Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

25 Ocak 2009

Bugün Kırk Yaşındayım

26.01.2009
Günün birinde kendimi vesile kılarak, bir “kırk yaş” yazısı yazacağım aklıma gelmezdi. Bugün kırk yaşımdayım işte. Mevla öyle dilemiş. Otuz beşten çok uzaklarda görünüyordu aslında kırk. Hayatı ortasından da bölmüyor oysa. Cahit Sıtkı’dan dillere pelesenk olmuş bir söz, bir ölüm vakti belirleme çabası yahut ömür cetvelinin ortası gibi öylece kalmış.

Etrafta ihtiyar neden az sorusuna bir cevap bulmuştum önceleri. “Ölüm o kadar çok ki, ihtiyarlamak bu sebeple herkese nasip olmuyor” cinsinden bir cevabı vardı.

Kırk sayısının büyülü olduğunu biliyorum. Öyle bir yazı kaleme almıştım 2006 senesi halefine bırakırken zamanı. Fakat içinde yoktum. Kırk kelimesi tek başınayken kulağıma daha sert çarpıyor. “..Şair, kırk yaşında…” ile başlayan hariç. O çok “Özel” çünkü. Şiire bulaştığım kitabın adı. Öykünüp durduğum, sonuna geldiğimde yazdıklarım içime batan, ne dediğimi çok da bilmediğim, lakin bir şeyi böyle söylemek gerektiğine dair bir inancın beni sarıp sarmaladığı “Erbain”di o. Yazmayı bıraktığımdan beri yazmıyorum, duymasın şair dostlar. Bir şiirin hakkından gelemeyeli çok oldu.

“Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?
Yaşamayabileydim yazar mıydım hiç şiir?”
Benim gibi, yaşamayı bilmeyenler, üstelik de böyle bir muradın şiirle kaim olabileceğini bildiği halde kelimeler arasında bocalayanlar için muazzam bir cevap bu.

Erbain, kırk gün demek aynı zamanda. 22 Aralık-31 Ocak günleri arasına rastlayan kırk günlük kış dönemi. Zemheri yani. Şiirin işaret ettiği, kırk yaşa seğirtip hızını ancak orada kesen ve karmaşası eksik olmamış bir hayat tecrübesinin hülasası gibi. Her şeye rağmen bir şiir yazabilmeyi bugün çok isterdim. Kırk yaşındayım şimdi ve ortalık zemheri. Dışarıda soğuk yok, kar da yok lakin. Üstelik sıtma nöbetim bile bitmiş değil. Bir şiir için hayat hazır. Ben değilim.

Kırk, sonuna ekler geldikçe, kendini aşan bir olgunluk, şekil ve bazen de insan ruhunu ayartan anlamlara bürünüp oracıkta duruyor. Sözgelimi, “kırkikindi yağmuru” oluyor zamanı gelince. Ellerde “kırk yama” bazen, çeyiz levazımatı yahut israfa muhalif bir iktisat mantığı ile ev ahalisinin ürettiği şey oluyor eski zamanların. Kırkıncı gece gelince ölü sahi, yakınlarının bildiğini düşündüğü bir ahval içinde mi? “Kırklar”a kim karışacak şu karışık günlerde? Kırkından sonra azanları hangi gizli kameralar takip ediyor?

Kırk’a dair bir nefs muhasebesi içinse bugün yerim çok dar. Ne ettim de ne buldum âna kadar, neler beni bulur bundan sonrasında, ben neleri ve kimleri türünden dizi dizi suali vuzuha kavuşturacak şeyleri ısrarla geçiyorum üç vakte kadar. Bugünü düşünmem yeter aslında. Kırk sene çölde dolaşan adamların zamane ahfadı, zaman ve mekana ihanet ederken, masumları kendi hallerine terk eden başkalardan hiç farkım olmadığını düşünmem bana yeter.
-“Markuuuut! Torbanı sarkıt.”
Bizim evin de bir markutu vardı. Çatıda bir yerdeydi. Ürkünçtü. Vakti gelince çağırırlardı onu. Keşke şimdi olaydı şuracıkta. Yakub’un hayırlı çocukları veya kırkına ulaşıp öylece hayat süren yığınlar için Musa olaydı.
Seneye bu vakitler bir “kırk bir yazısı” diledim şimdi. Ardına maşallah filan ekleyerek…

11 Ocak 2009

Siz Ölüyorsunuz Biz Diriliyoruz!

11.01.2009
Jenosit, genos (Yunanca “ırk”, “soy”) ve cida (Latince “katletmek”) kelimelerinden türemiş. “Irk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum ya da başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen bir topluluk veya toplulukların bireylerinin, yok edicilerin çıkarları doğrultusunda önemli sayıda ve düzenli biçimde yok edilmeleri” (tr wkpd) demek. Birleşmiş Milletler’in 1948 tarihli “Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”ne göre, bir eylemin soykırım olarak nitelendirilebilmesi için, “belirli bir insan topluluğunun; milliyeti, ırkı, etnik kökeni veya dini dolayısıyla yok edilmesi niyetinin bulunması” gerekiyor. İsrail Devleti’nin, ırk üstünlüğü esasına dayalı teokratik devlet yapısından neşet eden inanış, masum bir toplumu toptan yok etmeyi hedefliyor. Şu halde, Gazze’de yaşananların bir soykırım olduğu apaçık ortadadır. Nazilerin Yahudilere, Saddam’ın Halepçe’ye, Sırpların Boşnaklar’a, Fransızların Cezayir’e yaptığının aynısı. Bunlar, Kızıl Khmer ve Raunda soykırımları ile birlikte tescilli soykırımlar olarak insanlık tarihinde kapkara yüzleriyle anılacaklar.

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Roma Statüsü’ne göre soykırımın tanımı 5 maddede yapılıyor. Bu maddeye göre soykırım, “bir milletin, etnik, dini bir grubun veya bir ırkın tamamını veya bir bölümünü yok etmek amaçlı yapılan aşağıdaki davranışlar” olarak şöyle tanımlanmış: -Grup üyelerini öldürmek,-Grup üyelerine ciddi fiziki veya zihinsel zarar vermek,-Grup üyelerinin yaşam şartlarına, grubu fiziksel olarak yok etme amaçlı zarar vermek,-Gruptaki doğumları kasıtlı olarak engellemek,-Grubun çocuklarını zorla başka bir gruba transfer etmek.


Tanıma giren 5 maddenin tamamı Filistin’de uygulandı şimdiye kadar. Bunlar, İsrail Devleti’nin öteden beri uyguladığı sistematik soykırım. Yani 27 Aralık 2008 tarihinden itibaren başlamış bir mesele değil. Katliamın gerekçesi bu defa özellikle Hamas olarak gösterilmiştir.

Uluslararası vicdan üzerine düşeni yapmadıkça soykırım cephesinde değişen bir şey olmayacak ve -Yüce Mevla’nın belirlediği zamana kadar- zulüm yapanın yanına kalacaktır. Birleşmiş Milletler, kendi tüzüğüne yazdığı tanımları dünyanın muhtelif yerlerinde alenen görmesine rağmen kılını kıpırdatmayarak kendi tarihi boyunca zulme seyirci olmuştur. Biz Srebrenitza'yı asla unutmayacağız. 8300 Boşnak’ın Sırplar tarafından öldürülmesine seyirci kalan 400 kişilik Hollanda birliğini de.


Doğumlar-ölümler olacak, insanoğlunun sahiplendiği sınırlar değişecek, kavganın biçimi değişecek fakat Firavunlarla Musa’ların mücadelesi kıyamete kadar sürecektir. Bugün Musa’nın çocuklarıyla Firavun’un çocukları rollerini değiştirmişlerdir. Musa’nın çocukları, mazlum olmaktan çıkmışlardır çoktan. Hepsi Yahudileşmiştir. Hepsi ilkokul çağlarından itibaren birer katil adayı olarak yetiştirilmektedir. Yehova’nın kendilerine ilelebet armağanlar yağdıracaklarını düşünüyorlar. Derin Mitolojik translar geçiren günümüz Yahudileri bunun böyle olmayacağını er-geç anlayacaklar. Bir sepetin içinde Nil Nehrine bırakılan bebek Musa’yı Firavun nasıl sahiplediyse, Gazzeli bebekleri de sahiplenecek tarihin gelişi yakın olacaktır.

Son olaylar, bizim topraklarımızda yaşayan ehl-i vicdanı bu defa cidden bir araya getirmiştir. Ben, okullarımızda bedenleri küçücük insan evlatlarının kendi aralarında kuruşlar topladıklarına şahidim. Dualarına şahidim.

Filistin’i hangi şartlarda olursa olsun terk etmeyen mücahitler, masumlar! Siz ölüyorsunuz, biz diriliyoruz…

04 Ocak 2009

Seninleyiz Gazze


03.01.2009
Hava soğuktu ve canımız acıyordu.
Canımızı acıtan soğuk değildi elbette.
Rektörlük önünden Kayalıpark’a doğru çığ olup yürüdük. Çoluk çocuk, genç yaşlı aynı yaranın acıttığı derdi haykırmak içindi yürüyüşümüz. Keşke bütün şehir orda olsaydı. Olmalıydı.

Giderek çoğalan kalabalığın öfkesi yürekler ısıttı. Bu yürüyüşün dua mesabesinde olduğunu bilenlerle birlikte Hamas’a, Gazzeli çocuklara selamlar gönderdik Konya’dan.

Can kulağıyla dinledik Filistinli Doktor Hasan Bereket’i. “Selahattinlerin, Sultan Muhammed Fatihlerin, Yavuzların, Mevlanaların torunları bugün siz neredesiniz, bizlerle misiniz” diye sordu.
Evet dedik. Evet sizinleyiz.

“İsrail canileri, “Muhammed (s.a.v) öldü geriye kızları kaldı” diyorlar, Müslümanları yok sayıyorlar. Dünya Müslümanları nerede?” dediğinde Hasan Bereket, alanı dolduran 20 bin kişi, zulmü yapanları ve zulme seyirci kalanları lanetledi Allah’ın lanetiyle.


İHH İnsani Yardım Vakfı Genel Başkanı Bülent Yıldırım, dünyanın gözünün Konya’da olduğunu dile getirerek, İsrail’in uçaklarının Konya’da eğitim yapıp Gazze’yi bombaladığını söyledi. Biliyorduk bunu. Utandık. Bu, bizi hep utandırdı zaten. “Konya bu ayıbı bitirmelidir” dedi ve ekledi: “Ev ev dolaşıp imza toplayacaksınız, İsrail ve ABD uçaklarını Konya’dan kovacaksınız”.

Neden olmasın? Bu şehirde yaşayan herkes, sadece Filistin’in değil, zulme uğramış Müslüman coğrafyanın hâmisi, yardımcısı olmadı mı? Bu ayıptan kurtulma çabasıyla başlayabilir işler.

Kendi sonunu emsali görülmemiş zulümle hızlandıran İsrailoğulları’nın bir daha toplanmamak üzere yeryüzüne dağılıp zelil zamanlarını yeniden tadacakları günlere duacı olduk. Onlar ne zaman devlet olup ferahı görseler zulme başlıyorlardı çünkü. Hadlerini aşmışlardı yeniden. Dağılıp gidecekleri ve kendilerine yurt arayacakları günler yakındır. Yeryüzünün en seçkin ırkı iken, bize ne oldu diyecekler vakit gelince. Süleyman’ın ve Davud’un ihtişamlı günlerini sürgünlerde acıklı halet-i ruhiyeler içindeyken nasıl andılarsa öyle anacaklar. Sürgün günleri geri gelecek. Ortadoğu’da yurtları olmayacak bir daha. Bunları, tarihin İsrailoğulları hakkındaki tecrübesi ve zulm ile âbâd olunmaz kaidesi gereği yazıyorum. Değilse harekete geçmeden hangi eşyayı kımıldatabilirsiniz?


Basın otobüsünün üzerinden fotoğraflar çektim. Uzunca iki sopanın üzerine iki ayakkabı takmıştı bir ihtiyar. Ayakkabıların birinin altında Olmert, diğerinde Bush yazıyordu. Gözlerinden yaşlar boşananlar vardı. Şeytanı yürekleriyle taşlayan gençler. Babalarının omuzlarında çocuklar…

Miting alanlarını doldurmakla, yürümekle bitmeyecek bu işler. İsrail’e hayır diyecek bir devlet erki lazım. Çünkü İsrail’e hayır demek, AB.’ye ve ABD’ye hayır demek. Onlara hayır demedikçe “hayr” gelmeyecek.

Bülent Yıldırım dedi ki bir de; “Eğer oradaki zulmü Müslümanlar yapmış olsaydı, gider İsraillilerin yanında olurduk. Dinimiz bize böyle emreder.” Şu misal gibi işte:
Halife Ömer, şehir kapısında bir grup insanın yanından geçerken bir dilencinin yakalandığını gördü; adam çok yaşlı, kör biriydi. Halife onun arkasına geçti, koluyla dürterek sordu: “Kimsin sen?”
-Ehl-i kitaptan biriyim.
-Hangisinden?
-Museviyim.
-Seni gördüğüm işi yapmaya zorlayan ne?
-Cizyeyi ödemek ve yiyecek ve içecek ihtiyaçlarımı karşılamak için dileniyorum.
Bunun üzerine Ömer onu elinden tutarak evine götürdü ve ufak armağanlar verdi. Bu olayın ardından devletin mali işlerinden sorumlu yetkilisine şu haberi gönderdi:
-Şu adama ve onun gibilere bir bak! Vallahi onlara adil davranmıyoruz. Ona, Müslümanların sadakalarından bir şeyler verilmesini sağla, dedi ve Tevbe Suresi’nin 60. ayetini okudu. Böylece bu yaşlı Museviyi ve onun gibileri cizyeden kurtardı. (Leon Paliakov, Geschicte des Antisemitismus, s. 77)