|
Kapak Fotoğrafı: Muammer ULUTÜRK |
Karanlığın gövdeme sinişini ve gömleğime doluşunu dinliyordum. Hep aynı
yolda sürünecek değildim ya; Ahmed Arif bulvarının eski sanayiye açılan
köşesinden daldım bedbahtlar diyarına (neden bedbaht olduğunu anlayacaksınız)
bütün dükkân kepenkleri yüzünü akşama düşmüş, tek ses yok koca sanayide.
Hemen 300 metre ilerideki petrol rafinerisinin saldığı o iğrenç kokuyu
soluyordum. Sinekleri ve haşereleri anlamak için güzel birkaç dakika
geçiyordum. Bu gazlar insanları kanser ediyordu, etmişti de.
Öksüren çilek renkli bir Tofaş, yaşlılığını belirterek tiz bir sesle
önümden hızla geçip gitti. Eksoz dumanı da kirli göğümüze eklendi. Tamam, her
yer karanlıktı ama kirlenmeseydi gökyüzü belki güzel rüzgârların, güzel çiçek
kokularını taşıdığını hissedecektik. He? Neyse boş verin...
Yürüme vasfına devam ettim. Bir an tüm sanayinin boğuk yalnızlığını
bitirecekmişçesine uğuldayan metal çarpışlarını duydum. Pamuğa değiyor gibiydi,
pamuğa incecik değip uğulduyor gibiydi. Koca sanayide tek açık atölye. Kapının
önünde eski kasa bir Range Rover; boyası kalkmış, paslar yüzünü ve cazibesini
öldürmüş, tekerleri küsmüş öylece duruyordu. İçeride Rover ile aynı orantılarda
kırmızı gömlekli bir usta, küçük çekiçle demiri dövüyordu. "tak, tak,
tak" Elleri titriyordu her savuruşunda, her dokunuşunda. Ama güzelim bir
ses konçerto üretmişti, haberi yoktu. Bir ara çayından bir yudum aldı, o ara
hemen içeri sokuldum. Hafif eğilerek:
-Selamün aleyküm, kolay gelsin usta. Dedim. Boynu çekicin gidişatına
odaklanmış, yüzünü bile çevirmeden:
-Ve aleyküm selam, aleyküm selam genco! Dedi. Yıllardır tanışıyor ve
muhabbetteydik hissiyatını ağırladım birden içime. Demirden yaptığı iskemlenin
üzerini nasırlı elleriyle temizleyip, çekti önüme:
-Gel otur, çay sıcak.
-Eyvallah ustam, bi selam vereyim dedim sadece.
-Hele öyle olur mu? Dedi ve oturdum kaynak makinasının yanına hemen. Metal toz
kokusu içeriye hâkimdi, piknik tüpünün üzerindeki çaydanlığı aldı sıcacık bir
bardak çay doldurdu (su bardağından, bilen bilir)
"Usta" dedim, "geçerken kulağımı hoşnut eden sesleri duydum,
neden o kadar ağır ağır ve bir çocuğa dokunur gibi dokunuyordun demire? Tüm
sanayiyi dolaştım, tüm dükkânlar kapalı, bir senin atölye açık...
-Ee, çocuğa güzel güzel şekil vermeli değil mi? Bunun için de ha böyle
dokunacağız.
-Ya çocuğun anlayışı sertse, ya katıysa, ya böyle kalmak istiyorsa?
Kaynak makinasını açtı, bir elektrot taktı ve yaptığı oval su deposunun
kenarlarını puntolamaya başladı.
-O zaman, benim gibi olur. Aslına bakarsan, hepsi yalan. Çok uykum vardı, malum
yaş ilerledi. Gözlerim bi açılıp, bi kapanıyordu. Ben de inat etmişim, öyle
vuruyorum demire, ne bileyim öyle aheste aheste ses çıkardığını. Boş ver felsefesini,
iyi ki sesi duymuş gelmişsin, yoksa aha da burada uyuya kalacaktım. Sonra işin
yoksa hırsızlarla uğraş...
Güldüm, güldük. Beraber dükkânın kepenklerini indirip ayrıldık bedbahtlar
diyarından.
(Yuja Dab/Yunus Baysal,Kâğıt Dergi Eylül-Ekim 2015 sayımızdan)