaret olduğuna inandığı tasavvuf, gayb
alemini müşahede etmek, his perdelerini aralamak değildir. Dil ve edebiyatta iyi
bir eğitim aldığı anlaşılan İbn Haldun, dil, kabile lehçeleri, lügat vs
konularında uzmandır. Külfetli söz sanatlarına aşina gelenekçi, taklitçi
yazarların aksine kendine has kolay anlaşılır, açık bir üslup geliştirmiştir. Umran,
ilm-i umran, beşeri-ictimai hadarilik, bedevilik gibi ıstılahları ilim
dünyasına kazandırmıştır. Beşeri coğrafya üzerinde duran İbn Haldun, coğrafi
şartların, yeme içme alışkanlıklarının insanın fizik ve diğer özelliklerini
etkilediğine, matematiğin doğru kıyas ve çıkarımlar yapmaya yarayan bir ilim
olduğuna, pedagojik bir süreç olarak ilmin çeşitli yaş gruplarına göre tahsil
edilmesinin gerekli bulunduğuna dair görüşler ileri sürmüştür ki bütün bunlar
modern zamanlarda bile inceleme konusu olmaya devam etmektedir. İbn Haldun kendi
hal tercümesini ve hayat hikayesini yazan ilk müellif olarak da dikkati
çekmektedir. Bu durum tarih sahasına yeni bir alt bilim dalı açmak anlamına
gelmektedir. “Et-Tarif b’İbn Haldun ve rihletuhu” adlı hatırat eseri bu türde
eser kaleme alanlara örnek teşkil etmiştir. O aynı zamanda çok sayıda manzum
eserlere imza atmış bir şairdi de.
Eski zamanlarda olayı tespit edip
yazmaktan ibaret görerek mübalağalı destanlara dönüştüren tarihçilere karşı İbn
Haldun, bu anlayışı yıkmış olayların sebep ve sonuçlarını muhakeme ile
değerlendiren yeni bir çığır açmıştır. Onun bu yaklaşım tarzı tarih
felsefesinin de önünü açmıştır. Tarihi kaynakları tenkit ve olaylar arasındaki
münasebetler zincirini tespit eden bu yöntem birçok araştırmacıya kılavuz
olmuştur. O, tarih bilimini, “yolu kutsal, faydası çok, gayesi şerefli bir
ilim” olarak tanımlar. Tarihsel rivayetlerin sıhhati konusunda yeterli
araştırma yapılmamasını, olayların sebepleri üzerinde yeterince düşünülmemesini
bu eksiklikler arasında zikreder. Rivayetleri tenkitçi bir gözle ele alan
tarihçinin nakledilenleri kabul ve red konusunda ölçüsünün kendisi olması ona
göre tarih yazıcılığının en önemli ilkesidir. Ona göre, tarihçilerin mensubiyet
kaygısı ile sabit bir görüşe bağlı olmaları yüzünden haberin doğruluğuna
bakmadan nakletmeleri büyük hatalardandır. Bu hata, umrandaki ahvalin tabiatını
bilmemelerinden kaynaklanır (Görgün).
Felsefe tarihinde ilk kez İbn Haldun’la
birlikte tarih felsefî bir disiplin olarak ele alınmış ve bilimsel temelleri
araştırılmaya başlanmıştır. O, tarihsel olguları ve bunların toplumsal yaşam
alanındaki tezahürlerini, toplumun doğuşu, gelişmesi ve çöküşlerini ve bunların
nedenlerini olgusal bir yöntemle ilk kez inceleyip ortaya koyan kişidir.
Böylece kendisinin de farkında olduğu ve belirttiği üzere yeni bir bilim
dalının kurucusu olarak kabul edilir. Bu anlamda İbn Haldun, kurmuş olduğu bu
yeni bilim dalının yöntemini, temel kavram ve problemlerini, bölümlerini ve bu
bölümlerde işlenen konuları belirler. Bu yeni bilim dalının konusu insanın
toplumsal hayatıdır; malzemesi ise tarihsel ve gözlemlenebilir toplumsal
olgulardır (Yıldız, 2010).
Onun asıl başarısı toplumsal olayların
tahlili konusunda ortaya koydukları olmuştur. Mukaddime’nin temel konularını
oluşturan geniş muhteva içinde sosyolojinin metodolojisi, toplum-insan-çevre
ilişkisi, toplum tipleri, demografik yapı, din, aile, ahlak, hukuk, siyaset,
ekonomi, sanayi, devlet, ilim ve sanat gibi başlıklar yer almaktadır.
Mukaddime’nin temel kavramlarını ise asabiyet, bedevilik-hadarilik, umran ve
iktisat oluşturmaktadır. (bkz. Uludağ, 2011).
İbn Haldun, toplumsal olgu ve olayları
aydınlatmaya yönelik kendisinden önceki düşünürlerden farklı bir yöntem ortaya
koyması, toplumun ve devletin doğal bir kökeni olduğu ve doğal bir tarihsel
gelişim süreci geçirdiğini ileri sürmesi, bu tarihsel gelişim sürecinin
betimlemesini yaparak bir devlet kuramı ortaya koyması bakımından düşünce
tarihinde önemli bir yere sahiptir (Yıldız, 2010). Onun düşünce sisteminin
merkezini, ilk defa temellendirdiği “umran ilmi” oluşturur. Umran ilminin
amacı, insanları taklitten kurtarıp daha önce olmuş bitmiş olanla daha sonra
olacak olanın anlaşılması konusunda bir bakış açısı kazandırmaktır. İbn
Haldun’u öne çıkaran hususlardan biri, tarihte olayları sebep sonuç ilişkisi
içerisinde ele almak gerektiğine dayalı metodolojiye yaptığı vurguda değil, o
güne kadar fark edilmeyen tarihi-toplumsal varlık alanını keşfetmiş olmasıdır.
İnsanın toplumsal bir varlık oluşu onun düşüncesinin hareket noktasını teşkil
eder. İnsan ancak bir toplumun içerisinde ve toplumsal olarak var olur. Yetişme
döneminde aldığı felsefe ve mantık eğitimi ona tarih yazıcılığı alanında
tenkidi bir tavır ortaya koyma imkanı sağlamıştır.
İbn Haldun, orijinal bir filozof
olmasına rağmen son asırlarda batıda yetişen önemli ilim adamlarıyla mukayese
edilmiştir. Tarih ve siyaset biliminde Nicolo Machiavelli (1469-1512) ile
mukayese edilen İbn Haldun, amaca varmak için her yolu mübah sayan Machiavelli
gibi aşırı değilse de, siyasi ve toplumsal kanunların gerçekleşmesi için her
türlü tedbire müracaat edilmesi gerektiğini savunur. Coğrafi şartların insan ve
toplum üzerindeki etkilerinin incelenmesi bakımından Montesguieu (1669-1755);
tarihi gelişimin devamlılığı, felsefi inkişafın medeni gelişmelere bağlı oluşu
konularında Vico (1668-1744); nüfus artışı ve kültürel faaliyetlerin
yoğunlaştığı dönemlerde çevrenin insanı bozduğu ve şehir dışında yaşanması
gerektiği görüşleri bakımından J.J. Rousseau (1712-1778); galip ve hakim
toplumların, gelişmemiş toplumlarca taklit edilmesi görüşü sebebiyle Gabriel de
Tarde (1843-1904); toplumsal olayların bir metod kullanılarak incelenmesi
zaruretine inanan görüşü ile Auguste Comte (1798-1857); üretilen mal ve
hizmetlerin değerinin, insan emeğinin değerine eşit olduğunu söylemesi
sebebiyle Karl Marx’a (1818-1883) benzetilmiştir.
Eserleri
1.Kitâbu’l-İber:
Bir tarih kitabı niteliğinde olan ve İbn Haldûn’un ismini ölümsüzleştiren bu
görkemli eser, 7 ciltten ibarettir ve 3 bölüme ayrılmıştır:
Birinci bölüm: Önsöz ve girişten oluşan
bu bölüm zamanla Mukaddime adını almıştır ve aynı zamanda eserin 1. cildidir.
İkinci bölüm: Eserin 2. 3. 4. ve 5.
ciltlerini içeren bu bölümde Arap tarihi yanında Suriye, Fars, Yahudi, Eski
Mısırlı, Yemen, Roma, Türk, Franklılar gibi milletlerin tarihi anlatılmaktadır.
Ayrıca Emevî ve Abbasî gibi Müslüman hanedanlıkların tarihine de yer
verilmektedir.
Üçüncü bölüm: 6. ve 7. ciltlerden oluşan
bu bölümde ise Berberilerin ve Kuzey Afrika’daki Müslüman hanedanların tarihi
anlatılmaktadır.
Mukaddime;
İbn Haldun kendi ifadesiyle bu eseri
hakkında şunları söylemektedir:
“Eseri
bir mukaddime ve üç kitap olarak tertip ettim. Mukaddime; tarih ilminin
fazileti, tarihte takip edilen usullerin tahkiki ve tarihçilerin hata ettikleri
noktalara temas edilmesi hakkındadır. Birinci Kitap; umran ve mülk,
hükümdarlık, kazanç, geçinme, sanatlar, ilimler, bunların illetleri ve
sebepleri türünden olmak üzere umrana ârız olan “avârız-ı zâtiye” hakkındadır.
İkinci Kitap; yaratılıştan bu yana günümüze gelinceye kadar Araplar, onların
nesilleri ve devletleri ile ilgili haber, tarihi ve rivayetler hakkındadır. Bu
bölümde nebat, Süryaniler, Fars, İsrailoğulları, Kıbt, Yunan, Rum, Türk ve Frenkler
gibi Araplarla çağdaş olan meşhur milletlere ve devletlerine de işaret
edilmiştir. Üçüncü Kitap; Berberlere ve onların mevalisi olan Zenâte
kabilesine, bunların başlangıçtaki durumlarının ve nesillerinin anlatılmasına,
bilhassa Mağrip diyarındaki mülk ve devletlerine dairdir.”
Mukaddime, Arap dünyasında etki
yaratmasa da Osmanlı tarih anlayışını derinden etkilemiştir. İbn Kemal,
Hezarfen Hüseyin, Müneccimbaşı Ahmed Dede, Katip Çelebi, Mustafa Naima Efendi
ve Ahmet Cevdet Paşa gibi Osmanlı tarihçileri Osmanlı Devletinin yükseliş ve
çöküşünü pek çok defa onun teorileriyle analiz etmiştir. 19. yüzyıldan itibaren
ise Avrupalı tarihçiler tarafından keşfedilmiş ve eserleri büyük takdir
görmüştür.
2. Lubâb’ul-Muhassal:
Fahrettin
Râzi’nin kelam ile ilgili el-Muhassal isimli kitabının özetlenmiş bir şekli
olup dört bölümden oluşur. İbn Haldûn’un 19 yaşında yazmış olduğu bu ilk eseri
İspanyolca’ya da çevrilmiş ve günümüze kadar gelmiştir. İbn Haldun’un yazdığı ilk
kitabıdır.
3. Şifâu’s-Sâil
li-Tehzîbi’l-Mesâil: Şifâu’s-Sâil diye anılan bu kitabı tasavvufa dairdir
ve Mukaddime’den önce 1372 ile 1374 yılları arasında yazmış olduğu kabul
edilir. Eser, Muhammed Tavit et-Tanci tarafından 1358’de yayınlanmış, Süleyman
Uludağ tarafından da 1977’de Türkçeye çevrilmiştir.
4.Et-Târif
bi İbn Haldun (Et-Tarifu bi-İbni Haldun ve Rıhletehu Garben ve Şarken): İbn
Haldun’un otobiyografisidir. İbn Haldûn, bir günlük niteliği taşıyan otobiyografisini
daha sonra el-İber adlı eserinin yedinci cildine eklemiştir.
5.Kaside-i
Bürde şerhi
6.İbn
Rüşd felsefesi hakkında bir risale
7.Mantığa
dair bir risale (Kitab El Mantık)
8.Hesap
hakkında bir risale (Kitab El Hisab)
9.Merakeş
sultanına yazılan bir risale
10.Şiire
dair bir risale
Kaynakça:
İbn Haldun,
Mukaddime, (Haz. Süleyman ULUDAĞ), Dergah Yayınları, İstanbul, 2011
Mustafa YILDIZ,
FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2010 Güz, sayı: 10, s. 25-55.
Süleyman ULUDAĞ,
“İbn Haldun”, DİA, 19/538-543
Tahsin GÖRGÜN,
“İbn Haldun; görüşleri” DİA, 19/543-555
30 Mayıs 2013
Hacı Bektaş-ı Veli ve Mevlana Celaleddin-i Rumi
Yrd. Doç. Dr.
Muammer Ulutürk
Hacı Bektâş-ı Velî ile Mevlana Celaleddin-i Rumi,
Moğol istilasına tanık olan XIII. asır Türkiye’sinde yaşamış iki önemli şahsiyettir.
XIII. asırda, dünya tarihinini etkileyen önemli siyasî, sosyal ve ilmî
değişiklikler ve gelişmeler yaşanmıştır. Haçlı Seferleri ile altüst olan, yıkılıp
yakılan Anadolu ve Yakın Doğu, bu dönemde Moğol istilası (1218-1258) yaşamış,
büyük siyasî, ekonomik ve sosyal problemlerle karşı karşıya kalmıştır. Bu zaman
diliminde, tasavvufi düşünce Anadolu’ya açılmış, Anadolu’da filizlenip,
kökleşmiştir. Şeyh Ömer Şühreverdî, Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin İrakî,
Necmeddin Dâye gibi tasavvuf büyükleri Anadolu’ya gelmiş, saygı görmüşlerdir.
Bu devirde Horasan’dan Anadolu’ya gelerek yerleşenlerden biri de Bektaşi
tarikatının pîr’i Hacı Bektaş-ı Velîdir.
Biri Selçuklu devletinin başşehri Konya’da daha çok
aydın bir çevreye, diğeri Kırşehir taraflarında Türkmen halk topluluğuna
seslenen bu iki mutasavvıf arasında manevî bir bağın bulunduğu, meşrep bakımından
ayrılsalar bile yollarının aynı olduğu dile getirilmekte ve hiçbir zaman
tarikat kurucusu olmadıkları halde vefatlarından sonra kendi adlarına nispetle
kurulan Mevlevilik ve Bektaşîlik tarikatları aralarındaki rekabet yüzünden
birbirlerine karşı durdukları/durmadıkları tartışmaları sürüp gitmektedir. Bir
görüşe göre bu rekabet yaşadıkları döneme aitti ve Hacı Bektaş Veli ile Mevlâna
Celâleddin Rumî’nin toplumsal ve siyasal konumları birbirinden farklı olduğu
kadar da karşıt durumdaydı. Birisi istilacı Moğollara karşı mücadele siyasetine
girmiş bulunan ve onları Rum’dan (Anadolu) çıkarmaya çalışan İzzeddin II.
Keykavus’un, diğeri ise Moğol korumacılığını yeğleyen, Cengiz oğullarının bir uç
beyliği ya da eyaleti olmayı kabul eden kardeşi Rükneddin Kılıcarslan’ın
yandaşıydı. Bu görüşe göre Hacı Bektaş Veli ile Mevlâna Celâleddin birbirine
aykırı yaşamış, inançta birleşemedikleri gibi toplumsal ve siyasal yönden de
birbirlerinin karşısındaydılar.[1]
Ortaya koydukları eserler ve görüşleri incelendiğinde
iki çağdaş mutasavvıfın dönemin tarihi olayları karşısındaki tutumlarını ortaya
koyacak malzemeyi kendilerinden sonraki tarihi kaynaklarda aramak gerekecektir.
Zira birbirlerini yerdiklerine, eleştirdiklerine dair herhangi bir bilgi, kendi
yazdıkları eserlerde yer almamaktadır. Selçuklu ve Moğol yöneticileri
arasındaki ilişkileri ve bu bağlamda Mevlana ile Hacı Bektaş arasında mevcut
olduğu söylenen münasebeti, siyasi/mezhebi görüş, efsanevi rivayetler ve
anakronizm üzerinden yapmak ise isabetsiz bir iş olacaktır. Hacı Bektaş
hakkındaki bilgi, ikinci dereceden kaynaklarda bulunmaktadır. Bunlardan ikisi;
Elvan Çelebi’nin “Menakıbu’l-Kudsiye” adlı aile tarihi ve Ahmed Eflaki’nin
“Menakıbu’l-Arifin” adını taşıyan Farsça eseridir.
Doğum
ve ölüm tarihi hakkında kesin bir tarih vermek müşkül olsa da Hacı Bektâş-ı Velî’nin 606/1209-1210 tarihinde Nişabur’da doğduğu[2]
ve 669/1270-1271 tarihlerinde vefat ettiğine dair bazı rivayetler mevcuttur.
Babası, İbrahim Sânî lakaplı Seyyid Muhammed b. Musa Sani, annesi ise bilgin
bir zat olan Şeyh Ahmet’in kızı Hatem Hatun’dur.[3] Osmanlı
müelliflerinden Taşköprüzâde, onu I. Murat (1362-1389) devri uleması arasında
zikreder.[4]
Aşıkpaşazâde, onun doğu illerinden geldiğini ve Osmanlılardan hiçbiriyle görüşmediğini[5]
Ahmet Eflâkî ise Hacı Bektâs-ı Velî’nin Mevlânâ ile (1207-1273) çağdaş olduğunu
söylemektedir.[6] Velâyetnâme’ye göre Hacı Bektaş hayatını
geçirdiği bugünkü Hacıbektaş kasabasının bulunduğu Sulucakarahöyük’te ölmüş ve aynı
yerde toprağa verilmistir. I. Murat, Bektaş’ın
mezarını Yanko Madyan adlı mimara yaptırtmış, II. Bayezit ise mezarın kubbesini
kurşunla kaplattırmıştır.[7] Hacı Bektaş’a
nispet edilen eserler; Kitabu’l-Fevaid, Fatiha Suresi Tefsiri, Şathiyye,
Nasihatlar, Şerh-i Besmele, ve Makâlât adını taşımaktadır.
Aslında
iki Hacı Bektaş-ı Veli’den söz etmek yerinde olacaktır. Bunlardan biri, ne
Mevlana Celaleddin-i Rumi ne Yunus Emre ne de Anadolu’da yaşamış başka hiçbir
sufinin onun kadar güçlü bir kutsallaşmanın konusu olmadığı[8]
menkıbevi/mitolojik Hacı Bektaş’tır. Bektaşilikten başka hiçbir tarikatın piri
de bu derece muazzam bir kültün, güçlü bir imanın ve kutsallığın konusu
olmamıştır. Onun mitolojik hayatını
anlatan malumat da ”Vilayetname” adlı eserden gelir ki, bugünkü Alevi-Bektaşi toplulukları
onu bu eserin anlattığı mitolojik çerçevede tanımaktadırlar. Tarihsel Hacı
Bektaş-ı Veli ise “Horasan Erenleri” diye bilinen Kalenderiye akımına mensup,
dolayısıyla Horasan Melametiyye Mektebinden olduğuna muhakkak nazarıyla bakılan
sufilerden biridir. Moğol istilasıyla Anadolu’ya vuku bulan derviş göçleri
arasında kendine bağlı bir Türkmen aşiretiyle birlikte gelmiş olmalıdır. Onun,
söz gelimi dönemin başkenti olan Konya gibi bir şehirde değil de küçük bir
Türkmen köyünde yaşamayı tercih etme gerekçesi Babai isyanından sonra Selçuklu
merkezi yönetiminin gayri sünni (hetorodoks) Türkmenlere karşı takip ettiği
politika ile sünni meslektaşlarının eleştirilerinden uzak kalmayı tercih etmesi
olarak düşünülebilir. Nitekim Mevlana’nın bile gıyaben tanıdığı bu Türkmen
şeyhine hiç de iyi bakmadığı bilinmektedir.[9]
Selçuklu Anadolu’sunda, Babâi hareketinin lideri Baba
İlyas’ın çevresinde ve Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşunda adı geçen Hacı Bektâş’ın,
devrinin kaynaklarında hemen hemen hiçbir iz bırakmadığına bakılırsa yaşadığı
dönemde yaygın bir şöhrete sahip olmadığı söylenebilir.[10]
Hacı Bektâş-ı Veli, Ürgüp yöresindeki Hıristiyanlarla
çok sıkı ilişkiler geliştirmiş, onların ihtidasına zemin hazırlamıştır. Nitekim
kendisine yakınlık duyan bölge Hıristiyanları tarafından “Aziz Charalambos”
adıyla takdis edilmiştir. Ayrıca o istilacı Moğolların İslam’a girmeleri için
yoğun faaliyetler göstermiştir.
Hacı Bektâş-ı Velî’nin, Hoca Ahmet Yesevî tarafından
yetiştirilip Anadolu’ya gönderildiğine dair bazı iddialar bulunmasına rağmen[11],
yaşadıkları dönemler dikkate alındığında, Ahmet Yesevî (562/1166-1167) ile Hacı
Bektâş-ı Velî’nin (669/1270-1271) aralarında yüz yılı aşkın bir zaman dilimi
olduğu görülmektedir. Ancak Yesevî ocağından feyz aldığı hususunda, mevcut
araştırmalar ittifak halindedirler.[12]
Bunlardan Ethem Ruhi Fığlalı’ya göre, Hacı Bektâş-ı Velî tahsilini Nişabur’da
yapmış, Arapça ve Farsçayı iyi öğrenmiş ve manevi terbiyesini de aynı yerde
tamamlamıştır. Ahmet Yesevî’nin onun ilk hocası olması tarihsel olarak mümkün
görünmemekle birlikte, Yesevî etkisi fark edilmektedir.[13]
Âşıkpasazâde, Hacı Bektâş-ı Velî’yi meczup bir derviş
olarak zikreder ve onun bir şeyh olacak ve bir tarikat kuracak durumda olmayıp,
kendini bilemeyecek kadar cezbe sahip bulunduğunu kaydeder.[14]
Elvan Çelebi ise “tâc-ı sultanı istemeyen, Allah’ın kendisine edep, ilim, bilim
ve takva verdiği bir şahsiyet olup şeriatı bilip onunla amel eden, tarikatta da
ârif vasfına sahip kişi”[15]
olduğunu belirtir. Hacı Bektâş’ın Sünni bir mutasavvıf olduğu tezini ileri
sürenler, genellikle Makâlat isimli esere dayanırlar.[16]
Hacı Bektaş, Asık Paşa, Yunus Emre ve Mevlana gibi o çağların sünni, şeriata bağlı,
riyadan, kötü huylardan, ilhad ve ibahecilikten uzak olgun mutasavvıflar
zümresindendir.[17]
Mevlana
Celaleddin-i Rumi, 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde
yer alan Horasan’ın Belh şehrinde doğmuştur. Hacı Bektaş ile Mevlana’nın gerek
doğum gerekse vefat tarihlerine ilişkin rivayetlere bakıldığında aralarında çok
az bir zaman farkı olduğu görülmektedir. Mevlâna’nın babası Belh Şehrinin ileri
gelenlerinden olup, sağlığında “Bilginlerin Sultânı” unvanını almış olan
Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled’tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in
kızı Mümine Hatun’dur. Sultânü’I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve
yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle 1212 veya 1213 yıllarında aile
fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh’den ayrılmak zorunda kalmıştır. On
sekiz yaşına gelmiş olan Celaleddin, Semerkandlı Lala Şerafettin’in kızı Gevher
Hatun ile evlenmiştir. Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat, Bahaeddin Veled’i Konya’ya
yerleşmeye razı etmiş ve babasının vefatından sonra onun vasiyeti, sultanın
buyruğu ve Bahaeddin Veled’in müritlerinin ısrarlı ricaları sonucu Celâleddîn
babasının yerine geçmiştir. Babasının öğrencilerinden Tebrizli Burhaneddin Muhakkik
Şems-i Tebrizî ile buluşması onu ve görüşlerini derinden etkilemiş, Şems’in
vefatının ardından Konya’da yaşadığı süre içinde onun yokluğunda kuyumcu
Selahaddin Zerkûb ile dost olmuştur. Mevlana; Fahreddin Iraki, ilk zamanlar
araları soğukken daha sonra iyi ilişkiler kurduğu Sadreddin Konevi, Kübreviyye
tarikatının kurucusu Necmeddin-i Kübra’nın halifesi Necmeddin Daye, Hacı
Mübarek Haydar, Sa’di Şirazi, Kudbeddin-i Şirazi ve Hoca Reşidüddin ile de
dostluklar kurmuştur.
Mevlana,
kamil manada alim, sufi ve şairlik özelliklerine sahip bir şahsiyettir. Seyyid
Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi tarafından irşad edilmiş, Şems-i Tebrizi ile
karşılaşması hayatını etkilemiş ve bundan sonra vaazlarını, medresedeki
derslerini, müridleri, irşadı bir yana bırakmış, ilahi aşk ve vecdi terennüm
eden biri olmuştur. Divan-ı Kebir’deki şiirlerinin büyük bir kısmını Şems ile
karşılaşma sonrasında yazmıştır. Onun dini-tasavvufi düşüncesinin kaynağı
Kur’an ve sünnettir. “Canım tenimde
oldukça Kur’an’ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım...”
beytiyle bunu dile getirmiştir.
Onun
müridleri halktan, her sanat ve meslek tabakasındandı. Dönemin yöneticileri ile
kurduğu yakın ilişkileri genellikle nasihat çerçevesinde sürdürmüş, onların
aralarındaki çekişme ve rekabete dayalı siyasi mücadelelerin içine girmemeye
özen göstermiştir. Moğollarla ilgili bazı açıklamaları sebebiyle Mevlana’nın
Moğol sempatizanı olduğu yönünde iddialar öne sürülmüştür. Halbuki Mevlana’nın
Moğollar’la ilgili görüşleri olayları ta savvufi perspektiften ele alıp
yorumlamasından ibarettir. Mevlana bu çerçevede bir yandan dönemin bu büyük
gücünün yükselişini izah etmekte, öte yandan yaptıkları zulümleri dile
getirerek uzun ömürlü olamayacaklarını söylemektedir. Nitekim Mevlana’nın
öngördüğü şekilde Konya’yı kuşatan Moğol kumandanı Baycu şehre saldırmamış ve
Moğollar daha sonra müslüman olmuştur.[18]
Eserleri,
görüşleri, hakkındaki çalışmalar ve tercümeler yoluyla dünyada geniş bir
kitleyi etkileyen Mevlana 17 Aralık 1273 günü Konya’da vefat etmiştir.
Hacı Bektaş-ı Veli ile Mevlana’nın Bazı Konulardaki
Görüşleri:
İnsan
Hacı Bektaş, Allah bütün kâinatın yaratıcısıdır der; gökteki
meleklerden cinlere kadar, hayvanât, nebâtât her şey Allah’ın “ol” demesiyle
var olmuştur. İnsan yaratılmışlar içerisinde en önemlisi olup “eşref-i
mahlukât”tır. Kur’ân’a göre insan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Bu
görüşünü şöyle özetler:
“Hararet nardadır, sac’da değildir
Keramet baştadır, tac’da değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te Mekke’de, Hac’da degildir.”
Hacı Bektâş-ı Velî öğretisi evrensel bir yaklaşımla,
dünya insanının kardeşliğini, dünya uluslarının dostluğunu savunur: O, insanlığa
olan sevgisini “yetmiş iki milleti ayıplamamak”, “yetmiş iki millet birdir
bize”, “dünya içinde yaratılmış nesneler eşittir sözleriyle dile getirir. Yukarıda
zikrettiğimiz gibi Hacı Bektas-ı Veli’nin Hıristiyanlarla sıkı ilişki içinde
olması ve onların dinine karsı hoşgörülü davranması, onların ihtidasına zemin
hazırlamıştır.”[19]
Bütün İslâm mütefekkirleri gibi Mevlâna’ya göre de
insan, bedeniyle pek küçük ve değersizdir ama, mana cihetiyle o âlemin en
kıymetli unsurudur: “Sen görünüşte bu
âlemde en küçük şeysin ama taşıdığın mana bakımından en büyük âlem sensin.”[20]
İnsan-ı kâmil, kemâl ufkundaki insan demektir ve din
adına da hüsn-ü misâldir. Bugüne kadar insanların arızasız Hakk’a yönelmeleri
hep insan-ı kâmiller tarafından temsil edilmiştir. Bu itibarla her mekân
parçasının, her zaman diliminin su kadar, hava kadar insan-ı kâmile ihtiyacı
vardır. Çünkü insan-ı kâmil, yeryüzünde Allah’ın tam halifesidir. O insanın
kendini bilmesi konusunda şöyle der:
“Canının içinde bir can var, o canı ara!
Dağının içinde bir hazine var, o hazineyi ara!
A yürüyüp giden sûfî, gücün yeterse ara;
Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara!”
Mevlâna’ya göre insanı tanımanın yolu, mistik bir
çabalamadan geçer. Zahirî ilimlerle insanı tanımanın imkânı yoktur. Zaten böyle
bir imkân olsaydı, riyâzet gibi onca ağır uğraşılara ve zahmetlere girip
kendini feda etmeye gerek kalmazdı.
İkisinin de ortak görüşü insanın yeryüzündeki varlık
sebebinin halife oluşu noktasında toplanmaktadır.
İtikad ve İbadet
Hacı Bektâş-ı Velî’ye göre de iman; “dört kapı, kırk makam” içerisinde şeriat
makamlarının birincisidir. O, Allah’ı; Hakk, Çalap, Tanrı, Mevlâ gibi isimlerle
zikreder.[21] İmanı
hazineye benzeten Hacı Bektaş, “iman bir
hazinedir, iblis hırsız, akıl da bekçidir. Eğer bekçi giderse hırsız hazineyi
çalar.” der. Bir baska yerde, “insan koyundur ve akıl çobandır ve iblis
kurttur. Çoban giderse, kurt koyunu ne yapar? Kapar. Yaratan Tanrı’ya inanmak
imandır ve emrini tutmak da imandır. Sakın dediğinden sakınmamak Tanrı’ya
inanmamaktır”[22]
der.
Allah’a karşı yapılacak kulluğun, Allah sevgisinden
kaynaklandığını ve bu sevginin gereği olarak O’na gizli-âşikar itaat etmenin
mecburiyetinden bahseden Mevlânâ, bunun istenen değerde olabilmesi için elzem
olan şartları da açıklamıştır. Bu husustaki bütün öğüt ve açıklamalarında,
Kur’ân âyetlerini kendisine ana kaynak edinmiştir. İbadet adına yapılacak iş ve
davranışların şekilden ibaret kalmamasını, Allah’ın emirlerine uyup
yasaklarından kaçınmayı, Allah’ın yarattıklarına O’nun hatırına sevgi ve şefkât
göstermeyi öğütlemiştir.
Tasavvuf
Hacı Bektâş-ı Velî Horasan ilinden almış olduğu
icâzetle Anadolu’ya gelmiş, hizmetiyle Anadolu’yu aydınlatmıştır. Etrafına
topladığı insanlara tasavvufun inceliklerini anlatmış, insan-ı kâmil olmanın,
Hakk’a ulaşmanın, hakikate kavuşmanın yollarını talebelerine öğretmiştir. Sahip
olduğu marifet bilgisini müritlerine anlatarak onlara Allah’ı sevdirmiştir.
Hacı Bektâs-ı Veli “incinsen de incitme” metodunu kullanarak insanların kalplerini
kazanmıştır.[23] Ona
göre tasavvuf, Allah’tan başka her şeyden uzaklaşmaktır. Kafadaki her türlü düşünceyi
bir kenara bırakmak, elindeki malı ihtiyaç sahiplerine vermektir. Gerçek derviş,
hiç kimsenin kendisini incitmesinden incinmez. Er odur ki, kırılmaya layık
olanı da kırıp gücendirmez. Dervişlik, açgözlülügü, mal ve para biriktirmeyi
bırakmaktır. İnsanın süsü ve güzelliği sözlerinin doğruluğunda ve
iyiliğindedir. Olgunluğu ise işinin dürüstlüğündedir.[24]
Şeriata bağlılığı mükemmel olmayan kimseye Tarikat, Marifet ve Hakikat
mertebeleri de kapalı kalır. Bu mertebeleri usulüne uygun olarak tamamlayan
kimse sonradan Şeriata bağlılığını bozarsa, Tarikat, Marifet ve Hakikati de
bozmuş olur.[25]
“Putların anası nefsinizin putudur” diyen Mevlana ise her
fırsatta nefsin yok edici, zedeleyici yönünü aktarırken, nefsine uygun davranan
varlıkları da hayvan olarak nitelemiştir. Nefsin terbiye edilmesi gerektiğine
inanan Mevlana insanlığın hayvanlara mahsus sıfatlardan arınabilmesi için
ahlaki bir doygunluğa erişmesi şarttır görüşündedir. Şöyle der:
“Ben insanların çalışıp çabaladıkları, didinip durdukları bu arayış
dünyasında, iyi huydan daha iyi bir ehliyet görmedim.”
Hoşgörü
Farklı dini ve etnik kökenlerden ve farklı
kültürlerden gelen insanları bir çatı altında toplayan, zayıfı ve güçlüyü dost
olarak kucaklayan bir mutasavvıf olan Hacı Bektâş-ı Velî’ye göre, dünyada
yaşanan kavga, dövüş ve savaşların altındaki en önemli sebep, insanî değerlerin
yoksunluğu; bencillik, hoşgörüsüzlük, kibir, gurur ve haset gibi
olumsuzlukların varlığıdır. İnsanlara “Her
ne arar isen kendinde ara!” diye seslenen Hacı Bektâş-ı Velî bütün insanlığı
sevgi barış ve kardeşliğe çağırmıştır.[26]
İnsanları geçmiş kusurlarından dolayı muâheze etmeden
şefkat ve merhametle bağışlamak insan olarak hoşgörü ile karşılayıp hilm ile
muâmele etmek Allah Rasûlü’nün hasletiydi. Hz. Mevlânâ da insan olarak herkesin
ve her insanın dostuydu. “Ben yetmiş iki
millet ile beraberim” derdi. Onun bu sözünü duyan Konyalı Sirâceddîn isimli
garazkâr bir adam hiddetlendi: “Mevlânâ
bu sözü nasıl söyler?” diye muâheze etmeye başladı ve bir adam gönderip Hz.
Mevlânâ’dan bu sözü gerçekten söyleyip söylemediğini tetkîk ettirmek istedi.
Gönderdiği adama: “Eğer bu sözü
söylediğini kabul ederse ona hakaret et!” dedi. Adam bu sözün Mevlânâ
tarafından söylendiği ikrârını kendisinden alınca hakaret etmeye başladı. Hz.
Mevlânâ: “Bütün bu söylediğin
hakaretlerine rağmen ben seninle de beraberim” dedi.
Sonuç olarak Mevlâna, Konya’da bulduğu kültürel
ortamda eserlerini devrin edebiyat dili olan farsça ile vermiş, Arap, Fars ve
Türk kültüründen etkilenmiştir. Hacı Bektaş’ın
etrafında ise göçebe Türkmenler ve Anadolu halkı vardır. Onlara, onların
anlayacağı “Türkçe” ile seslenmiştir. Bu sözler zamanında derlenip
toparlanmadığı için günümüzde bile eserlerini bilen azdır. Biri halka, öteki
kültürlü ortamlara rehberlik etmiş ve böylece birbirlerini tamamlamışlardır.
[1]
http://www.ismailkaygusuz.com/419/550/273-Hac%C4%B1%20Bekta%C5%9F%20Veli%20ve%20Mevl%C3%A2na%20Cel%C3%A2leddin%20%C4%B0l%C5%9Fkileri.html
[8] Ahmet Yaşar Ocak,
“Hacı Bektaş-ı Veli”, DİA., 14/457
[9] Bkz. Ocak, a.mad.
[18] Reşat Öngören,
“Mevlana Celaleddin-i Rumi”, DİA., 29/445
[19] Ocak, “Hacı Bektas-ı
Velî”, DİA, XIV/456.
[20] Abdulhakim Yüce,
Tasavvufta İnsan-ı Kâmil ve Mevlâna,
http://www.tasavvufdergisi.net/Makaleler/260629630_14.6.pdf
[24] Önder Göçgün, “Hacı Bektas-ı
Velî ve İnsan İmajı”, I. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş-ı Velî Sempozyumu, (22-24
Ekim 1998) Ankara 1999, s.152
[26] Eğri, a.g.e., s.132.