Namdar Rahmi Karatay ile ilgili birkaç yazı derledim burada.
Doğan Hızlan 7 Temmuz 2002'de Hürriyet gazetesindeki yazısında haklı olarak şöyle demiş:
"Başka kimsenin yazısında adı anılmamış. Günübirlik yaşayan toplumun unutulanlar listesi uzundur."
Tek şiiriyle hatırladıklarımız
Doğan HIZLAN
Tek şiirlerini ezbere okur, onlara karşı duyduğum şiirsel sevgiyi yinelerim.
Namdar Rahmi Karatay'ın Geçti Bor'un Pazarı şiiri, Ali Mümtaz Arolat'ın Bir Gemi Yelken Açtı şiiri ve Mustafa Seyit Sutüven'in Sutüven şiiri.
Üç şair başka şiirler de yazdı ama belleğimizde saltanatlarını tek şiirle sürdürüyor. Tek şiir adlarıyla özdeşleşti.
Bugün bu üç şairden söz edecektim, birini yazacağım bugün, diğer ikisini de yarın.
Bazı romancılar, kitapları hakkında konuşurken şöyle derler.
Kahramanım birden kontrolümden kaçtı, o kendini yazdırdı.
Üç şairden Sutüven ile Ali Mümtaz Arolat'ın şiirlerine antolojilerde rastlayabilirsiniz, ama tek şiiriyle ünlenen, bir zamanlar toplantılarda, müsamerelerde okunan Geçti Bor'un Pazarı şiirine satılan antolojilerden hiçbirinde rastlayamadım.
Genç kuşaktan çoğu, şiiri beğendi ama şairini anımsamadı.
Unutulmuşluğa bir set çekip, bugünkü yazımı ona ayırmaya karar verdim.
Sadece sevgili dostum Hasan Pulur'un Hiciv ve Düzen yazısında onun adını gördüm:
‘‘Namdar Rahmi, hakkı yenen bir hiciv şairi, heccavdır, 1930 ve 1950 arasında yazdıkları pek bilinmez, duyulup yayılmamıştır.’’ (12.04.2001, Milliyet). Başka kimsenin yazısında adı anılmamış. Günübirlik yaşayan toplumun unutulanlar listesi uzundur.
* * *
HİCİV edebiyatının eşsiz eserlerinden biri belki de en tanınmışından birkaç dize aldım buraya. Eski kuşak okurlarım belleklerini tazeleyecekler, yeni kuşak da böyle bir hiciv şahserinin unutulmasından üzüntü duyacaktır:
‘‘Başta kavak yelleri estiği günler hani?/Umduğumuz neşeler, şerefler, ünler hani?/Beklenilen alaylı, şanlı düğünler hani?
Servi gibi ümitler döndü birer iğdeye,/Geçti Bor'un pazarı sür eşeği Niğde'ye!
Bilmem ki ne olmaktı, senin gayen maksadın?/Fare gibi kitaplar arasında yaşadın,/Ne dans ettin, eğlendin, ne de sevdin kız, kadın,
Kim dedi ey serseri gençliğine kıy diye?/Geçti Bor'un pazarı, sür eşeği Niğde'ye!
Hasan'ın böreğine vaktinde yetişmeli,/Hiç durmadan gövdeye atıştırıp şişmeli,/Yanıp da kavrulmadan mükemmelen pişmeli
Sonra seni almazlar hiçbir yere çiğ diye,
Geçti Bor'un pazarı, sür eşeği Niğde'ye!’’
Hicivlerini halk deyimleri üzerine kurmuş. Şiirinin yaygınlık kazanmasının bir sırrı da burda. Keskin, ardında bir yaşama felsefesi olan toplumsal hicivin en usta örneklerini vermiş.
Başka şiirlerinin başlıkları yazdığımı doğrulamıyor mu?
‘‘Salla başını, al maaşını’’, ‘‘Poker destanı’’, ‘‘Karamanın koyunu’’, ‘‘İşte geldik gidiyoruz şen olasın Halep şehri.’’
HAYATINI öğrenmek istemez misiniz?
Namdar Rahmi Karatay, 1896'da Kütahya'da doğmuş, 1953'te İstanbul'da öldü.
Sorbonne Üniversitesi'nde felsefe okudu. Yakın arkadaşı Naci Fikret (Baştak) ile Konya'da 1925 ile 1929 arasında, 50 sayı süren Yeni Fikir dergisini yayınladı.
Şu aşağıdaki iki dize bile, bugün birçok kişinin kendini tanıması, kendine gelmesi için Namdar Rahmi Karatay'ı okumasının şart olduğunu gösteriyor:
‘‘Herkes tapınıyorken kendine fetiş gibi,/Herkes çalım satarken canlı bir afiş gibi.’’
Kaynak: https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/dogan-hizlan/avmler-ve-kutuphane-41670113 (erişim: 26.11.2020)
**
(Bu yazının imzası yok)
Yakın Cumhuriyet dönemine ışık tutmuş Konyalı değerlerden biri de Namdar Rahmi Karatay’dır. Düşünür ve yazar olan Namdar Rahmi Karatay, hiciv şairleri arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Aradan yıllar geçse de şiirleri halen güncelliğini korumaktadır. Aslen Konyalı bir ailenin çocuğu olarak 12 Teşrinisani 1312 (1896)’de Kütahya’da doğmuştur. Babası Evkaf Müdürlerinden Konyalı Abdülfettahoğulları’ndan Rahmi Bey’dir. 1908 yılında Kütahya’da rüştiyeden mezun oldu. Ailesinin yeniden gelmesi ile 1912’de idadiyi Konya’da bitirdi. Bir taraftan babasının isteğiyle Hukuk mektebi’ne devam ederken bir taraftan da edebiyat hocası Hayrettin Bey’in açtığı Özel Ümit İdadisi’nde öğretmenliğe başladı. Hocalık yaparken, Ufk-u Ati Mecmuasında yazılarıyla dikkatini çeken Konya’nın yetiştirdiği kültür insanlarından Naci Fikret Baştak’la arkadaş olur. Baştak’a hayranlığı giderek arttı. Yine şiirlerine divan edebiyatının en güzel örneklerini işleyen ve “Benim için büyük bir üstattı” dediği Ali Ragıp’la tanıştı. Yazılarını sürekli takip ettiği Naci Fikret Baştak’la düşünce dünyasını zenginleştirirken, Ali Ragıp ise divan edebiyatı zevkini tattırdı. Öğrenimini yaparken edebiyatla, sanatla uğraşan gençlerle karşılaşan, onlarla edebi çalışmalar içinde bulunan Karatay, o dönemde Babalık Gazetesi’nde yazmaya başladı. Yazılarının tesiri ile Mutasarrıf Şevket Bey’in talebi üzerine Afyon Lisesi’nde tarih-coğrafya öğretmenliğine başladı. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması ile askerlik vazifesi için İstanbul’a gönderildi. Zayıflığından dolayı tekrar öğretmenliğe verilince Konya’ya döndü. Nümune, İttihat ve Terakki, Anadolu İntibah gibi özel okullarda öğretmenlik ve müdürlük yaptı. 1920 ve 1922 yıllarında iki defa orta öğretim kâtipliği yaptıktan sonra, 1920–1922 yılları arasında Konya Sultanisi’nde Edebiyat ve Felsefe derslerini okutmuştur. Okul yıllarında Muzaffer Hamid ve Hulki Amil’in çıkardıkları Şahap dergisinde ilk şiirleri yayınlanmıştır. Ayrıca Naci Fikret Baştak’ın çıkardığı, Yeni Fikir’in yanı sıra Milli Mecmua ve Afyon’da yayınlanan Nur Dergisi’nde de felsefi ve içtimai yazıları çıkmıştır. 1917 yılında Konya Türkocağı tarafından çıkartılan Ocak Dergisi’nin başına getirildi. 1918’de arkadaşlarıyla birlikte Budapeşte ve Viyana okullarında incelemede bulunmak üzere Valilikçe Avrupa’ya gönderildi. Babalık gazetesine Paris Mektupları’nı bu dönemde yazmıştır. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nde psikoloji ve pedagoji öğretmeni iken Babalık’ta, Konya anılarını yazmıştır. Yeni harfin kabulünden sonra Uyanış adını alan Servet-i Fünun dergisinde felsefi yazıları çıkmıştır. 1932 yılında Dil Kurultay’ın davet edilir. Burada yaptığı konuşma oldukça beğenilir ve Paşa’nın da dikkatini çeker. Kendisini alkışlayanlar arasında öğretmenlikten atan Maarif Vekili Cemal Hüsnü Bey’de vardı. Fakat, Paşa’nın özel dikkatini çekmesine rağmen II. Dil kurultay’ın çağrılmadı. Çünkü sivri dili sayesinde pek çok düşman edinir!
İLMİ KİŞİLİĞİ VE ŞAİRLİĞİ
Namdar Rahmi Karatay, bir fikir, felsefe ve edebiyat adamı olarak dikkati çekmektedir. Lise yıllarında şiir yazmaya başlamıştır. Felsefî yazıları ve bilhassa Türkiye’deki belki de ilk ciddî felsefe cereyanı olan Enerjetizmin, üstat kabul ettiği Naci Fikret ile beraber, iki kurucusundan biri olacak derecede tefekkür faaliyetine çok genç yaşta katılması mühim bir düşünce hâdisesidir. Yaşadığı dönemde Cumhuriyet devrinin yanlışlarını, yönetimdeki eksiklikleri, toplumsal sorunları hicvin en büyük temsilcisi olarak yazdığı şiirlerle dile getirmiş, insanların hissiyatına tercüman olmuş bu nedenle büyük ilgi görmüştür. Hicivlerinde kişileri doğrudan hedef almamış, daha geniş bir çerçevede sorunları dile getirmiştir. Yazar Doğan Hızlan, bu noktada Karatay’la ilgili şunları yazmıştır: “Başka kimsenin yazısında adı anılmamış. Günü birlik yaşayan, toplumun unutulanlar listesi uzundur. Hicivlerini halk deyimleri üzerine kurmuş. Şiirinin yaygınlık kazanmasının bir sırrı da burada. Keskin, ardında bir yaşam felsefesi olan toplumsal hicvin en usta örneklerini vermiş.”
ŞİİRLERİYLE BÜYÜK ÜNE KAVUŞMUŞTUR
Bunda ki en büyük etken ise arı bir dil kullanımıdır. Temelinde Türk atasözlerinin, tekerlemelerinin olduğu bu şiirlerde Türkçe’yi öyle güzel, özlü bir anlatışı var ki herkesi kendine hayran bırakmıştır. Uğradığı haksızlıklar nedeniyle şiir gücünü, kırılan umutlarıyla kendini hiciv alanında öne çıkarmıştır. Şiirlerinde toplumsal meseleleri hicveden bir yaklaşım sergiler. Toplumun üzerindeki bütün olumsuzlukların farkında olup onları tek tek mizah denen o inceden ince iplikten geçirir ve şiir olarak tekrar insanların önüne koyar. Bu nedenle destansı şiirlerinde ise mürailer, açıkgözler, halkın sırtından geçinen, başkalarını basamak yapıp koltuklara tırmananlar, dalkavuk tipler konu edinilmiştir. Her türlü menfaat kaygısından uzak, yaradan ve yaratılana hayran bir düşünce içindeydi. Ruhunu maddenin içinde boğanlara, “Hey, şaşkınlar!” der gibi acı bir gülümseme ile bakmıştır. “Biz batakta köprü olduk, başkaları geçti nehri, İşte geldik gidiyoruz, şen olasın Halep şehri” dizelerinde de bataktakilerin dalkavuklar olduğunu yazmıştır. Yine Sizinki Tatlı Can da Bizimki Patlıcan mı şiirinde de yönetimdeki bozukluğu eleştirmektedir. Şiir şu satırlarla bitmektedir; Sizler de bizdensiniz, ne çabuk ayrıldınız? Her biriniz en yüce yerlere kayrıldınız Kiminiz doğruldunuz, kiminiz eğrildiniz Böylece zevk içinde yaşarsınız yalan mı? Sizinki can da bizim ki patlıcan mı? Günümüzde “Geçti Bor’un pazarı sür Eşeği Niğde’ye” cümlesini de yeri geldikçe kullanırız. Karatay’a ait olan bu sözle her şeyin zamanında yapılması gerektiğini kendi ruh ikliminde şu şekilde şiir haline getiriyor; “Başta kavak yelleri estiği günler hani? Beklediğin nişanlar, şerefler, ünler hani? Aradığın sevgili, şanlı düğünler hani? Selvi gibi ümitler döndü birer iğdeye Geçti Bor’un pazarı sür eşeği Niğde’ye! Sende cevher var imiş bunu herkes ne bilsin! Kimler böyle züğürdün huzurunda eğilsin? Şöyle bir dairede müdür bile değilsin! Ne çıkar öğrenmişsin mesahayı pi diye Geçti Bor’un pazarı sür eşeği Niğde’ye!
BURSALI ÖĞRENCİLERDEN ADINA KİTAP
Karatay, Konya’da doğmuş, görev yapmış olmasına rağmen hak ettiği değeri bulamamıştır. Vefatından sonra kendisine Bursa Lisesi’nde görev yaptığı öğrencileri daha çok ilgi göstermişler, onun adına; “Geçti Bor’un Pazarı” isimli bir kitap yazmışlardır. Konyalı Yazar Mehdi Halıcı, Selçuklu’dan Günümüze Konya’da İz Bırakanlar kitabında bu durumu şu şekilde ifade etmektedir; “Namdar Rahmi Karatay, Konya’da doğmuş, bu kentte görev yapmış, edebi toplantılar düzenlemiş, felsefe ekolü kurmuş olmasına karşın kendisine Bursa okullarından yetişen öğrencilerinin sahip çıkmıştır. Gönül isterdi ki bu çabada keşke Konyalı gençlerimizin de emek ve gayretleri olsaydı.” Bursalı gençler Namdar Rahmi’nin şiirlerine “Destan” adını vermişlerdir. 29 şiirin yer aldığı eserde çok sevdikleri hocaları için şunları yazmışlardır; “Sevdiğimiz, beğendiğimiz bir hocayı dinlemek, onunla tartışmalar yapmak, bu arada kendi bilgimizi de göstermek ne doyulmaz bir saadettir… Ah, mümkün olsa da o güzel saatleri bir kez daha yaşasak!... Dinlemesini sever ama dinletmesini, hem pek güzel dinletmesini de bilirdi. Nükteli, özlü, doyurucu bir konuşması vardı. O, tıpkı Sokrat gibi talebelerini konuşturur, onlara gerçeği bulmanın yolunu gösterirdi. Biz onun kadar talebesini hayran hayran dinleyen bir hoca görmedik. Bizlere değer vererek ruhumuzda bir gurur estirirdi.”
ÖĞRETMENLİKTEN İHRACI
Yanlış anlamadan kaynaklanan bir olay sonucu öğretmenlikten ihraç ediliyor. Türkistanlı arkadaşı Ahmet Şekuri Bey’in çıkardığı Balaras isimli mecmuaya yazı gönderir. Yazı sonrası dergiyi kendisinin yayınladığı zannıyla zamanın iktidarının hışmına uğramış, bir süre öğretmenlikten uzaklaştırılmıştır. Bu olay kendisini çok etkiler ve üzer. Kendisini bu felsefi çalışmalarına tam vermiş olduğu bir sırada ona imkanlar verilmesi gerekirken, “Silke-i celil-i maariften tard” şeklinde bir deyimle öğretmenlikten uzaklaştırılır. Fakat o öğretmenliğe dönmekte son derece kararlıydı. Ziraat Bankası Neşriyat Müdürlüğü, Yüksek Öğretim Şube Müdürlüğü gibi görevler sunuldu hiçbirini kabul etmedi. Sonunda istediği oldu, “Hükümetin siyaseteni anladın ya bir daha etliye sütlüye karışmayacaksın” uyarısında bulunarak önce Afyon’a, ardından Bursa’ya nakledilir. 1939’da Bursa’da Süeda Hanım’la evlenmiş, 1942’de Gazi Terbiye Enstitüsü edebiyat öğretmeni olarak tayin edilmiştir. 1947’de yakalandığı hastalığının tedavisi için İstanbul’a gitmesi gerektiğinden Çapa Kız Enstitüsü’ne tayin edildi. 2 Kasım 1948’de geçirdiği felç sonrası Fatih Millet Kütüphanesi’nde görevlendirilmiş, 1952’de emekli olmuştur.
KONYA’YI TERK EDİŞİ
Bursa’ya görevlendirildikten sonra Konya’ya bir daha gelmemiştir. Konyalı Yazar Mehdi Halıcı’ya göre her şeyini kardeşine bırakarak, Konya’yı terk eder. Ancak, Konya’yı sevmiş ve yetişmesinde etkileri büyük olmuş önemli insanlarla arkadaşlık edinmiştir. Zor dönemlerinde kendisine sahip çıkılmaması başka illere gitmesinde etkili olmuştur. İLGİYİ HAK EDEN KONYALI BİR ŞAİR Namdar Rahmi Karatay, Türk Edebiyatı’nda hiciv noktasında önemli eserler bırakmasına rağmen gerek sağlığında gerekse vefat ettikten sonra gerekli ilgiyi görememiştir. O ise yaşamı boyunca Cumhuriyet devrinin aksaklıklarını dile getirmekten, halkı duygularına tercüman olmaktan biran bile geri durmamıştır. Yazar Doğan Hızlan kendisi hakkında, “Hakkı yenen bir hiciv şairi, heccavdır, 1930 ve 1950 arasında yazdıkları pek bilinmez, duyulup yayılmamıştır” diyerek önemine vurgu yapmıştır. Yine Yazar Hasan Pulur da Karatay’ı “Hakkı yenen bir hiciv şairi, heccavdır, 1930 ve 1950 arasında yazdıkları pek bilinmez, duyulup yayılmamıştır” sözleri ile anlatmıştır. Bu anlamda Konyalı olan Namdar Rahmi Karatay’a bu anlamda Kadim şehir Konya’nın daha çok sahip çıkması gerekmektedir. Dönemin Babalık Gazetesi’nin Sahibi Afif Evren, öğretmeni olan Karatay için, “Konya, Naci Fikret Baştak ve Namdar Rahmi Karatay gibi yüksek zekâları, bilim adamlarını; ikisinin ölümlerine kadar yetiştirememiştir. Her ikisinde de dehanın izleri belirtileri vardır” ifadelerini kullanarak, kendilerini fikir meşalesi olarak nitelendirmiştir.
NAMDAR RAHMİ KARATAY’IN ESERLERİ
Hiciv ustası Namdar Rahmi Karatay, geride çok sayıda eser bırakmıştır. Kimisini kitaplaştırmış, kimisini ise nereye yazdığını bulamamıştır. Bu durumu şöyle açıklamaktadır: “Müsveddesini hazırladığı destanlar otantiktir. Yalnız birkaçını bulamadım. Ölüm de başucumda bekleyip duruyor. Mesela, ‘Uğraş didin nafile, dipsiz ambar boş kile’ bentli bir şiirim vardı, bulamadım. Bir de, ‘Aptal, ata binince bay oldum sanır, şalgam suya girince yağ oldum sanır’ bentli bir tercim vardı onu da beyaza çekemedim.” Kendisinin eserleri şunlardır; 1- Felsefi Meslekler Vokabüleri (Felsefe dersleri için yapılmış sözlük kitabı) 2- Namık Kemal ve İdealizm (Doğumunun 100. Yılı dolayısıyla yazdığı eserde Namık Kemal’i psikoloji ve sosyoloji bakımından incelemiştir.) 3- Paris mektupları (1925-1928 yıllarında Sorbonne Üniversitesi’nde Okurken Konya’daki Babalık gazetesine gönderdiği mektuplardan oluşmaktadır. Eserde Batı kültürünü ve Fransız irfan ocaklarını ele alır.” 4- Yazma Dersleri (Güzel Yazı yazmanın sırlarını araştırır, liseler için hazırlanmıştır.) 5- Kitaplarımın Hikayesi (Kültür konusu üzerinde durur.) 6- Geçti Bor’un Pazarı (Şiirlerinden oluşan ve ömrü yetmediği için vefatından sonra öğrencileri tarafından çıkarılan kitabıdır.)
VEFATI
Konya kültürüne ve edebiyata büyük önem vermiş olan Namdar Rahmi Karatay, damar sertliğinden ileri gelen nefes darlığı, baş dönmesi, felç geçirdi. Bunca hastalığına rağmen emeklilik işlerinin uzaması onu çok üzmüştür. Öğretmenlikten kendisini ihraç edenler bu seferde emeklilik işlemlerinin uzatma yoluna gitmiştir. Son görevini ise Fatih’teki Devlet Kitaplığı’ndaki hizmetiyle noktalamıştır. 1953 yılı Haziran ayında yerleşmek için gittiği İzmir’de 26 Ağustos 1953 günü vefat etmiştir.
KAYNAKÇA
BİRİNCİ, Ali (2012), Namdar Rahmi Karatay’ın Hikâyesi, Türk Yurdu Dergisi, Sayı:301 DEMİRSOY, Adem (2008), Konya Basınında Afif Evren (1922- 1977), Konya: SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi HALICI, Mehdi (2007), Selçuklu’dan Günümüze Konya’da İz Bırakanlar, İzmir: Tibyan Basım Yayım HIZLAN, Doğan (2002), Tek şiiriyle hatırladıklarımız, Hürriyet:7 Temmuz 2002 PULUR, Hasan (2002), Hiciv ve Düzen, Milliyet:12.4.2002 VARLIK, M. Bülent (1987), Unutulmuş Bir Mizah Ustası Namdar Rahmi Karatay, Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu Dergisi, Ankara.
Kaynak: http://www.konyayenigun.com/yenigun-ozel/konyanin-degeri-karatay-h202351.html
Konya Yeni Gün (Erişim:26.11.2020)
**
Namdar Rahmi Karatay’ın
Hikâyesi
Ali BİRİNCİ
Cumhuriyet devri mizah ve
hiciv şiiri sahasında ilk hatıra gelen ve “Geçti Bor’un pazarı sür eşeği
Niğde’ye” nakaratlı mizah şiiriyle daima hatırlanan Namdar Rahmi veya tam
ismiyle Mehmet Namdar Şehâb Rahmi Karatay’dır. Türk Ocağı’nın yüzüncü kuruluş
yıldönümü münasebetiyle, bir Ocaklı olarak bir defa da bu vesileyle
hatırlanması gereken bir şahsiyet olarak gündeme getirilmektedir.
1-
Ailesi, Doğumu, Evliliği, Çocukları ve Ölümü
Namdar Rahmi kendisi ve ailesi
hakkında bizzat kıymetli bilgiler vererek şöyle demektedir:
“Adım Mehmet, mahlâsım Namdar Şehab,
Fettahzade lâkabımızdır. Pederim cihetinden Deraliye’demedfun Şeyh Vefa
hazretlerine mensubuz. Babam uzun müddet evkaf memuriyetiyle Konya, Aydın,
Karahisarısahip ve Kütahya’da bulunmuş olup el-yevm ziraatle meşgûldür. İsmi
Mehmet Rahmidir.” Mehmet Rahmi, tekaüd senelerini geçirdiği Konya’da 1919’da
rahmete kavuşmuştur ve ilk eşi Asiye Hanım’dan da Mehmet Emin Vefa isminde bir
oğlu daha vardı. Namdar Rahmi’nin kendisinden üç yaş küçük Sadrettin Karatay
(24 Kasım 1896- 26 Ağustos 1953) ve Fatma Nigâr isimli bir kız kardeşi vardı.
Annesi Hanife Hanımdır[1].
Namdar Rahmi, babasının evkaf
müdürlüğüyle bulunduğu Kütahya’da 24 Kasım 1896 tarihinde dünyaya geldi[2].
Namdar Rahmi, Fatma Süeda hanım
(İzmir, 1909-7 Şubat 1995) ile evlendi ve bu evliliğinden Ali Başak (4 Ağustos
1941) ve Zehra Yeşim (Altaylı, 23 Eylül 1943) isimli iki çocuğu oldu. Son seneleri
hastalıkla ve büyük ıstıraplar içinde geçen Namdar Rahmi, emekli hayatını
geçirmek için yerleştiği İzmir’de 26 Ağustos 1953’te, elli yedi yaşında hayata
veda etti.
2-
Tahsil Hayatı
Namdar Rahmi’nin hayatı küçük yaşından
itibaren öğrenme ve öğretme yolunda geçti. Aile çevresi dindar ve uhrevî bir
iklim içindeydi[3].
Namdar Rahmi tahsil hayatı hakkında da
kendi kaleminden bilgi vermektedir:
“İbtidaiye ve rüştiye tahsilimi
mahâll-i velâdetim olan Kütahya’da, idadi tahsilimi vatan-ı aslîmiz olan
Konya’da ikmâl ettim. 328’de şahadetnâmemi aldıktan sonra Konya’daki Hukuk
Şubesine kayd olunarak bir sene devam ettim. Ertesi sene kendi arzumla terk
ederek yine Konya’da vaki olup ahiren hükümet-i seniyecesedd edilen Fransız
Mektebine girdim. Her ikisinden de tasdikname almadım. Fransızca’da yalnız
kitabet ve tercümeye iktidarım vardır. Konya Darü’l-Mualliminin’den de
ehliyetnâme aldım.”Bu şekilde Konya Tedrisat-ı İbtidaiye Meclisi huzurunda
yapılan bir imtihan neticesinde muallimlik ehliyetnâmesine sahip oldu. Hukuk
Mektebi’ne devam etmediği veya edemediği için kaydı silinmişti.
Namdar Rahmi, son iki sınıfını Konya’da
okuduğu idadiden 30 Haziran 1912 tarihinde âlîyülâlâ derece ile mezun olmuştu.
Namdar Rahmi, Cumhuriyet’in ilk
zamanlarında Avrupa’ya tahsil için gönderilen ilk talebeler arasında yer aldı
1925 Martında Paris’e gönderildi. Burada psikoloji yüksek tahsil sertifikası
aldı ve tahsili kâfi görülerek 1928 Temmuzunda çağrıldı.[4].
3-
Meslek Hayatı
Namdar Rahmi’nin on sekiz yaşında,16
Kasım 1914’de başlayan meslek hayatı sıhhatinin bozulması yüzünden Fatih Millet
Kütüphanesi’nde vazife verildiği 28 Ekim 1950 tarihine kadar, küçük inkıtalar
hariç, 36 sene devam etti.
Namdar Rahmi, mesleğe ilk girişini
şöyle[5] anlatır: “İdadiye burada bitirdim (1328-1912). İlkin, mektepte
edebiyat hocamız olan Hayrettin bey’in açtığı Ümit İdadisinde muallim oldum.
Bir taraftan da babamın ısrarıyla Konya’daki Hukuk mektebine devam ediyordum.
Mektep öğleye kadardı, öğleden sonra hocalık ettiğim mektebe gidiyordum.
Hocalıktan hoşlanıyordum. Karşımda zeki, sevimli yavruları gördükçe benim de
şevkim artıyor, bilmediklerimi öğreniyordum.” İlk vazifesi Mümtaz Bahri
tarafından açılan Konya Numune Mektebi’nde muallim vekilliği(16 Kasım 1914-7
Nisan 1915) oldu[6]. Bunu Konya Sille Köyü Füyuzat Mektebi ( 7 Mart-9 Ekim 1915)
muallim vekilliği takip etti.
Namdar Rahmi’nin I. Dünya Harbi ve
sonrasında bazı hususî mekteplerde muallimlik yaptığına da bu arada işaret
etmek gerekir. Konya’nın maarif tarihinde mühim bir yeri bulunan bu mektepler,
İttihat ve Terakki Mektebi ile yine Mümtaz Bahri ve arkadaşları Namdar Rahmi ve
İsmail Zühtü tarafından 1 Eylül 1917’de kurulan Anadolu İntibah Mektepleri adı
ile kurulan ve ilk ve idadi kısımları da bulunan mekteplerdi[7]
İlk asıl muallimliği altı yüz kuruş
maaşlı Karahisarısahip İdadisi tarih-coğrafya muallimliği(10 Ekim 1915-31
Ağustos 1917) oldu. 1 Eylül 1917-21 Haziran 1920 tarihleri arasında Ocak
(Konya, 19 sayı, 8 Kasım 1917-30 Mayıs 1918) mecmuasını çıkardığı
bilinmektedir.
Büyük Millet Meclisi’nin açılışından
iki ay sonra Ankara’da vazife alan Namdar Rahmi’nin kısa bir devre(22
Haziran-30 Ağustos 1920) Orta Tedrisat Başkâtipliği yaptığı görülüyor.
Aynı senenin sonbaharında yine
memleketine dönerek(10 Ekim 1920-16 Ağustos 1922) Konya Sultanisi Türkçe
muallimliği vazifesini ifa eden Namdar Rahmi, mümeyyiz vazifesiyle yine Orta
Tedrisat Müdürlüğü’nde kısa bir müddet(27 Ağustos-11 Ekim 1922) bulundu. Bu
kadar çok vazife değiştirmesinin bir izahı yapılmamış ise de kendisinin
memuriyet işlerine pek de hevesli olmadığı söylenebilir. Çünkü bu son idarî
vazifesinden kendi arzusuyla ayrılmış ve Karahisarısahip Lisesi Türkçe
muallimliğine nakli yapılmış ve iki seneye yakın (11 Kasım 1922-22 Nisan 1924)
bu vazifesini ifa etmiştir. 26 Nisan1924-1 Ocak 1925 tarihlerinde açıkta
kaldıktan sonra tekrar memleketi Konya’ya Darü’l-Muallimin’ine Fenn-i Terbiye
ve Ruhiyat muallimliği ile dönmüş ise de bu vazifesi kısa(26 Nisan1924-1 Ocak 1925)
sürmüştür.
1925 Martında bir talebe topluluğu
Paris’e gönderildi. Bu talebeler arasında Cemil Sena (Ongun), Vildan Aşir, Suad
Hayri (Ürgüplü), Burhan Ümit (Toprak) ile Konyalı iki talebe Naci Fikret
(Baştak) ve Namdar Rahmi (Karatay)’de bulunuyordu[8]. Namdar Rahmi, 1928
Temmuzunda Türkiye’ye çağrıldıktan sonra ilk vazifesi yine kendi memleketinde
Konya Erkek Lisesi felsefe ve içtimaiyat muallimliği(1 Ekim 1928-21 Kasım 1929)
olmuştu. Bu vazifesine, Balarısı[9] ismiyle arkadaşı Şekûri tarafından
çıkarılan ve ilk son sayısı ahlâka mugayir bulunarak toplatılan mecmuaya bir
yazı vermesi ve mecmuanın kendisine ait olduğunun zannedilmesi üzerine, her
ikisinin de vazifesine nihayet verilmiş ve zoraki olarak ayrılmıştı. Bu,
kendisi için tam bir beklenmedik darbe olmuştu. Yeniden mesleğine dönmek için
yaşadığı sıkıntılar veya maceralar da çok ibretlik bir hikâye teşkil
etmektedir: “Ben derslerimle, kitaplarımla uğraşırken böyle beklemediğim bir
darbe karşısında şaşırdım kaldım. Mektepten talebem akın akın gelerek beni
teselli ediyorlardı. Hiç beklemediğim, ummadığım bu hâdise geleceğe ait bütün
tasavvurlarımı altüst etmişti. Kitaplarımı yerleştirmiş, odamı döşemiş, bir
çift halı almıştım. Bu hâdise çıkınca ne yolda hareket edeceğimi şaşırdım. Bir
iki hafta bekledikten sonra Ankara’ya gittim, orada tanıdığım dostların,
mebusların benim durumumla ilgileneceklerini sanıyordum, fakat en umduklarım
bel bel yüzüme bakıyor, dil bilmez gibi susuyorlardı. Yalnız Meclis Reisliği
etmiş olan Musa Kâzım Bey[10] benim artık öğretmenlikten vazgeçmemi ve bana
Ziraat Bankası Neşriyat Müdürlüğünde bir vazife bulacağını söyledi.Beni bankanın
umum müdürüne götürdü. Bana şimdilik dört buçuk lira yevmiye vereceklerdi,
doldurmak için elime bir beyanname verdiler; ben o zaman akrabamdan Evkaf Umum
Müdürü Niyazi Beyin evinde kalıyordum, eve geldiğim zaman Maarif Vekâleti
Yüksek Tedrisat Umum Müdürü Nevzat Bey’in[11] bana haber yolladığını
söylediler; gittim, Vekil Beyden (Cemal Hüsnü Bey’di)[12] randevu aldığını
bildirdi; ertesi gün vekil bey beni kabül etti, Talim ve terbiye Reisi Mehmet
Emin Bey yanındaydı, kavga eder gibi görüştük, nihayet benim bir yere tayinim
için Mehmet Emin Bey’e emir verdi. Beni vekâleten Yüksek Öğretim Şube
Müdürlüğüne tayin ettiler. Vekil bir müddet sonra Nevzat Bey’i kaldırarak
yerine Babanzade Şükrü Bey’i getirdi. Ali Fuat Başgil, Sait Nazif[13] gibi
arkadaşlarım vardı; fakat bu vazife benim hoşuma gitmiyor, hep muallimlik
hayatını arıyordum: Her gün Orta Öğretim Müdürü Cevat Dursunoğlu’na, yeni
müsteşar olan M. Emin Erişirgil’e çıkıyor, beni gene muallimliğe vermelerini
rica ediyordum. Her defasında pazartesi, perşembe diye atlatılıyordum, artık
dayanamayarak doğrudan doğruya Vekile çıktım, o beni atlatmadı, yalnız
muallimliği şube müdürlüğüne tercih edişime şaştı.-Hükümetin siyasetini anladın
ya, bir daha etliye sütlüye karışmayacaksın- dedi. Ben ne demek istediğini anlamadım
bile, yalnız bir suçlu gibi başımı eğdim. Beni önce Afyon’da ihdas edilen bir
öğretmenliğe tayin ettiler, sonra da Bursa’ya naklettiler. Konya’daki bütün
alâkamı kardeşim Sadrettin’in başına sararak Bursa’ya geldim.”[14] Bu hâdise,
hayatının ve heyecanlarının kırılma noktasını teşkil ettiği ilk darbe
olmalıdır.
Namdar Rahmi, yeni bir vazife ile
tekrar Ankara’ya döndü ve bu defa Yüksek Tedrisat Dairesi şube müdür
vekâletinde(5 Ocak-12 Haziran 1930) bulundu. Bunu takiben çok kısa bir müddet(19
Haziran-31 Ağustos 1930) bulunduğu Afyon Orta Okulu terbiye muallimliğinden
sonra bu şehirden ayrıldı.
Namdar Rahmi’nin en uzun meslek hayatı
Bursa Erkek Lisesi felsefe muallimliği oldu ve tam on iki sene (1 Eylül 1930-22
Nisan 1942) bu şehirde bulundu. Cumhuriyetin onuncu ve on beşinci
yıldönümlerini bu şehirde karşıladı ve onuncu yıldönümü için yazılan
destanlardan biri kaleminden döküldü. Bu şehirde kültür hayatının bir mensubu
olarak bulundu. Bu senelerde bilhassa Bursa Halkevi çatısı altında çok verimli
bir kültür hayatı teşekkül etti ve kendisi de bu iklimin kıymetli bir mensubu
olarak bulundu.
Namdar Rahmi’nin bu vazifesinde iken
yaşadığı en dikkate değer hâdise Dolmabahçe Sarayı’nda, Atatürk’ün huzurunda
toplanan Birinci Türk Dili Kurultayına Samih Rıfat’ın teklifiyle katılması
oldu. Burada yaptığı konuşma çok beğenilmişti.[15] Bu kurultay sonrasında
yaşadıkları da hayatının ikinci büyük hayâl kırıklığını teşkil etmişti. Çünkü
İkinci Kurultaya(8 Mart 1933) bilhassa davet edilmemiş ve Gazi’nin iltifat ve
alâkası, kendisine karşı şaşırtan derecedeki haset duygularını kamçılamıştı.
Bunun kendisini ne kadar derin bir şekilde yaraladığını tahmin etmek çok
kolaydır. Çünkü seneler sonra bile bu acıyı hatırlaması bunu göstermektedir.
Kendi lisanından ikiyüzlü aydınların ve devlet ve makam meraklısı ve hatta
esiri kalem erbabının, bu vaziyetini anlatmaktan[16] kendini alamamıştır:
“Bu konuşmam tanıdığım birçoklarının
tebrikine vesile oldu. Arkadaşlarım beni saray bahçesinin uzak bir köşesine
götürmüş, benim heyecanıma heyecanla mukabele ediyor, beni hararetle takdir
ediyorlardı. O sırada Saray hademelerinden biri beni aldı,-Seni Gazi görmek
istiyor-diye saraya götürdü. Beni içeri soktu, orada Maarif Vekili Doktor Reşit
Galip Bey heyecanla dolaşarak bekliyormuş:
-Nerdesin, kardeşim? Paşa seni bekledi
bekledi, gelmeyince beni vekil bıraktı, gitti, çok müteheyyiç olmuş,
gözlerinden öptüğünü söyledi, kendi payıma ben de çok heyecan duydum. Artık
seni bırakmayacak, senden çok istifade edeceğiz, dedi. Ben mahçup ve mütevazı:
-Efendim, ben içimden geleni söyledim,
vazifemi yapmağa çalıştım kabilinden birkaç söz kekeledim. Çıktığım zaman
kapıda Talim ve Terbiye Reisi İhsan Bey heyecanla bekliyormuş, bir yıl önce
Maarif Vekili Cemal Hüsnü Bey benim için-silk-i celil-i maariften tard ve
ihraç- kararı verirken onu- aynı isabet, mahz-ı keramet- diye alkışlayan
kendisi değilmiş gibi, orada beni heyecanla takdir ve tebrik etti, fakat her ne
hâl ise o kadar takdir, tebrik, heyecan orada kaldı; ertesi yılki kurultayda
bir mücrim gibi takip edildim ve kurultaya alınmadım. Bu takip 942’ye kadar
sürdü. Sonra birçok hâdiseler gösterdi ki, benim o dost, kardeş, arkadaş diye
candan bağlandığım kimseler yalancı, müfteri, riyakâr birer jurnalci imişler…”
Balarısı mecmuası hâdisesinden sonra bu
ikinci darbeyi teşkil etmişti ve bundan sonra kendisindeki bedbinliğin tek
devası olarak mizahî hicivleri görmüştü. Cumhuriyet onuncu yıl dönümü
vesilesiyle yazdığı destandaki heyecanı uzak bir mâzide kalmış gibiydi. Bu
bakımdan 1933 yılının Namdar Rahmi’nin hayatının en dikkate değer bir devresi
olduğunu söylemek çok zor olmasa gerektir. Çünkü hem Cumhuriyet destanı ve hem
de “Geçti Bor’un Pazarı” başlıklı şiiri bu yıl içinde yazılmıştı ve her iki
şiirin ayrıca yapılacak tahlili, çok dikkate neticeler verebilir.
Bursa’dan tekrar Ankara’ya Gazi Terbiye
Enstitüsü edebiyat öğretmenliği ile gelen Namdar Rahmi’nin en çok kaldığı(30
Nisan 1942-17 Ekim 1947) ikinci vazifesi de bu olmuştu. Bu esnada sıhhati
büsbütün bozulmuş ve arzu ettiği derecede, artık çalışamaz hâle gelmişti.
Meslek hayatının son zamanlarında ilk
defa İstanbul’a Erkek Öğretmen Okulu Türkçe öğretmenliği(1Kasım 1947-15
Eylül1949) ile gelen Namdar Rahmi’nin bu sıralarda sıhhatinin çok bozulduğu
anlaşılıyor. Nitekim 17 Ocak’ta bir ay izin, daha sonra da 1 Şubat’ta ise altı
aylık rapor almak zorunda kalmıştı. İstanbul’da ikinci vazifesi Çapa Erkek
Lisesi’nde(16 Eylül 1949-28 Ekim1950) oldu. Buradan son vazifesi için
Pertevniyal Lisesi’ne nakli yapılmış ise ders veremeyecek derecede bozulan
sıhhati dolayısıyla 28 Ekim 1950 tarihinde, geçici olarak Fatih Millet
Kütüphanesi’ne nakli yapıldı. Bu vazifesi esnasında, 20 Ocak 1952 tarihinde
emeklilik dilekçesini verdi ve 7 Şubat’ta vazifesinden ayrılmak zorunda
kaldı[17].
Böylece 16 Kasım1914’de başlayan meslek
hayatı 7 Şubat 1952 tarihinde sona ermiş oldu.
4-
Yazı Hayatı
Namdar Rahmi, neredeyse çocuk denecek
bir yaşta yazı yazmaya başladı. Denebilir ki, ilk bakışta dikkati çekmese bile,
çok hareketli ve bereketli bir edebiyat iklimine sahip olan II. Meşrutiyet
Konya’sında küçümsenemeyecek bir mevki kazandı. Konya’da bulunduğu senelerde
dikkati çeken yazı hayatı bu şehir dışında bulunduğu esnada aynı verimlilik ile
devam etmemiş ve ancak kitap hâlindeki eserleri ile dikkati çekmiştir. İkinci
devrede ve bilhassa 1933’de yazdığı şiirlerle dikkati çektikten sonra daha çok
mizahî şiirleri kaleme almış ve bunlar kısa bir zaman içinde çok yayılmış ve
bazıları da duvarlara levha olarak asılmıştır.
Yazı âlemine girişi hakkında kendi
kaleminden dikkate değer satırları[18] şöyledir:
“Orada, daha idadide iken çıkardıkları
Ufk-u Âti adlı mecmuada gördüğüm “Mudhike-i nisaiyet” başlıklı yazısıyla
dikkatimi çekmiş olan Naci Fikret’le arkadaş olmuştuk. Bunlar idadide bizden
bir sınıf yukarıda idiler. Meğer bu genç, benim yazılarından tanıdığımdan çok
derin, hudutsuz bir umman imiş. Ona olan hayranlığım gün geçtikçe artıyordu. Bu
hayranlığım onun ölümüne kadar artarak sürdü. Bir de bizden bir sınıf aşağı Ali
Ragıp vardı ki, şiir alanından bir harika idi, yalnız o divan edebiyatının şaheser
örneklerini veriyordu. Bu iki arkadaş bana iki kanad olmuşlardı. Ben o vakte
kadar Edebiyat-i cedide ile meşgul olmuştum, bilhassa Fikret’in hayranı idim ve
yazılarımda hep Fikret’in tesirleri vardı. Ragıp bana divan edebiyatı zevkini
tattırdı, ben de ondan geri kalmamak için gazeller, mesneviler yazıyor, ona
nazireler yapıyordum. Fakat o benim için en büyük üstattı, bugün hâlâ hayranı
olduğum eserleri vardır. Ayrı bir kitap hâlinde topladığım Kitaplarımın
Hikâyesi adlı yazılarımda bunlardan bahsetmiştim.”
A-
Yazıları
Namdar Rahmi, Konya İdadisi son sınıf
talebesi iken ilk şiirlerini o sırada daha ziyade talebelerin yazdığı mecmua
olan Şehâb’ta neşretti. 30 Mart 1912- 4 Nisan 1913 (14 sayı, Konya) tarihleri
arasında çıkan bu mecmuanın kendisinin yazı hayatına bir başlangıç olması
bakımından hususî bir değeri bulunmaktadır. Son eserlerini, daha doğrusu
kitaplarını neşrettiği 1952 senesi göz önüne alınırsa tam kırk senelik bir yazı
hayatının olduğunu söylemek gerekmektedir. Sadece yazar olarak değil mecmua
nâşiri olarak da matbuat tarihimizde bir mevkii bulunmaktadır.
Bilhassa ilk gençlik çağlarında büyük
bir kitap âşıkı olan Namdar Rahmi, Paris’te satın aldığı kitaplarını binbir
zahmetle otellerde ve evlerde nasıl muhafaza ve Türkiye’ye, Konya’ya sevk
ettiğini anlattıktan sonra, bunları bilhassa kiralık evlerde münasip bir
şekilde yerleştiremediğinden şikâyet ederek bu heyecanının bu ayrılıklar
yüzünden nasıl söndüğünü[19] anlatmaktadır:
“Bursa’ya geleli on yıl olduğu halde
hâlâ kitaplarımın üçte biri, belki yarısı Konya’daki evimizin bir odasında
mahpustur. Zaman zaman onlardan bazılarına karşı şiddetli bir ihtiyaç
duyuyorum. Her şey tavında gerek derler; arası soğuyunca bir iştiha kaybolup
gidiyor. Ne zaman şöyle konforlu bir eve, bir kararda bir hayata malik olacağım
da hem kendimi, hem kitaplarımı bu perişanlıktan kurtaracağım?!Ömür yolunun en
mühim bir mesafesini aldım, hâlâ iki yakamın bir araya geleceği yok. Bu
derbederlik içinde öyle yüksek bir enerji israfı oluyor ki, bunu hesap
edebilsek facianın büyüklüğünü anlarız… Şu evsizlik yüzünden çektiğimi ben
bilirim. Hele Bursa’ya geldiğim zaman öyle yeise düşmüştüm, öyle ağlayacak hale
gelmiştim ki mensup olduğum vekâlete: Burada oturmaya elverişli kiralık ev
yoktur, beni evleri olan bir yere kaldırınız diye istida etmeyi düşündüğümü hiç
unutmam… Bende öyle bir negativizm hâsıl oldu ki, kitaplara küstüm, kaleme
darıldım, fikir cereyanlarına düşman kesildim. Artık kahveydi, gazinoydu,
kulüptü dolaşıyor, kitapları da ancak yatağa girdiğim zaman uyku getirsin diye
okuyordum.”
Burada hemen ifade edilmesi gereken bir
gerçek ise bu itirafına rağmen Namdar Rahmi’nin hiç de küçümsenemeyecek bereketli
bir yazı hayatının bulunduğudur.[20] Son senelerinde yazıları azalmış olsa bile
bilhassa 1952 senesinde, büsbütün bozulan sıhhatine rağmen, kitaplarının
basılması hususunda mesai harcadığı da bu meyanda hatırlanmalıdır.
Yazı yazdığı ilk mecmua Şehab oldu.
Gazeteler arasında ise Babalık (Konya) ve diğer mecmualar arasında da Konya’da
yakın dostu ve bir bakıma üstâdı Naci Fikret (Baştak) tarafından çıkarılan Yeni
Fikir, Ahibabazade Nâzım (Ekren) tarafında çıkarılan Resimli Zaman (9 Mayıs
1925- 26 Aralık 1933), Balarısı (15 Kasım 1929)[21], AsieMineur (1 Octobre
1929)[22], Sadeddin Nüzhet (Ergun) tarafından çıkarılan Kervan (1929), Eyüp
Hamdi tarafından çıkarılan Terbiye Postası, Mehmet Muhlis (Koner) tarafından
çıkarılan Selçuk (1934), Afyonkarahisar’ında Nur (Afyonkarahisar, 1924-1928),
Konya (1944), Ankara’da çıkan Anadolu Terbiye Mecmuası (1922),Gerçek Yolu
(1943), Ar (1943) ve İstanbul’da basılan Millî Mecmua’da (1925) bulunmaktadır.
Bu meyanda Karatay imzasıyla Türk Yurdu mecmuasında (1914) basılan şiirlerin de
kendisine ait olduğunu tahmin etmek zor değildir.[23] Bursa’da iken Bursa
vilâyet gazetesinde (1933) ve bilhassa halkevi mecmuası Uludağ’da (1935-1944)
yazılar yazmıştır.
Şehab mecmuasının, Namdar Rahmi’nin ilk
şiirlerini neşrettiği mecmua olması bakımından hususî bir değeri bulunduğunu
ifade etmek gerekir.[24]Bu mecmuayı çok sevdiği anlaşılan Namdar mahlâsına
ismine Şehab’ı eklediği ve bu şekilde mahlâsı Namdar Şehab ve tam isminin de
Mehmet Namdar Rahmi Şehab hâline gelmiş olduğu ihtimâli hatıra gelmektedir. Bu
bir tesadüf de olabilir. Esasen bu mecmuadaki şiirlerini de Namdar Şehab olarak
imzalamıştı. Bu mecmuanın müessisin heyeti şu isimlerden teşekkül etmişti: Muzaffer
Hamit, Hulki Âmil (Keymen), Abdullah Cevdet, Abdullah Zühtü, Rıfat Tahir,
Necdet Sabri, Selim Sırrı ve Ömer Lütfi. Mecmua kendini “Edebî, fikrî,felsefî,
içtimaî, fennî risale-i mahiyedir” şeklinde takdim etmişti ve fiyatı otuz para
idi.Aylık olan mecmua yedinci sayısından itibaren on beş günlük olarak çıkıyor
ve şehrin mühim gazetesi Meşrık-ı İrfan’ın matbaasında basılıyordu.
Şehab’ın ilk sayısında (30 Mart 1912,
s. 6) Namdar Rahmi’nin 25 Mayıs 1327 (7 Haziran 1911) tarihli ve “Hayat
yolunda” başlıklı bir şiiri basıldı. Bu kendisinin imzasını taşıyan ilk şiir
olması bakımından dikkate değer. Mecmuanın açtığı edebiyat müsabakasında
birinci olan şiiri 3. (s. 35) sayısında, diğer şiirleri de 4. (s. 44-45), 5-6.
(s. 68), 9. (s. 92), 12. (s.118) sayısında ve en son “Türklük ve Hilâle”
başlıkla şiiri de son sayısında (s. 132) basılmıştı.[25] Bu mecmuanın Konya
matbuatının en meçhûl bir temsilcisi olduğunu ve hemen hemen günümüzde hiçbir
sayısının tedkik edilmemiş olduğunu bu vesile ile ifade etmek gerekir[26].
Namdar Rahmi, Harb-i
Umumî’nin son senelerinde Türk Ocağı Konya Şubesi nâmına Vali Muammer Bey’in
desteğiyle çıkardığı Ocak mecmuasının her sayısında yazı yazmış ve 19 nüsha
çıkarmayı (13 Kasım 1917-30 Mayıs 1918) başarmış ve bu mecmuanın tahrir
müdürlüğünü yapmıştı. Fikir mecmuası olarak kıymetli bir bilgi kaynağı olan
mecmuanın dikkati çeken bir yazı heyeti bulunmaktadır[27].
Ocak mecmuasının tahrir
müdürü Namdar Rahmi Bey idi. On dokuz sayısı(8 Teşrin-i sânî 1917-3 Mayıs 1918)
Konya matbuat hayatının kıymetli birçok mensubunun yazılarını ihtiva etmiştir
ve II. Meşrutiyet devrinde Türk Ocağı tarafından çıkarılan dikkate değer bir
taşra mecmuasıdır. Bu mecmuada yazısı bulunan imzalar şöyle sıralanabilir:
Namdar Rahmi (Karatay), Ali Ragıp, Edip Raşit (Usman),( Ahmet) Besim Atalay,
Ahmet Nasuhi, İsmail Zühtü, Mahmut Nedim (Güntel), H. Ragıp, Sadrettin
(Karatay), Mümtaz Bahri (Koru), Naim Hazım (Onat), Mustafa Reşit,
Bandırmalıoğlu Midhat Şakir (Altan), Süleyman Necati (Güneri), Mehmet Veled
(İzbudak), Hamdizade Abdülkadir (Erdoğan), Seydişehrî Zeki, Gök Han (Niğde),
Ermenaklı Sırrı Mustafa.
Afyonkarahisarı’nda Nur
(Ağustos, 1924-15 Haziran 1927) mecmuasının sahip ve müdürü Muallim Ahmet Sami
Bey idi ve çok mühim ve bazıları matbuat hayatında kıymetli izler bırakan bir
yazı heyeti olmuştur. Bir kısmı müstear olan bu isimler şöyle sıralanabilir:
Namdar Rahmi (Karatay), Adanalı Ziya, Tahir Hayrettin, Derviş, Nurettin
İbrahim, Faruk Şükrü, Abdüllatif Nevzat (Ayasbeyoğlu), Ali Ragıp, Ahmet Sami,
Ahmet Tevhit (Ulusoy), Şefik Keramî, Haylaz, Makbule Fikret, Nahit, Abdullah
Mahir, Hasan Tahsin (Erzurum), Cevat Kâzım, Yahya Saim (Ozanoğlu), Vehbi,
Seyyar Muhabir, Salih Zeki, Hikmet Ziya, H. Zihni, Rüştü (Uşaklı), Kemal Ferdî,
Ahmet Şükrü, Ertuğrul, Enver Hami, EbussuudKâni, Dehrî.
Namdar Rahmi’nin yazı yazdığı
mecmualardan Yeni Fikir’in (42 sayı, 1 Ocak 1925-25 Kasım 1928) sahip ve
sermuharriri, kendisinin üstadı saydığı, Naci Fikret idi. Paris’te bulundukları
esnada da hem Naci Fikret ve hem de Namdar Rahmi mecmuanın hemen her sayısına
yazı göndermişlerdi. Diğer taraftan bu mecmuanın tam bir fikir mecmuası
olduğuna işaret etmek gerekir Bu mecmuanın çok geniş bir yazı heyeti
bulunuyordu: Bu imzalar şunlardı: Naci Fikret (Baştak), Celil (Maarif Müdürü),
Namdar Rahmi (Karatay), Sadrettin Rahmi (Karatay), Y. Y. Ahmet Tevhit (Ulusoy),
Ayaşlı Şakir, Fahri Behiç, Kemal Ferdî, Atabeyli Naci (Kum),Elif R, Seyfettin
(Yalvaç), Naim Hâzım (Onat), Ermenekli Hasan Rüştü (Okumuşgil), R. Ayın, Osman
Nuri, M. Zeki (Dolbay), Cevat Kâzım (Konya), Hoca Elif Elif, Hadi Tuğrul,
Haver, Ali Kemali, Ahmet Rıza, Nesip Mevlevî, Solakzade Cemil Hamit, Fahrettin
Kerim (Gökay), Sadeddin (Nüzhet Ergun), Kâzım Nâmi (Duru), Tevfik Nevzat,
Mehmet Naci (N. Fikret Baştak-Paris), Ahmet Kudsi (Tecer), Âzer, Muzaffer
Hamit, Yalvaçlı Ali Ragıp, (Hüseyin)Refik (Kırış), Feridun Nafiz (Uzluk),
İsmail Zühtü, Cemil Rikabî, Hasan Tahsin, Gökpunar, Mehmet Sabri, Raşit Arif,
Serâzat, Hüseyin Rahmi (Gürpınar), Eyüp Hamdi(Niğde), Hayrettin İlhan, Raşit
Arif, Odabaşıoğlu Tevfik Macit, Celile Nizamettin, Esat Âdil (Müstecaplıoğlu),
Neyyir Azer, Galip Fuat, Memduh Yavuz (Süslü), Ahmet Rıza, Pesendî, Sait Nazif
(Ozankan), Mehmet Nuri (Gençosman), Nurettin Rüştü(Büngül), Sururî, N.F (Naci
Fikret Baştak), Kuloğlu, Gevherî, Muallim Abdülgaffar, M. Rüştü (Konya),
Mustafa Şekip (Tunç), Hadi Tuğrul, M. Rüştü.
Kaynak: https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=1327
(erişim: 26.11.2020)
Ağustos 2012 - Yıl 101 - Sayı 300
---
B.
Kitapları:
Namdar
Rahmi’nin ismi bilhassa ismiyle birlikte hatırlanan Geçti Bor’un Pazarı
isimli şiir kitabıyla yaşamaktadır. Ancak kendisinin diğer kitapları da
günümüzde dahi hatırlanan ve aranılan eserler arasındadır. 7 Şubat 1952 tarihi
itibariyle emeklilik hayatına başlayan Namdar Rahmi, bozuk sıhhatine rağmen
bütün gayretini yazılarından ve şiirlerinden bir kısmını kitap hâlinde
neşretmek için harcamıştır. Bu sene zarfında Kitaplarımın Hikâyesi, Paris
Mektupları ve Geçti Bor’un Pazarı gibi kitapları bu sene içinde basılmıştı.
Geçti Bor’un Pazarı’nın ikinci baskısı için hazırladığı takdim yazısını
ise tamamlamak imkânı bulamamış ve bu kitabın, ölümünden bir sene sonra yapılan
ikinci baskısına konulabilmiş, ayrıca bu baskıda dizgi yanlışları da tashih
edilmiştir.
Kitap
hâlinde basılan kitapları hakkında basılış sırasına göre bilgi vermek
mümkündür.
1-
Felsefî Meslekler Vokabüleri, Afyon, 1932, 247+(8) s. Doğan Matbaası
Bu
kitabını o esnada, bilhassa liseler için, büyük bir ihtiyaç hâline gelen küçük
bir felsefe lügati olarak hazırlamış ve bilhassa kendi ifadesine göre Fransız
felsefecilerinden Lalande’ın lügatinden faydalanmıştı. Ancak Afyon’da basılan
bu lügatin ikinci baskısının bilhassa İstanbul’da basılıp neşredilmemesi,
tanınmasına engel olmuştur. Yeni harflerle basılan ilk felsefe lügati
olmasından dolayı Türk felsefe neşriyatı tarihi bakımından, bugün de bir değeri
olduğu açıktır.
2-
Namık Kemal ve İdealizmi-Sosyoloji ve Psikoloji Bakımından Bir Etüt,
Bursa, 1941, 28 s. Ankara Kitapevi
Bursa
Halkevi’nde, Namık Kemal’in yüzüncü doğum senesi münasebetiyle verilmiş bir
konferans vesilesiyle ve bu konferansı genişletmek suretiyle yazdığı metnin bir
kitapçık hâlinde basılmışıdır.
Bu
metinde Namık Kemal’in bir vecd hâline gelen idealizminin, vatan ve millet
aşkının bir mistisizme vâsıl olduğunu açıklayan ve dikkate değer yorumlar
yapılmaktadır. Ayrıca bu kitapçığı Millî Eğitim Bakanlığı tarafından takdirname
ile karşılanmıştır.
3-Yazma
Dersleri, İstanbul, 1945, 273 s. Maarif Matbaası
Bu
kitap Sorbon edebiyat profesörü Daniel Monret’nin bu mevzudaki kitabını esas
alarak yazdığı bir ders kitabıdır. Bilhassa bu sırada muallimi olduğu Gazi
Terbiye Enstitüsü talebeleri ve bütün orta ve lise mektepleri için
hazırlanmıştır. Bu itibarla kitap Maarif Matbaası tarafından kırk beş bin adet
basılmıştır. Sonunda bulunan “Açıklamalı sözlük ve endeks” lisan tarihimiz
bakımından da dikkate değer bir metindir.
4-Kitaplarımın
Hikâyesi, İstanbul, 1952, 102 s. Berksoy Basımevi
Bu kitabı, 1952 senesinde yâni ölümünden bir sene önce basılan üç kitabının
birincisidir. Türkçede kitap dostu olarak tanınan pek az insan, bu dostluğunun
hikâyesini kaleme almıştır. Bu bakımdan bu kitabın çok hususî bir değeri bulunmaktadır.
Namdar Rahmi burada kitapların dünyasıyla karşılaşmasını, ilk defa İstanbul’dan
ilk defa isim vermeksizin kitap getirtmesini anlatmaktadır.
Bu
arada kitabın Konya’nın II. Meşrutiyet devri matbuat, edebiyat ve fikir
hayatında bir mevki kazanan genç şahsiyetler hakkında kıymetli ve benzeri
olmayan bilgileri bu çevrenin bir mensubu olan yazarın kaleminden zapt edilerek
tarihe bırakılmış olmasıdır. Bu tarafıyla kitap Konya’nın yakın kültür tarihi
için vazgeçilmez bir kıymettedir. Yazar kendi hayatında bir yeri bulunan
isimlerden Naci Fikret (Baştak), Ali Ragıp, Mehmet Muhlis (Koner), Mümtaz Bahri
(Koru), Mehmet Nuri (Gençosman), bu sırada öğretmen olarak bu şehirde bulunan
Rasim Haşmet ve bir Meşrutiyet sürgünü olan Hüseyin Kâmi hakkında başka
mehazlarda rastlanmayan bilgiler vermiştir.
1-
Paris Mektupları, İstanbul, 1952, 133 s. Berksoy Basımevi
Namdar
Rahmi’nin 1952 senesinde basılan üç kitabından ikincisi bu kitaptır.
Kitaptaki
yazılar Paris hâtıraları, Fransız hayatı ve kültürü ile bilhassa Fransa ve
Belçika’da yaptığı seyahate dair yazılarını ihtiva etmektedir. Başlıklar
sırasıyla şöyledir: “Paris’te Terbiyevî Bir İçtima” (s.3), “Fransa’da Terbiye,
I, II, III”(s.6-13); “Teceddüt, Daima Teceddüt”, (s. 13-16), “Paris’te Bir
Komünist İçtimaı”, (s. 17-19), “Paris’te Bir Faşizm İçtimaı”,(s.20-22),
“Vatanperver Gençlik Cemiyeti’nin Mitingi” (s.22-25), “Sosyetede Savan’da Bir
Konferans”, (s.25-27), “Krallık Taraftarlarının Bir İçtimaı”, (s. 27-30),
“Fransa’da Seferberlik”, (s.30-31), Haşet Kütüphanesinin Yüzüncü Yılı”, (s.
33-35), “Avrupa’da Reklâm” (s. 35-38), “Fransa’da Frank ve Dolar Harbi”, (s.
38-40), “Fakir”, (s. 41-42), “Erkek mi Dişi mi?”, (s. 42-45), “Fransa’nın
İktisadî Âmillerinden Kadın”, (s. 4547), “Otalavi”, (s.49), “Fransa’nın
Vaziyeti Hazırasından Ahvali Âleme Bir Nazar”, (s. 49-52), “Fransa’da büyük
Perhiz Şenlikleri: Mikarem”, (s. 52-55), “Bombon Papazının Destanı”, (s.
55-58), “Şomaj” (s. 58-60), “İngiliz Düşüyor”, (s. 60-63), “İngiliz Düştü”, (s.
63-65), “Sorbon’da Bir Tez Müdafaası”, (s. 65-68), “İçtimaî Tikler”, (s.
68-72), “Dans”, (s. 72-75), “Teşhircilik”, (s. 75-77), “Sultan Paris’te”, (s.
77-80), “Tatil”, (s. 80-82), “Paris’ten Mon Pelye’ye”, (s. 82-84), Dijon”, (s.
84-86), “Liyon”, (s. 86-89), “Grenobl”, (s.89-91), “Dağlar”, (s. 91-93), “Mon
Pelye”, (s. 9395), “ Mon Pelye Sokakları”, (s. 95-98), “Amele Tezahüratı”, (s.
98-100), “Palavas”, (s. 100-102), “Prenelerde”, (s. 102-108), “Brüksel’de İlk
İntiba”, (s. 108-110), “Brüksel’de”, (s. 110-113), “Brüksel’de Yeni
Mahalleler”, (s. 113-116), “Broj”, (s. 116-118), “Yine Broj’da” (s. 118-121),
“Ostant”, (s. 122-124), “Yine Ostand”, (s. 124-127), “Gand’da”, (s. 127-130),
“Seyahatten Avdet”, (s.130-133).
Bu
kitabın son paragrafı (s. 133) seyahatinin kendisinde hâsıl ettiği duyguları
ifade etmesi bakımından dikkate değer: “Biliyorum ki dünyada yüzbinlerce
milyonlarca kasaba var. Anladım ki bunların hiçbirisinde aradığım beklediğim
şey yoktur. O yine benim içindedir. Benim öz yurdumdadır. İşte şimdi bu
kanaatle mutmain ve müsterih seyahatten avdet ediyorum.”
2-
Geçti Bor’un Pazarı, İstanbul, Yenilik Matbaası 1952, s.31.
Namdar
Rahmi’nin 1952 senesinde basılan üçüncü ve hâl-i hayatında basılan sonuncu
kitabı kendisine büyük bir şöhret taşıyan mizah şiirlerini ihtiva etmekte olan
bu kitabıdır.
Bu
kitap Cumhuriyet devrinde, 1933 senesinden itibaren mizahî hiciv şiirlerini
ihtiva etmektedir. İlk defa Akbaba dergisinde “ Geçti Bor’un Pazarı”
başlıklı şiiri basılmış ve bu şiirin gördüğü büyük alâkadan sonra büsbütün
mizah şiirlerine ağırlık vermiş ve neredeyse yazdığı her şiir bir hâdise
olmuştur.[1] Cumhuriyet öncesinde yazdığı şiirleri kitaba
dâhil edilmemiş ve günümüze kadar toplanmamıştır. Bu kitabın ilk baskısında,
yirmi yedi ve daha sonra ölümünün birinci yıldönümünde (Ankara, 1954, 80 s.
Türkiye Matbaacılık ve Gazetecilik A.O.) ikinci basımında ise yirmi dokuz şiir
bulunmaktadır. Bu baskıya eklenen Yıllık Destan (s. 73-79) devrin Bursa
memur ve muallimlerini ile dünya hâdiseleri anlatması bakımından mühimdir. Bu
kitabı nasıl hazırladığını anlattığı yarım kalan yazısı, ancak ikinci baskıya
konulabilmiş ve küçük kardeşi Sadrettin Karatay tarafından tamamlanmıştı. Bu
yazının son paragrafı (s. 14) Namdar Rahmi’nin son satırları ve içinde tam kırk
sene yaşadığı kitapların âlemine vedaı olmuştu:
“Bugün
müsveddelerini hazırladığım destanlar otantiktir, yalnız birkaçını bulamadım,
ölüm de başucumda bekleyip duruyor… Meselâ “Uğraş didin nafile, dipsiz anbar
boş kile” bentli bir yazım vardı, bulamadım. Bir de “Aptal ata binince bey
oldum sanır, şalgam suya girince yağ oldum sanır” bentli bir tercim vardı, onu
da beyaza çekemedim. Ölmeden bunları başarabilirsem bu da beni için bir hâtıra
olacaktır. Şu satırları yazarken kendimi hiç iyi hissetmiyorum, damar sertliği
alıp yürümektedir.”
Ancak
son senelerde yapılan üçüncü baskısında (İstanbul, 2004, 78 s) da ikinci baskı
metni aynen kalmakta, ancak ne hikmetse, kitabın ismi dış kapağında “Leyleğin
Ömrü” ibaresi üst, iç kapakta ise alt başlık olarak eklenmiş bulunmaktadır.
Ayrıca bu baskıya İsmet Bozdağ’ın yanlışlarla dolu bir ‘önsöz’ü (s. 7-10)
eklenmiş bulunmaktadır. Bu baskı aileden izinsiz olarak yapılmıştır. Kitap aynı
zamanda kısa bir hâl tercümesi ilâvesiyle Türk Dünyası Araştırmaları
(Sayı.88, Şubat, 1994, s. 152-172) mecmuasında Yücel Hacaloğlu tarafından
bastırılmıştır.
Namdar
Rahmi’nin bu kitabı dışında kalan “Cumhuriyet Destanı” isimli şiiri de Bursa
(Sayı.3359-350, 29 Ekim 1933, s. 3) resmî gazetesinde basılmış
bulunmaktadır.[2] “Geçti Bor’un Pazarı” gibi şiirleri
halkın dilinde senelerce dolaşmış ve halkın şikâyetlerine tercüman olmuş en
ünlü şiirlerin biri ve belki de birincisi olmuştu.[3] “Çarşambadır Çarşamba” gibi bazı şiirleri de
halk fıkralarına atıfta bulunmakta ve zamaneye uymanın mizahî felsefesini
yapmaktadır. Burada “Baktın zamane uymadı sen uy zamaneye” sözüyle de ifade edilen
eyyamcılık felsefesini anlatan fıkra, bilindiği takdirde bu şiir bir yoruma
kavuşabilir[4]. Hikâye şöyle: İki büklüm bir ihtiyar kasaba
pazarından köyüne dönmekte geç kalınca yol üzerinde bir değirmende gecelemek
zorunda kalmış. Gece yarısı bir gürültüyle uyandığı zaman perilerin
“Çarşambadır Çarşamba” tekerlemesiyle oyun oynadığını görmüş. Kendisini fark
eden periler kendisini de oyuna katmışlar. O da “Çarşambadır Çarşamba” diyerek
oyunu tamamlamış. Bunu üzerine periler “Bu ne kadar uysal bir adam” demişler ve
mükâfaten kamburunu düzeltmişler ve yola koymuşlar. Bunu gören ve durumu
öğrenen başka bir kambur da değirmende ertesi gün gecelemiş. Aynı şekilde oyuna
davet edilen ihtiyar günün şarkısı “Perşembedir Perşembe” iken o yine
arkadaşından öğrendiği şekilde “Çarşambadır Çarşamba” demeye devam etmiş.
Periler oyun sonunda “Bu ne aksi bir herif” demişler ve kamburuna bir kambur
daha eklemişler.[5]
Namdar
Rahmi’nin bu hiciv şiirleri çok taklit edilmiş ve bazıları levha hâlinde
basılarak esnaf dükkânlarına asılmıştır.[6]
Sonsöz
veya Namdar Rahmi’den Kalanlar
Namdar
Rahmi, henüz edebiyat tarihi bakımından değerlendirilmemiş ve hakkında hiç
değilse ciddî bir araştırma yapılmamış bir fikir, felsefe ve edebiyat adamı
olarak dikkati çekmektedir.
Her
şeyden önce çocuk yaşta girdiği edebiyat ve matbuat hayatında ilk şiirlerini
henüz bir idadi talebesi iken yazmış ve 1917’de ise 21 yaşında olduğu delikanlı
çağında Türk Ocağı adına Konya’da Ocak mecmuasını çıkarmıştır. Bilhassa
ilk zamanlarında veya Cumhuriyetin onuncu yılına verimli bir yazı hayatının
olduğu dikkati çekmektedir. Felsefî yazıları ve bilhassa Türkiye’deki belki de
ilk ciddî felsefe cereyanı olan Enerjetizmin, üstat kabul ettiği Naci Fikret
ile beraber, iki kurucusundan biri olacak derecede tefekkür faaliyetine çok
genç yaşta katılması mühim bir düşünce hâdisesidir[7].
Cumhuriyet
devrinde, hiç değilse 1933-1953 devresinde, mizahî hicvin en büyük temsilcisi
olan Namdar Rahmi, bilhassa devrandan şikâyet tarzındaki şiirleriyle birçok
bedbahtın hissiyatına tercüman olmuş ve bu şiirleriyle büyük bir alâkaya mazhar
olmuştu. Hiç şüphesiz bu şiirlerin doğrudan doğruya kişileri hedef almayıp daha
geniş bir çerçevede mizah ve halk felsefesi ile karışık tenkitleri ihtiva
etmesi kendisini, meselâ II. Meşrutiyet devrinin siyasî hiciv şairi Hüseyin
Kâmi gibi, bir hedef hâline getirmemiştir[8]. Gerçekten de bu şiirlerinde hiçbir
şahsiyetin isminin geçmemesi dikkate değer bir husustur. Ancak kendisinin bu
şiirleri herhalde birçok insanın veya devrin saadetine ortak olamayan
insanların ve memurlar ile münevverlerin hissiyatına tercüman olmuştur.
Keza
hem II. Meşrutiyet ve hem de Cumhuriyet devrinde siyasî mizah şiirleri yazan
Fâzıl Ahmet’in şiirlerini de geniş manada hiciv mizahına örnek göstermek
gerekir[9]. Ancak Namdar Rahmi’nin halk mantığına yakın
ve halk deyimlerine dayanan şiirlerinin gördüğü alâkanın rakipsiz olduğuna
işaret etmek gerekir[10].
Namdar
Rahmi’nin 1912 senesinde, henüz bir idadi talebesi iken başlayan yazı hayatının
çerçevesi ortada olmasına rağmen yazılarının ve şiirlerinin tam bir tespiti
yapılamamıştır. Bu tespit için ayrıca bir çalışma gerektiği ortadadır. Ancak
kendisinin daha çok ve daha yakından bir şekilde araştırılması ve tabiî
eserlerinin ve makalelerinin yeniden basılması gereken bir kalem ve fikir adamı
olduğu muhakkaktır ve bu yazımızın hedefi ve maksadı da buna işaretten
ibarettir. Bu yazı vesilesiyle kendisinin henüz hakkı teslim edilmemiş ve
yeteri kadar tanınmamış bir kıymetimiz olduğuna da dikkati çekmek
gerekir.
Ek.1
Cumhuriyet
Destanı
Tanrı
izin verdi bu güne erdik
Ulu
Gazimizden yetişti ferman
Şerefli
savaşın meyvesin derdik
Can
çekişen yurda geldi yeni can
Tarihleri
baştanbaşa seyreyle
Böyle
bir inkılâp gördünse söyle
Ver
sen kulağını gel otur şöyle
Sana
olanları ideyim ferman
Asırlarca
keyfe daldı sultanlar
Uyudular
siyaseti tutanlar
En
nihayet çullandılar düşmanlar
Parçalandı
esir oldu bu vatan
Kalmamıştı
istiklâli vatanın
Kölesi
olmuştu Türk Avrupa’nın
Keyfine
esirdi millet sultanın
Buna
tahammüle var mıydı imkân
Memleket
arıktı hasta gibiydi
Millet
baştan başa yasta gibiydi
Hükûmet
bir şaşkın usta gibiydi
Yoktu
bu hastaya bakacak Lokman
Sultanlar
milleti kulu sayardı
Pençesini
can evine dayardı
Kanını
emerek halkı soyardı
Tezvire
âletti din ile Kur’an
Vatanın
sızlardı kanlı yarası
Saraylara
aktı halkın parası
Saltanat
denilen yüzler karası
Vatanı
millete etmişti zindan
Gazi
geldi siyaseti çevirdi
Bir
hamlede düşmanları devirdi
Dinleyin
dünyaya nasıl şan verdi
Gelmedi
cihana böyle kahraman
Yunanlılar
İngiliz’e güvendi
Fransızlar
bir taraftan yüklendi
Halife
ordusu buna eklendi
Dört
bir yandan sursal eyledi düşman
Meydanda
ne ordu ne silâh vardı
Anneler
hep için için ağlardı
Sultan
halka düşman düşmana yardı
Millet
bu hallere eyledi isyan
Yunanlılar
önce hayli yürüdü
Ordusunu
ta merkeze sürüdü
Asılar
da her tarafı bürüdü
Milleti
aldı bir korku, heyecan
Halkın
gözbebeği Mustafa Kemal
Kürsüden
millete dedi: bu ne hal
Zafer
bizimdir yok başka ihtimal
Hele
siz sabredin şöyle bir zaman
Var
mıdır tarihte böyle mucize
Hiç
yoktan bir ordu çıkardı bize
Dökeceğiz
düşmanları denize
Dedi,
bu kuvvetin kaynağı iyman
Baş
kumandanlığı aldı nihayet
Bir
vücuttur Kâzım, Fevzi ve İsmet
İşte
bu birlikten doğdu o kuvvet
Taarruz
etmeğe yaptılar pilân
Türkü
kırdırmamak Gaziye emel
Dedi
bir Türk cihana bedel
Bu
sebepten pilânları çok güzel
Ordumuz
bu yüzden görmedi ziyan
“Hedefiniz
Akdenizdir askerler”
Emrini
duyunca yüklendi erler
İyman
kuvvetinden titredi yerler
Anladı
haddini İngiliz, Yunan
Saltanat
ordusu zaten kısırdı
Yunanlılar
baştan başa esirdi
Avrupalı
şaştı parmak ısırdı
Elçiler
yollayıp diledi aman
Yiğit
erler düşmanlarla boğuştu
Münafıklar
memleketten savuştu
Memleket
bir şanlı sulha kavuştu
Halkın
muhabbeti etti galeyan
Mezarından
şaştı buna Napolyon
Baş
eğdi bu hale Lüit Corc, Gürzon
Sever
paçavrası yırtıldı en son
Siyasî
zafere şahittir Lozan
Millet
kendi geydi zafer tacını
Kendi
yurdu için verir bacını
Bütün
düşmanlardan aldı öcünü
Ne
halife kaldı ne han ne sultan
Sıra
ıslahata geldi nihayet
Gazimiz
her yolda kılavuz elbet
Ne
saltanat kıldı ne de hilâfet
Şanlı
Cumhuriyet olundu iylân
Yetmiş
iki millet Türk’le barıştı
Dost
olmakçin birbirile yarıştı
Medeniyet
âlemine karıştı
Türkün
şerefini tanıdı cihan
O
softalar münafıklar yobazlar
Asırlarca
halkı uyutan o kazlar
Yeniliğe
terakkiye garazlar
Pustular,
yiyerek hepsi de tırpan
Yurda
doğdu medeniyet güneşi
Gönüllerde
yandı irfan ateşi
Millette
anladı ap açık işi
O
karakuvvetten kalamadı nişan
Tekkelerle,
medreseler yıkıldı
Hamdolsun
o bataklıktan çıkıldı
Medeniyet
abidesi dikildi
Millet
bildi nedir ilimle irfan
Türk
kadını hürriyete kavuştu
Okumakta
erkeklerle yarıştı
Avrupalı
bile çok kıymet biçti
Parlak
zekâsına oldular hayran
Harf
inkılâbile millet okudu
Kadın
erkek bülbül gibi şakıdı
Mektepten
mektebe mekik dokudu
Yüzde
doksan arttı okuyan yazan
Kargacık
burgacık Arap harfleri
Asırlarca
halkı bıraktı geri
Böyle
miydi yüce Türkün kaderi
Hainler
milleti bıraktı nadan
Şimdi
bir yıldırım hızıle koştu
Anladı
ki o masallar hep boştu
Derinden
derine kaynadı coştu
Dalgalandı
sanki bir koca umman
Gazi
geçti halka hocalık etti
Benliğini,
tarihini öğretti
Dedi:
bu düşkünlük kalmadı bitti
Yürü
ün sal artık dünyada uyan
Halkçılık
hedeftir şimdi millete
Adı
üstünde halkçı dendi millete
Halkımız
muhtaçtır hayli himmete
Bunu
anlamayan değildir insan
Her
tarafta halkevleri açıldı
Medeniyet
ışıkları saçıldı
Bilgi,
sanat şerbetleri içildi
Eski
sersemlikten kalmadı nişan
Gazimiz
halk için yaşarım, diyor
Halk
için dağları aşarım, diyor
Bunu
bilmeyene şaşarım, diyor
Kötü
gözden esirgesin Yaradan
Kılıç
onda, kalem onda, söz onda
Sevgi
onda, bilgi onda, öz onda
İleriye
sezen gören göz onda
Dedi
milletine bak işte inan
İlk
medeniyeti kuran Türk sensin
Tarihin
kökünde duran Türk sensin
Bütün
bu cihana saran Türk sensin
Senin
damarında döner asil kan
Dedi:
en güzel dil, senin dilindir
Dedi:
en güzel il, senin ilindir
Dedi:
tarih, baştan başa malındır
Senden
büyük millet görmedi devran
Ben
değlim sensin Mustafa Kemal
Ben
faniyim senin için yok zeval
Senindir
ey şanlı millet istikbal
Bu
cumhuriyettir sana armağan
(Rahmi)yim
tarihi beyan eyledim
Olup
bitenleri ayan eyledim
Ulu
Gazimize şükran eyledim
Ruhumun
içinden doğdu bu destan
Namdar Rahmi
Ek.2
Geçti
Bor’un Pazarı
Başta
kavak yelleri estiği günler hani?
Umduğumuz
neşeler, şerefler, ünler hani?
Beklenilen
alaylı, şanlı düğünler hani?
Servi
gibi ümitler döndü birer iğdeye
Geçti
Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye !
Sende
cevher var imiş, onu herkes ne bilsin?
Kimler
böyle züğürtün huzurunda eğilsin?
Şöyle
bir dairede müdür bile değilsin,
Ne
çıkar öğrenmişsin mesahası (piy) diye,
Geçti
Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye!
Bilmem
ki, ne olmaktı senin gayen, maksadın?
Fare
gibi kitaplar arasında yaşadın,
Ne
dansettin, eğlendin, ne de sevdin kız, kadın,
Kim
demiş hey serseri gençliğine kıy dedi?
Geçti
Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye!
Gönül
ne çalgı ister, ne eğlence, ne de dans,
Ne
güzel kadınların önlerinde reverans,
Kapandıkça
kapandı bunca yıldır kahpe şans,
İhtiyarlık
gölgesi perde çekti dideye,
Geçti
Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye!
Fırsatı
iyi kolla, olma sakın dangalak,
Genç
iken vur partiyi, durma ye, keyfine bak,
Sonra
iç şampanyalar, viskiler, bardak bardak,
Dokunuyor
üç kadeh şimdi bizim mideye,
Geçti
Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye!
Hasan’ın
böreğine vaktinde yetişmeli,
Hiç
durmadan gövdeye atıştırıp şişmeli,
Yanıp
da kavrulmadan mükemmelen pişmeli,
Sonra
seni almazlar hiçbir yere çiy diye,
Geçti
Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye!
Bursa-1933
Ek.3
Çarşambadır
Çarşamba
Ey
oğul bu âlemde maksadın yaşamaksa,
Al
sana hiç modası geçmiyen bir siyasa
Bu
sözü iyi belle, olsun sana bir yasa,
İşte
her yer süt liman, her işimiz gül pembe,
Çarşambadır
çarşamba, perşembedir perşembe.
Olsa
da yılbaşımız her yılın son kânun,
Değişir
mi kolayca sosyetenin kanunu,
Her
gün âmirlerine söyliyeceksin şunu:
“Bugün
dünden iyisin a sultanım merhaba”,
Perşembedir
perşembe, çarşambadır çarşamba.
Tuttuğumuz
yol büyük bir medeniyet yolu,
Kılavuz
mu istersin? İşte bilginler dolu,
Şahlanmış
gidiyoruz, sanki dizginler dolu,
Atlıyoruz
ok gibi yılda bin bir mertebe,
Çarşambadır
çarşamba, perşembedir perşembe.
Kendinden
küçüklere sakın gösterme meyil,
Baş
sallamayı öğren, büyük önünde eğil,
Sallanır
şapkayla da, baş hep kavukla değil,
Eski
kavuklar şapka, fıraklar eski aba,
Perşembedir
perşembe, çarşambadır çarşamba.
Nabza
göre şerbet ver, herkesi sal umuda,
Cennet
köşkündeyiz, de, olsak bile tamuda,
Şeftaliye
benzet sen, benzese de armuda,
Bütün
kötü görenler ya mürteci, ya kaba,
Perşembedir
perşembe, çarşambadır çarşamba.
Böyle
bitek tarladan umudunu kim keser,
Çıkmaktadır
ortaya hergün yeni bir eser,
Kar
yağar, güneş açar, uğurlu yeller eser,
Geceler
çift doğurur, şimdi gündüzler gebe,
Çarşambadır
çarşamba, perşembedir perşembe.
Bursa-1935
Ek.4
Türklük
ve Hilâle
Türklük
damarlarımda bugün yandı infial,
Gayzın
ateşleriyle solan yaşlı gözlerim,
Kinimle
bir çelenk örüyor. Hep sızlarım.
Bir
iftirâs içinde gerilmekte pür-melâl…
Turan
ufuklarından esen şanlı nefhalar
Kalbimde
bir serâb açıyorken bir intikam,
Hissiyle
benliğimde başlar gizli râşeler
Türklük
ufuklarından eser şanlı bir selâm
Nurunla,
haşmetinle gurup etme ey hilâl!
Düşman
ufuklarında bütün satvetinle doğ..
Garbın
sefil ufuklarını Hakka…nura boğ!.
Garbın
bulutlu göklerinde eyle iştigâl.
Kur
akşam tahtını Bosfor semasına
Gülsün
ufuklarında dünün eski leması.
Nurunla
bestelerken o gün şan neşidesi
Kâbus
içinde gayz ile kahrolsun Avrupa.
Gayzından
aktı kalbime bir zindelik bugün
Kalbimde
çarpıyor bu derin sinsi intikam.
Kayhan’dan
esti Türk’e bugün şanlı bir selâm
Düşman
önde titre o gün yoksa sen düşün
Namdar Şehâb
[1] Millî Kütüphanede bulunan Akbaba ciltlerinde
bu şiirler hep kesildiği için bu ilk şiirinin basıldığı sayıyı tespit edemedik.
[2] Metni için: Ek.1
[3] Bu şiirinin metni için: Ek.2
[4] Bu hikâyeyi yeri geldikçe hikâyeler anlatmayı
seven merhum babamdan dinleyeli yarım asrı geçti.
[5] Bu hikâye ve şiir bir devrin değil, beşerin
değişmez bir gerçeğini ifade etmektedir. Şiirimizde başka örnekler de
bulunabilir. “Merhaba kör kadı” diyeni seven insan henüz anasından doğmamıştır
ve doğmayacaktır.
[6] Dükkânlarda şiirlerinin asılı olduğu
hakkında: Celalettin Keşmir, “8. Ölüm Yıldönümünde Namdar Rahmi Karatay,” Konya
Yazıları, Konya, 2004, s. 117
[7] Bu felsefe cereyanı için: Muammer G. Muşta, Konya
Enerjetizm Felsefe Okulu, Ankara, 1990, s. 151 s. Kültür Bakanlığı
[8] Hayatına dair yazımız baskıdadır.
[9] Fâzıl Ahmet’in şiirleri için: Divançe-i
Fâzıl, İstanbul, 1329, 152 s. Tanin Matbaası; Hitabeler, Şiirler,
Hicivler ve saire, İstanbul, 1934, 271 s. Akşam Kitaphanesi; İkinci
Sis, İstanbul, 1951, 160 s. Sinan Matbaası
[10] Bu tarafına işaret eden mühim bir yazı için:
Behçet Kemal Çağlar, “Namdar Rahmi Karatay”, Yirminci Asır, Sayı. 58 (17
Eylül 1953), s. 22,30; Yazının metnini nakleden bir kitap için: Hilmi Yücebaş, Hiciv
ve Mizah Edebiyatı Antolojisi, İstanbul, 1976, s. 439-444