Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

Dr.M.ULUTÜRK

01 Aralık 2009

Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak


Dün öğrendim Yönetmen Ahmet ULUÇAY'ın vefat haberini. Haber şöyleydi:
"Çocukken tutulduğu sinemaya olan aşkını ömrü boyunca koruyan, “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” filmi ile adını hafızalarımıza kazıyan, yönetmen Ahmet Uluçay, tedavi gördüğü Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde yaşama veda etti."

Kütahya'nın Tepecik köyünde çocukken yakalandığı sinema aşkından asla vazgeçmeyen Türk sinemasının son dönem önemli isimlerinden yönetmen Ahmet Uluçay hayata gözlerini yumdu.

Ahmet Uluçay'ın cenazesi, dünyaya geldiği Kütahya'nın Tavşanlı ilçesi Tepecik köyünde kılınacak ikindi namazının ardından toprağa verilecek. Uluçay için ayrıca Beyoğlu Emek Sineması'nda bir tören düzenlenecek.

Yaşamına köyünde devam eden ve tüm imkansızlıklara rağmen sinema yapmaktan asla vazgeçmeyen yönetmen Uluçay, bizlere son yılların en iyi yapımları arasında gösterilen, bir anlamda sinema aşkını gözler önüne seren “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” filmini armağan etmişti. Yönetmen 2007'den bu yana “Bozkırda Deniz Kabuğu” adlı yeni filmi üzerinde çalışıyordu.

Uluçay, uzun süredir rahatsızlığı nedeniyle tedavi görüyordu.


Ahmet Uluçay kimdir?

1954 yılında Kütahya'da doğdu. Sinemayla 1960 yılında, ilkokul sıralarındayken köye gelen bir seyyar sinemacı sayesinde tanıştı. 12 yaşındayken arkadaşı İsmail Mutlu ile sinema makinesi yapmak için yola koyuldu. 3 yıl uğraşarak “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” filminde de anlattığı gibi bir ahırda köylülerine film göstermeye başladı.

Köyde tavukçulukla uğraşan arkadaşı İsmail Mutlu ve maden işçisi arkadaşı Şerif Akarsu ile ''Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu''nu kuran Uluçay, ilk filmi ''Optik Düşler''i (1992) arkadaşlarıyla Almanya'da yaşayan bir gurbetçiden aldıkları VHS kamerayla çekti. Uluçay, ilk kez 1994 yılında 6. Ankara Uluslararası Film Festivali'ne katılarak ''Optik Düşler'' ve ''Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak'' isimli filmleriyle tanındı.

Yıllarca geçinmek için kamyon şoförlüğü, inşaat işçiliği, tavukçuluk gibi pek çok işte çalışan Uluçay çocukken tutulduğu sinemadan asla vazgeçmedi. Çocukluğundan esinlendiği ilk uzun metrajlı filmi ''Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak''ı çekerken geçimini sağlamak için yem fabrikasında hamallık yaptı. Uluçay bu filmiyle Türkiye'de ve yurtdışında 40'a yakın ödül aldı.

2 çocuk babası olan Uluçay, “Bozkırda Deniz Kabuğu” filminin çekimlerine 2007 yılında başladı, ancak sağlık ve maddi sorunlar nedeniyle filmi tamalayamadan Uluçay yaşama veda etti.

Alıntı:http://www.sinema.com/makale/1-8384/sinema-askini-karpuz-kabugundan-gemiler-yapmak-filmiyle-hepimize-kanitlayan-yonetmen-ahmet-ulucay-vefat-etti

Filmin Künyesi:
Yönetmen : Ahmet Ulucay
Senaryo Yazarı : Ahmet Ulucay
Müzik : Ender Akay, Alper Tunga Demirel
Yapımci : Serdar Tahiroglu, Diloy Gülün ( IFR )
Tür : Duygusal
Oyuncu : Ismail Hakki Taslak, Kadir Kaymaz, Gülayse Erkoc, Boncuk Yilmaz, Hasbiye Günay, Mustafa Coban, Fizuli Caferof, Ayse Yilmaz, Ahmet Ulucay

11 Ekim 2009

Milli Mücadele Yıllarında Konya



24 Nisan 1919 tarihinde Konya istasyonunda başlayan İtalyan işgali günlerinde, Konya’da 1600 İtalyan askeri vardır. İşgalci askerler silahlı gruplar halinde gezmekte, halkı da türlü hareketlerle aşağılamaktadırlar. Bunlardan 6 asker, bir çeşme başında su içmek isteyen bir genci taciz ederler. Yüzüne, üstüne başına su atarlar. Tepki gösteren ve ateşli silahı olmayan delikanlı palasını çıkarınca, askerler kaçarlar. Genç de kaçar. Onu yakalamak için Konya emniyet güçlerine emir verilir. Fakat genç, Muhacir Pazarı’nda bulunan Söylemez Konağı tarafındaki Konya Kuvay-i Milliyecileri tarafına çoktan geçmiştir. İtalyan karargahı Eski Gazi Lisesi’nin içerisindedir. Birbirine yakın bu iki yer bir tür sınır teşkil etmektedir o günlerde. Milli kuvvetlerin baskısı sonucu İstanbul’a kaçmak zorunda kalacak olan Vali “Artin Cemal”in -Damat Ferit Hükümetinde kısa bir süre Dahiliye Nazırlığı görevinde bulunacaktır- emriyle, İtalyan askerlerinin karargahı Gazi Lisesi’ne taşınmış, okul da kömür işletmesinin bulunduğu yere nakledilmiştir.
İtalyanlar, Çiftemerdiven mahallesi gibi Rum ve Ermenilerin çokça bulunduğu mahallelerde dolaşmayı tercih ederler. Delikanlının palası gibi yeni bir tepkiden korktukları için bu bölgenin dışına çıkmayı düşünmezler. Konya’da İtalyan işgali bir yıl sürer.
30 Ekim 1918, büyük bir savaşın büyük bir yorgunlukla sona erme tarihidir. Canhıraş bir çaba vardır fakat Çanakkale hariç galip geldiğimiz hiçbir cephe de yoktur. İzmir’in işgal edilmesi, Konya’da büyük bir tepkiye sebep olur. Konya’da Kuvay-i Milliye’yi tetikleyen en önemli unsur İzmir’in işgalidir. Konya basını bu duruma geniş yer ayırır. “İzmir’de neler oldu”, “İzmirde vahşet” başlıklı ardı ardına haberler yayınlanır. 2. Ordu Konya’da, 7. Kolordu Ankara’dadır. İç taraflardaki ordu birlikleri boşalır ve bunlar Kuvay-i Milliye’ye Katılırlar. Çünkü bunlar için bir hareket serbestisi söz konusu olmuştur.
Müderris Sivaslı Ali Kemalî Efendi’nin* Konya Kuvay-i Milliye örgütlenmesinde rahmetle anıyoruz– rolü büyük olur. İtalyanlara karşı miting fikri ilk ondan çıkar. “Koca Konya 1600 İtalyan’a boyun eğerse bu vatan nasıl kurtulur!” diyerek hareketin ateşini yakar. Hükümet meydanında büyük mitingler yapılır. Bir İngiliz generalinin isteği üzerine “Öğüt Gazetesi” kapatılır. Bu gazete, ekipmanlarını Söylemez Konağı’nın yanındaki Söylemez Türbesi’ne taşır. Konya’nın dünya ve Türk tarihindeki ilklerinden biri, bir gazetesinin türbe içinde çıkarılmış olmasıdır. Türbenin üç beş metrekarelik alanında matbaa kurulur. Türbe, Kuvay-i Milliyeciler tarafında olduğundan İtalyanlar buraya ilişemezler. 1920’ye kadar günlük olarak çıkan “Öğüt Gazetesi”, Konyalılara müthiş bir bilinç aşılar. O yılların diğer bir gazetesi “Babalık” da üzerine düşeni layıkıyla yapar.
İtalyan işgali Konya’da, diğer şehirlerdeki gibi sert geçmez. Çünkü işgalcilerin Ege ve Marmara şehirlerindeki ortak çıkarı daha fazladır. Konya’da bir tür uyutma taktiği uygulanmaktadır.
Konyalı kadınlar, “Anadolu Kadınları Müdafa-i Vatan Cemiyeti”nin Konya Şubesi”ni kurarlar. Büyük bir “Kadınlar Mitingi” yapılmasını sağlarlar. Şehrin muallime ve diğer okumuş kadınları, o günün tâbiriyle “postnişinin haremi şerifi” (eşi) de dahil bu cemiyette örgütlenirler. 8 ocak 1920 tarihinde 5 bin Konyalı kadın, (1923’te şehrin merkez nüfusu 53 bindir) şehitler için Şerafettin Camii’nde mevlit okuturlar. Alaaddin Tepesi’nde miting ve konuşmalar yapar, işgalci güçlerin komutanlıklarına telgraflar çekerler. Yabancı devletlere de protestolarını ulaştırırlar.
Konya’da bu ruhun uyanmasında sinemanın da rolü vardır. Sanayi Mektebi’nin teşhir salonunda, Almanların çektiği Çanakkale Savaşı sahneleri ile şehit görüntüleri gösterilir. Çini mürekkeple yazılmış Eski Türkçe metinler, film makinesinin önüne tutularak seyirciye izlettirilir. Sahnenin hangi görüntüye ait olduğu amaçlanır bununla. Bu görüntüler tahminlerin ötesinde etkili olur. Sanayi Mektebi’ne gündüzleri kadınlar, geceleri erkekler gelirler. Bir taraftan gazeteler, bir taraftan sinema ile uyanış devam eder. Halk içinde bilinçlendirme çalışmaları yapılır. Konya’nın her semtinde Milli bilinç uyandırılır.
Konya, düşman işgalinin sınırı olarak, cephe gerisini turan en önemli şehir olur. Başkent İstanbul, Marmara ve Ege şehirleri işgal altındadır. Cumhuriyeti kurma işi bozkırlara düşer, Anadoluya düşer ve nihayet Konya’ya düşer. Afyon cephesi, Akşehir ve Polatlı sınırdır Konya’ya. Cihanbeyli’nin Böğrüdelik Köyü yakınlarına kadar gelir Yunanlılar. Konya bu haliyle, cephelere asker sevk eden en önemli şehirdir. Kasaba ve köylerinden tabur tabur asker toplanır ve Batı cephelerine buralardan asker sevkiyatı yapılır. Asker elbiseleri halktan temin edilir. Cami önlerinden toplanan gençler “hey on beşli”yi söyleyerek giderler. Bu türkü bir ağıttır aslında. (Bu “on beşliler”, 1 Haziran 1897 ile 22 Mayıs 1898 arasında doğan ve tam 18 yaşını doldurmuş olan gençlerdir.) Okullar kapanmıştır. Sadece kız çocukları kalmıştır buralarda. Konya içinde top atışı, Alaaddin’de talimler yapılır. Yaralılar cephelerden Konya hastanelerine getirilir. İstasyon insanlarla dolup taşmaktadır.
Konya, Milli Mücadelede, Cumhuriyetin kuruluşunda ve vatanın kurtarılmasında çok büyük katkılarda bulunmuştur. Şehir ve ilçeler genelinde şehit sayısı 26 bindir. En çok şehit veren ildir Konya. Buna mukabil hakkı en çok yenen şehirdir de. Bir delibaşı olayı 3 gün sürmesine rağmen, şehir cüzzamlı bir hasta gibi anılır olmuştur sonraları. Binbaşı rütbesi verilip kılıç takılan ve her gelişinde törenle karşılanan –vali tarafından şımartılan- Mehmet Ağa, aslıda asker toplamakla görevlidir Kuvay-i Milliye adına. İşi budur. İsyanın bütün Konya’ya mal edilmesi yanlıştır, ayıptır. Olayı çıkaran şahısla halk arasındaki alaka nedir? 26 bin şehit veren halk nasıl isyancı olabilir?
Bu şehir, ilk günden Milli Mücadeleye katkıda bulunup, cephe gerisini tutmuş, lojistik destek vermiş, asker göndererek görevini yapmıştır. Mustafa Kemal Atatürk, Konya’ya 13 defa gelmiştir. Konya’ya gizli gelişleri hariç, İstanbul ve Ankara dışında başka bir yere bu kadar çok gitmemiştir. Sonuçta şehir, Delibaş İsyanı ile cezalandırılan bir şehir haline gelir. Okullar nakledilir. Hak edilen hizmetler Cumhuriyet sonrası bu sebeple gelmez. Oysa, kadını, çocuğu, genci ve ihtiyarıyla Konya, diğer Anadolu kentleri gibi fiilen çabalamıştır.
Milli Mücadelenin 90. Yılı münasebetiyle, TYB Konya Şubesi’nin programında, S.Ü. İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Caner Arabacı’nın dedikleriydi yazdıklarım. Konuşmayı özetlemeye çalıştım fakat başaramadım. Her Konyalının bilmesi ve paylaşması gerektiğine inandığım gerçeklerdi bunlar. Yakın tarihin Konya’sına ışık tutmaya devam eden değerli hocamıza teşekkür etmek borçtur.

*10 Temmuz 1909’da İttihat ve Terakki’nin Konya Teşkilatı’nı kuranlar arasında bulunan Ali Kemali Efendi, 8 Ekim 1919’da kurulan Konya Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nin başkanlığına getirildi. Ali Kemali Efendi, dönemin Konya Valisi tarafından asker toplama izni verilen Delibaş Mehmet’in, 1920’de çıkardığı ayaklanmada, Piri Mehmet Paşa Mahallesi’ndeki evinden alınarak Arslanlı Kışla civarında şehit edilmiştir.

04 Ekim 2009

Erkek Yazar Kadın Okurdu

Fransız Yazar Monteigne demiş ki; “kadın için en önemli bilim, ev bilimidir.” Kadın, evinde oturup dışarıya çıkmasın demeye mi getirmiş sözünü? Kız çocuklarının erken ölümlerini yaşamış bir babanın tecrübesi gibi geldi bana dediği. İlk kızı iki ay, dördüncü kızı üç ay, beşinci kızı beş ay, altıncı kızı da doğumundan birkaç gün sonra ölen bir baba halet-i ruhiyesinin, evde anne rolünü tanımlaması diye düşünmeden edemedim.

Montaigne’in sözünü aktaran Prof. Dr. Emine Yeniterzi, “Kadın Yazar Ne Yazar” başlıklı panelin ilk konuşmacısıydı. Panel’in diğer katılımcıları Nazife Şişman ve Fatma K. Barbarosoğlu’nun mazeret beyan ederek gelemedikleri duyuruldu. TYB Konya Şubesi’nin oldukça ilgi gören programlarından olan bu panelde, Prof. Yeniterzi ile birlikte Vakit Gazetesi Yazarı Avukat Sibel Eraslan ve Yazar Hüzeyme Yeşim Koçak Hanımefendileri dinleme imkânı bulduk.

Prof. Yeniterzi, “kadın yazar” demekle yapılanın pozitif ayrımcılık içerdiğine vurgu yaparak, panelde konuşan diğer kadın yazarların sözlerinin arasında da bir şekilde geçen bu tamlamaya pek razı olmadı bana göre. Cinsiyet ayrımcılığı kaynağının makablini de ihmal etmeden aslında kabahatin kadınlarda olduğunu söyledi. Türk Edebiyatına izler bırakmış münevver kadınlardan bazılarını eskiden yeniye eserleriyle birlikte zikrederken, Osmanlı ve öncesinde şiir yazma cesareti bulabilmiş kadınlarının ortak paydasının mensup oldukları sosyal sınıf olduğuna işaret etti. Okur-yazar sayısının fazla olmadığı dönemlerde, klasik şiirin üretildiği alanın imparatorluğun yüksek sınıfına mensup insanlarla sınırlı kaldığı, doğal olarak da kadın edebiyatçının neden yetişmediğini kolayca anlaşılıyor.

Halen Vakit Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapan Sibel Eraslan heyecanlı, iyi bir hatibe. Hukuk tahsili sonrası avukatlık yapmaya zamanı az olmuştur sanıyorum. Onu daha çok kadın hareketleri içinde ve yazarlık yönüyle tanıyoruz. Bir grup edebiyatçı hanımla birlikte gerçekleştirdikleri projelerden söz etti. Kadının eve hapsedilip hayattan koparılmasına tepki verenlerden biri Eraslan. Panel sonrası kendisine yöneltilen dini içerikli sualleri, ilahiyatçı olmadığı gerekçesiyle -haklı olarak- geçiştirdi. Kadına düşen mirasın şer’i taksimi konusunda ne düşündüğünü sormak yerine alanıyla ilgili sorular gelmiş olsa daha iyi olurdu. Bu ülkenin kendisi gibi aksiyoner, cesur kadınlara ihtiyacı var.

Hüzeyme Yeşim Koçak, TYB Konya Şubesi’nin en aktif yazarlarından. Öykü, roman ve denemelerinde kendine has edebi üslup ve dil bulduğumuz Hüzeyme Hanım, 2003 yılından itibaren on kitaba imza attı. Naif şahsiyeti ile örnek bir insan. Son derece bilimsel, bir o kadar da anlaşılır lisan ile aktardığı konuşmasını çok beğendiğimi söylemem gerekiyor. Konuşmasının bir bölümünü, kadın neden yazar sorusuna ayırdı. Küresel depresyonu bertaraf etmek, kaybolup gitmemek, ayrıntıları üçüncü şahıslara göstermek, acı çekenlerle özdeşim kurmak, toplumsal olayların etkilerini aktarmak türünden tecrübelerin okuyan kadını yazmaya yönelttiğini anlattı. Panelin başlığına uygun orijinal tespitler sıralayan ve yazmak yaşamaktır, hayata kayıtsız kalmamaktır diyen değerli yazar, dindar kadın yazarlarla diğerleri arasındaki alanın, geçmişinden gocunmayan, yeniye sahiplenen, bu sebeple de geniş bir zeminde hareket etme rahatlığını yaşayan dindar kadın yazarlar lehine geliştiğini ifade etti. Feminist yazarların 28 Şubat sonrası, sosyal-toplumsal anlatıma yönelmelerinin dikkat çekici olduğunu belirtmesi, yazarın dikkatli bir okuyucu olduğunun da işaretlerini vermiştir sanıyorum.

Öyküleri, makaleleri, kitapları, köşe yazarlığı ve televizyon programları yanında başarılı bir iş kadını olan panel yöneticisi Melahat Ürkmez Hanım’ı ayrıca kutluyorum.

Farklı hayat görüşlerine sahip “yetmiş kadın yazar” sayısı –70 rakamı Hüzeyme Hanım’a ait ve doğru işittimse- yetmiş milyonluk Türkiye için, kadın yazar ne yazardan çok, hatta kadın neden yazmazdan çok, “bu ülkenin kadını ve erkeği neden okumaz” sorusuna mantıklı bir anlam yüklemekle doğru orantılı gibime geliyor.

30 Eylül 2009

SÖZLER

Herkes tarafından doğru kabul edilen şeyler büyük olasılıkla yanlıştır.
Paul Valery


Başarının sırrını bilmiyorum ama başarızılığın yolu herkesi memnun etmeye çalışmaktan geçer.
Bill Cosby


Bir araya gelmek bir başlangıçtır, beraberliği sürdürmek bir ilerleme... Beraber çalışmaksa gerçek başarıdır.
Henry Ford


Akıllı adamlar söyleyecek sözleri olduğu için, aptallar illa konuşmak zorunda oldukları için konuşurlar.
Plato


Politika politikacılara bırakılmayacak kadar önemli bir konudur.
Charles De Gaulle


Oyun bittiğinde Şah ve piyon aynı kutuya girer.
İtalyan atasözü


İyi olduğunuz için herkesin size adil davranmasını beklemek, vejetaryan olduğunuz için boğanın saldırmayacağını düşünmeye benzer.
Dennis Wholey


Yaşlanarak değil yaşayarak tecrübe kazanılır, zaman insanları değil armutları olgunlaştırır.
Peyami Safa


Tecrübe çok acımasız bir öğretmen; önce sınavı yapıyor, dersi sonra öğretiyor.
Vernon Law


Teknoloji sayesinde insanlar, teknolojinin kendisi hariç her şeyi kontrol edebilecek güce sahip oldular.
John Tudor


Erkek çocuk ile babası arasındaki tek fark oyuncaklarının fiyatıdır.
Jurg Weber


İnsanın tüm evrende kesin olarak düzeltebileceği tek bir şey vardır: kendisi.
Aldous Huxley


Bu dünyaya istediğimiz gibi gelmedik, bu dünyadan istediğimiz gibi gidemeyiz.
Ömer Hayyam


Hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgar yardım edemez.
Montaigne


Okul hayatımın eğitimime karışmasına izin vermedim.
Mark Twain
Güzellik fazlalıktan arınmışlıktır.
Michelangelo


Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen, cevizin hepsini kabuk zanneder.
Gazali


Geçici bir güven uğruna temel özgürlüklerinden vazgeçenler, ne özgürlüğü hak ederler ne de güveni.
Benjamin Franklin


Ne kadar çok insan, ne kadar az insaniyet var.
Robert Zend


Gelecek, bugünden ona hazırlananlara aittir.
Malcolm X


Olgun bir adamı dost edinmek isterseniz, eleştirin; basit bir adamı dost edinmek isterseniz methedin.
Şeyh Said Şirazi


Bilgili bir ahmak, cahil bir ahmaktan daha çok ahmaktır.
Moliere


Kaptanın ustalığı deniz durgunken anlaşılmaz.
Lukianos


İdealler yıldızlara benzer. Onlara ulaşamazsınız, ama size yol gösterirler.
Waldo Emerson


Dünyanın en güç işi bir şeyin nasıl yapılacağını bilirken, başka birinin nasıl yapamadığını ses çıkarmadan seyretmektir
Mevlana


Bilginin efendisi olmak için çalışmanın uşağı olmak şarttır.
Honore de Balzac


Bir insanın hayatının ikinci yarısı, ilk yarıda kazanılan alışkanlıkların sürdürülmesinden ibarettir.
Dostoyevski


Demokrasi, hakettiğimizden daha iyi yönetilmeyeceğimizi garanti eden bir sistemdir.
George Bernard Shaw


İyi kararlar tecrübeden kaynaklanır. Tecrübeler ise kötü kararlardan...
Barry LePatner


Uzman, dar bir alanda yapılabilecek tüm hataları yapmış kişiye denir.
Niels Bohr

Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince, diğerleri de yanlış gider.
C. Bruno


En kötü barış, en haklı savaştan daha iyidir.
Cicero


Hakları ve zevkleri ellerinden alınan gençler, onların yerine daha gizli ve tehlikeli olanlarını koyar.
J. J. Rousseau


Sağlıklı olmak, hayat kavgasında başarının birinci şartıdır.
Ahmet Mithat


İnsana: "Kendini bil!" denilmesi, yalnız gururunu kırmak için değil, değerini de bildirmek içindir.
Cicero


Bütün bildiklerini söyleme, ama söylediğin her şeyi bil.
Matthias Cladius


Hiçbir şey umduğumuz kadar basit değildir.
Jim Horning


Yönetici dediğin karar veren kişidir. Kimi zamanlar doğru karar verebilir ama mühim olan her zaman karar vermesidir.
John Patterson


İnsanlar konusunda daha az, fikirler konusunda daha çok meraklı olun.
Marie Curie


Saldırganca aptallık kadar kötü bir şey yoktur.
Goethe


Geçmişi hatırlamayan onu tekrarlamaya mahkumdur.
George Santayana


Gerçeği arayanlara inanın. Bulduklarını iddia edenlerden çekinin.
Andre Gide


Çözümde görev almayanlar problemin bir parçası olur.
Goethe


Olmadığın biri olarak sevilmektense, olduğun biri olarak nefret edilmek daha iyidir.
Andre Gide


Aşık olamayan adem benzer yemişsiz ağaca.
Yunus Emre

Hayat da masal gibidir; ne kadar uzun olduğu değil, ne kadar iyi olduğu önemlidir.
Seneca


Kişilikli olmak, kimse görmediği zaman da doğru olanı yapmaktır.
J. C. Watts


Gülmek iki insan arasındaki en yakın mesafedir.
Victor Borge


Bilgisayarlardan değil, onların eksikliğinden korkuyorum.
Isaac Asimov


En güçlü beyinler, en yüce erdemlere olduğu kadar en korkunç ahlaksızlıklara da muktedirdir.
Rene Descartes


Büyük adım atmaktan korkmayın, uçurumu küçük sıçramalarla geçemezsiniz.
Anonim


Şen adam güneşe benzer, girdiği yeri aydınlatmış olur.
Cenap Şahabettin


Küçük şeylere gereğinden çok önem verenler, elinden büyük iş gelmeyenlerdir.
Eflatun


Kendine bir anlam arayan tek varlık insandır.
Albert Camus


Köhne fikirler paslı çivilere benzer. Kolay kolay yerlerinden sökülmez.
Cenap Şahabettin


Çok dinlememiz, az konuşmamız için iki kulağımız ve bir dilimiz vardır.
Diyojen


Hepimizin aynı fikirde olması iyi bir şey değildir. Yaratıcılığı ortaya çıkaran fikir ayrılıklarıdır.
Aldous Huxley


Vicdanımız yanılmaz bir yargıçtır, biz onu öldürmedikçe.
Balzac


Bir adam yetiştirirsen bir kişi yetiştirmiş olursun, bir kadın yetiştirirsen bir aile yetiştirmiş olursun.
Afrika Atasözü


Eğer yürüdüğümüz yolda hiçbir engel yoksa, o yol sizi hiçbir yere götürmez.
Bernard Shaw

Dün ile bugün arasında bir kavga çıkarsa, yarın kaybeder.
Churchill


Yapılırken heyecan duyulmayan işler başarılamaz.
Emerson


İnsanoğlunun yapacakları, hayal ettikleri ile sınırlıdır.
Arthur C. Clarke


Gerçeğe ancak tek yoldan gidilir, ama ondan uzaklaştıran binlerce yol vardır.
La Bruyere


İnsan özgür olmadan mutlu olamaz.
Dante


Her şeyin ölçüsü insandır.
Pisagor


Gelecek için yapılan en iyi hazırlık, bugünden mükemmele ulaşmaktır.
Sir William Osler


Güzellik, kısa süren bir saltanattır.
Victor Hugo


Akıllı kimdir? Herkesten öğrenen. Kuvvetli kimdir? Hırslarını yenen. Zengin kimdir? Halinden memnun olan.
Meksika Atasözü


Her zaman güvensizlik göstermek, her zaman güvenmek kadar büyük bir yanlışlıktır.
Goethe


Her şeyin değeri zorluğundadır.
Ovidius


Hayatta herkes yanlışlık yapar, ne var ki ahmaklar yanlışlıklarında ısrar eder.
Çiçero


Ne yazık ki, vücudun çökmesi, zekanın olgunluk zamanına rastlar.
Ahmet Haşim


Sonsuz yaşayacakmış gibi öğrenin, yarın ölecekmiş gibi yaşayın.
Mahatma Gandhi


Kendinizi yönetirken kafanızı, başkalarını yönetirken kalbinizi kullanın.
Bussy

Sözün en güzeli, söyleyenin doğru olarak söylediği, işitenin yararlandığı sözdür.
Aristo


Bazen iyi bir öğüt, pahalı bir armağandan daha değerlidir.
Montaigne


Gençlikte sevmek için yaşarız, yaş ilerledikçe yaşamayı severiz.
Saint Euremond


Dünyada insana yardım eden şey raslantı değil, azim ve sebattır.
Samuel Smiles


Bilgi para gibidir, elde ettikçe daha çok istersin.
Josh Billings


Dürüstlük, bilgelik kitabının ilk dersidir.
Thomas Jefferson


Günümüzde insanlar, yalnızca fiyatı biliyorlar, değeri değil.
Oscar Wilde


Neden zevk alındığını anlamaya çalışmak, zevki kaçırır.
Bernard Shaw


Hayat, biz gelecek için planlar yaparken başımızdan geçenlerdir.
John Lennon


Boş zaman yoktur boşa geçen zaman vardır.
Tagore


Uygarlık giydiğimiz şeydir. Kültür onun altından görünen şey.
Robert Launlake


Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret edemeyen insan yeni okyanuslar keşfedemez.
Andre Gide


Yavaş konuş ama hızlı düşün.
Çin Atasözü


Akıllı insan düşündüğü her şeyi söylemez. Ama her söylediğini düşünür.
Aristoteles


İyi bir gezginin amacı bir yere varmak değildir.
Lao Tzu

Sıkıcı olmanın yolu her aklına geleni söylemektir..
Voltaire


Silgi kullanmadan resim yapma sanatına hayat denilmektedir.
John Christian


Çocukluğunu tam yapmamış insan, kolay kolay tam bir insan olamaz.
Hölderlin


Kaderini değiştiremiyorsan tutumunu değiştir.
Çin Atasözü


Düşünmeye gem vurmak, zihne gem vurmak demektir, bu ise, rüzgarı zaptetmekten daha zordur.
Gandhi


Güzel olan sevgili değil, sevgili olan güzeldir.
Tolstoy


Her insan, yapmadığı tüm iyiliklerden suçludur.
Voltaire


Hiçkimseye güvenmeyen bir insana güvenilmez.
Jerome Blattner


Sağlığını korumanın tek yolu istemediğini yemek, sevmediğini içmek yapmak istemediğini yapmaktır.
Mark Twain


Eğitim, öğrenilen her şey unutulduktan sonra geriye kalandır.
B. F. Skinner


Az konuşmaktan pek az, çok konuşmaktan sık sık pişman olunur.
Konfiçyus


İş hayatı bisiklete binmek gibidir; ya sürekli pedal çevirirsiniz ya da düşersiniz.
Anonim


Gideceğiniz yeri bilmiyorsanız, vardığınız yerin önemi yoktur.
P. Drucker


Gerçek başarı, başarısız olma korkusunu yenebilmektir.
Paul Sweeney


Herkesin üç kişiliği vardır: Ortaya çıkardığı, sahip olduğu, sahip olduğunu sandığı.
Alphonse Karr

Başkaları için kendinizi unutun, o zaman sizi de hatırlayacaklardır.
Dostoyevski


Bir insanın zekası, vereceği cevaplardan değil, asıl soracağı sorulardan anlaşılır.
De Levis


Dil, vücut dediğimiz geminin dümenidir.
Thomas Fuller


Deha, satışa çıkarılan ürünün üstüne konulan markadır.
Jack London


Tembel bir dimağ şeytanın çalışma odasıdır.
Samuel Smiles


Alışkanlık, anahtarı kaybolmuş bir kelepçedir.
Amos Parrish


İnsanın aklı çoğaldıkça can sıkıntısı artar.
Dostoyevski


Açlık, en akıllı balıkları bile oltaya getirir.
Goethe


Eğer yürüdüğünüz yolda güçlük ve engel yoksa, bilin ki o yol sizi bir yere ulaştırmaz.
Bernard Shaw


Düşmanın hata yaparken onu rahatsız etme.
Napoleon


Küstahlık, zayıf insanın güçlü olma taklididir.
Eric Hoffer


Hareketi asla eylemle karıştırmayın.
Ernest Hemingway


Hayatta en büyük eğlence başkalarının "yapamazsın" dediğini yapmaktır.
Walter Bagehot


Mutluluğu açgözlülükle arama ama mutluluktan da korkma.
Lao Tzu


Sağlığı olanın umudu, umudu olanın herşeyi vardır demektir.
Arap Atasözü

Bilge olmak, nelere göz yumulacağını bilmektir.
William James


Bir gemiyi iki reis batırır.
Anonim


Ömrümün özeti şu üç sözden ibarettir: Hamdım, piştim, yandım.
Mevlana


Derin olan kuyu değil, kısa olan iptir.
Çin Atasözü


Geçmişi hatırlamayanlar, geçmişi tekrarlamaya mahkumdur.
George Santayana


İyiliği yalnız iyiler anlar, kötülüğü herkes.
Cenap Şahabettin


Hayat ancak geriye doğru baktığında anlaşılabilir ama hep ileriye doğru yaşanır.
Soren Kierkegaard


Eğitimin amacı boş bir zihni açık bir zihinle değiştirmektir.
Malcolm Forbes


Yaşlılar her şeye inanır, orta yaşlılar her şeyden şüphelenir, gençler her şeyi bilir.
Oscar Wilde


Yalnızca gerçek dostlarınız size yüzünüzün ne zaman kirlendiğini söyler.
Sicilya Atasözü


Yalnızca bir deli, suyun derinliğini iki ayağıyla anlamaya kalkar.
Afrika Atasözü


İnsanlar başaklara benzer. İçleri boşken başları havadadır, doldukça eğilirler.
Montaigne


Nankör insan, her şeyin fiyatını bilen fakat hiçbir şeyin değerini bilmeyen kimsedir.
Oscar Wilde


Ümit, mutluluktan alınmış bir miktar borçtur.
Joseph Joubert

Biri sizi bir defa aldatırsa suç onundur. İkinci defa aldanırsanız bilin ki suç sizindir.
Sarah Berhardt


Dünyanın gerçek gizemi görünmeyende değil, görünendedir.
Oscar Wilde


Her şeyi elde edebilirsin. Ama aynı anda değil!
Oprah Winfrey


Arkadaşlık kuvvetli bir bağdır. Paraya ihtiyaç olunca başvurulmazsa, ömür boyu sürer.
Mark Twain


Eğer insanlar hiç salakça şeyler yapmasaydı, akıllıca işler yapılamazdı.
Ludwig Wittgenstein


Mutluluğun formülü, gerektiğinde önemsiz şeylerle meşgul olabilmektedir.
Edward Newton


Başarı, istediğini elde etmek, mutluluk ise, elde ettiğini sevmektir.
Brawn


Planınız bir yıl içinse pirinç ekin, on yıl içinse ağaç dikin, yüz yıl için ise insanları eğitin.
Huang-Çe


Kadın kocasını daha az sevmeli, fakat daha çok anlamalı; erkek, karısını daha çok sevmeli, fakat anlamaya çalışmamalıdır.
Oscar Wilde


Kaplumbağaya dikkat et! Ancak kafasını çıkarıp risk aldığında ilerleyebilir.
James B. Conant

Alıntı:http://entertainment.tr.msn.com/quoteoftheday.aspx?imageindex=10

11 Eylül 2009

108 Yıl Sonra Gelen Deprem



Konya'da bin yıldır yıkıcı bir deprem yaşanmamış. Kandilli Rahathanesi verilerine göre şehirde 1901 yılından bu yana 4,7'den büyük deprem olmamış. Dün saatler 21.29'u gösterirken 4.5, sabaha karşı da 4.7 büyüklüğünde bir deprem yaşadık. Şehir merkezinin bazı yerlerinde (bizim de o sırada bulunduğumuz Gedavet Parkı'nda) elektrikler kesilince büyük panik oldu. Daha büyük bir sarsıntıda neler olur tahmin etmek kolay diye düşünüyorum.

İşe yarar bilgilerdir aşağıda okuyacaklarınız.

Depremde nerede durmalı

Adım Doug Copp.Dünyanın en tecrübeli kurtarma birimi Amerikan Uluslar arası Kurtarma Ekibinin Kurtarma şefi ve afet olayları müdürüyüm. Bu makaledeki bilgiler bir deprem anında hayat kurtaracaktır. 875 yıkılmış binaya sürünerek girdim, 60 ülkeden kurtarma ekipleriyle çalıştım, birçok ülkede kurtarma ekipleri oluşturdum, ve çok sayıda ülkede birçok kurtarma ekibinin üyesiyim. 2 Yıl boyunca birleşmiş milletler felaket 'azaltma' uzmanıydım. 1985'ten beri aynı anda gerçekleşenler hariç dünyadaki bütün büyük felaketlerde çalıştım. 1996'da benim hayatta kalma metodumun geçerliliğini ortaya koyan bir film yaptık. Türk hükümeti, İstanbul belediyesi, İstanbul Üniversitesi, Case yapımcılık, ve ARTI bu pratik ve bilimsel testin filme alınmasında işbirliği yaptılar.

İçinde 20 maket (mannequis) olan bir okulu ve evi yıktık. On maket 'çömel ve korun' metodunu uygularken, 10 maket 'hayat üçgeni' metodumu uyguladı. Tasarlanmış yıkımdan sonra görüntüleri filme almak ve sonuçları belgelemek için enkazı geçip binaya girdik.

Bina yıkımlarında oluşabilecek şartlar dahilinde direk olarak gözlemlenebilen ve bilimsel şartlar altında hayatta kalma tekniklerimi uyguladığım film 'çömelip korunan/saklanan' kişiler için hayatta kalma şansının sıfır olduğunu ortaya koydu.

Hayat üçgeni metodumu kullananlar için hayatta kalabilme şansı yaklaşık olarak % 100 oldu. Bu film Türkiye'de ve Avrupa'nın geri kalan kısmında milyonlarca izleyici tarafından izlendi. Bu film ABD, Kanada ve Güney Amerika'da RealTV programında izlendi.

Enkazına girdiğim ilk bina 1985 Mexico City depreminde bir okuldu. Bütün çocuklar sıralarının altındaydı. Her bir çocuk kemiklerinin kalınlığına kadar ezilmişlerdi. Sıralarının yanındaki koridorlara uzanmış olsalardı hayatta kalmış olabilirlerdi. Bu 'ayıptı, gereksizdi' ve çocukların neden koridorlarda (sıraların arasında) olmadığını merak ettim. O an, çocuklara bir şeyin/eşyanın altına saklanmalarının söylendiğini bilmiyordum.

Basitçe ifade edilirse, binalar yıkılırken, objelerin üzerine düşen tavan ağırlığı veya içerideki mobilyalar bu nesnelere çarparken yanlarında bir yer, boşluk bırakırlar. Bu boşluk benim 'hayat üçgeni' dediğim alandır. Nesne ne kadar büyük ve ne kadar dayanıklı olursa daha az ezilecektir.

Nesneler ne kadar az ezilirse boşluk ve bu boşluğu kullanan kişinin yaralanmama olasılığı o kadar artar. Bir dahaki sefere televizyonda yıkılan bina izlerken gördüğün üçgenleri say. Heryerdeler.
Yıkılan bir binada göreceğiniz en yaygın biçimdir.

Deprem anında hayatta kalma, ailelerine bakma ve başkalarını kurtarma hakkında 750 bin nüfuslu Trujillo kentinin İtfaiye bölümünü eğittim. Trujillo İtfaiye Departmanının kurtarma şefi Üniversitede profesördür. Bana her yerde eşlik etti. Kişisel ifadeleridir:

'Adım Roberto Rosales. Trujillo kurtarma ekibi şefiyim. 11 yaşındayken çöken bir binada mahsur kaldım. Mahsur kalışım 1972 yılında 70.000 kişini öldüğü depremde oldu. Erkek Kardeşimin motosikletinin yanında oluşan 'hayat üçgeni' içinde hayatta kaldım.

Yataklarının veya sıraların, masaların altına giren arkadaşlarım ezilerek öldüler (isim, adres vb detayları anlatıyor). Ben hayat üçgeninin yaşayan örneğiyim. Ölen arkadaşlarım 'çömel ve korun' örnekleridir.

DOUG COPP'UN ÖNERİLERİ
1) 'Binalar çökerken basitçe 'çömelen ve korunan' kişiler istisnasız her defasında ezilerek ölüyorlar. Masa, araba gibi nesnelerin altına giren kişiler her zaman ezilirler.

2) Kediler, köpekler ve bebekler'in hepsi doğal bir şekilde dizlerini ana rahmindeki gibi karınlarına doğru çekerek kıvrılırlar. Deprem anında sizde bu şekilde kıvrılmalısınız. Bu doğal bir güvenlik ve hayatta kalma içgüdüsüdür. Daha küçük bir boşlukta hayatta kalabilirsiniz. Hafifçe ezilecek ama yanında boşluk yaratacak bir kanepe, geniş büyük bir eşyanın yanında durun.

3) Ahşap evler deprem anındaki en güvenli yapılardır. Sebebi basittir; ahşap esnektir ve depremin zorlamasıyla hareket eder. Eğer ahşap bina çökerse geniş yaşam boşlukları oluşur. Ayrıca, ahşap binalar daha az yoğunlukta yıkılış ağırlığına sahiptir. Tuğla binalar ayrı tuğla parçalarına ayrılacaklardır. Tuğlalar bir çok yaralanmalara sebep olacaktır, ama (beton) bloklardan daha az ezilmiş vücutlar yaratırlar.

4) Eğer gece yataktayken deprem olursa, basitçe yuvarlanarak yataktan düşün. Yatağın çevresinde güvenli bir boşluk oluşacaktır. Oteller müşterilerine deprem anında yatakların yanında yere uzanmalarını salık veren bir uyarı notunu odalarda her kapının arkasına asarlarsa depremlerde çok büyük hayatta kalma oranlarını sağlayabilirler.

5) Televizyon izlerken deprem olursa ve kolayca kapıdan veya pencereden dışarı kaçmak mümkün değilse, kanepe veya büyük bir koltuğun/sandalyenin yanında cenin pozisyonunda kıvrılarak yere uzanın..

6) Bina çökerken Kapı kirişlerinin altına geçen herkes ölür...Nasıl mı? Eğer kapı kirişlerinin altına geçerseniz ve kapı kirişi öne veya arkaya doğru düşürse inen tavanın altında ezilirsiniz. Eğer kapı kirişi yana doğru yıkılırsa ikiye bölünürsünüz. Her iki durumda da ölürsünüz!

7) Hiçbir zaman merdivenlere gitmeyin/yönelmeyin. Merdivenler (ana binadan) farklı bir 'frekans aralığına' sahiptir; ana binadan bağımsız/ayrı olarak sarsılırlar. Merdivenler ve binanın geri kalanı devamlı olarak birbirlerine çarparlar, ta ki merdivenlerin yıkılışı
gerçekleşene kadar. Merdivenlere ulaşan insanlar basamaklar yüzünden yaralanırlar. Korkunç şekilde sakatlanırlar. Bina yıkılmasa dahi, merdivenlerden uzak durun. Merdivenler binanın hasar görmesi en muhtemel kısmıdır. Depremde yıkılmamış olsa dahi, merdivenler bağırarak kaçmaya çalışan insanların aşırı yüklenmesi ile çökebilir. Merdivenler binanın geri kalan kısmı zarar görmemiş olsa dahi her zaman güvenlik açısından kontrolden geçirilmelidir.

8) Binanın dış duvarlarına yakın yerlerde durun, mümkünse dışına çıkın. Binanın iç kısımlarındansa dış kısımlarına yakın yerlerde olmak çok daha iyidir. Binanın dış çevresinden ne kadar içeride olursanız, çıkış yolunuzun kapanma ihtimali o kadar artacaktır.

9) Aynen Nimitz yolundaki katlar arasındaki (yıkılan) blokların meydana getirdiği gibi, deprem anında üst yolun yıkılmasıyla ezilen araçların içinde bulunan insanlar ezilirler. San Francisco depreminin kurbanlarının hepsi araçlarının içindeydiler. Hepsi öldü.
Araçlarının dışına çıkıp,aracın yanına uzanıp veya oturarak kolaylıkla hayatta kalabilirlerdi. Ölen herkes eğer araçlarından çıkıp, araçlarının yanına oturabilseler veya uzanabilselerdi yaşıyor olabilirdi. Ezilen bütün araçların yanında-kolonların direkt olarak üzerine düştüğü araçlar hariç- 3 feet yükseklikte boşluklar oluşmuştu.

10) Enkaz halindeki gazete ofislerini ve çok miktarda kağıdın olduğu ofisleri dolaşırken kağıdın sıkışmadığını /ezilmediğini keşfettim. Kağıt yığınlarının/kümelerinin etrafında geniş boşluklar bulunur/oluşur.

30 Ağustos 2009

Çavuş Beldesi ve Bozkırlı Hoca Memiş Efendi



Çavuş Beldesi, Konya-Seydişehir karayolunun 70. Km.sinde. Yıllardır gelip geçtiğim yoldur burası. Zaman ayırıp gezmek ve Memiş Efendi’nin türbesini de ziyaret etmek imkânı bu yaz ortasına kısmet oldu. Kendine özgü coğrafyasından getirdiği bir mimarisi var Çavuş’un. Yakın köyler Hasan Şeyh ve İnlice de böyledir. Çayları birlikte yudumladığımız eşraf, benim alternatif ziraat uygulamaları konusundaki sözlerime hak vermişler, lakin eski usül işlerden de vazgeçmeyeceklerinin mesajını iletmişlerdi tavırlarıyla. Çavuş kasabasının kahvesinde, cana yakın ve misafire ilgili köylünün alternatif kalkınmasına yönelik bir dizi tavsiye ve istişarenin ardından beldeyi dolaşmaya çıktım. Yol üzerinde iseniz ve zamanınız da varsa ziyaret edin derim. Çünkü burada Bozkırlı Hoca Memiş Efendi medfun. Memiş Efendi Türbesine Türkiye’nin farklı yerlerinden binlerce ziyaretçi akın ediyor.
Hakkında şu bilgilere rastlıyoruz:
Şeyh Memiş Efendi (Muhammet Kudsi Bozkıri), Miladi 1784 yılında Bozkır’ın Aliçerçi Köyü’nde dünyaya gelir. İlim sahibi bir aileye mensup olan Memiş Efendi’nin babası Mustafa Efendi, annesi ise Halime Hanım’dır. İlk tahsilini Bozkır’ın Karacahisar Köyü’nde akrabalarından Şeyh İbrahim isimli zattan, aynı zamanda Şeyh İbrahim’in oğlu ve Hadimi Hazretleri’nin çırağı Muhammed Efendi isimli zattan ilim tahsil eder. Daha sonra Kayseri, buradan da Tarhala adıyla bilinen yerde tahsil etmek için izin alarak ayrılır. Eğitimini Hadim’de sürdürür. Daha sonra Alanya’da hadis-i şerif tahsil ederek icazet alır. Mevlana Halidi Bağdadi’yi ziyaretten dönerken Hadim’e ve oradan da Karacahisar’a uğrayan Ödemişli Hasan Kudsi Efendi, beş altı gün Karacahisar’da kalır ve Memiş Efendi’ye Halidi Bağdadi’nin sohbetlerine devam etme izni verir. Memiş Efendi, Şam’a gider ve orada 40 gün kalarak sohbetlerinde bulunur. Daha sonra Halidi Bağdadi’den ders almış olarak Bozkır’ın Karacahisar Köyü’ne döner. Bölgede kendisini çekemeyenlerin çoğalması üzerine şahsına defalarca kendisine suikast düzenlenir. Karacahisar’dan Bozkır’ın Hocaköyü’ne hicret eder. Bu köyde 17 yıl irşad ve müderrislik görevini yürütür. Hocaköyü’nde de kendisini çekemeyenlerin çoğalması üzerine Seydişehir’e gider. Orada da beş ay kaldıktan sonra Çavuş’a yerleşir. Zira bu nahiyede kardeşi İsa Efendi ve onun çocukları bulunmaktadır.
Bozkır ve Hocaköy ahalisi yaptıklarından büyük pişmanlık duyarak 500 kişilik bir heyetle özür dilemeye gelirler. Fakat Memiş Efendi, Bozkır veya Hocaköy’üne dönmesinin mümkün olmadığını belirtir. 1852 yılı Muharrem ayının 13’üncü günü 71 yaşında Hakk’ın rahmetine kavuşur. Vefatından sonra, yetiştirdiği talebeler, Anadolu’ya yayılarak 93 Harbi, Balkan, Çanakkale, 1. Dünya ve Kurtuluş Savaşı’na katılıp kahramanlıklar gösterirler. Oğullarından Muhammed Bahaüddin Efendi tarafından tercüme edilen Şems-üş Şümûs (Güneşlerin Güneşi) adlı kitapta kendisi ve hizmetlerinden söz edilmektedir.
Hamiş: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği Bölümü’nden mezun İlknur Candan isimli bir öğrenci, Memiş Efendi’yi bazı belgelerle birlikte lisans tezi olarak incelemiş. Meraklısına…

28 Temmuz 2009

Güneydoğulu Tarım İşçileri



1944 Brezilya doğumlu fotoğraf sanatçısı Sebastiao Salgado; “Sadece bir fotoğraf çekmek için gitmezsiniz. Amacınız bir öykü oluşturmaktır. Ben güzel bir fotoğraf çekmeye gitmem. Güzel bir fotoğraf çekmek nedir ki ayrıca? Hayır. Ben öykünün içinde yaşamak için giderim. Neler olup bittiğini anlamak için, fotoğraflarını çektiğim insanlara yakın olmak için ve bir şeyler iletebilmek, bir bilgi akışı oluşturabilmek için...” der fotoğrafına dair. Belgesel fotoğrafa ilgi duyanlar onu, ABD başkanı Reagan’a düzenlenen suikast girişimini fotoğraflamasından tanırlar. Mülteciler, işçiler, yoksulluk ve üçüncü dünya insanlarını konu alan fotoğrafları zihinlerde yer etmiştir.

Benim gibi, bir gezi dönüşü fotoğrafı yazıyla bütünleştirmek çabasında olanlar için hoş bir izahtır Salgado’nun dedikleri. Bir öykünün içinde olmak, onu yaşamak esasen, güzel fotoğraflarla dönmektir de. İyi bir fotoğraf, iyi bir öykü kadar değerlidir. Emek ister, keskin göz ister. Kadraja girecek sağlam bir kompozisyonun acelesi vardır. Etkili fotoğrafın bir öykü kadar zamanı yoktur. Parmakla deklanşör sesi arasındaki zamanda bile kaçırılmış nice karelere tanık olursunuz.

Bu yıl kış mevsiminin başından beri fotoğraf gezilerine aralıklı da olsa devam ediyorum. Yol arkadaşlarım Gezgin-Yazar Zeki Oğuz ve Eğitimci Ali Işık’la birlikte Çumra tarafına gittik bu defa. Güneydoğulu tarım işçilerinin yerleştikleri alanlara uğrayıp fotoğraf çekmekti isteğimiz. İlk uğradığımız yer Fethiye köyü yakınlarında bir çadır-köy oldu. Bir önceki gün yağan şiddetli yağmur, yüzlerce insanın barındığı alanda gelişigüzel kurulmuş çadırları sersefil etmişti. Göçerleri rahatsız etmemek ve fotoğraf çekmeye izin almak için “çavuş” adını verdikleri ağanın çadırına uğradık ilkin. Güler yüzle buyur edilip sabah çayına ortak olduk kalabalık ailenin. Bir süre de sohbet ettik.



Dışarıya çıktığımızda meraklı gözlerle izlenip durduk. Yarı aç yarı tok çocuklar, sonra kadınlar ortalığa serpildiler. Kadınlardan kimi taşlardan çattığı ocaklarda bulaşık çamaşır yıkıyor, kimileri bakınıyorlar öylesine. Peşimize takılan çocukların dışında keyifsizlik hakim çadır-köyde. Yanımdan ayrılmayan Medine, Urfa’daki okulunda 4. sınıfa geçmiş. Sırtına sardığı iki yaşındaki kardeşi ile gezinip durdu. Temmuz günü alışılmadık bir serinlik var ortalıkta. “Çocuk hasta olacak” diyorum. Omuzlarını silkip “bir şey olmaz” diyor. Çadırlar açıldı tek tek sonra. “Çekin şu sefaleti, geceden ıslanmayan bir şey kalmadı, aç susuz ne olacak halimiz” serzenişleri yayıldı ortalığa. Nereye uğradıysak benzer yakınmalar işittik. Bazıları uzun zamandır işverenden paralarını alamamışlar. Mayıs-Eylül arası binlerce insan bu tarafa çalışmaya geliyor, iş bitince dönüyorlar yurtlarına. Aileler çok çocuklu ve olumsuzluklardan en çok etkilenenler de yalın ayak dolaşan çocuklar. Ötede bir çadırdan çağırıyorlar bizi. 18 yaşındaki genç anne, 10 günlük bebeği Filiz’i sezeryanla doğurmuş Çumra’daki hastanede. Mama, süt istiyor. Fotoğraf çektirmek isteyenlerin sayısı artıyor lakin bende çoğalan keyifsizlik içime sızıp duruyor. Sebastiao Salgado, benim burada gördüklerimin bin katı çaresizlikleri gördü de ondan mı öykünün parçası olmayı tercih ettiğini söyledi acaba? Öyle olmalı. Fotoğraflarına yeniden bakıyorum Salgado’nun yazımı yazarken. Burada savaş yok, bunlar mülteci de değil. Yaşam şartları yaşanacak cinsten de değil. Orta yaşı geçmiş olanlar çoktan alışmışlar göçerliğe. Gençlerin çoğu aynı görüşte değiller.



Çumra Kaymakamlığı geniş bir çadıra anasınıfı açmış. 40 kadar çocuk iki anasınıfı öğretmeni nezaretinde eğitim görmeye başlamışlar. Öğretmenlere böyle bir yerde çalışmanın bir anlam ifade edip etmediğini soruyorum. Farkındayız diyorlar. Çeşme az ileride. Çoluk çocuk ellerinde su kaplarıyla sudan dönüyorlar. Tuvaletler gelişigüzel yerlere yapılmış. Sağlıksızlığı tasvir edecek değilim. Tarım işçiliği sadece bu bölgede değil Konya kırsalında güneydoğulu çok sayıda ailenin geçim kaynağı. Zeki Oğuz’a fısıldıyorum: Bunlar için sezon sonunda kaldırılabilir prefabrik evler yapılsa nasıl olur ki? Birbirimize bakıyoruz…

Alibeyhüyüğü’ne yakın bir başka çadır-köye uğruyoruz öğle sonrası. Burada durum daha beter. Urfa, Viranşehir, Adana ve Mersin tarafından gelmişler. Beldenin çöplüğüne bitişik yerleşim alanındaki insanların ortak şikayeti çöpten gelen sinekler. Çadırların içine su işlemiş. Yatak yorgan dışarıda kurumayı bekliyor. Burada birden fazla çavuş var. Ağzı laf yapanlar söz alıp şikâyete başlıyorlar. Haksız değiller elbette. Durumu yetkililere aktarmak için girişimde bulunacağımızı ifade edip Çatalhüyük yoluna koyuluyoruz.

Fotoğraf çekmeye gidiyorsanız benzer öykülerin parçası oluyorsunuz. Fotoğrafı, fotoğrafların öyküsünü vesile kılarak mesajınızı başkalarıyla paylaşmak hangi yaranın merhemi olur bilemem. Benim cephemden işe yarar diye düşünüyorum. Ekmek parası için böyle bir yaşam serüveninde olmak, hiç kolay değil.

18 Temmuz 2009

Sivas Gezi Notları



KONFAD’ın 2008-2009 sezon açılışını Sayın Vekilimiz Mustafa Kabakçı’nın güzel fotoğraf gösterisiyle açmıştık Mimarlar Odası’nda. On parmağında on marifet bulunan Sayın Vekilimiz, Sivas’ı özellikle de Divriği’yi görmemizi salık vermiş ve fotoğrafçıların burayı ziyaretleri için gereken desteği sağlayacağını ifade etmişti.
Sonbaharda bize mahsus türlü sebeplerin araya girmesiyle ertelediğimiz geziyi geçtiğimiz hafta sonu gerçekleştirdik. Kendisi şehir dışında olduğundan karşılaşma imkanı bulamadığımız Sivas Valisi Sayın Veysel Dalmaz’ın talimatlarıyla her bakımdan mükemmel şekilde konuk edildik. On beş yılını Konya’da geçiren Valilik Basın Halkla İlişkiler Müdürü dost canlısı sevgili Mustafa Apaydın’ın rehberliğinde Sivas il merkezini adeta karış karış gezdik.

Halısı, Kangal cinsi köpeği, çakı-bıçağı, Balıklı Kaplıcası, Aşık Veysel’i ve Tarihi 4 Eylül Kongresi ile ülkemizde müstesna bir yeri olan Sivas’ın Konya ile tarih ve kültürel doku bakımından pek çok ortak yönü mevcut. Sivas’ı gezerken bunu hissedebiliyorsunuz. Şehir, mirasına sahip çıkan diğer şehirlerde gördüğüm bir yenilenme süreci geçirmeye devam ediyor. Kadim eserlerin kiminin restorasyonu tamamlanmış, kimininki inşaat halinde. Sivas Tarihi Kent Meydanı’nın hiçbir yerde rastlanmayacak bir özelliği var. Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi eserlerini bir arada görüyorsunuz. Buruciye Medresesi, Gök Medrese, Şifaiye Medresesi, Kale Camii, Eski Sivas Lisesi ve Hükümet Konağı bir arada. Eski ile yeniyi toplayan bu alan şehrin en işlek bölgelerinden. Buruciye Medresesi’nin serin eyvanında çayımızı yudumlarken, buranın Urfa’daki Gümrük Hanı kadar büyük olmasa da nispeten benzediğini fark ettim. Şimdilerde el sanatları üretilip satılan Medrese aynı zamanda çay-kahve içip dinlenebileceğiniz bir güzel yer olmuş. Abdi Ağa ve Osman Ağa Konakları sedirlerinde oturup huzur duyacağınız mekanlar. Sultan Alaaddin tarafından vakfedilen ve bir Danışmentler eseri olan Ulu Camii’ye varmadan Sivas’ı gördüm demenize imkan yok.



Pazar günü de anlatmaya kelimelerin yetmediği, Pirimiz Evliya Çelebi’nin “methinde diller kısır, kalemler kırıktır” dediği Ulu Camii’yi görmek için Divriği’deydik. Kangal-Divriği arasındaki yolun dar ve dolambaçlı oluşu sebebiyle belirlediğimiz vakitte ilçeye ulaşamadık. Sırf Ulu Camii hatırına bu yola bir çare bulunmasının elzem olduğunu düşünüyorum. Divriği Kaymakamı Sayın Önder Bakan tarafından cami önünde karşılandık. Bu muhteşem eserden öyle etkilendik ki, “aklım Mardin’de kaldı” ifadesini “aklım Divriği Ulu Camii’nde kaldı”ya tebdil etmek geldi içimden. Mustafa Apaydın söylemişti bir gün öncesi: Camiyi görünce beş dakika öylece kalacaksınız olduğunuz yerde diye. Az bile söylemiş. Caminin bilgi dolu imamı İlahiyatçı Hasan Hoca’nın sözleri kulağımızda, Daruşşifa Taç Kapısı ile caminin Kıble Kapısı arasında kalan iki duvar arasında tam bir saat boyunca gözümüzü ayırmadan seyre koyulduk bu muazzam eseri. Taşlarla şiir yazılır mı? Yazılmış işte.

Yapı, mimari özelliklerinin yanı sıra sergilediği geleneksel Anadolu taş işçiliği örneği ile de UNESCO miras listesinde korunması gerekli “Dünya Kültür Varlığı” olarak yer alıyor. Bu yönüyle Türkiye’de bir ilk. Bu unvan için hiç kimsenin çabalamasına gerek bile kalmamış. Özellikle kıble kapısının baş döndüren taş işçiliğini gören ecnebiler bu işe öncü olmuşlar. Ne yazık ki, buraya gelen bazı aklı evveller de o canım işlemelere tırmanarak çakılarla isimlerini kazımışlar. Divriği Ulu Camii ve Daru’ş-şifası adıyla dünya sanat tarihinde yer alan bu eşsiz eser, Anadolu Selçuklu Devleti Mengücek Oğulları Beyliği döneminde (1228) Mengücek Beyi Ahmet Şah tarafından, Şifahane ise Ahmet Şah’ın eşi Melike Turan tarafından yaptırılmış. Cami ve Darü’ş-şifanın dünyadaki diğer tarihi eserlerden bir takım farkları var: Böyle mükemmel üç boyutlu detaylı geometrik sitiller ve bitkisel bezemeler hiç bir yerde yok. Kapı ve duvarlara işlenen tüm motifler asimetrik ve her karede binlerce taş işlemeli motif bulunuyor. Usta, tekrardan kaçınmış, kendisini yenilemiş ve hiç bir motife bağımlı kalmamış. İşin ilginç tarafı başka bir eser de yapmamış. Bu yönüyle de tek olma özelliğine sahip. Şifahane Taç Tapısı, Cami Kuzey Taç Kapı, Cami Batı Taç Kapı ve Şah Mahfili Taç Kapısı olmak üzere dört kapısı bulunuyor. Ölmeden evvel görülmesi gereken yerlerden diyerek özetlemekte fayda görüyorum.

Fotoğraf gezilerinin fotoğraf dışında müthiş öğretici güzellikleri mevcut. Yaşamak lazım. Beni fazlasıyla etkileyen engellerim olmasına rağmen, böyle geziyi organize etmek yormuş olsa da neticesi güzel oldu. Gezinin gerçekleşmesine vesile olan Sayın Vekilimiz Mustafa Kabakçı’ya, konukseverliği için Sivas Valisi Sayın Veysel Dalmaz’a, gülümsemesi eksilmesin Valilik Basın Müdürü Mustafa Apaydın’a KONFAD Yönetim Kurulu adına şükranlarımı sunmak isterim. Sezon başında programa koymayı hiç aklımıza getirmediğimiz müstesna yurt köşelerini tanımamıza vesile oldular. Varolsunlar.

Ulusal II. Meke Fotoğrafçılar Buluşmasının Ardından


Hayata, eşyaya, olup bitenlere ve insana dair yeni bakış açıları sunan fotoğraf sanatının onlarca özelliği mevcut. Ben bunu, “başkaları bakar, fotoğraf sanatçısı görür” diye özetliyorum.
Bir dokümantasyon aracı olarak belgeye, bilgiye, ispata ve arşive yarayan fotoğrafın, güzel sanatlar içinde müstesna bir yeri var. Digital teknoloji, fotoğraf makinelerinin kullanım ve kazanımlarını kolaylaştırınca müşterisi de arttı doğal olarak. Türkiye’deki fotoğraf dernek ve topluluklarının sayısı hızla artmaya devam ediyor.

Fotoğraf üretimini tetikleyen sürecin bu şekilde hızlanması, sponsor destekli fotoğrafçı buluşmalarının da sayısını arttırdı. Mevsimine göre, kurum ve kuruluşlar, gönüllüler ve daha çok dernekler kanalıyla yurdun fotoğrafa uygun yörelerinde geziler ve buluşmalar organize ediliyor. Bölge, yöre ve şehir tanıtımlarına reklam işlevi de gören fotoğraf buluşmalarının istisnaları hariç Konya gibi fotoğraf deposu olan bir yerde ilgisi olması gerekenlerce yeteri kadar fark edilmemesini bir eğitim sorunu olarak görmüşümdür. Türkiye’nin neresine giderseniz gidin, yerel yönetimlerin şehrin tanıtım sorunlarından yakındıklarına şahit oluyorsunuz. Kültürel mirasın öne çıktığı yerlerde bile benzer yakınmalar eksik olmuyor. Buna mukabil, söz gelimi yerel yönetimlerin kültür müdürlükleri olmasına rağmen ilgili birimleri yönetenlerin çoğunun kültürle işleri olmadığından bunun farkına varmıyorlar. Tek bir yayını olmayan bir kültür bürosu, dairesi adı her ne ise rastlayabiliyorsunuz.



Asıl konumuza gelelim. Pek alışık olmasak da, yaşadığı coğrafyanın kıymetini bilen, vefasını başkalarıyla paylaşacak kadar gönüllü şehir efendileri de çıkıyor zaman zaman. 16-19 Mayıs tarihleri arasında Meke Gölü merkezli Ulusal fotoğrafçılar buluşması yapıldı. Öncülüğünü, daha evvel bu köşede hakkında yazdığım Ereğlili Memduh Ekici dostumuzun yaptığı organizasyonun sponsoru, Ereğli Telekom Müdürlüğü idi. Ereğli ve Karapınar Belediyeleri de destek oldular. Üç gün süren ve Türkiye’nin farklı yerlerinden gelen yetmiş kadar fotoğrafçının katıldığı organizasyonu en güzel şekilde gerçekleştiren Ereğli Telekom Müdürü Hızır Doğru’ya buradan teşekkür etmek borçtur. Kurumu adına yeme, içme, konaklama ve ulaşım sponsoru olan Hızır Bey’in elemanları da arı gibi çalıştılar. Hepsine teşekkür ederim kendi adıma. Trabzon’dan, Erzurum’dan, İstanbul’dan, Ankara’dan adını sayamayacağım birçok yerden yüzlerce kilometre kat ederek Meke’ye, şebboylara, yılkı atlarına, Karapınar’a, İvriz’e, bozkırın renkli coğrafyasına gelen bütün fotoğrafçı dostlara da teşekkür etmek isterim. İç Anadolu’nun güzel köyleriyle, ovaları ve yaylalarıyla, temiz yürekli insanıyla tanış olup güzel anılarla evlerine döndüler. Fotoğraf web sayfalarında birbirleriyle gıyaben merhabalaşan gönülleri hoş bu insanlar, kırk senelik dostlar gibi kaynaşıp bu buluşma ile yörenin gönüllü birer tanıtımcısı da oldular.

Fotoğraf sanatını, güzel ülkemizi detaylarıyla tanıtan, insanımızı buluşturup kaynaştıran, öğreten ve fark ettiren tarafıyla daha çok seviyorum. Çabanız daim olsun sevgili Mekeci, desteğiniz eksilmesin sayın Hızır Doğru. Köyünüzden bereket eksilmesin bizi bulgur pilavına, soğanına, ayranına ortak eden iyi yürekli insanlar.

Karaman İzlenimleri



Yazıma başlamadan evvel başlık ile mütenasip olsun diye can-ı gönülden bir inşallah demem gerekiyor. Netice itibarıyla yeni insanlar ve projelerle karşılaşıp elde ettiklerimizi yazıyor, değerlendirmemizi ona göre yapıyor ve memleket hayrına olacak işlerde tuzumuz bulunsun istiyoruz.

TYB Konya yönetimi olarak, Valilik, Belediye ve Üniversiteyi kapsayan Karaman ziyaretinden son derece olumlu izlenimlerle döndük geçtiğimiz hafta içinde. Uzun uzadıya yazılacak tarih serüveni ve kültür varlıklarıyla Karaman’ın bugün hak ettiği yerde olmadığı, ilgisi olan herkesin vakıası ne yazık ki.

Karaman’ın genç Valisi Sayın Fatih Şahin, Belediyenin yeni Başkanı güzel insan Kamil Uğurlu ve Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi’nin heyecan dolu Rektörü Prof. Dr. Sabri Gökmen’e yaptığımız ziyaretler sonrası, Karaman’da her şeyin daha güzel olacağı kanaati oluştu bende.

Sivil toplum kuruluşlarını önemsediğini ifade eden Sayın Vali, Türkiye Yazarlar Birliği’nin toplumun şekillenmesinde çok önemli boşluklar doldurduğunun altını çizdi. Birçok açıdan iki şehir arasında güç birliği yapılması gerektiğini, buna hazır olduklarını, Karaman’ın kalkınması adına özellikle turizm ve kültürel alanlarda atılımlara ihtiyaç bulunduğu ve Türkiye’de bir benzeri olmayan “Sevgi Yolu” projesinin Karaman’a muhtemel katkılarını anlattı.

İl yönetimlerinin, şehirlerin kültür varlıklarını göz ardı etmeden geçmişi gelecekle barıştıran yeni projeler üretmesi, bizim gibi bu amaca hizmeti amaç edinmiş sivil toplumculuğu her geçen gün haklı çıkarıyor. Sayın Vali’yi bu konuya vukufiyet ve hassasiyeti sebebiyle kutlamak gerekir. Şehrin imarı adına ruhsuz projeler icat edip, asırlık yapıları ortadan kaldırmak suretiyle esasen onun yüreğini söktüğünün farkında olmayan yöneticilerin giderek azaldığını görmek sevindiriyor doğrusu.



Karaman’a çok yakıştığını düşündüğüm naif insan, Şair-Yazar Mimar Kamil Uğurlu’nun sorumluluğu daha ağır bana göre. Kültür sanat adamlarının şehirlerin yönetiminde daha başarılı olacaklarını söyleyenlerle aksini düşünenler için ideal bir örnek teşkil ediyor. Mimarlığı ile birlikte şehrin tarihi dokusunu muhafaza edecek, geliştirecek öngörüye fazlasıyla sahip olduğunu düşündüğüm Sayın Uğurlu, projelerini birkaç başlık altında sıraladı. Türk dünyasından yetkili isimleri çağırarak Yunus Emre etkinliklerinin uluslararası düzeyde ve bağımsız olarak sadece Karaman’da gerçekleştirilmesini istediklerinden söz etti. Karaman Kalesi’ni çevreleyen alanın aslında Orta Anadolu’nun en zengin sivil mimarisini temsil ettiğini ancak önceki yerel yönetimlerce bölgenin yıktırılarak yok edildiğini, elde kalanın da TOKİ ile işbirliği çerçevesinde iyileştirileceğini, eski Karaman’ı koruyup kollayacaklarını söyledi. İmardan asla taviz vermeyeceklerini ve Kale ile Aktekke arasında mimari özelliği olmayan yerleri temizleyip şehir meydanı yapacaklarını ilave etti. Sayın Uğurlu’nun dikkatimizi celbeden iki projesi daha mevcut. İlki, bir Osmanlı icadı olan “Allah Kerim Müessesesi”. Emekliyseniz burada ücretsiz çay-kahve içip dostlarınızı misafir edebileceksiniz. İkincisi ise, “Sıfır Dilencili Şehir” projesi. Belediye olarak mesailerinin %60’ını kültürel çalışmalara ayıracaklarını söyleyen Sayın Uğurlu, Karaman’ın zor ve aceleci bir sosyolojiye sahip olduğunu, beklentileri karşılamak için gece gündüz çalışacaklarını belirtti. Karaman’ın hem kâmil hem de uğurlu yeni başkanı sımsıkı sarılarak yolcu etti bizi. İçimizden birinin Karaman’da daha güzel işler yapağına inanıyor ve çalışmalarında daim başarılar diliyorum.

Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi’nin yeni ve genç Rektörü sıcak karşılama ve selam faslının ardından “niyet hayr, akıbet hayr” sözüyle başladı konuşmasına. Prof. Dr. Sabri Gökmen’i son derece heyecanlı buldum. Karaman’ın tarihi fırsatlara sahip bulunduğunu, bunu başaracak gücün iyi bir ekiple mümkün olduğunu anlatırken, halktan kopuk bir üniversite düşünmek istemediklerini, şehirle birlikte olmayı önemsediklerini, öğretim elemanları alırken siyasi görüş, memleket ve sadakat aramaksızın kadro kurmaya özen gösterdiklerini ifade etti. 1965 Karaman doğumlu olan Prof. Dr. Sabri Gökmen –bu ikisi Karaman için büyük avantaj-, “hayallerim var, Konya ile Karaman’ı Orta Anadolu’nun ilim merkezi olarak hayal ediyorum, Mevlana ve Yunus Emre torunlarına has felsefeyi bütün dünya görsün öğrensin istiyorum” dedi. Sayın Gökmen’in “bâki kalan gök kubbede mühim olanın hoş bir sada bırakmak” şeklindeki hayat anlayışına, bizim proje ve tekliflerimize yakın duruşuna bakarak TYB Konya Şubesi ile Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi’nin kalıcı işler yapacağına inancım arttı.

Karaman bundan sonraki döneme avantajlarıyla giriyor. Aynı lisanı konuşan ve şehrin geleceği adına paydaş projeler dillendiren üç makama sahip. Karaman halkı, yukarıda sözünü ettiğim projelere destek çıkar ve gerekeni yaparsa kadim müktesebatıyla Orta Anadolu’nun parlayan yıldızı olacaktır.

03 Mayıs 2009

Mommo: Bir Hazin Öykü




Filmin Yönetmeni Atalay Taşdiken, Görüntü Yönetmeni Ali Özel ve oyunculardan Mustafa Uzunyılmaz ile “Mommo Kız Kardeşim” filmi hakkında konuştuk Konfad’da.

17 Nisan’da görücüye çıkan film, Yönetmen asistanı ve Set Fotoğrafçısı sevgili Osman Özel vasıtasıyla uzun zamandır bir ülfet oluşturmuştu bende. Kamera arkası ekibin işini gücünü bırakıp Konfad’a konuk olarak gelmesi, yönetmeninin hemşerimiz olması, konusunun Konya’ya aidiyeti ve henüz sinemalardayken görmem yazımın vesilesi oldu.

Atalay Taşdiken 1964 Konya-Beyşehir doğumlu bir reklamcı. Mommo ilk uzun metrajlı filmi. Mommo’nun vizyona girişinden evvel okuduğum birkaç satır dikkatimi çekmişti. Sordum: “Cebinizde 1000 lira bile yokken projeye başladığınızı okudum. Bu doğru mu ve şimdi 1000 liradan fazla paranız var mı?” “Basına bu konunun abartılı şekilde yansıdığını fakat yeterli bütçe olmadan filme başladıklarının doğru olduğunu” söyledi tebessümle. Filmin kazandığı ödüller konusunda, ukalalık kabul edilmezse hislerine, ekibe ve başarılı olacaklarına yürekten inandıklarını ifade etti. “Filmin Türk sinemasına katkısını” sordum sonra. “Bu ilk filmim” dedi. “Bunu, sinemayı iyi tahlil eden, kaliteli projeleri izleyenlere bırakmak lazım, filmin bağımsız olarak yetkin bir yerde durduğunu söyleyenler mevcut, bu yönüyle bir ekolün miladı olacağını söyleyebilirim, başta da dediğim gibi bunun yorumunu başkalarına bırakıyorum” dedi.

Hayatı boyunca yapmayı planladığı işi zamanı geldiğinde uygulayıp hayalini gerçekleştirenler olur. Böylelerinden Atalay Taşdiken. Selçuk Üniversitesi Fizik bölümünden mezun olmuş fakat bu alanda iş yapmamış. Yönetmenlik serüvenini anlattı sonra: “Çocukken Beyşehir’de evimizin karşısında Ar Sineması vardı. Harçlığımla haftada bir gün sinema bileti, yanında da Bozdoğan gazozu alırdım. Diğer günlerde, sinemanın dışarıya ses veren hoparlörünün altına oturur, dinlerdim. Sonra da izlemiş gibi arkadaşlarıma anlatırdım.”

Çavuş ve Hüyük’te çekimleri yapılan Mommo, gerçek bir yaşam öyküsünden uyarlanmış. Hem de yönetmenin oldukça yakınında. Perşembe akşamı Kızım Zeynep’le birlikte filme gittik. Çocuk oyuncular Elif ve Mehmet Bülbül’ü çok başarılı buldum. Özellikle Elif’i. Çavuş Kasabasında okulları gezerek bulmuşlar çocukları. Beden Eğitimi dersinde toplanan 1. sınıf öğrencilerine yaklaşırken görmüş Elif’i Taşdiken. Filmin Görüntü Yönetmeni Ali Özel’e, çocukları çekip Elif’i en sona bırakmasını istemiş. Elif’i tercih etmesinin risk olduğunu anlattı. Çocukların arasından en çekingeni o imiş. Başlarda dramatik yoğunluğu olan kareler çekilmiş. Monitörün ardına da hiç geçirmemişler Elif ile Mehmet’i. Filmde, sonraki eş korkusundan çocuk sevgisini kaybetmiş babayı oynayan usta oyuncu Mustafa Uzunyılmaz, köyün kahvesinde mukallit adamlarla hayli sohbetler etmiş yörenin ağzına vâkıf olmak için. Taşdiken, Uzunyılmaz’ın Türk sinemasında nadir görülen karakterlerden birini oynadığını ifade etti. Aynen katılıyorum. Tavır, tip ve konuşma biçimiyle ilklerden biri. Mükemmel bir oyun çıkarmış. Mustafa Uzunyılmaz’a filme katılışını anlatmasını istedim. Sözü Taşdiken alarak, Rıza Sönmez ile anlaştıklarını fakat hayati bir mazeretini gerekçe göstermesi ve Uzunyılmaz’ı önermesiyle projeye onun dahil olduğunu ifade etti. Hasan Dede rolünde oynayan Mete Dönmezer müthiş performans sergilemiş. Çocukların Bez Bebek dizisinden ilgiyle izledikleri Mehmet Usta, dizi çekimleri sebebiyle Konfad’da değildi. İstanbul’lu Bakkal rolüyle göz doldurmuş o da. Filmin bu üç oyuncusunun dışında kadraja giren herkes yörenin yerlisi. Çok da başarılılar. Erkan Oğur mükemmel müziğiyle filmi tamamlayan sanatçı olmuş.

Mommo, 14. Nürnberg Türkiye Almanya Film Festivali’nden En İyi Seyirci Ödülü’nün yanı sıra, festival jürisinin En İyi Film Ödülü olmak üzere iki dalda birincilik ile döndü. Berlin Film Festivali’nde de Generation/Genç Kuşak Yarışması’nın K Plus Bölümü’ne seçilen ilk Türk filmi ünvanını da taşıyor. Filmin Görüntü Yönetmeni 1977 Konya-Çetmi doğumlu Ali Özel’i ayrıca tebrik etmek lazım. Her bir karesini sergilenmeye layık bulduğum “fotoğraflık” görüntüler çıkarmış. Absürd, kafa karıştırıcı, konusu bizden olmayan, bohem anlatım ve karakterleriyle kirli kimi sinema filminin yanında izlenir, tavsiye edilir bir film Mommo. Öksüz kalmış çocuklar, vicdan muhasebesi, ağır sorumluluklar, gurbet Almanya vurgusu, yoksulluk ve çaresizlik ekseninde duygusallığı ağır basan, duygu sömürüsü yapmayan ve günümüzde örnekleri herhangi bir yerde görülebilecek türden. Öcü Mommo korkusundan daha çok bir aile dramının ağır bastığı yüzakı bir film.

Mommo aslında benim korkum diyen Atalay Taşdiken ile aramda bir yakınlık var. Benim çocukluğumun öcüsü de Markut’tu. Markuuuuut! Torbanı sarkıııııııt!

Bu filmin bütün okullarda öğrencilere gösterilmesini istiyorum kendi adıma. SBS, dershane ve ödev telaşında boğduğumuz çocuklarımızın, başka hayatların da varlığını ve ihtimal her evin kapısında Mommo kadar korkutucu gerçeklerin yaşanabileceğini bilmeleri lazım.

Ve Atalay Taşdiken’e ricadır. Şu Anadolu coğrafyasında filmlerin, yönetmenlerin uğramadığı yer kalmadı. Doğunun, Karadeniz’in, Ege’nin, Akdeniz’in yöresel ağızları dillerde pelesenk oldu. Çavuş Kasabasındaki öykünün benzerleri, sıradışıları, alışılmamışları mevcuttur Çumra’da, Kulu’da, Ereğli’de. Gelin ve Oskarlık işler yapın. Bu kumaş sizde fazlasıyla var…

21 Nisan 2009

Selçuklu’dan Osmanlı’ya



Yazılacak çok şeyimiz vardı yine. Kadim bir başkentten diğerineydi yolculuğumuz. İki adı vardı gezimizin dostların koyduğu. Biri “Konya’dan Bursa”ya, öteki “Selçuklu’dan Osmanlı”ya. İkincisi, kadim tarihimizin ortak yönlerini kardeş şehirlerde görmek için yola koyulanlar adına bulunmaz bir adlandırmaydı şüphesiz. Henüz yola çıkmadan koymuştum adını yazımın.

TYB Konya’nın programlı şehir gezilerinde yer almanın türlü ayrıcalıkları mevzubahis kendi açımdan. Medeniyet mirasına sahip çıkmak azminde olan seçkin bir toplulukla, esasen işi bu olanların yapmadığını yapıyoruz.

Tanpınar’ın, “bir başkent daima başkenttir” sözünü iki şehre yakışan bir atıfla, Konya kadar Selçuklu, Bursa kadar Osmanlı diye düşünüp durdum gezi boyunca. İki şehir arasındaki güçlü bağı, TYB Bursa Şubesi Başkanı değerli Yazar Mehmet Fatih Birgül, İhtifalci Mehmed Ziya’nın yaklaşık on gün sürdüğünü öğrendiğimiz, “Bursa’dan Konya’ya Seyahat” adlı hacimli eserine yazdığı notta şöyle anlatıyor: “…Konya ile Bursa arasında yadsınması imkânsız, son derece güçlü bir bağ vardır. Osmanoğulları da bu bağın farkındaydılar şüphesiz; bu nedenle Osman Gazi, son Selçuklu Sultanı IV. Kılıçarslan’ın kendisine yolladığı ve o dönemin âdetine göre hükümdarlık bağışı sayılan sancak, kılıç ve davulun, kutsal bir emanet olarak türbesinde muhafaza edilmesini vasiyet etmişti… Bursa, Anadolu’yu medeniyetimize armağan eden Selçuklu’nun ucudur ve uzantısıdır…” (Mehmed Ziya, Bursa’dan Konya’ya Seyahat, Haz. Mehmet Fatih Birgül-Dr. Levent Ali Çanaklı, Bursa İl Özel İdaresi Yay., Bursa, Aralık 2008, s. 12.)

Bursa’da, Birgül’ün sözünü ettiği bağın ilk mimari örneklerini birçok yerde görüyorsunuz. Selçuklu ustalarına yaptırılan ve yapımı 1390-1395 yıllarında tamamlanan Yıldırım Beyazid Camii bunlardan biri söz gelimi. Tuğla ve taş, Selçuklu ve Osmanlı gibi birbirine sımsıkı kenetlenmiş duvarlarda. Baba oğul gibi Konya ve Bursa bu yönüyle bakınca.

Birçok defa gittiğim Bursa’yı bu defa ehlinin rehberliğinde gezmek, detaylarıyla müşahade etmek imkânı verdi. Değilse; Zeynuddin Hâfî’nin sadece ilmiyye sınıfına dahil eşhasa ev sahipliği yapan Zeyniyye Tarikatını tesis eden allame olduğunu ve haziresinde Fatih’in Hocası Molla Hüsrev ile Şair Hayalî’yi misafir ettiğini nereden bilecektim. Eflak’ta elçi olarak görev yaparken Kazıklı Voyvoda tarafından şehit edilen Sultan Çelebi Mehmed’in Kumandanı, Sultan II. Murad’ın Veziri Hamza Bey’in hikâyesini de.

Çarşılı Köprü’nün altından temiz suyuyla Kestel istikametine akan Gökdere, vaktiyle on beş günde bir kaçtığım Malatya’nın Kernek’ini ve bugün artık umudumu kestiğim Meram Çayı’nı hatırlattı. Tophane yokuşunun başındaki “Saltanat Kapısı”na bakarak, “on iki kapılı Konya Kalesi”nden hiç değilse birini yeniden yapacak vefalı şehir yöneticilerine şükranlarımı sunacağım günleri hayal ettim. 135 Osmanlı yâdigârını restore ederek Osmangazi İlçe Belediyesinden Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na terfi eden Recep Altepe’yi anmadan geçmek olmaz. Şehirlerin iktisadi ilerleyişinin bu tür çalışmaların artmasıyla kaim olacağını artık kim inkâr edebilir?

Bursa’yı iki günlük gezi ve bir köşe yazısıyla izahın imkânı elbette yok. Bizi Merinos Tren İstasyonu’nda hoş karşılayıp, güzel köyü Misi’den hoş uğurlayan TYB Bursa Şube Başkanı Yazar Mehmet Fatih Birgül’e, Bursa’yı Konya’ya yaklaştıran eşsiz refakati için teşekkürlerimi sunuyorum.

16 Nisan 2009

Bolay Yaylası’nda Bir Bahar Günü




-Ilıcapınar Yaylalarında-

“Erisin dağların karı erisin
İnsin seli düz ovayı bürüsün
Türkmen eli yaylasına yürüsün
Ak kuzular melesin de gidelim.”
Karacaoğlan

Eski adı Pirlerkondu Taşkent’in. Barcın Yaylası, Göksü Irmağı, Dedemli, Taşeli Platosu, Gevne Vadisi ve Karacaoğlan’ın dizelerine sahne olan yörelere uzanan güzergâhın kavşak noktası burası. Ilıcapınar hemen ötede. Birkaç yıldır sıkça gider oldum bölgeye. Bolay Yaylası’nın baharını görmek Nisan’ın ilk haftasına kısmet oldu. Sonbaharının hüznü ile yazının sıcak renklerini nev bahar ile tamamlamayıp görülecek bir kış mevsimi kalsın istercesine yol aldık Toroslar’a doğru.

Yol kenarlarına çiğdemler, papatyalar serilmiş, badem ağaçları çiçekleriyle güne çoktan merhaba demişler. Baharın en güzel zamanında oralarda olmanın keyfini çıkarıyoruz. Biliyoruz ki, en fazla üç hafta sonra yaylasında, dağında yörenin ne nevruz, ne de kardelen kalacak. Hava bir kapanıp bir açıyor, yağmur iniyor kimi zaman, sonra duruyor. Kısa molalar verip tabii güzellikler kaçıp gideceklermiş gibi objektiflerimizi çeviriyoruz.

İlk çay molası her zamanki gibi Sarıoğlan’da. Hava serin. Evden çıkarken kabanımı almadığıma hayıflanıyorum. Bereket ki, arabanın bagajından eksik etmediğim yağmurluğum var. Karazorlar’ın tesisinden kuşluk vakti çıkmadan ayrılıyoruz tanıdık yüzlere hoşçakalın diyerek.

Ilıcapınar’ın Elmaağaççığı yaylası ve Gevne sırtları karla kaplı. Vadilerden çağıl çağıl sular akıyor. Yol boylarında rastladığımız çeşmelerin çoğunun borusu patlamış. Geçen onca kurak baharın ardından böylesini görmek nasıl bir mutluluktur anlatılmaz.

Yamaçlarda karlar erimeye yüz tutmuş. İlk nevruzla Feslikan Yaylasına giden tepede karşılaşıyoruz. 21 Mart’ta Tatköy’ün dağlarında bulduğumuz tek nevruzla avunmak zorunda kalışımızı hatırlıyorum. Toprak ısınmıştı henüz. Burada gördüğüm ilk nevruzun kaç kare fotoğrafını çektiğimi bilmiyorum. Vakit kaybetmeden tepeyi aşıp Bolay’a ulaşıyoruz.

Yol kenarındaki caminin önüne çekiyoruz arabamızı. Benim isli çaydanlıktan çay yudumlamamıza izin vermiyor ıslak çalı çırpı. Çay elbette vazgeçilmezidir gezginlerin. Lakin manzara unutturmaya yetiyor çayı kahveyi. Ayboğazı Şelalesi ile aramızda kalan vadiden Bolay Çayı’nın suları delirmiş gibi akıyor. Önümüzde binlerce sarı çiğdem. Ekin tarlası gibi. Aralarına karışmış kardelenler ve nevruzlar. Toprağın suya doyduğu geniş yaylada ayakkabılarımız çamur içinde kalıyor. Batıp çıkıyoruz. Karlı dağlar, ara sıra üstümüze inen yağmur, ötede göğün maviliğine izin veren doygun bulutlar çiçeklerin arka fonunu oluşturuyor. Zeki Oğuz ve Mustafa Karaçelebi vadinin başka yerlerinde bir kaybolup bir görünüyorlar. Saatlerce, saatlerce fotoğraf çekiyoruz.


Yayladaki evlere uğruyoruz ikindi sonrası. Ortalıkta kimseler yok. Ermenek tarafına gidip gelen tek tük vasıtadan başka sadece biz varız yaylada. Gönül ayrılmak istemiyor buralardan. Taşkent’e geri dönüyoruz sonra. Kıble Kayasının altındaki çağlayan köpükler saçarak köprünün altından akıyor. Taşkent buradan kartal yuvası gibi görünür. Bir kahvehaneye uğrayıp yaylada hasret kaldığımız çayın tadını çıkarıyoruz.

Sanıyorum her bahar, Nisan ayının ilk haftası, Bolay uğrak yerlerimizin ilki olacak.

02 Nisan 2009

Memduh Ekici ile Fotoğrafları Üzerine



Memduh Ekici ile Söyleşi:
Dr. Muammer ULUTÜRK
Hakimiyet Gazetesi-27.03.2009

1. İşe en başından başlayalım isterseniz, ben sizi yakından tanıyorum. Tanımayanlar için kimdir Memduh Ekici ?

1957 yılının güz aylarında Konya-Ereğli Yeniköy’de doğmuşum. Bozkırın en tozlu yerlerinden birisidir doğduğum köy. Türkiye iklim haritalarında en az yağış alan noktalardan birisi olarak işaretlidir. 4 yaşında bozkırın en yeşil yerine, Ereğli’ye gelmiş ailem. Çocukluğum İvriz pınarının suladığı cennet bahçelerinde geçti. Elimizle balık tuttuğumuz, suya çimdiğimiz dereleri, sabahları çiğ düşmüş meyve bahçeleri vardı. Sabah serinliğinde mahallenin sığırları hergeleye katılır, cami çeşmesinden içme suyu getirilirdi. Akşamüstü babamızı sokağın başında karşılar, elindeki “çarşı ekmeği”nden büyükçe bir parça koparıp oyun oynayan arkadaşlarımızın arasına koşardık. Velhasıl, o yılların mahalleleri nasılsa bizim mahallemizde öyleydi.
1976 yılında liseyi bitirip Ankara’da Eczacılık eğitimine başladım. 1983 yılında Konya 3.Ana Jet Üs Komutanlığında Ecz. Astğ. olarak askerlik görevinin ardından 1985 yılından bu yana Ereğli’de serbest eczacı olarak çalışıyorum. 1985 yılında dünyanın en anlayışlı ve sabırlı hanımı ile yaptığım evlilik ve Allah’ın bize emanet ettiği 3 tatlı kız çocuğu ile dünyasını tatlandırmış bir babayım.

2. Fotoğraf ne zaman ve nasıl bulaştı size ve zaman bir tutkuya dönüştü?
Digital teknoloji olmasa pek çok değerli dostum gibi ben de uzaktan izleyecektim elbette. Üniversite yıllarından itibaren edebiyat ve resim sanatı ile amatör olarak hep ilgim olmuştu. Bir kenarda sakladığım bu minik eskizler Değerli dostarım Selçuk ünv. Güzel sanatlar Fak. Öğretim üyeleri İlham Ahmet ENVEROĞLU ve Orhan CEBRAİLOĞLU tarafından görüldüğü günden itibaren her şey değişti. Bana öyle bir motivasyon verdiler ki; Kırk yıllık ressamların bile denemeye cesaret edemeyeceği işlere bulaştım. Mesnevi hikayelerini minyatür tarzında aydınger üzerine kesik uç ve rapido ile çalışmaya başladım. 50X70 bristol kartonlara çini, suluboya karışık teknikle resimler ürettim. O sıralar Ereğli’de seramikçi bir dostun atölyesinde çini merakı başladı. Kulaktan duyma bilgilerle, sorarak öğrenme yoluyla, deneme yanılma usulü 10-15 çalışmadan sonra bir şeylere benzetmeye çalıştığım güzel ve özgün çini tabaklar yapmaya başladım. Bu çalışmalarımda en büyük katkı bana sabreden eşimden ve Selçuklu belediyesi çini atölyesinin fırın ustası Veli bey’den olmuştur. Derken efendim, yıl 2002. Ereğli’de Resim ve Çini çalışmalarımdan oluşan bir sergi ile bu işlere bir nokta koyduk. Heves bitmedi ama, bizim 3 numaralı kızımız “KUŞ CIVILTISI” hanemizi şereflendirerek ortalıkta dolaşmaya başladı. Kendimi işsiz kalmış bir delikanlı gibi hissettiğim anda, Allah karşıma fotoğrafsever, fotoğraf bilir bir genç insan çıkardı. Tavsiyesi ile efsane sony R1’i elime aldım. Dijital teknoloji ya elimdeki alet… Her gün, gün doğarken ve gün batarken olmak üzere iki vardiya sokakları dolaşıp eski evleri fotoğraflıyorum. İki ay kadar böyle devam etti. Allah onlardan razı olsun, değerli dostum İlham ENVEROĞLU ile birlikte fotoğraflarımı bir prof. Dostumuza (izni olmadan ismini vermem doğru olmayabilir) yorumlaması amacı ile gösterdik.
Fotoğrafa başladığım an olarak kabul ettiğim ve ilk ders olarak her zaman, her yerde anlattığım tarihi bir cevap aldım. “DOSTUM; BUNLAR MAKİNENİN ÇEKTİKLERİ, SENİNKİLER NEREDE…!!!” Yıl 2006. Aylardan Haziran. Yolculuk başlamış oldu. Derken efendim, net fotoğraf diye bir fotoğraf paylaşım sitesinde yayınladığım fotoğraflarıma, bu işi benden iyi bilenlerden eleştiri yapmalarını rica eden mesajlar gönderdim. Kimseyi örnek almadan, kendi seçtiklerimi ve hissettiklerimi fotoğrafladım. Bilgisayarda seyrettim ve acımadan sildim çektiklerimi. Aynı yere tekrar tekrar gittim ve konuya hakim olmayı öğrendim. Beynimde sürekli olarak çektiğimi hayal ettiğim fotoğraflarım oldu. O fotoğrafları ararım gezdiğim her yerde, tekrar tekrar gitmemin sebebi bu arayıştır. Çekmeyi en çok hayal ettiğim fotoğrafa tam iki yıl sonra gittim. Çocukluğumda zihnime yerleşmiş bir fotoğraftı bu. Belki de fotoğrafa başlamamın sebebidir bu. Merak ettiniz madem, söyleyeyim. “Toz kaldıran sürüler.” Sürü fotoğrafları, özellikle de toz kaldıran sürüler benim çalışmalarımda çok ayrı bir öneme sahiptir. Ereğli, Halkapınar, Karapınar, Ayrancı ve Ulukışla kırsalında hangi çobana sorsanız beni tanıyor ya da görmüştür. Pek çoğu kadrolu sürümdür zaten. Beni ziyarete gelen fotoğrafçı dostlarıma da gereken misafirperverliği ve modelliği yaparlar. Sorunuzdan uzaklaşmayalım isterseniz. Amatör olarak ne iş yaparsanız yapın zaten o sizin tutkunuzdur. Sevmediğiniz bir işte çalışarak geçiminizi sağlayabilirsiniz lakin tutku ile sevmeden hiçbir sanat dalında üretemezsiniz.

3. Hepimizin yaşamla bir alışverişi, bir derdi var. M. Ekici’nin derdi nedir? Hayata nasıl bakarsınız?
Kısaca özetlemek gerekirse; hayata gönül gözünden bakmaya çalışırım. Allah rızkıma kefildir, nafakamız için bir iş vermiş nasıl olsa diyorum. Çalışmayı ihmal etmezsek dünyalığımızı gönderecek olan O’dur. Bize düşen, insan olarak başladığımız yolu, insan olarak tamamlayabilmekten ibarettir. Bunun çizgileri önümüzden giden büyükler tarafından zaten çizilmiş. Cenab-ı Allah (c.c) peygamberlerini ve evliyalarını nasıl seçmiş ve onlara özel hususiyetler ve mükellefiyetler vermişse, sanatçıları da seçmiş ve sırlarından biraz da onlara vermiştir. İlham dediğimiz, bu sırlara açılan kapıdan başka bir şey değildir diye düşünürüm. Bu sorunun cevabı, detaylara girersek çok uzayacak. En kısadan Mevlana muhibbi gibi diyelim mi?

4. M. Ekici’nin hayattaki duruşunu nasıl ifade edebilirsiniz?
Kendi nefsim ile ilgili işlerde, iradesiz ve kaderci bir teslimiyet hakimdir. Dünya gailesi sayılabilecek sosyal olaylardan uzak durmaya çalışırım. Toplumun manevi dertleri, kültürel sahiplenme ve hizmet söz konusu olduğunda hep verimli olmaya çaba gösteririm. Toplumun ve yaşadığım coğrafyanın geleceğine bir katkım olmasını, arkamda beni hatırlatacak eserler kalmasını düşünerek hareket ederim. Fotoğraf camiasının, Anadolu kaynaklı ve yeni bir yapılanma içinde olmasını tefekkür ediyorum. Buluştuğum dostlarımda da bu şuurun var olduğunu memnuniyetle görüyorum. Çoğunlukla batı kültürü etkisinde seyreden sanat hareketleri gibi, fotoğraf sanatının gelişimi de buna parelellik gösteriyor. Maksadım yeni bir tartışma başlatmak değildir. Ticari amaçla yapılan çalışmaları taklit eden modelli fotoğraflar gibi, amaçsız görüntü yayınlamalara dikkat çekmek istiyorum. Eşyanın da ruhu olduğunu ve bunu fotoğraflarken hissetmek gerektiğine inanıyorum. Arabası ile ya da kullandığı eşya ile konuşan insanları yadırgamam hiç. Fotoğrafçı da modeli ne ve kim olursa olsun diyalog içinde olmalıdır. Fotoğrafı içinde hissederek deklanşöre basmalı ki, ortaya çıkan görüntü seyredene aynı duyguları hissettirebilsin.

5. Meke ve bozkır fikri ilk nasıl çıktı? Neden Meke ve bozkır? Neyi amaçladınız?
Fotoğrafçının yaşadığı coğrafyaya bir şekilde borçlu olduğunu ve bu borcu ödemesi gerektiğini düşünüyorum. Coğrafyasının kaybolan ve kaybolma tehlikesi taşıyan değerlerine sahip çıkmalıdır. Her coğrafya kendi kültürünü oluşturur. Benim yaşadığım coğrafyanın iki yüzü olduğuna inanıyorum. Bir yüzü Meke Gölü, Karapınar ve Karacadağ’ın yer aldığı bozkırın çöl yüzü. Diğeri Ereğli, İvriz ve Toroslar’ın olduğu bozkırın sulak yüzü. Bu bölgelerde ürettiğim fotoğraflar bence de, dostlarımca da farklı görüldü her zaman. Yalın ve amaçsız baktığınızda her yerin sarı tonlarını görüp buradan ne fotoğrafı çıkacak diyebilirsiniz. Orada bir kültür, bir ruh olduğunu bilerek yola çıkarsanız sizin görmediklerinizi gösterir, hissetmediklerinizi hissettirirler size. Kendinizin bile inanamayacağı olaylar yaşar, beklemediğiniz güzellikte fotoğraflar çekersiniz. Gönlünüzü koymuşsanız yaptığınız işe, sır kapıları ilham rüzgarı ile açılır, siz farkında olmazsınız. Ben çektim sanırsınız. Bu zanna inanırsanız o kapılar bir daha açılmayabilir. Gösterenin de, görenin de siz olmadığınıza inanmanız gerekiyor.

6. Meke’nin Dervişi’nden söz edersiniz hep. Kimdir Derviş?
Bozkırın çöl yüzünde Meke vardı, toz kaldıran koyun sürüleri, çoban köpekleri vardı. Ama hepsinden daha önemli “Meke’nin Dervişi” vardı. O gerçek bir gönül insanıdır. Dünyalık derdi olmayan, zenginliği yaşamış ama huzuru fakirlikte bulmuş, paylaşmayı seven bir derviştir kısaca. İlk karşılaştığımız gün, beni fark ederek evine girdi ve elinde bir poşetle dışarı çıktı. Aramızdaki 500 metrelik mesafeyi bana fırsat vermeden katetmeye çalışması, bana gel işareti yapmasını unutamıyorum. Karşılaştığımızda elini torbaya atarak, çıkardığı bisküvi ve lokumlar bitene kadar “Ye, Allah rızası için ye, haydi ye, bunu da ye.” deyişindeki ihlas ve samimiyeti hissedip de ona derviş dememek mümkün mü? 2007 yılı 19 Mayısında Meke’de ağırladığımız misafirlerimize gösterdiği yakınlık, evinin önünde saçta yaptığı bir avuç kavurmayı yemekle bitiremeyen aç ve yorgun 30 yetişkin insan tarafından yaşanmıştır. Beni çok sevdiğini söyler ve dua eder. Sebebi ona misafir götürmemdir belki de. Yalnız gittiğimde daha önce tanıştırdığım dostlarımı sorar, onlara selam gönderir. Meke’nin güneyindeki yayla evinde yaz kış oturur. Meke’nin ruhudur o. Ben de hizmetkârı olmaya çalışıyorum.

7. Real AVM’de bir serginiz var. Bu kaçıncı serginiz? Daha önce sergi açtınız mı?
Bu, 6. kişisel sergim. 2008 yılına kadar sadece Ereğli’de açtığım sergiler vardı. 2008 Aralık ayında, Alanya fotoğraf derneği AFSAK’ın daveti ile ilk dış sergimi açmış oldum. Konya’dan sonra Nisan ayında Ankara Fotoğraf Sanatı Kurumu davetlisi olarak Ankaralı dostlarla buluşacağız kısmet olursa.

8. KONFAD ile iletişiminiz?
Şu ana kadar Konfadlı dostlarımızla sıcak buluşmalarımız, birlikte gezilerimiz oldu. Çok istememe rağmen etkinliklerine katılamıyorum.

9. Fotoğrafa karşı eliniz hep tetikte midir? Çanta elde mi dolaşırsınız yoksa konuyu belirleyip çekime öyle mi çıkarsınız?

Eşim bugün de makinesiz çık evden diye ısrar etmez ise yanımdadır hep.

10. Fotoğraf çekerken neler hissedersiniz?
Kendimi fazla kaptırdığım zaman, model ile aramda mesafe kalmaz. Yaşına göre babasından daha sert ve muhabbetli veya oğlundan daha samimi olurum. Emsalimse asker arkadaşı gibiyimdir. Çobanların sofrasına oturur azıklarına ortak olurum. Dışı isten siyahlaşmış çaydanlıktan oracıkta, ateşin başında içtiğiniz bir bardak çayın lezzetini unutamazsınız. Çalışmam bittiği zaman, yorulduğumu hissedince anlarım nerede olduğumu. Eve girince üzerimdeki her şey çamaşır sepetine bile uğramadan, direkt olarak çamaşır makinesine girmek zorundadır. İşe gider gibi, “Ya nasip” diyerek başlarım. Çoğu zaman irademin dışında gelişir çekim safhası. Ben istediğim fotoğrafı, sesli veya sessiz olarak düşünürüm. Hareketli konuları çalışırken çok az müdahale ederim. Zaten modellerimin çoğu artık ben söylemeden ne yapmaları gerektiğini öğrendiler. Çoğu zaman bana yol gösterdikleri bile olur.

11. fotoğrafla toplum bilinci oluşturulabilir mi? Ne dersiniz?
Yapmamız gereken bu olmalı zaten. Nesnelerin fotoğraf karelerinde yer almasıyla oluşan kompozisyonlar olarak algılarsak fotoğrafı sanat yapmış olur muyuz? Bunu tartışabiliriz. Fakat fotoğraf dilini kullanarak zihinde yer alacak ve unutulmayacak mesajlar içeren bir fotoğrafla sayfalarla anlatamayacağınız kadar etkili olabilirsiniz. Bizim yapmaya çalıştığımız şey, kültürümüzün ve coğrafyamızın güzelliklerini estetik ve geçmişe özlem duygusu uyandıracak tarzda toplumla buluşturmaktır. Bu güne kadar, fotoğrafları çekerken hissettiğim duyguların seyreden kişiye de yansıdığını sevinerek gördüm. Sadece sanat çevreleri ile paylaşılan sergi ve sunumların bu bakımdan ego tatmini olduğunu düşünüyorum. Fotoğraf sanatı, halkın anlayış ve algısına en yakın sanattır. “Bunu ben de yapabilirim” düşüncesi, arada sıcak temas ve ilgi oluşturabiliyor. Aynı zaman da, fotoğrafa duyulan hayranlığın azalmasına da sebep oluyor. Çok ve kolay üretilebilir olması kaliteyi etkiliyor.

12. Bugün “fotoğraf”ın neresindesiniz? “Fotoğraf” sizin yaşamınızın neresinde? Fotoğrafla varmak istediğiniz neresi?
Bu güne kadar hiç kimseyi ve hiçbir tarzı kendime örnek almadan, sadece hissetiklerimi hissettirebilmek endişesi ile kendim olmaya çalıştım. Bunun kararını elbette kendim verecek değilim. İki yıl gibi bir sürede kendimi fark ettirebilmeyi başarmış olmamdan anlıyorum ki, doğru yoldayım. Bu güne kadar, yaşadığım coğrafyaya hizmet ederek borcumu ödemeye çalıştım. Geldiğim yer itibariyle görüyorum ki, sorumluluğum ve borcum daha da artmış durumda. Bundan sonra teknik ve estetik olarak daha özgün fotoğraflar üretmek zorundayım. Aynı konuyu bıktırmadan izletmek zor ama zevkli geliyor bana. Eleştiren ve tarz değiştirmem gerektiğini tavsiye eden dostlarım oldu. Onların da haklı olabileceklerini düşünmekle birlikte, çağımızın mikro ihtisaslaşmaya ne kadar önem verdiğini görünce vazgeçiyorum. Yüzlerce Meke fotoğrafım var. Bir tanesi diğerine benzemeyen her birinin rengi, ışığı kendi gibi olan fotoğraflar bunlar. Her mevsim, her gün farklı bir Meke dururken karşınızda yeter bu kadar diyemiyorsunuz. Günün her saati farklı ışık ve bulut oyunları sunuyor size. Ne zaman nasıl bir sürprizle karşılaşacağınızı bilmediğiniz bir coğrafya burası. Çok güzel bulut var diye yola çıkıyorsunuz, siz 45 km yolu aşmaya çalışırken, gökyüzünde bir tek bulut kalmıyor. Beni fotoğrafımın altında imzam olmadan tanıdıkları zaman başardığımı ve doğru yolda olduğumu anlayacağım.

13. Konya’da fotoğraf sanatının gidişatını nasıl buluyorsunuz?
Üniversite gençliği göz önüne alındığında gelecekte büyük atılımların olacağına inanıyorum. Konya’da iki fotoğraf derneğinin bulunuşu da son derece olumlu bence. Derneklerimizin eğitim çalışmalarına son zamanlarda önem vermeye başladığını görmek sevindirici. Konu yönünden çok zengin bir kültür ve coğrafya üzerinde oluşumuzu değerlendirmeliyiz. Fotoğraf dünyasının iştahına yeni alanlar, konular sunmak için o kadar çok malzememiz var ki…

14. Fotoğrafçı olmasaydınız sanatın başka bir dalıyla meşgul olur muydunuz?
Gençlik yıllarından beri edebiyat ve sanatla meşgul oluyordum zaten. Ancak hevesimi tatmin edecek boyutlarda kaldı hep. Ne zaman ki İlham Ahmet ENVEROĞLU ve Orhan CEBRAİLOĞLU ile tanıştım, sanata yakınlığımın boyutları da değişti. Açık yüreklilikle ifade edeyim ki, fotoğraf dışında bu kadar başarılı olamazdım.

15. Son olarak kendinize sorulmasını istediğiniz bir soru var mı?

Yaşadığınız coğrafyaya hizmet etmeyi borç olarak kabullendiğinize göre, bu coğrafyadan siz ne karşılık bekliyorsunuz.? diye sorayım o zaman.

Bu bilinçle yola çıkan insanların karşılık beklemeleri diye bir şey söz konusu değildir zaten. Ama… diye başlayayım ben yine de. Bölge insanı beni tanıdı ve kabullendi. Yaptığım işin tam olarak neye hizmet ettiğine akıl erdiremeyenler bile yardımcı oluyor. Tek derdim etkili ve yetkili mercilerin lakayt duruşları. Sanatçı kişiliğimin tabiatı gereği makamdan ve makam sahiplerinden istekte bulunmaktan hep uzak duruşumuzun da bunda payı elbet vardır. 16-19 MAYIS 2009 tarihlerinde düzenleyeceğimiz “İvriz’den Meke’ye Büyük Fotoğraf Buluşması” için Ereğli, Karapınar, Halkapınar ve Ayrancı ilçelerimizin idareci ve işadamlarından destek bekliyorum. Konya il turizm müdürlüğü bu konuyu sahiplenirse çok mutlu olacağım. Kendilerine somut olarak bilgi sunmaya hazır olduğumu söylemek isterim.
Başta sayın Valimiz olmak üzere, KONYA halkını 28 Mart-5 Nisan 2009 tarihleri arasında REAL alışveriş merkezindeki sergime bekliyorum. Bozkırın büyüsünü herkes görsün, tanısın istiyorum…