Kelâmî önceliği bulunan selefîliğin devlete talip olan siyasi bir argümanın ittiricisi olmasını yadırgamamak gerekir.
Selefîlik konusu Ortadoğu’da halihazırda yaşanan insan kıyımıyla yeniden gündeme geldi. Esasında kelâmî önceliği bulunan selefîliğin günümüz zaviyesinden bakıldığında devlete talip olan siyasi bir argümanın ittiricisi olmasını yadırgamamak gerekir. Başlangıçta masum birtakım kelâmî tartışmaları ihtiva eden bu hareket, tarihin belli dönemlerinde, türlü saiklerin bir sonucu olarak bu anlayışın devlet nizamına dönüşmesi taleplerini beraberinde getirdi. Örneklerini aşağıda vereceğiz.
Dinde samimiyet anlamında, Hz. Peygamber ve sahabe zamanını ihya etmeyi, bidatlerden uzak bir hayat tarzı benimsemeyi ve farklı kültür ve dinlerin etkilerinden azade bir yaşama biçimini her Müslüman önemser ve değerli görür. Ancak İslam’ın nassları merkez olmak kaydı ile durmadan değişen sosyal hayatı muhtevi yaşama biçimlerini göz ardı etmek, makul bir yorum olarak düşünülebilir mi?Selefi hareketlerin devlet nizamı olarak yorumlanması bile sözünü ettiğimiz değişim süreçlerinin sonucu değil midir?
Kavramsal olarak, bir kimsenin kendisinden önce gelen anlamına gelen “selef”, sözlükte “önceki nesil”, “selefiyye” de “bu nesle mensup olanlar” demektir. İslam düşünce tarihinde selefiyye adını taşıyan bir kurumsal bir yapıya rastlanmaz. İslamliteratüründe selef, sahabe sonrasıdin bilginlerini ifade ederken, selefiyye terimi ise iman esaslarıyla ilgili konularda sahabe ve ardıllarını izleyerek ayet ve hadislerdeki ifadelerin zahiri ile yetinip bunları aynen kabul eden ve yoruma gitmeyen Ehl-i Sünnet topluluğunu belirtmek için kullanılır. Bunlar, Kur’an ve sünnetle birlikte sahabe sonrası ilim neslinin görüşlerini dokunulmaz sayan, nakli bilgiyi yücelterek akli çıkarımların karşısında duran bir anlayışı temsil ederler. Sahabe sonrası ilim nesli “nass”dan sayılamayacağına göre kendisini selefî olarak niteleyenler aslında onların kelâmî konulardaki görüşlerini alarak bir başka yoruma gitmektedirler.
İlk dönem selefiyye anlayışının en belirgin özelliğinin, kelamkonularında akli çıkarımları iptal etmek, ayet ve hadisle yetinmek ve her türlü yorumdan kaçınmak olduğu söylenebilir. Siyasi ve kültürel konjonktürün etkilediği kimi fırkaları çıkardığımızda Ehl-i Sünnet mensuplarının zaten bu meseleyi sorun etmedikleri görülecektir. Günümüzde sorun aslında kelamcıların, filozofların, bâtınî yoruma her daim açık sufilerin manası kapalı ayetleri yorumlamasında değil, gelişen şartların etkisiyle ortaya çıkan medeniyet ürünlerinin tezahürüne bakış biçimiyle başlamaktadır. Şu halde türbeler, camiler, muhtelif kurumlar, zaviyeler, giyim kuşam şekilleri, kısaca zamanların getirisinden neşet eden modern değişim süreçlerine karşı üretilen karşı duruşu, kelâmîmeselenin neresine koyacağız sorusununcevabını aramak icap eder.
Bugünün Ortadoğulu Selefîleri ile Selefîliği sistemleşip bir akım haline getiren İbnTeymiyye’yi birbirine karıştırmamak lazım geldiğini düşünüyoruz. “Takiyyuddin İbn Teymiyye(öl. 1328), sağlam olduğu bilinen nakil ile aklı selimin asla çelişmeyeceğini, dolayısıyla da tevile gerek kalmayacağını ısrarla savunmuştur. Haçlı seferleri ve Moğol istilâsı etkilerinin görüldüğü bir dönemde İbnTeymiyye, Müslümanların inancını ve birliğini güçlendirmek amacıyla öğrencisi İbnKayyim el-Cevziyye ile birlikte katı lafızcı bir yaklaşımdan Kur’an ve Sünnet çerçevesi içinde dinî bir akılcılığa yer veren anlayışa geçiş yapmıştır” (Özervarlı). Özellikle sufîlerinbâtınî görüşlerini şiddetle eleştiren ve hatta bu tarz disiplinler üzerine metodoloji inşa edenleri tekfir eden İbn Teymiyye’nin, dini musikiyi, zikir törenlerini, içtihat için ağır bulduğu ehliyet şartlarını vs. reddettiğini görürüz. Onun selefîliğini ilmî ve usulî selefîlik olarak tasnif edenler mevcuttur.
“XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ıslah ve tecdit faaliyetlerini yoğunlaştıran İslâm âlimlerinin Kur’an ve Sünnet’e dönmeyi savunarak taklitten uzaklaşmayı öne çıkarmaları Selefîliğin bu dönemde daha çok tartışılmasına zemin hazırlamıştır. Özellikle İslâm dünyasının büyük bir kısmı Batılı ülkeler tarafından işgal edilip sömürgeleştirilince bu durumun sebepleri ve çıkış yolları hakkında sorgulamalar ve fikir arayışları başlamıştır. Bu bağlamda birçok ilim adamı ilk asırlardan sonra dine çeşitli hurafe ve yanlış anlayışların girdiğini, ulemâ arasında taklidin yaygınlaştığını, nasların ve diğer ilk kaynakların yerine fukahanın, kelâmcıların ve müfessirlerin şahsî görüşlerinin önem kazandığını, tasavvuf ve tarikatların halkı miskinleştirdiğini, dolayısıyla yeniden İslâm’ın özüne dönülmesi gerektiğini ısrarla belirtmişlerdir” (Özervarlı). Osmanlı Devletinin son dönemlerinde Hicaz’da ortaya çıkan Muhammed b. Abdulvahhab’ın (1703-1792) başlattığı hareket, İbn Teymiyye’nin fikirlerinin yeniden canlanmasına zemin hazırlamıştır. Kitap ve sünnet dışında kural ve yorum kabul etmeyen bu görüş sahiplerini muhalifleri vehhabi olarak nitelerken onlar kendilerine muvahhidûn veya selefiler olarak adlandırırlar. Belirli bir mezhebi taklitten kaçınmakla beraber, görüşlerinde isabetli gördükleri mezhep görüşlerine ve içtihatlara uydukları görülür. İbnAbdulvahhab ve taraftarları, kabirlere bina yapmayı, onları mescit edinmeyi, doğum günü anmalarını, tasavvuf gruplarının çıkardığı bir takım uygulamaları reddederekbunların kaldırılması adına icbari hareketlere girişmişlerdir. Hz. Osman’ın hilafeti saltanata dönüştürdüğünü ve bunu yaparak İslam’ın ruhuna aykırı bir yol tuttuğu iddiasını, Osmanlı devletinin saltanat anlayışına hamlederek Ortadoğu’da siyaseten Arap-Türk gerilimini tırmandıran İbnAbdulvahhabtaraftarları kendi lehlerine başarılı da olmuşlardır.
“Geleneksel İslâm yorumlarına olduğu kadar Batı’dan gelen her şeye karşı çıkan İhvân-ı Müslimîn,Cemâat-i İslâmî gibi hareketler ise Selefîliği bir dinî ideoloji haline getirmiş ve politik yönü ağır basan cihadî/aksiyonel gruplar ortaya çıkmıştır. Bu hareketler, birçok yönüyle dışa kapalı bir tavır geliştirmiş, bu yöndeki din anlayışının yerleşmesi ve güçlenmesi için farklı yöntemleri kullanmakta sakınca görmemiştir. Filistin sorununun kronikleşmesi ve Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgal edilmesi bu anlayışın Arap dünyası ve Hint alt kıtasında yayılmasını hızlandırmıştır. Bu süreç, İhvân-ı Müslimîn gibi nispeten ılımlı politik hareketlerden başlayıp İslâmî Cihad, el-Kaide gibi şiddet yanlısı grupların ortaya çıkmasına kadar varmıştır. Artık Selefîlik hareketini bile temsil edemeyecek kadar radikalleşen gruplar dinin ruhundan ve hedeflerinden ziyade lafzına ve şekline vurgu yapan, ahlâk boyutunu göz önünde bulundurmayan, tarihî tecrübe ve birikimleri, kültürel ve folklorik zenginlikleri reddeden bir söylem geliştirmiştir. Ayrıca politik arenada daha çok göze çarptıkları için çağdaş dünyada İslâm toplumlarının genel eğilimleriyle bağdaşmayan bir Müslüman imajının oluşmasına yol açmışlardır. Modernlikle ilgi kurmayan, siyasî yönü bulunmayan, tamamen geleneksel anlamda Selefin yolundan giden veya tasavvufun bünyesinde varlığını sürdüren Selefî cemaatler de mevcuttur. Bu sebeple çağdaş selefî hareketi sadece radikalizme veya siyasî anlayışa indirgemek suretiyle tek bir yönelişten söz etmek mümkün değildir.” (Özervarlı).Günümüz Ortadoğu’sunda beliren şiddet yanlısı selefi grupları bu kapsamda değerlendirmek gerekir.
Özetleyecek olursak, günümüzde adı terörle anılan cihadî/selefi hareketleri,ilk dönem kelamî tartışmaların ve İbnTeymiyye ve onun görüşlerinin bir neticesi olarak sistemleşenselefîlikle karıştırmamak gerekir. Bu tür hareketler çağdaş dünyadan ve geleneksel din anlayışından sızan uygulama ve anlayışlara tepki olarak geliştirilen aksiyonel bir yorumdur. Bu yorumlama biçimi zamanla özellikle Batı dünyasına karşı reaksiyona bürünen hareketlere dönüşerek siyasi boyut kazanmıştır. İslamcı terör adıyla adlandırılan örgütlerin düşünsel arka planında Batı dünyasına karşı haklı olarak derin bir nefret vardır. Bu yönüyle cihadî/selefi hareketler Müslümanların izzet ve şerefini kurtarma iddiasını taşımaktadırlar. Burada sözünü ettiğimiz selefî yorumun, -son dönemlerin Filistin, Gazze, Türkmeneli, Doğu Türkistan ve Rojava meselesindeki tepkisizliğine bakarak- hangi izzeti kurtardığınıayrıca sormalıyız.
Müslümanların tarih boyunca oluşturdukları bilim, kültür ve sanat eserlerini ortadan kaldırmaya yönelen bu hareketler hariciliğin çağdaş izdüşümü sayılabilirler. Müslümanlar esasen böylesi yorumların peşinden giderek kendilerine zarar vermek yerine, giderek büyüyen İslam karşıtı cereyanlara karşı ilmî, usulî ve cihadî bir karşı duruş geliştirmeli ve bir araya gelmenin yollarını aramalıdırlar.
----
- M. Sait Özervarlı, (2009),“Selefiyye”, DİA, c. 36, s. 399-402.
Selefîlik konusu Ortadoğu’da halihazırda yaşanan insan kıyımıyla yeniden gündeme geldi. Esasında kelâmî önceliği bulunan selefîliğin günümüz zaviyesinden bakıldığında devlete talip olan siyasi bir argümanın ittiricisi olmasını yadırgamamak gerekir. Başlangıçta masum birtakım kelâmî tartışmaları ihtiva eden bu hareket, tarihin belli dönemlerinde, türlü saiklerin bir sonucu olarak bu anlayışın devlet nizamına dönüşmesi taleplerini beraberinde getirdi. Örneklerini aşağıda vereceğiz.
Dinde samimiyet anlamında, Hz. Peygamber ve sahabe zamanını ihya etmeyi, bidatlerden uzak bir hayat tarzı benimsemeyi ve farklı kültür ve dinlerin etkilerinden azade bir yaşama biçimini her Müslüman önemser ve değerli görür. Ancak İslam’ın nassları merkez olmak kaydı ile durmadan değişen sosyal hayatı muhtevi yaşama biçimlerini göz ardı etmek, makul bir yorum olarak düşünülebilir mi?Selefi hareketlerin devlet nizamı olarak yorumlanması bile sözünü ettiğimiz değişim süreçlerinin sonucu değil midir?
Kavramsal olarak, bir kimsenin kendisinden önce gelen anlamına gelen “selef”, sözlükte “önceki nesil”, “selefiyye” de “bu nesle mensup olanlar” demektir. İslam düşünce tarihinde selefiyye adını taşıyan bir kurumsal bir yapıya rastlanmaz. İslamliteratüründe selef, sahabe sonrasıdin bilginlerini ifade ederken, selefiyye terimi ise iman esaslarıyla ilgili konularda sahabe ve ardıllarını izleyerek ayet ve hadislerdeki ifadelerin zahiri ile yetinip bunları aynen kabul eden ve yoruma gitmeyen Ehl-i Sünnet topluluğunu belirtmek için kullanılır. Bunlar, Kur’an ve sünnetle birlikte sahabe sonrası ilim neslinin görüşlerini dokunulmaz sayan, nakli bilgiyi yücelterek akli çıkarımların karşısında duran bir anlayışı temsil ederler. Sahabe sonrası ilim nesli “nass”dan sayılamayacağına göre kendisini selefî olarak niteleyenler aslında onların kelâmî konulardaki görüşlerini alarak bir başka yoruma gitmektedirler.
İlk dönem selefiyye anlayışının en belirgin özelliğinin, kelamkonularında akli çıkarımları iptal etmek, ayet ve hadisle yetinmek ve her türlü yorumdan kaçınmak olduğu söylenebilir. Siyasi ve kültürel konjonktürün etkilediği kimi fırkaları çıkardığımızda Ehl-i Sünnet mensuplarının zaten bu meseleyi sorun etmedikleri görülecektir. Günümüzde sorun aslında kelamcıların, filozofların, bâtınî yoruma her daim açık sufilerin manası kapalı ayetleri yorumlamasında değil, gelişen şartların etkisiyle ortaya çıkan medeniyet ürünlerinin tezahürüne bakış biçimiyle başlamaktadır. Şu halde türbeler, camiler, muhtelif kurumlar, zaviyeler, giyim kuşam şekilleri, kısaca zamanların getirisinden neşet eden modern değişim süreçlerine karşı üretilen karşı duruşu, kelâmîmeselenin neresine koyacağız sorusununcevabını aramak icap eder.
Bugünün Ortadoğulu Selefîleri ile Selefîliği sistemleşip bir akım haline getiren İbnTeymiyye’yi birbirine karıştırmamak lazım geldiğini düşünüyoruz. “Takiyyuddin İbn Teymiyye(öl. 1328), sağlam olduğu bilinen nakil ile aklı selimin asla çelişmeyeceğini, dolayısıyla da tevile gerek kalmayacağını ısrarla savunmuştur. Haçlı seferleri ve Moğol istilâsı etkilerinin görüldüğü bir dönemde İbnTeymiyye, Müslümanların inancını ve birliğini güçlendirmek amacıyla öğrencisi İbnKayyim el-Cevziyye ile birlikte katı lafızcı bir yaklaşımdan Kur’an ve Sünnet çerçevesi içinde dinî bir akılcılığa yer veren anlayışa geçiş yapmıştır” (Özervarlı). Özellikle sufîlerinbâtınî görüşlerini şiddetle eleştiren ve hatta bu tarz disiplinler üzerine metodoloji inşa edenleri tekfir eden İbn Teymiyye’nin, dini musikiyi, zikir törenlerini, içtihat için ağır bulduğu ehliyet şartlarını vs. reddettiğini görürüz. Onun selefîliğini ilmî ve usulî selefîlik olarak tasnif edenler mevcuttur.
“XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ıslah ve tecdit faaliyetlerini yoğunlaştıran İslâm âlimlerinin Kur’an ve Sünnet’e dönmeyi savunarak taklitten uzaklaşmayı öne çıkarmaları Selefîliğin bu dönemde daha çok tartışılmasına zemin hazırlamıştır. Özellikle İslâm dünyasının büyük bir kısmı Batılı ülkeler tarafından işgal edilip sömürgeleştirilince bu durumun sebepleri ve çıkış yolları hakkında sorgulamalar ve fikir arayışları başlamıştır. Bu bağlamda birçok ilim adamı ilk asırlardan sonra dine çeşitli hurafe ve yanlış anlayışların girdiğini, ulemâ arasında taklidin yaygınlaştığını, nasların ve diğer ilk kaynakların yerine fukahanın, kelâmcıların ve müfessirlerin şahsî görüşlerinin önem kazandığını, tasavvuf ve tarikatların halkı miskinleştirdiğini, dolayısıyla yeniden İslâm’ın özüne dönülmesi gerektiğini ısrarla belirtmişlerdir” (Özervarlı). Osmanlı Devletinin son dönemlerinde Hicaz’da ortaya çıkan Muhammed b. Abdulvahhab’ın (1703-1792) başlattığı hareket, İbn Teymiyye’nin fikirlerinin yeniden canlanmasına zemin hazırlamıştır. Kitap ve sünnet dışında kural ve yorum kabul etmeyen bu görüş sahiplerini muhalifleri vehhabi olarak nitelerken onlar kendilerine muvahhidûn veya selefiler olarak adlandırırlar. Belirli bir mezhebi taklitten kaçınmakla beraber, görüşlerinde isabetli gördükleri mezhep görüşlerine ve içtihatlara uydukları görülür. İbnAbdulvahhab ve taraftarları, kabirlere bina yapmayı, onları mescit edinmeyi, doğum günü anmalarını, tasavvuf gruplarının çıkardığı bir takım uygulamaları reddederekbunların kaldırılması adına icbari hareketlere girişmişlerdir. Hz. Osman’ın hilafeti saltanata dönüştürdüğünü ve bunu yaparak İslam’ın ruhuna aykırı bir yol tuttuğu iddiasını, Osmanlı devletinin saltanat anlayışına hamlederek Ortadoğu’da siyaseten Arap-Türk gerilimini tırmandıran İbnAbdulvahhabtaraftarları kendi lehlerine başarılı da olmuşlardır.
“Geleneksel İslâm yorumlarına olduğu kadar Batı’dan gelen her şeye karşı çıkan İhvân-ı Müslimîn,Cemâat-i İslâmî gibi hareketler ise Selefîliği bir dinî ideoloji haline getirmiş ve politik yönü ağır basan cihadî/aksiyonel gruplar ortaya çıkmıştır. Bu hareketler, birçok yönüyle dışa kapalı bir tavır geliştirmiş, bu yöndeki din anlayışının yerleşmesi ve güçlenmesi için farklı yöntemleri kullanmakta sakınca görmemiştir. Filistin sorununun kronikleşmesi ve Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgal edilmesi bu anlayışın Arap dünyası ve Hint alt kıtasında yayılmasını hızlandırmıştır. Bu süreç, İhvân-ı Müslimîn gibi nispeten ılımlı politik hareketlerden başlayıp İslâmî Cihad, el-Kaide gibi şiddet yanlısı grupların ortaya çıkmasına kadar varmıştır. Artık Selefîlik hareketini bile temsil edemeyecek kadar radikalleşen gruplar dinin ruhundan ve hedeflerinden ziyade lafzına ve şekline vurgu yapan, ahlâk boyutunu göz önünde bulundurmayan, tarihî tecrübe ve birikimleri, kültürel ve folklorik zenginlikleri reddeden bir söylem geliştirmiştir. Ayrıca politik arenada daha çok göze çarptıkları için çağdaş dünyada İslâm toplumlarının genel eğilimleriyle bağdaşmayan bir Müslüman imajının oluşmasına yol açmışlardır. Modernlikle ilgi kurmayan, siyasî yönü bulunmayan, tamamen geleneksel anlamda Selefin yolundan giden veya tasavvufun bünyesinde varlığını sürdüren Selefî cemaatler de mevcuttur. Bu sebeple çağdaş selefî hareketi sadece radikalizme veya siyasî anlayışa indirgemek suretiyle tek bir yönelişten söz etmek mümkün değildir.” (Özervarlı).Günümüz Ortadoğu’sunda beliren şiddet yanlısı selefi grupları bu kapsamda değerlendirmek gerekir.
Özetleyecek olursak, günümüzde adı terörle anılan cihadî/selefi hareketleri,ilk dönem kelamî tartışmaların ve İbnTeymiyye ve onun görüşlerinin bir neticesi olarak sistemleşenselefîlikle karıştırmamak gerekir. Bu tür hareketler çağdaş dünyadan ve geleneksel din anlayışından sızan uygulama ve anlayışlara tepki olarak geliştirilen aksiyonel bir yorumdur. Bu yorumlama biçimi zamanla özellikle Batı dünyasına karşı reaksiyona bürünen hareketlere dönüşerek siyasi boyut kazanmıştır. İslamcı terör adıyla adlandırılan örgütlerin düşünsel arka planında Batı dünyasına karşı haklı olarak derin bir nefret vardır. Bu yönüyle cihadî/selefi hareketler Müslümanların izzet ve şerefini kurtarma iddiasını taşımaktadırlar. Burada sözünü ettiğimiz selefî yorumun, -son dönemlerin Filistin, Gazze, Türkmeneli, Doğu Türkistan ve Rojava meselesindeki tepkisizliğine bakarak- hangi izzeti kurtardığınıayrıca sormalıyız.
Müslümanların tarih boyunca oluşturdukları bilim, kültür ve sanat eserlerini ortadan kaldırmaya yönelen bu hareketler hariciliğin çağdaş izdüşümü sayılabilirler. Müslümanlar esasen böylesi yorumların peşinden giderek kendilerine zarar vermek yerine, giderek büyüyen İslam karşıtı cereyanlara karşı ilmî, usulî ve cihadî bir karşı duruş geliştirmeli ve bir araya gelmenin yollarını aramalıdırlar.
----
- M. Sait Özervarlı, (2009),“Selefiyye”, DİA, c. 36, s. 399-402.
0 yorum:
Yorum Gönder